Bonaparte
 artık karşısında düşman görmüyordu. Gasp edecek imparatorlukları nerede bulacağını bilemediğinden, bulduğuna kanaat getirerek kardeşinin elinden Hollanda Krallığı'nı almıştı. Ama Rus Çarı I. Aleksandr’a karşı Napoleon'un kalbinde daha Enghien Dükü'nün idamı zamanından kalma gizli bir hınç vardı. Bir büyüklük rekabeti hırsıyla yanıyordu. Rusya'nın nelere gücü yettiğini, Friedland ve Eylau zaferlerinin kendisine neye mal olduğunu biliyordu. Tilsit ve Erfurt görüşmeleri, mecburi mütarekeler, Bonaparte’ın mizacına hiç de uymayan bir barış, dostluk sözleri, el sıkışmalar, kucaklaşmalar, ortak fetihler için hayali birtakım projeler, bütün bunlar kini geride bırakmaktan başka bir şey değildi. Kıta üzerinde Napoleon’un hiç ayak basmamış olduğu bir memleket ve başkent vardı, Fransız İmparatorluğu karşısında dimdik ayakta duran bir imparatorluk vardı: iki dev, er geç boy ölçüşeceklerdi. Fransa’yı genişlete genişlete, Bonaparte sonunda Ruslarla karşılaşmıştı, tıpkı Trajanus'un Tuna’yı geçince Gotlar'la karşılaşması gibi.


1812 Yılında Avrupa

Dine yeniden sarıldığından beri beslediği içten bir iman, doğuştan gelme bir yumuşaklık Aleksandr’ı barışa yöneltiyordu, kendisine meydan okunulmasaydı hiçbir zaman bu barışı bozmayacaktı. 


Çar I. Aleksandr


Bütün 1811 yılı hazırlıklarla geçti. Rusya, kıskıvrak bağlanmış olan Avusturya’yı ve soluksuz kalmış Prusya’yı, saldırıya uğrarsa kendisiyle birleşmeye çağırıyordu. İngiltere de kesesini açmış, geliyordu. İspanyolların verdiği örnek, ulusların hoşuna gitmişti. Genç Almanya’yı yavaş yavaş çemberi içine alan erdem bağı, Tugendbund örgütü ile şimdiden meydana gelmeye başlamıştı.

 

Bonaparte görüşmelere girişiyordu, vaatlerde bulunuyordu, Prusya kralına Rusların elindeki Alman vilayetlerini elde edeceği umudunu veriyordu. Saksonya kralıyla Avusturya, Polonya’dan arta kalan memleketin zararına topraklarını genişletmek emelindeydiler. Ren Konfederasyonu'na bağlı prensler kendi lehlerine sınır değişiklikleri hayal ediyorlardı. Hatta Napoleon bile, Avrupa’ya esasen bir hayli taşmış olan Fransa’yı daha da genişletmeyi aklından geçirmiyor değildi. İspanya’yı adıyla sanıyla Fransa’ya katma iddiasındaydı. General Sebastiani ona: "ya kardeşiniz?" diye sormuştu. Napoleon cevap olarak: "Kardeşim de umurumda mı! İspanya gibi bir krallık peşkeş çekilir mi?" demişti. XIV. Louis’ye bunca felaketlere ve fedakarlıklara mal olan krallığın sonucunu tek sözüyle istediği gibi değiştiriveriyordu ama bu krallık ona da kalmayacaktı. Uluslara gelince, Bonaparte kadar halkı hiçe saymış ve hor görmüş bir adam daha dünya yüzüne gelmemiştir. Elinde kırbaçla ava çıkardığı krallar sürüsünün önüne ulusları birer lokma et gibi fırlatıyordu. Jornandes der ki: "Attila, beraberinde bir sürü haraca bağlı hükümdarlar götürürdü ve bunlar emirlerini yerine getirmek için efendilerinin bir işaretini korkudan titreşerek beklerlerdi."

 

Müttefikleri olan Avusturya ve Prusya ile, krallarla prenslerden kurulu Ren Konfederasyonu'yla birlikte Rusya’ya yürümeden önce, Napoleon Avrupa’nın iki ucuna değen iki kanadını güven altına almak istemişti: biri güneyde İstanbul’la, öteki kuzeyde Stockholm’le olmak üzere iki antlaşma için görüşmelerde bulunuyordu ama bu antlaşmalar yapılamadı.



Napoleon, Konsüllüğü döneminde Bab-ı Ali ile bağlantıyı yeniden kurmuştu. III. Selim’le Bonaparte birbirlerine resimlerini göndermişlerdi, gizliden gizliye mektuplaşıyorlardı. Napoleon, Osterode’dan 3 Nisan 1807 tarihinde meslektaşına şunları yazıyordu: "Sen Selimlerin ve Süleymanların boyuna layık bir hükümdar olduğunu gösterdin. Ne ihtiyacın varsa bana bildir: gücüm büyüktür gerek siyaset gerekse dostluk bakımından başarılarına ilgi gösteririm, onun için her istediğini yapmaya hazırım.Saint-Simon’un deyimiyle "Burun buruna konuşan iki sultan arasında bu ne muhabbet ne samimiyettir."


III. Selim

Selim tahtından indirilince, Napoleon Rusların sistemine dönüyor ve Türk topraklarını Aleksandr’la paylaşmayı düşünüyor. Sonra yeni bir düşünce kasırgasıyla kanaat değiştirerek, Rus İmparatorluğu'nu istilaya karar veriyor. Ama ancak 21 Mart 1812'de, Sultan II. Mahmut’tan müttefiki olmasını, Tuna boyuna yüz bin Türk askeri göndermesini istiyor. Bu orduya karşılık Bab-ı Ali’ye Eflak’la Boğdan’ı teklif ediyor. Ruslar ise Napoleon'dan önce davranıp Osmanlı ile antlaşma imzaladı. 28 Mayıs 1812'de imzalanan Bükreş Antlaşması ile Ruslar Eflak ve Boğdan'dan çekildiler.


II. Mahmud

Kuzeyde de olaylar Bonaparte’ı aldattı. Türkler Kırım’ı tehdit edebilecekleri gibi İsveçliler de Finlandiya’yı istila edebilirlerdi. Bu manevrayla, iki yanda savaşa tutuşacak olan Rusya, kuvvetlerini merkezden direkt kendi üzerine gelecek olan Grande Armee'li Fransa’ya karşı bir araya getiremeyecekti. Eğer gerçekleşmiş olsaydı, geniş çapta bir politika olacaktı ama Stockholm de İstanbul gibi ulusal siyasetinin içine kapanarak Petersburg’la anlaştı.

 

Fransızlar tarafından istila edilen Pomeranya’yı 1807’de, Rusya tarafından istila edilen Finlandiya’yı 1808'de kaybettikten sonra İsveç kralı IV. Gustav Adolf tahtından indirilmişti. Gustav’ın amcası, tahtından indirilen yeğeninin yerine geçirildi ama Pomeranya’daki Fransız Kolordusuna komuta etmiş olan Bernadotte, İsveçlilerin takdirini kazanmıştı ve bu şeraitler altında gözlerini ona çevirdiler. Seçileli fazla olmayan Holstein-Augustenburg Prensi öldükten sonra, bıraktığı boşluğu doldurmak üzere Bernadotte seçildi. Bir Fransız Mareşali ve eski bir arkadaşı olan Bernadotte'un tahta seçilmesinden Napoleon hiç de hoşnut kalmadı.


Jean Bernadotte

Bonaparte’la Bernadotte arasındaki düşmanlık çok eski bir tarihe dayanır. Bernadotte, 18 Brumaire darbesine karşı koymuştu, sonra hararetli sözleri ve zihinler üzerinde yaptığı etkiyle Moreau’yu bir mahkeme huzuruna çıkaran kavgalara yol açmıştı. Erdemli bir insanı küçültmeye çalışarak Bonaparte kendi usulünce intikamını almıştı. Moreau’nun yargılanmasından sonra, hüküm giyen General Moreau'ya ait olan Anjou sokağındaki bir evi Bernadotte’a hediye etti. O zamanlar pek yaygın olan bir zaafa kapılarak Joseph Bonaparte’ın bacanağı olan Bernadotte, hiç de şerefli olmayan bu cömertliği reddetmeye cüret edemedi. Yine Moreau'ya ait olan Grosbois Kalesi Berthier’ye verildi. Kader, XII. Karl’ın tacını IV. Henri’nin bir hemşerisinin eline vermiş olduğu için, tahta Karl Johann adıyla oturan Bernadotte, Napoleon’un hırslarına alet olmadı. Uzak düşmanı Napoleon’dansa komşusu Aleksandr’ın müttefiki olmanın kendisi için daha güvenilir olacağını düşündü. Tarafsızlığını ilan etti, barış yapılmasını tavsiye etti ve Rusya ile Fransa arasında aracılık etmeyi teklif etti.


XIV. KARL JOHANN

Bonaparte fena halde kızdı: "O sefil bana akıl öğretmeye kalktı ha! Aklınca bana yol gösterecek. Her şeyini benim cömertliğime borçlu olan bir adam! Bu ne nankörlük! Şahane arzuma itaat etmeyi ona öğretmesini bilirim ben!" bu türlü hakaretlerin bir sonucu olarak, Bernadotte 24 Mart 1812'de Petersburg Antlaşması'nı imzaladı.

 

Kendisinin de daha asil bir soydan olmadığını, Bernadotte gibi ihtilallerle silahların kendisini yükselttiğini unutarak Bonaparte’ın ne hakla Bernadotte’a sefil dediğini sormayın. Bu hakaretli ağızlar ne soylu bir mertebeye ne de ruh asilliğine delalet ediyordu. Bernadotte hiç de nankör değildi. Hiçbir şeyini Bonaparte’ın cömertliğine borçlu olmamıştı.

 

İmparator Bonaparte, her şeyi kendine mal eden, yalnız kendinden söz eden, hoşnut kaldığını veya kalmadığını söylerken mükafatlandırdığını veya cezalandırdığını sanan pek eski soydan bir hükümdara dönüşmüştü. Taç altında geçmiş bir hayli yüzyıllar, Saint-Denis'de sıralanan sürüsüyle mezarlar bile bu yüksekten bakmaları mazur gösteremezdi.

 

Talih Birleşik Devletler'den ve Avrupa'nın Kuzeyinden iki Fransız Generalini, aynı savaş alanına getirdi. Eskiden aleyhine birleşmiş oldukları, sonra onları birbirinden ayırmış olan bir adamla çarpışacaklardı. Özgürlüğü ayaklar altına almış olanı devirmek istemenin suç olacağı o zamanlar, asker olsun, Kral olsun, kimsenin aklından geçmezdi. Bernadotte başarılı oldu, Moreau ise Dresden'den sonra can verdi. Genç yaşta ölenler gürbüz yolculardır: daha gevşek insanların ağır adımlarla tamamladıkları bir yolu onlar daha çabuk alırlar.


Jean Victor Marie Moreau

Napoleon, kimse aksini tavsiye etmediği için Rusya’ya savaş açmakta ısrar etmiş değildi. Frioul Dükası, Ségur Kontu ve Vicenza Dükası, fikirleri sorulunca bu teşebbüse karşı bir yığın itirazlar ileri sürdüler. Vicenza dukası cesaretle diyordu ki: "Avrupa kıtasını ele geçirir ve hatta müttefikinin ailesi için Devletleri zapt ederken, bu müttefiki kıta dayanışmasını bozmakla suçlamak doğru olmaz. Fransız orduları Avrupa’nın her yanını kaplarken, bir ordu besliyorlar diye Ruslara nasıl çıkışılır? Bizim tarafımızdan açılmış yaraları henüz daha kabuk bağlamamış olan bütün bu alman uluslarının üzerine saldırmaya lüzum var mıydı sanki? Hiçbir doğal hududun sınırlamadığı bir vatan içinde Fransızlar artık kendi kendilerini tanımaz oldular. Haline terk edilen gerçek Fransa’yı kim koruyacak?" İmparator: "Benim şöhretim." cevabını verdi. Bu cevabı vaktiyle Medea vermişti. Napoleon, bu tragedyayı kendine uyarlıyordu.

 

İmparatorlukta hala mevcut olan çeşitli partilerin itirazlarına karşı şu cevabı veriyordu: "kralcılar benim yıkılmamı istediklerinden ziyade bundan korkarlar. Benim başardığım en faydalı ve en zor iş ihtilal selini durdurmak olmuştur, yoksa ihtilal her şeyi silip süpürecekti. Ben ölürüm diye mi savaştan korkuyorsunuz? Beni öldürmek imkansızdır çünkü henüz tanrının iradesini yerine getirdim mi ki? Ben bilmediğim bir hedefe doğru sürüklendiğimi hissediyorum ama henüz oraya ulaşmadım. Bu hedefe vardığım zaman bir zerre bile beni yere serebilir." bu da bir kopya idi: Afrika’da Vandallar, İtalya’da Alarik, tabiatüstü bir kuvvete tabi olmaktan başka bir şey yapmadıklarını söylüyorlardı: "Divino Jusso Perurgeri (tanrı eliyle zorlanmak)."

 

Papa ile çıkardığı manasız ve utanç verici kavga Bonaparte’ın durumundaki tehlikeleri artırdığı için kardinal Fesch, hem tanrının, hem de insanların düşmanlığını aynı zamanda üzerine çekmemesi için yalvarıyordu. Napoleon dayısını elinden tuttu, bir pencereye götürdü, vakit geceydi ve ona dedi ki:

 

-Şu yıldızı görüyor musunuz? 

+Hayır majesteleri.

-İyice bakın. 

+Majesteleri, göremiyorum. 

-Ya işte! Ben görüyorum.

 

Bonaparte, kendisine itiraz eden Vicenza Dükası Armand-Augustin-Louis de Caulaincourt'a: "Siz de başımıza iyice Rus oldunuz" diyordu.

 

Ségur Kontu Mösyö de Ségur: "Napoleon'un çok kere bir sedire yarı uzanmış durumda derin düşüncelere daldığı olurdu. Sonra ansızın, ani bir hareketle yerinden hoplayarak ve bağırarak kendine gelirdi, çağrıldığını sanır ve sorardı: 'kim çağırıyor beni?' o zaman kalkar, heyecanlı bir halde yürürdü. Balafré lakaplı Guise Dükası François de Lorraine, felaketine yaklaştığı sıralarda Blois Şatosunun Le Perche Aux Bretons diye anılan taraçasına çıkmıştı. Bir sonbahar göğü altında, uzakta ıssız kırlar serilip giderken, Bonaparte'ın da aynı yerde öfkeli öfkeli geniş adımlarla yürüdüğü görülmüştü. Bonaparte, hayırlı tereddütler içinde dedi ki: "bu derece uzaklarda yapılacak bir savaş için çevremde herbir şey yeteri kadar yerleşmiş değildir. Bu savaşı üç yıl geri bırakmak lazım." bir Polonya krallığının yeniden kurulmasına ne doğrudan doğruya, ne de dolaylı olarak yardım etmeyeceğini Çar'a bildirmeyi teklif ediyordu: sadık ve bahtsız bir memleket olan Polonya'yı eski ve yeni Fransa aynı derecede terk etmiştir.

 

Bu terk ediş, Bonaparte’ın işlemiş olduğu siyasi hatalar arasında en vahimlerinden biridir. Bu hatayı işledikten sonra, Polonya krallığının yeniden kurulması lehinde, pek yerinde olacak bir teşebbüste bulunmamışsa bunun sebebi olarak kayınbabasının canını sıkma korkusu olduğunu söylemiştir. Bonaparte sanki böyle aile hatırı sayacak bir adammış gibi! Mazeret o kadar sudandır ki, bunu söylemekle, Marie-Louise’le evlenmiş olmasına lanet okumaktan başka bir şey yapmış olmuyor. Rusya imparatoru bu evliliği haber aldığında, "İşte şimdi ormanlarımın ardına sürüldüm" diye haykırmıştı. Sadece milletlerin hürriyetine karşı duyduğu kızgınlık bile Bonaparte’ın gözlerini bağlamıştı.

 

Prens II. Stanislaw August Poniatowski, Fransız Ordusunun ilk Polonya Seferi sırasında Polonyalı kıtalar teşkil etmişti, siyasi meclisler toplamıştı, Fransa Varşova’da birbiri ardından iki büyükelçi bulundurmuştu: Malines Başpiskoposu ile Mösyö Bignon. Kuzeyin Fransızları sayılan, Fransızlar gibi yiğit ve havai olan Polonyalılar Fransızcayı bilirlerdi, Fransızları kardeş gibi severlerdi; Rusya’ya olan kinlerini belirten bir sadakatle Fransa uğrunda can verirlerdi. Fransa evvelce onların mahvına sebep olmuştu, şimdi onları diriltmek Fransa'ya düşerdi. Hristiyanlığı kurtarmış olan bu millete karşı Fransa'nın bir borcu yok muydu? Aleksandr’da biliyordu ki, Polonya'yı diriltmezse onun kökünü kazımak zorunda kalacaktı. Bu krallığın coğrafi durumu bakımından zulüm ve baskılara açık bulunduğunu söylemek, bayırlarla çayırlara fazla bir önem vermek olur. Nice uluslar, cesaretlerinden başka bir şeyleri olmaksızın bağımsızlıklarını korumuşlardır. Halbuki Alplerle tahkimli olan İtalya, bu dağları aşmayı akıl eden herkesin boyunduruğu altına girmiştir. Başka bir kaçınılmaz sonucu kabul etmek daha doğru olur ki, o da şudur: "Ovalarda yaşayan savaşçı uluslar, fetihlerde bulunmaya mahkumdurlar; Avrupa’yı istila eden halklar hep ovalardan gelmiştir."

 

Polonya’yı savunmak şöyle dursun, Polonya askerlerinin Fransız bayrağı altında hizmet görmeleri isteniyordu. O yoksul haliyle, seksen bin kişilik bir Fransız ordusunun masrafları Polonya'nın sırtına yükletiliyordu ve Varşova Büyük Dükalığı, Saksonya Kralına vaat edilmişti. Polonya tekrar krallık haline konulmuş olsaydı, Slav ırkı, Baltık’tan Karadeniz’e kadar bağımsızlığına kavuşmuş olacaktı. Hatta Napoleon’un kendi menfaati uğrunda onlardan faydalandığı halde Polonyalıları böyle yüz üstü bırakmasına rağmen, Polonyalılar Napoleon'dan kendilerini ön safa sürmesini istiyorlardı; Fransa'nın yardımı olmadan tek başlarına Moskova’ya girebileceklerini söyleyerek övünüyorlardı. Peki bu teklifin sırası mıydı? Silahlı şair Bonaparte, tekrar ortaya atılmıştı. Kremlin’e çıkıp orada şarkı söylemek ve tiyatrolar hakkında bir kararname imzalamak istiyordu.

 

Bonaparte’ın bugün büyük demokrat diye göklere çıkarıldığına bakmayın, meşruti hükümetlere müthiş kini vardı; Rusya’nın tehlikeli kutup çöllerine atıldığı zaman bile bu kinini bırakmadı. Polonya senatosu azası Jozef Wybicki, Vilnius'te Napoleon'a Varşova yönetiminin kararlarını getirmişti. Kutsal şeyleri ayaklar altına alan abartılı bir söylemle: "Siz ki bu asra, tarihe dikte ediyorsunuz, tanrının güçlü şahsında beliren insansınız, herhalde uygun bulmanız gereken gayretleri korumak size düşer." diyordu. Jozef Wybicki, büyük Napoleon'dan yalnız şu sözleri söylemesini dilemeye gelmişti: "Polonya Vardır," ve imparatorun iki dudağının arasından çıkan bu sözle polonya krallığı var olacaktı. "Polonyalılar, karşısında yüzyıllardan bir andan ve mesafelerin bir noktadan ibaret kaldığı şefin emirlerini baş tacı edecektir."

 

Napoleon cevap verdi: “Polonya Konfederasyonunun saygıdeğer temsilcileri, bana söylediklerinizi ilgi ile dinledim. Polonyalılar, Varşova meclisinde olsaydım sizin gibi düşünür, sizin gibi hareket eder, sizin verdiğiniz oyu verirdim. Yurt sevgisi uygar insanın ilk görevidir. Benim durumumda ise, ben denge sağlanacak birçok çıkarlar, görülecek birçok görevler karşısında bulunuyorum. Polonya’nın ilk, ikinci veya üçüncü paylaşılması dönemlerinde hüküm sürmüş olsaydım, onu savunmak için halkımı silahlandırırdım.

 

Ulusunuzu severim! On altı yıldır, askerlerinizi İtalya ve İspanya savaşlarında yanı başımda gördüm. Yaptığınız işleri takdir ediyorum, göstermek istediğiniz gayretlere ses çıkarmıyorum, kararlarınıza yardım etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım. Polonya’ya daha ilk girişimde size aynı şeyleri söylemiştim. Şunu da eklemeliyim: Avusturya imparatoruna, topraklarının bütünlüğüne dokunulmayacağı hakkında teminat verdim, Polonya vilayetlerinden onun elinde kalan kısımlara rahatça sahip olmasına engel olabilecek hiçbir hareketi, hiçbir manevrayı doğru bulamam. Memleketlerinizin sizi o kadar ilgiye değer kılan, size beğenime ve korumama o kadar hak kazandıran sabıklığını mükafatlandırmak için imkân ölçüsünde elimden gelecek her şeyi yapacağım."

 

Ulusların kurtuluşa erişmesi uğrunda çarmıha gerilen Polonya, böylece yüzüstü bırakılmış oldu. Polonya'nın inancını alçakça aşağıladılar, özgürlük çarmıhının üstünde "susadım," dediği zaman ona sirkeye batırılmış sünger uzattılar. Adam Mickiewicz haykırdı: "Özgürlük, dünya tahtına oturduğu zaman ulusları sorguya çekecek. Fransa’ya diyecek ki: seni çağırdım, sesime ses vermedin! Git şimdi, köle ol!"


Adam Mickiewicz


Robert de Lamennais der ki: "Bunca fedakarlıklar, bunca çabalar böyle boşa mı gidecekti? Kutsal özgürlük kurbanları vatan topraklarına ebedi bir kölelikten başka bir şey ekemedi mi? O ormanlarda ne işitiyorsunuz? -Yalnızca rüzgarların hazin fısıltısını. O ovalardan ne geçtiğini görüyorsunuz? -Sadece konmak için güvenli bir yer arayan göçebe kuşu."

 

9 Mayıs 1812'de, Napoleon Grande Armee'ye katılmak için yola çıktı ve Dresden’e gitti. Ren Konfederasyonu’nun dağınık unsurlarını orada bir araya getirdi ve kendi eliyle yaratıp birleştirdiği bu devasa savaş makinesinin en büyük halini ilk ve son kez harekete geçirdi.

 

İtalya güneşine hasret çeken sürgüne götürülmüş şaheserler arasında İmparator Napoleon ve İmparatoriçe Marie-Louise ile Avusturya İmparator ve İmparatoriçesi ve irili ufaklı bir sürü hükümdar arasında bir toplantı yapıldı. Bu hükümdarlar kendi saraylarını baş saraya bağlı birer ocak haline getirmek hevesindedirler. Emmanuel-Augustin-Dieudonné-Joseph'in kitabında Bonaparte der ki: "İmparatoriçemin pabuçları çözülse Montmorency’lerden bir asilzade bağlamak için hemen ileri atılırdı."

 

Bonaparte verilen bir gala törenine gitmek üzere Dresden sarayından geçerken, en önde, şapkası başında yürürdü; Doppelkaiser II. Franz, şapkası elinde, kızı, İmparatoriçe Marie-Louise'in yanında arkadan yürürdü; daha arkadan da saygılı bir sessizlik içinde, o sürü sürü prensler gelirdi. Avusturya İmparatoriçesi bu alaya katılmaz; kendisini hasta dedirtir, nefret ettiği Napoleon'a kolunu vermemek için ancak tahtıravanla dışarı çıkardı. Asil duygular namına kalmış olan kırıntılara da yalnız kadınların kalbinde rastlanıyordu.

 

Bir tek Prusya Kralı, önce bir kenarda bırakıldı. Bonaparte, dayanamayarak: "Bu hükümdar da benden ne istiyor?" diye bağırdı. "Mektuplarıyla başımı ağrıttığı yetmiyor mu? Ne diye bir de varlığıyla beni işkenceye sokmaya kalkışıyor? Ona ihtiyacım yok." felaket arifesinde felakete karşı söylenmiş acı sözler.

 

Cumhuriyetçi Bonaparte’ın yanında II. Friedrich Wilhelm’in büyük kabahati kralların davasına yüz çevirmiş olmasıdır. Berlin sarayının direktuvar ile girişmiş olduğu görüşmeler Bonaparte’a göre: bu hükümdarın, şeref ve haysiyetini ve tahtların genel davasını miskin birtakım uzlaşmalara feda eden asaletsiz, çıkarcı ve ürkek bir siyaset izlediğini gösteriyordu, Bonaparte bir harita üzerinde yeni Prusya’ya göz attığı zaman şöyle derdi: "Bu adama bunca yerleri bırakabildim demek!" kendisini Frejus’e götüren üç komiser arasında Bonaparte, yalnız Prusyalı komiseri fena karşıladı ve onunla hiç temas etmek istemedi. İmparatorun Wilhelm’e böyle kin besleyişinin gizli sebebini araştıranlar oldu, bunu şu veya bu olaya verdiler ama kuvvetle muhtemel Enghien Dukasının idamı asıl sebepti.


Enghien Dükü Louise Antoine'ın İdamı


Bonaparte, yürüyüş kolundaki ordularının ilerlemelerini Dresden'de bekledi: yine bu şehirde Marlborough kontu John Churchill, xii. Karl'ı selamlamaya giderken, bir haritada ucu Moskova’ya varan bir hat görmüş, hükümdarın bu yolu tutacağını ve Batı'da savaşa kalkışmayacağını tahmin etmişti. Bonaparte, istila tasavvurunu açıktan açığa itiraf etmemekle beraber büsbütün gizleyemezdi de. Diplomatlara karşı üç sebebi ileri sürüyordu: Çar'ın 31 Aralık 1810 tarihli fermanı, birtakım maddelerin Rusya'ya girmesini yasaklamış, bu yasakla da Avrupa sistemini bozmuştu, Oldenburg Dükalığı’nın ilhakını Aleksandr protesto etmişti ve Rusya silahlanıyordu. Büyük büyük laflar edilmesine alışılmış olmasa meşru savaş sebebi olarak, bağımsız bir devletin gümrük kararlarının ve bu devletin kabul etmemiş olduğu bir sistemin bozulmasının gösterilmesine şaşılırdı. Oldenburg Dükalığı’nın ilhakıyla Rusya'nın silahlanması meselesine gelince, yukarıda görüldüğü gibi Vicenza Dükası Napoleon’a, tenkitlerinin yersizliğini göstermişti. Adalet o kadar mukaddestir, işlerde başarılı olmak için öyle temel bir şarttır ki, onu ayaklar altın alanlar bile adalet ilkelerine uyduklarını ileri sürerler. İşte o sırada General Lauriston Petersburg’a, Kont Narbonne’da Aleksandr’ın genel karargahına gönderildi: Bunlar barış ve iyi niyet hakkında güvenilmez sözler götürüyorlardı. Dominique-Georges-Frédéric Dufour de Pradt, alelacele Polonya Diyet’ine gönderilmişti; efendisine Jupiter Scapin (düzenbaz tanrı) adını vererek geri döndü. Kont de Narbonne, Aleksandr’ın yılmadan ve böbürlenmeden, yüz kızartıcı bir barıştansa savaşı yeğ tuttuğunu gelip anlattı. Çar hala Napoleon’dan söz ederken saf bir hayranlık gösteriyormuş ama Rusların davasının haklı olduğunu ve gözü yükseklerde olan dostunun hata ettiğini söylüyormuş. Moskova tebliğlerinde ifade edilen bu gerçek, Rus halk ruhunun damgasıyla hemen damgalandı: Bonaparte onların gözünde Antéchrist'e (Deccal) dönüştü.

 

Napoleon, 22 Mayıs 1812’de Dresden'den ayrıldı, Poznan ve Thorn’dan geçti, öteki müttefikleri tarafından Polonyalıların yağma ve talan edildiğini gördü. Vistül nehri boyunca indi, Danzig’de, Königsberg’de ve Gumbinnen'de (Gusev) biraz durdu.


Kronolojik olarak harita üzerinde Rusya Seferi


Yolda, çeşitli kıtalarını teftiş etti: eski askerlerine piramitlerden, Marengo’dan, Austerlitz'den, Jena’dan, Friedland’dan söz açtı; gençlerin ihtiyaçlarını sordu, teçhizatlarıyla, aylıklarıyla, komutanlarıyla ilgilendi; o sıralarda babacanlık rolü oynuyordu.

 

Bonaparte, Neman'ı geçtiği sırada, seksen beş milyon beş yüz bin can, onun veya ailesi fertlerinin hükümranlığını tanıyordu; Hristiyanlık dünyasındaki nüfusun yarısı ona itaat ediyordu, on dokuz derece enlem ve otuz derece boylam arasındaki bir alanda emirleri yerine getiriliyordu. Bundan daha heybetli bir sefer daha öncesinde ne görülmüş ne de duyulmuştu.

 

22 Haziran günü, Wilkowisko’daki genel karargahında Napoleon savaş ilan etti: "Askerler, İkinci Polonya savası başlamıştır; ilki Tilsit'le sona ermişti, Rusya’yı alınyazısı sürüklüyor: kader yerine gelecektir."

 

Bu henüz genç olan sese, Moskova yüz on yaşındaki Metrepoliti’nin diliyle cevap verdi: "Moskova şehri, İsa'sı Aleksandr’ı bir ana gibi gayretli evlâlarının bağrına basıyor ve hoşanna (kurtar bizi!) Diye haykırıyor! Gelenden tanrı razı olsun!" Bonaparte kadere hitap ediyordu, Aleksandr ise hakka.

 

23 Haziran 1812’de, Bonaparte geceleyin neman nehri üzerinde keşif yaptırdı, buraya üç köprü atılmasını emretti. Ertesi gün güneş batarken, birkaç istihkam eri nehri bir kayıkla geçti; öteki kıyıda kimseye rastlamadılar. Sonra, bir devriyeye kumanda eden bir kazak subayı yanlarına gelip kim olduklarını sordu. -"Fransızız." +"Rusya’ya ne amaçla geliyorsunuz?" -"sizinle çarpışmaya." Kazak asker ağaçlar arasında kayboldu, üç istihkam eri ormana doğru ateş açtılar, karşılık veren olmadı. Her taraf derin bir sessizlik içindeydi.


Cossacklar (Kazaklarla karıştırılmamalı)


Bonaparte bütün bir gün mecalsiz bir halde uzanmış kalmıştı ama gözüne de uyku girmedi. İçi bir türlü rahat edemiyordu. Fransız ordularının yürüyüş kolları Pilwiski ormanı içinde, karanlıkta faydalanarak yürüyordu. Tıpkı Palus Meotides’te (Azak Denizi) bir dişi geyiğin peşine düşerek yol alan hunlar gibi. Neman hala görünmüyordu. Görmek için ta yanı başına varmak gerekti.

 

Gün ortasında Moskova taburları veya kurtarıcılarını karşılamaya gelen Litvanyalılar yerine çorak kumlar ve ıssız ormanlardan başka bir şey görünmedi. Nehirden üç yüz adım ötede, en yüksek sırtta imparatorun çadırı fark ediliyordu. Bunun etrafında, bütün tepeler, tepelerin yamaçları ve vadiler, Fransız askerleri ve atlarıyla kaplıydı.

 

Napoleon’un emrindeki kuvvetler, 685.300 asker ve 176.850 attan oluşuyordu. İspanya Veraset Savaşı sırasında XIV. Louis’nin, hepsi de Fransız olmak üzere, silah altında altı yüz bin askeri vardı. Doğrudan doğruya Bonaparte’ın emri altındaki faal piyadeler on kolorduya ayrılmıştı. Bu Kolordular yirmi bin İtalyan, ren Kofederasyonu’ndan seksen bin asker, otuz bin Polonyalı, otuz bin Avusturyalı, yirmi bin Prusyalı ve iki yüz yetmiş bin Fransızdan oluşmaktaydı.



Ordu Neman'ı geçti, Bonaparte da uğursuz köprüyü geçti ve Rus toprağına ayak bastı. Durup askerlerinin geçişini seyretti, sonra gözden kayboldu, daha sonra, sanki çalılar arasında bir ruhlar derneğine çağrılmış gibi bir ormanda rastgele at koşturdu. Geri döndü, etrafı dinledi, ordu da onunla birlikte etrafı dinliyordu; kulaklarına uzaktan uzağa top sesleri geliyordu, seviniyorlardı. Oysa bu, sadece fırtınanın gürültüsüydü, onlar yaklaştıkça savaş kaçıyordu. Bonaparte boşaltılmış bir manastıra sığındı: burası iki ayrı bakımdan bir barış ve selamet barınağıydı.

 

Anlattıklarına bakılırsa, sözde Napoleon’un atı yere kapaklanmış ve "Bu durum kötülüğe alamet; bir Romalı olsaydı bunu görünce geri dönerdi" diye mırıldananlar olmuş. Bu, Tebriz'e ilerleyen Yusuf Sinan Paşa'ya, fatih piç İ. William'a, İİİ. Edward'a ve ihtilal mahkemesine gitmek üzere yola çıkan Malesherbes'e atfedilen eski bir hikayedir.

 

Orduların nehri geçmesi üç gün sürdü, sıraya giriyor ve ilerliyorlardı. Napoleon yola koyulmuş, acele ediyordu; Bousset’nin dediği gibi, zaman Bonaparte'a "yürü! Yürü!" diye sesleniyordu.

 

Vilnius'te Bonaparte, Varşova Diyet’inden senatör Wibicki’yi kabul etti. Bir Rus müzakerecisi, Balaşov'da çıkageldi; hala anlaşma imkânı bulunduğunu, Aleksandr’ın hiçbir suretle saldırgan olmadığını, Fransızların savaş ilan etmeden Rusya’ya girmiş olduklarını söylüyordu. Napoleon, cevabında Aleksandr’ın sadece bir salon generali olduğunu ve yalnız üç generali bulunduğunu söyledi. Bunlardan Mihail Kutuzov’u rus olduğu için umursamıyordu. Zaten daha altı yıl önce pek yaşlı olan Alman Levin August von Bennigsen ise artık büsbütün bunamıştı. Mihail Bogdanoviç Barclay de Tolly ise, çekilme konusunda usta bir generaldi. Konuşma sırasında Vicenza Dükası Napoleon'un kendisine hakarette bulunduğunu sandı, kızgın bir sesle sözünü kesti: "Ben dürüst bir Fransızım, bunu ispat ettim, yine de ediyor ve tekrarlıyorum: bu savaş siyasi anlaşmaya aykırıdır, tehlikelidir, ordunun, Fransa'nın ve İmparatorun mahvına sebep olacaktır."

 

Bonaparte, Rus temsilcisine: "Sizin o Polonyalı jakobenlerinize değer verdiğimi mi sanıyorsunuz?" demişti. Bu sözü Anne Louise Germaine de Staël zikreder. Hanımefendinin yüksek muhitle sıkı ilişkileri olması, iyi ve doğru haber almasını sağlıyordu. İddiasına göre Bonaparte'ın bakanlarından biri tarafından m. de Romanzof'a bir mektup yazılmış ve bu mektupta Napoleon, Avrupa Kıtasına ait her türlü muamele ve mukavelelerden Polonya ve Polonyalıların adını silip çıkarmayı teklif ediyormuş. Napoleon’un, bu mert yalvarıcılarına karşı duyduğu nefretin boş bir kanıtı daha.

 

Bonaparte, Balaşov’un yakınlarındayken Rus temsilciye Moskova’daki kiliselerin sayısını sordu, aldığı cevap üzerine haykırdı: "Vay! Hristiyanlığın unutulduğu bir devirde bu kadar çok kilise ha?" Moskovalı atıldı: "Affınızı dilerim, majesteleri. Ruslarla İspanyollar Hristiyanlığı unutmamışlardır."

 

Balaşov görüşmeleri imkânsız tekliflerle geri çevrilince son barış umudu da suya düştü. Savaş bildirilerinde deniyordu ki: "İşte o uzaktan pek korkulu görünen Rus İmparatorluğu! Sadece soğuk bir çölden ibaret. Aleksandr askerini toplayıncaya kadar, Napoleon çoktan Moskova’ya varacak."

 

Bonaparte, Vitebsk’e vardığı zaman, bir an aklına orada kalmak geldi. Mareşal Barclay de Tolly’nin yine geri çekildiğini gördükten sonra genel karargahına dönünce kılıcını haritalar üzerine atarak söylendi: "Burada kalacağım! 1812 seferim sona erdi, gerisini 1813 seferinde tamamlarız." bütün Generallerinin kendisine tavsiye ettikleri bu kararında dursaydı pek isabetli bir karar almış olacaktı! Yeni barış teklifleri geleceğini ummuştu, gelen giden olmadığını görünce canı sıkıldı, Moskova'ya sadece yirmi günlük yol vardı. "Moskova, kutsal şehir!" diye tekrarlıyordu. Bakışları kıvılcımlar saçıyor, tavrı vahşileşiyordu. Hareket emri verildi. İtirazlar ileri sürüldü, kulak asmadı. Düşüncesi sorulan Daru Kontu Pierre, Bonaparte'a cevap verdi: "Böyle bir savaşın ne amacına aklım eriyor, ne de gereğine." imparator şu karşılığı verdi: "Beni budala yerine mi koyuyordunuz? Keyfim için mi savaşıyorum sanıyorsunuz?" oysa Generalleri, İspanya savaşıyla Rusya Savaşı’nın Fransa’yı kemiren iki çıban olduğunu Bonaparte'ın ağzından işitmiş değiller miydi? Ama barış yapmak için ortada iki taraf bulunması gerekirdi. Aleksandr’dan ise bir mektup bile geldiği yoktu.


Mareşal Barclay de Tolly

Peki bu çıbanlara sebep olan kimdi? Bu birbirini tutmaz hareket ve fikirler gözden kaçıyor ve hatta Napoleon'un saf yürekli samimiyetine birer kanıt gibi de gösteriliyor.

 

Bonaparte hata ettiğini anlayarak geri dönmeyi haysiyetine yediremezdi. Askerleri, artık onu yalnız savaştan savaşa gördüklerinden, onları ölüme götürürken yanlarında bulunup hayatta kendilerinden uzaklaştığından sızlanıyorlardı ama Bonaparte'ın bu şikayetlere kulakları tıkalıydı. Ruslarla Türkler arasında barışın imzalandığı haberi onu şaşırttı ama yolundan çevirmedi. Smolensk’e doğru hızla atıldı. Rusların beyannamelerinde deniliyordu ki: "Napoleon dilinde dürüstlük fakat yüreğinde hıyanetle geliyor, kölelerden kurulu alaylarıyla bizi zincirlemeye geliyor. Haçı yüreğimize ve kılıcı elimize alalım, bu aslanın dişlerini sökelim, dünyayı perişan eden zalimi perişan edelim."

 

Smolensk sırtlarında, Napoleon 120.000 askerden ibaret olan Rus Ordusuyla yine karşılaştı. "Bu sefer yakaladım!" diye haykırdı. Ayın 17’sinde, gün ağarırken general Augustin Daniel Belliard, bir kazak çetesini kovalayarak Dinyeper’e döktü, örtme kuvveti geri alınınca, düşman ordusunun Moskova yolunu tutmuş olduğu görüldü. Rus ordusu yine çekiliyordu, Bonaparte’ın hayali yine uçup gitmişti. Bu gereksiz kovalamaya imparatoru çokça teşvik etmiş olan Joachim Murat, hırsından kendini öldürtmek istiyordu. Henüz daha boşaltılmamış olan Smolensk Kalesinin ateşi altında ezilen Fransız bataryalarından birinin yanından bir türlü ayrılmıyordu: "Hepiniz çekilin, beni burada yalnız bırakın!" diye haykırıyordu. Bu kaleye karşı korkunç bir hücumda bulunuldu, basamak basamak yükselen sırtlara yerleştirilmiş olan Fransız Ordusu aşağıda yapılan savaşı seyrediyordu. Taarruz edenlerin top ateşi altında ileri atıldığını gördüğü zaman imparator el çırptı. Mısır'daki Thelia harabelerini görünce de böyle yapmıştı.


Joachim Murat


Geceleyin şehirde bir yangın göze çarptı. Mareşal Louis Nicolas Davout’nun bir askeri duvarlara tırmanıp dumanlar içindeki kaleye erişti, kulağına uzaktan birtakım sesler geldi. Tabancası elinde, o tarafa doğru yürüdü ve dost bir memleketin keşif kıtasıyla karşılaşarak şaşakaldı. Ruslar şehri terk etmişler, Poniatowski ve emrindeki Polonyalılar da burayı işgal etmişlerdi.


Josef Poniatowski


Joachim Murat, acayip kılığı ve onlardan geri kalmayan yiğitlik tarzıyla Kazakların hayranlığını kazanıyordu. Bir gün Kazak çeteleri üzerine dehşetli bir hücuma geçmişti, fena halde kızarak onlara emirler verdi. Kazaklar ne dediğini anlamadılar ama sezdiler ve düşman Generalin emrini yerine getirdiler.

 

Fransızlar, Kazakların generali Matvei Platov'u Paris’te gördükleri zaman nasıl bir evlat acısı çekmiş olduğunu bilmiyorlardı. 1812’de onun gün gibi güzel bir oğlu vardı, bu oğul beyaz bir Ukrayna küheylanına biniyordu. On yedi yaşındaki savaşçı, o serpilen ve ümitler içinde yüzen çağın bütün gözü pekliğiyle çarpışıyordu, bir Polonya Uhlan'ı onu vurup öldürdü. Bir ayı postu üzerinde yerde yatarken muharebenin ortasında kazaklar gelip saygı ile elini öptüler, ölüm duaları ettiler, çocuğu çamlarla örtülü bir tepeciğe gömdüler. Sonra, atlarını gemlerinden tutarak, uçları yere doğru çevrilmiş mızraklarıyla, önünden geçit yaptılar. Bu töreni, Gotlar'ın tarihini yazan kişi tarafından tasvir edilen cenaze töreni, yahut da Germanicus'un mezarı önünde Fascellum’larını (fascellum diye eski roma’da bir araya getirilmiş ağaç çubuklarının kayışlarla bağlanmasından meydana gelen demete derlerdi. Sembolik bir anlamı olan bu çubuklar, cenaze törenlerinde baş aşağı çevrilirdi. Mussolini, İtalya’da faşist rejiminin sembolü olarak bu demeti kabul etmiştir. Zaten faşist sözü de bu Fascellum’dan gelir) tersine çevirmiş (versi Fasces) olan roma bölükleri ile benzetebiliriz. "Kuzey baharının saçlarını bezediği taze karları, rüzgâr yere serpiyordu."


Matvei Platov


Bonaparte, Rusya'dan Fransa’ya gönderdiği bir yazıda Rus arazilerini eline geçirdiğini ve maliye bakanının seksen milyon fazla geliri hesaba katabileceğini bildiriyordu.

 

Rusya kutba doğru kaçıyordu. Asilzadeler, ahşap konaklarını boşaltarak aileleri, çiftçileri ve sürüleriyle birlikte gidiyorlardı. Dinyeper ya da bir vakitler suları Vladimir tarafından kutsal ilan edilen eski Borysthenes aşılmıştı. Uygar uluslara barbarların istilaları bu nehirden gelmişti, şimdi de uygar ulusların istilasına uğruyordu. Yunanca bir ad altında kılık değiştiren bu vahşi nehir, Slavların ilk göçlerini artık hatırlamıyordu bile. Ormanları arasında herkesten habersiz akıyor, kayıklarında Odin'in Çocukları yerine Petersburg’la Varşova'nın kadınlarına şallar ve güzel kokular taşıyordu. Dünyanın gözünde onun tarihi ancak Aleksandr’ın kiliselerinin bulunduğu dağların doğusunda başlar.

 

Smolensk’ten bir ordu hem Petersburg’a hem de Moskova'ya götürülebilirdi ama Smolensk, sefere çıkana durması için bir ihtarda bulunmalıydı; imparator bir an bunu aklından geçirmedi değil. Mösyö Fain der ki: "Şevki kırılan imparator Smolensk’te kalma niyetinden söz açtı." sahra hastanelerinde her türlü malzeme eksikliği baş göstermişti. General Gaspard Gourgaud; Topçu General Jean Ambroise Baston de Lariboisière'in, yaralıların yaralarını sardırmak için toplarının üstüpünü vermek zorunda kaldığını anlatır. Ama bir kuvvet Bonaparte’ı inatla sürüklüyordu; dünyanın iki ucunda yakıcı ovalarla buzlu bozkırlarda ordularını aydınlatan iki gün doğumunu seyretmekten zevk duyuyordu.


Napoleon Smolensk'te


Çılgın Orlando (Ludovico Ariosto eseri) eskide kalan o şövalyelik ortamında, Angelica’nın peşinden koşuyordu; büyük soydan gelen fatihler, daima daha yüksek bir hükümdarın peşindedirler. Zaman’ın karısı, Gök'ün kızı ve tanrıların anası olan, başında dağ tepelerinden bir taç taşıyan o tanrıçayı (Rhea) kollarına almadıkça onlar için durup dinlenmek yoktur. Kendi hayatının büyüsüne kapılmış olan Bonaparte için her şey kendinden ibaret kalmıştı; Napoleon, Napoleon’un kölesi olmuştu. Kendinde artık kendinden başka bir şey yoktu. O zamana kadar ancak hep bilinen, adı çıkmış yerlere sefer etmişti; şimdi adsız bir yola düşmüştü. O yol boyunca Petro, henüz yüz yaşına bile basmamış olan imparatorluğun ilerdeki şehirlerinin ancak temellerini atmıştı. Örnekler insana ders verebilse, Moskova sevdasıyla Smolensk'ten geçmiş olan XII. Karl’ın hatırasının Bonaparte’ı kaygıya düşürmesi gerekirdi. Kolodrina’da kanlı bir çarpışma oldu. Fransızlar, cesetlerini aceleyle gömmüşlerdi. Öyle ki Napoleon nasıl bir kayba uğramış olduğunu pek anlayamadı. Dorogobuj’da, kar gibi ak sakalı göbeğine inen bir Rusla karşılaştılar. Ailesinin peşine takılamayacak kadar yaşlı olup evinde yalnız başına kalmış olan bu adam, Büyük Petro’nun saltanatının son zamanlarındaki harikaları görmüştü, şimdi de memleketinin böyle yakılıp yıkılışına içinden diş bileyerek tanık oluyordu.

 

Bir tarafın zorladığı, öteki tarafın kaçındığı bir dizi muharebeler Fransızları Moskova kapılarına getirdi. Açıkta kurulan her ordugahta imparator, çam dalları üstünde oturup ayağıyla ittiği bir Rus güllesiyle oynarken Generalleriyle münakaşa ediyor, onların itirazlarını dinliyordu.

 

Livonyalı bir Protestan rahip ve sonradan da general olan Barclay, sonbaharın peşinden yetişmesine vakit bırakan bu çekilme usulünü icat etmişti. Bir saray entrikası onu devirdi. Prens Karl yetişinceye kadar savaşa tutuşmama fikrini kabul ettiremediği için Austerlitz'te yenilen ihtiyar Mareşal Mihail Kutuzov, Barclay’in yerine geçti. Rusların nazarında Kutuzov kendi soylarından bir General, Mareşal Aleksandr Suvorov’un öğrencisi, 1811’de Osmanlı Harbi’nin galibi ve o zaman Rusya’nın pek muhtaç olduğu, Bab-ı Ali ile antlaşmayı sağlayan adamdı. O sıralarda Moskova’dan bir subay, Mareşal Davout’nun ileri karakollarına başvurdu; belli belirsiz birtakım teklifler getiriyordu, asıl görevi görmek ve anlamaktı, Fransızlar kendisine her şeyi gösterdiler. O kayıtsız ve korkusuz Fransız merakı ile kendisinden Vyazma ile Moskova arasında ne bulunduğunu sordular, “Poltava” cevabını verdi.


Mihail Kutuzov


Borodino sırtlarına vardıkları zaman, Bonaparte nihayet durmuş ve mevziisini son derece tahkim etmiş Rus Ordusunu gördü. Bu ordu 120.000 askerle 600 toptan ibaretti, Fransızların tarafında da kuvvet aynıydı. Rusların sol kanadı incelendikten sonra, Mareşal Davout, Napoleon’a düşmanı çevirmeyi teklif etti. İmparator: "Bu bana fazla vakit kaybettirir" cevabını verdi. Davout ısrar etti, manevrasını sabahın altısından önce tamamlamış olacağına söz verdi, napoleon birdenbire sözünü kesti: "Ya! Demek hala düşmanı çevirmek düşüncesindesiniz."


Louis-Nicolas Davout


Rus ordusunda büyük bir hareket göze çarpmıştı: askerler tetikteydiler, etrafı papazlar ve metropolitlerle çevrili olan, önünde dini yapılar ve Smolensk yıkıntılarından kurtarılan kutsal bir motif bulunan Kutuzov, askerlerine tanrıdan ve vatandan bahsediyordu; Napoleon’u dünyanın başına musallat olmuş bir zorba diye anıyordu.

 

Bu savaş türküleri, ıstırap seslerine karışan bu zafer koroları arasında, Fransızların tarafında da dini bir ses işitildi: bu ses bütün ötekilerden farklıydı, tapınağın kubbeleri altında tek başına yükselen kutsal ilahiydi bu. Sakin fakat dokunaklı sesi son olarak işitilen asker, muhafız süvarilerine kumanda eden mareşalin yaveriydi. Bu yaver Rusya seferinin bütün savaşlarına girip çıkmıştır, napoleon’dan en ateşli hayranları gibi söz eder ama kusurlarını da kabul eder, uydurma hikayeleri düzeltir ve işlenen hataların başbuğun gururundan ve komutanların tanrıyı unutuşlarından ileri geldiğini söyler. Yarbay de Baudus der ki: "Bunca yiğidin son günü olan bu arife günü, Rus ordugahında ibadetle geçirildi. Düşmanın dindarlığının gözümün önüne serdiği manzara, bir de bizim saflarımızdaki birçok subayın bununla eğlenişleri, krallarımızın en büyüğünün, Şarlman'ın giriştiği muharebelerin en tehlikelisine başlamadan önce dini ayinler yaptırmış olduğunu bana hatırlattı. Ah! Şüphesiz ki, bu yolunu şaşırmış Hristiyanlar arasında, iyi niyetli oldukları için duaları takdis eden birçokları vardı çünkü Ruslar Moskova'da yenildilerse de, tanrının eseri olduğu için onların hiçbir suretle övünmeye hakları olmayan tam bozgunumuz, birkaç ay sonra yakarışlarının fazlasıyla iyi karşılanmış olduğunu ispat etti."

 

Peki ya çar neredeydi? Memleketinden kaçmış olan çar, Madam de Stael'e büyük bir General olmadığına esef ettiğini alçakgönüllülükle söylemişti. O sırada mabeyincilerden Mösyö Bausset Fransız karargahına gelmiş bulunuyordu: sakin Saint-Cloud korosundan çıkmış, Fransız ordusunun korkunç izlerinde yürüyerek büyük cenaze alayının arifesinde Moskova'ya varmıştı. Marie-Louise'in imparatora gönderdiği, roma kralının resmini getiriyordu. Bonaparte’ın bu resmi görünce ne türlü hisler altında kaldığını Mösyö Fain ile Segur Kontu tasvir ederler, General Gourgaud’ya göre, resme baktıktan sonra "Pek erkenden bir savaş alanını görüyor, uzaklaştırın onu" demişti.


Napoleon ile Mareşalleri Borodino öncesi 


Fırtınadan önceki gün son derece sakin geçti. Mösyö Baudus der ki: "Şu eriştiğim yaşta soğukkanlılıkla bakılınca, bu kadar haince çılgınlıkları hazırlarken gösterilen o ağırbaşlılıkla mantık namına yüz kızartıcı bir şey var, gençliğimde ben de bunu güzel bulmuştum."

 

Ayıp 6'sında, akşama doğru Bonaparte şu bildiriyi yazdırdı; bu emri askerlerin çoğu ancak zaferden sonra öğrendi: "Askerler, sabırsızlıkla beklediğiniz savaş işte geldi çattı. Zafer artık sizin göstereceğiniz gayrete bağlıdır. Ona ihtiyacımız var, bu zafer bizi bolluğa kavuşturacak, vatanımıza çabuk dönmemizi sağlayacak. Austerlitz’te, Friedland'da, Vitebsk’te ve Smolensk’te nasıl savaştıysanız yine öyle savaşın, en uzak bir gelecekte bile torunlarınız bugün neler başardığınızı ansınlar; bizden söz ederken Moskova surları önündeki savaşta o da vardı, desinler."

 

Bonaparte geceyi kaygı içinde geçirdi. Kâh düşmanların çekildiğini sanıyor, kâh askerlerinin yoksulluğu ve subaylarının bezginliği gözünü korkutuyordu. "Bula bula bataklıklar ile açlık bulacak ve küller üstünde açıkta konaklayacak olduktan sonra ne diye bize 800 fersah yol yürüttüler? Savaş her yıl biraz daha güçleşiyor; yeni fetihler uğrunda yeni düşmanlar aramaya gidiliyor, yakında avrupa’ya da sığamaz olacak, Asya’yı fethe kalkışacak." gerçekten Bonaparte, Volga’ya dökülen akarsuları kayıtsızlıkla seyretmiş değildi; Babil'e hakim olmak için doğmuş olan Napoleon daha önce başka bir yoldan buna erişmeye kalkışmıştı. Asya’nın batı kapısında Yafa’da durdurulduktan, aynı Asya’nın Kuzey kapısında, Moskova’da durdurulduktan sonra, güneşin ve insanın doğmuş olduğu bu yeryüzü parçasını çevreleyen denizlerin ortasında ölmüştü.

 

Napoloen, gece yarısı vakti yaverlerinden birini çağırttı. Gelen asker, imparatoru başını avuçları içine almış buldu, Napoleon kendi kendine konuşuyordu: "Savaş nedir? Savaş, barbarlara has bir zanaat ki, bütün ustalığı belli bir noktada daha güçlü olmaktan ibaret." devamında talihin kararsızlığından şikâyet ediyor, düşmanın durumunu incelemelerini emrediyor, ateşlerin aynı parlaklıkla ve aynı sayıda parladığını haber veriyorlar, içi rahat ediyor. Sabahın beşinde Mareşal Michel Ney taarruz emrini istemek için ona adam gönderiyor, Bonaparte çıkıyor ve haykırıyor: "Haydi, Moskova’nın kapılarını açmaya gidelim!" gün ağarıyor, Napoleon pembeleşmeye başlayan doğuyu göstererek: "İşte Austerlitz'in güneşi!" diye haykırıyor.

 

6 Eylül günü, sabahın ikisinde, imparator düşmanın ileri karakollarını dolaştı, iki taraf da günü keşiflerle geçirdiler. Düşman çok sıkışık durumda mevzi almıştı. Bu durum Napoleon'a güzel ve güçlü göründü. Manevra yapmak ve düşmanı mevziiyi bırakmaya zorlamak kolaydı ama bu yapılırsa muharebe fırsatı yine kaçırılmış olacaktı. 

 

Ve tarihi Borodino Muharebesi başlar:

 

7 Eylül günü, sabahın 06:00'ında, soldaki bataryayı muhafız ihtiyat topçusuyla desteklemiş olan General Kont Jean-Barthélemot Sorbier ateşe başlayarak muharebenin açılışını yaptı. Saat 06:30'da General Jean Dominique Compans yaralandı. 07:00'da Eckmühl Prensi Mareşal Louis Nicolas Davout'nun atı devrilip öldü.

 

Yine saat 7'de, Elchingen Dükü Michel Ney harekete geçti ve General Faucher’nin bir gün önce düşmanın merkezini dövecek şekilde mevziiye soktuğu altmış topun korumasında, merkeze doğru ilerledi. İki yandan bin top ölüm püskürüyordu. Saat 8'de düşmanın mevzileri düştü, tabyalar alındı ve Fransız topçuları, Rusların elindeki tepelere çıktı.


Michel Ney


Rusların elinde sağ kanattaki tabyaları kalmıştı, General Kont Charles Antoine Morand oraya yürüdü ve bunları zapt etti fakat sabahın dokuzunda her yandan hücuma uğrayınca, orada tutunamadı. Bu başarıdan cesaret alan Ruslar, şanslarını bir kez daha denemek üzere yedek kuvvetlerini ve son kıtalarını ileri sürdüler, Çar'ın hassa alayı da bunlar arasındaydı. Rus ordusu, Fransızların sağ kanadının manevrasına koruma sağlayan merkeze saldırıya geçti. Rusların yanmış köyü ele geçireceğinden bir an korkuldu ama o esnada Louis Friant’ın Tümeni oraya yetişti, seksen Fransız topu düşman kanatlarını önce durdurdu, sonra da bozguna uğrattı, bu kanatlar iki saat top ateşi altında sık yığınlar halinde kaldılar. Ruslar ileri atılmaya cüret edemiyor, geri çekilmek de istemiyor ve zafer umudunu kaybetmiş bulunuyordu. Napoli Kralı Joachim Murat, kararsızlıkların hakkından geldi, dördüncü süvari kolordusunu hücuma geçirdi, askerler Rusların sıkışık yığınlarıyla zırhlı süvari bölükleri arasında topçuların açtığı gediklerden girdiler, Ruslar her yandan bozguna uğradı.

 

"Öğleden sonra saat 2:00 Ruslar bütün umudunu yitirmiş bulunuyor, savaş sona ermiştir. Top ateşi yine devam ediyor, Ruslar artık zafer uğrunda değil çekilmeyi sağlamak ve canlarını kurtarmak için savaşmaktadır. Bütün kaybımız 10.000 kişi olarak hesaplanabilir; düşmanın kaybı ise 40.000-50.000 kişiydi. Böyle bir muharebe alanı asla görülmüş değildi. Altı cesetten biri Fransız, beşi Rus’tu. Kırk Rus Generali ölmüş, yaralanmış veya esir edilmişti: General Pyotr Bagration da yaralıydı.


Pyotr Bagration


Biz, bir gülleye kurban giden Tümgeneral Kont Louis-Pierre Montbrun'ü, bir saat sonra da onun yerine gönderilen ve aynı şekilde ölen General Kont Auguste-Jean-Gabriel de Caulaincourt'u kaybettik.

 

Tuğgenerallerden dördü, Claude Antoine Compère, Louis Auguste Marchand Plauzonne, Marlon ve Huart öldüler; çoğu hafif olmak üzere yedi sekiz general yaralandı, neyse ki Eckmühl Prensi Mareşal Ney'e bir şey olmadı. Fransız askerleri şan aldılar ve Rus ordularına büyük üstünlüklerini gösterdiler.

 

Mojaysk’tan iki fersah ve Moskova’dan yirmi beş fersah mesafede verilen bu Borodino Meydan Muharebesi'nin özeti kısaca budur.

 

İmparatorun hayatı katiyen tehlikeye atılmamıştı. imparatorluk muhafızları (Garde Impériale) piyade ve süvarisiyle muharebeye tek adam sokmamış ve tek adam kaybetmemişti. Zafer hiçbir zaman kararsız görülmemişti. Mevzileri zorlanan düşman bunları geri almaya kalkışmasaydı, bizim kayıplarımız Ruslarınkinden fazla olacaktı ama Ruslar askerlerini sabah sekizden akşam ikiye kadar bataryalarımızın ateşi altında tutmak ve kaybettiğini geri almak için ayak diremek yüzünden ordusunu kaybetmişti. Kayıplarının pek büyük oluşunun sebebi buydu."



Bu delilsiz ve birçok şeyi belirtmeyen bildiri, Borodino Muharebesi ve özellikle büyük tabyada yapılan korkunç çatışmalar hakkında doğru bir fikir verebilmekten uzaktır. Savaşta seksen bin kişi kaybedildi; bunlardan otuz bini Fransızlardandı. General Auguste du Vergier de la Rochejaquelein'in yüzü bir kılıç darbesiyle yarıldı ve Ruslara esir düştü, bu adam başka savaşları ve başka bir sancağı akla getiriyordu. Hemen hemen tamamıyla yok olmuş olan 61. Alayı teftiş eden Bonaparte, alayın komutanına dedi ki: -"Albay, taburlarınızdan birine ne oldu? +"Majesteleri, tabyada hepsini yitirdik." Ruslar bu muharebeyi kazanmış olduklarını daima iddia etmişlerdir, hala da etmektedirler ve sonrasında, Borodino sırtlarına bir zafer anıtı da dikeceklerdir.

 

Bonaparte’ın bildirisinde eksik kalan tarafları Mösyö Segur’un anlattıkları tamamlayacaktır: "İmparator savaş alanını dolaştı. Hiçbir savaş alanı böylesine korkunç bir manzara göstermemiştir. Bu korkunçluğa her şey katılıyordu: karanlık bir gök, soğuk bir yağmur, şiddetli bir rüzgâr, kül olmuş evler, altüst olmuş yıkıntılar ve molozlarla örtülü bir ova, ufukta kuzey ağaçlarının hazinliği ve koyu yeşilliği, her yanda cesetler arasında dolanan ve yiyecek bulmak umuduyla ölmüş arkadaşlarının çantalarını bile karıştırmaktan çekinmeyen askerler, korkunç yaralar; çünkü Rus kurşunları bizimkilerden daha büyüktür. Ordugahlar sessiz, türküler susmuş, hikâye anlatan kalmamış: tamamıyla kasvetli bir sessizlik. Grande Armee'nin kartallı sancaklarının çevresinde subaylarla erbaşlardan geri kalanlarla birkaç asker, yalnıza sancağı muhafazaya ancak yetecek kadar insan görülüyordu. Savaşın çetinliğinden askerlerin elbiseleri yırtılmış, baruttan kararmış, kana bulanmıştı. Bununla birlikte bütün bu kartalların, bu sefaletin, bu felaketin ortasında herkes vakur durmaktadır. Hatta imparatoru görünce bazı zafer naraları işitildi ama bunlar seyrekti ve içten kopma değildi çünkü bu orduda hem heyecanlanmaya hem de olup bitenleri tahlile yetenekli her asker, bütün ordunun durumunu takdir ediyordu.

 

İmparator, zaferini ancak ölülerin sayısıyla ölçebilirdi. Toprak, tabyalara serilmiş o kadar çok Fransız’la örtülmüştü ki, ayakta kalanlardan ziyade cesetlerin malı olmuş gibiydi. Adeta ölü galiplerin sayısı canlı muzafferlerden fazla görünüyordu.

 

Napoleon’un peşinden gitmek için üstlerine basıp geçmek gereken bu ölüler yığını arasında atlardan birinin ayağı bir yaralıya dokundu, o da hayatta olduğunu gösteren son bir harekette bulundu ve acısından haykırdı. O ana kadar zaferi gibi sessiz duran ve bunca kurbanlarının manzarasından yüreği ezilen imparator parlayıverdi, öfkeyle bağırıp çağırarak ve bu zavallıya bakılmasını emrederek içini ferahlattı. Sonra her yandan çığlıkları işitilenlerin yardımına koşsunlar diye maiyetindeki subayları etrafa dağıttı.

 

Yaralılar özellikle hendeklerde kalabalıktı, bizimkilerden çoğu buraya atılmışlar, birtakımı da düşmandan ve kasırgadan daha iyi korunmak için sürüne sürüne bu hendeklere girmişlerdi. Kimileri, inleyerek vatanlarının ve analarının adını söylüyorlardı, bunlar en gençleriydi. Daha emektarlar ölümü ya kayıtsız yahut da alaycı bir tavırla bekliyor, yardım dilenmeye veya sızlanmaya tenezzül etmiyorlardı; birtakımı da hemen öldürülmelerini istiyorlardı ama bu zavallıların yakınından geçenler yan çiziyorlar, yüreklerinde ne yardımlarına koşmak gibi boş bir acımaya, ne de bunları öldürecek kadar haince bir merhamete yer bulabiliyorlardı."



İşte Kont Segur’un anlattıkları bunlardır: vatanın savunması için kazanılmamış, sadece bir fatihin büyüklük hırsını dindirmeye yarayan zaferlere sade ve anlamlı bir lanetleme! Sanki Epir Kralı Pyrrhus mezarından kalkmış ve yeniden bir zafer kazanmıştı.

 

İmparatorun en seçkin 25.000 askerden kurulu olan muhafız kolordusu, Borodino Muharebesi'ne hiç sürülmemişti, Bonaparte türlü sebepler ileri sürerek buna yanaşmamıştı. Adetine aykırı olarak ateşten uzak durdu ve muharebeyi uzaktan izledi. Bir gün önce zapt edilen bir tabyanın yanında oturuyor veya geziniyordu: Generallerinden birinin ölümünü kendisine haber vermeye geldikleri zaman, "Zavallı, yazık oldu" der gibi bir harekette bulunuyordu. Bu kayıtsızlık hayret uyandırıyordu. Mareşal Ney, şöyle söyleniyordu: "Ordunun gerisinde ne yapıyor? Orada ancak bozgunlar kendisini bulabilir, zaferler değil. Mademki artık savaşı kendisi yönetmiyor, artık komutanlığı bıraktı, mademki her yerde imparator kalmak istiyor, sarayına dönsün de bıraksın onun yerine biz komuta edelim!" Joachim Murat bile, o büyük günde Napoleon’un dehasından bir şeyler göremediğini itiraf eder.

 

Sınırsız hayranları Napoleon’un bu uyuşukluğunu rahatsızlığına verirler, sözde o sırada birtakım hastalıklar çekiyormuş, her an atından inmek zorunda kaldığını, sık sık başını bir topa dayayarak hareketsiz durduğunu ileri sürerler. Olabilir, geçici bir rahatsızlık o sırada enerjisini uyuşturmuştur belki ama saksonya seferiyle o ünlü Fransa seferinde bu enerjisini tekrar bulduğu göz önünde tutulursa, Borodino’da hareketsiz kalışına başka bir sebep aramak gerekir. Nasıl, bildirisinde manevra yaparak düşmanı sağlam mevziisini bırakmaya zorlamak kolaydı ama böylece savaş yine geri atılmış olurdu diye itiraf ederek, binlerce Fransız askerini ölüme mahkûm edecek kadar zihni canlı iken, nasıl olur da hiç değilse muhafız kıtasına onların yardımına koşmasını emredecek kadar beden gücünden yoksun bulunuyordu? Bunu anlamak için Napoleon’un tabiatından başka bir açıklama olamaz: Kara baht yaklaşıyordu, onun ilk teması imparatoru buz gibi dondurmuştu. Napoleon’un büyüklüğü, talihsizlik içinde de baki kalan cinsten değildi, yalnız ikbal içindedir ki bütün melekeleri işliyordu: felaketlere intibak edecek adam değildi o.

 

Borodino Muharebesi'nin vuku bulduğu alan ile Moskova şehri arasında Joachim Murat, Mojaysk önünde bir çarpışmaya tutuştu. Şehre girildi ve burada on bin ölü ve ölmek üzere olan insanlar bulundu; canlıları yerleştirmek için ölüleri pencerelerden sokaklara fırlattılar. Ruslar ise, artlarında Prens Bagration gibi nice yiğit general ve asker bırakmalarına rağmen, düzenli bir şekilde Moskova’ya doğru çekiliyorlardı.



13 Eylül gecesi, Rus ordusu Başkomutanı Mareşal Mihail Kutuzov bir savaş şurası toplamıştı. Bütün generaller, sadece Moskova’nın bütün vatan demek olmadığını dile getirdiler. Çar Aleksandr’ın İspanya’da Angouleme Dükü’nün karargahına göndermiş olduğu subay olan Buturlin, Rusya Seferi'nin tarihi adlı eserinde, Mareşal Barclay de Tolly de doğrulayıcı muhtıra yazısında, Şura’yı bu kanaate sevk eden sebepleri anlatırlar. Bu sırada Rus askerleri çarların eski hükümet merkezinden geçerlerken Kutuzov, Napoli Kralı Murat'ya mütareke teklif etti. Mütareke kabul edildi çünkü Fransızlar şehrin harap olmasını istemiyorlardı. Yalnız Joachim Murat düşmanın artçılarını yakından kovalıyor ve Fransız kumbaracıları çekilen Rus kumbaracılarını adım adım izliyordu. Ama Napoleon eriştiğini sandığı başarıdan uzaktı: Kutuzov’un ardında Fyodor Rostopçin saklanmıştı.


Fyodor Rostopçin


Kont Rostopçin Moskova Valisiydi. İntikam gökten ineceğe benziyordu. Büyük masraflarla inşa edilen kocaman bir balon Fransız ordusunun üzerinde uçacak, binlercesi arasında imparatoru seçecek, bir demir ve ateş yağmuru altında onun başına düşecekti. Deneme sırasında bu hava gemisinin kanatlan kırıldı, hava bombasından vazgeçmek zorunda kaldılar ama Rostopçin’in elinde daha başka çareler vardı. Borodino bozgununa ait haberler, Kutuzov’un bir bildirisinde İmparatorluğun başka taraflarında zaferler kazanmakla övünüldüğü bir sırada Moskova’ya erişti. Rostopçin kafiyeli bir nesirle birçok beyanname çıkarmıştı. Diyordu ki: "Haydi Moskovalı dostlarım, biz de yürüyelim! Yüz bin kişi toplarız, kutsal bakirenin resmini, bir de yüz elli topu alırız, hepsinin hakkından geliriz."

 

Halka sadece yabalarla silahlanmalarını tavsiye ediyordu, ne de olsa Fransız dediğin kuş kadar canı olan bir insandı.

 

Rostopçin’in Moskova yangınında herhangi bir payı olduğunu kabul etmediği malumdur, Aleksandr’ın da bu hususta hiçbir şey söylemediği de bilinir. Rostopçin acaba mallarını mülklerini kaybeden soyluların tüccarların tenkitlerinden mi kaçınmak istemiştir? Aleksandr dünya tarafından barbarlıkla itham edilmekten mi korkmuştur? Bu asır o kadar biçaredir ki, Bonaparte onun bütün büyüklüklerini öylesine gasp etmiştir ki, ne zaman şerefli bir harekette bulunulsa, kimse bunu üstüne almak istemez, herkes o hareketin mesuliyetinden sıyrılmaya çalışırdı.


Moskova Yangını


Moskova yangını bir milletin bağımsızlığını kurtaran ve birçoklarının kurtuluşuna yardım eden kahramanca bir karar olarak kalacaktır. Numancia (eski İspanya’da Douro Irmağı kaynakları civarında Galyalılar tarafından kurulmuş bir şehir. Ünlü General Scipio Aemilianus komutasındaki Romalılar tarafından M.Ö. 133'de zapt edilmiş ve tamamen yıkılmıştır, Cervantes'in bu olayı anlatan bir piyesi vardır, Moskova'yı buna benzetebiliriz) insanların hayranlığını hak etmekten çıkmış değildir. Moskova yanmış, ne çıkar! Daha önce de yedi defa yanmış değil miydi? Napoleon yirmi birinci bildirisinde "Bu başkentin yanması Rusya’yı yüz yıl geri atacak" demişti ama Moskova, sefer sonrasında da taptaze ve ışıl ışıl değil midir? Madame de Staël ne güzel söyler: "Moskova’nın uğradığı felaket, Rus imparatorluğunu diriltti. Bu dindar şehir döktüğü kanıyla sağ kalan kardeşlerine taze bir güç sunan bir din kurbanı gibi can verdi." -on sürgün yılı

 

Zeki ve bilgili bir adam olan Kont Rostopçin Paris’e de gelmişti, yazılarında düşünceler adeta bir şaklabanlık perdesi altında gizlenir, bir çeşit uygarlaşmış barbar, alaycı, hatta fesat yürekli bir şair, ulusları ve kralları hor görürken bir yandan da yüksek işler görecek kabiliyette bir adamdır: "Gotik kiliselerin büyüklüğü içinde grotesk süslere de yer vardır." Moskova’da bozgun havası esmeye başlamıştı. Kazan yolları yayan, arabalı, tek başlarına veya uşaklarıyla birlikte kaçan insanlarla doluydu. Bir işaret bir an yüreklere su serpmişti; başlıca kilisenin haçını destekleyen zincirlerin arasına bir akbaba takılıp kalmıştı; Roma'da olsa, Moskova gibi, bu işareti Napoleon’un esir düşeceğine yorarlardı.


 Kapı kapı dolaşan Rus yaralılarıyla dolu ardı arkası gelmeyen kafileler yaklaşınca, bütün umutlar suya düştü. Kutuzov, elinde kalan 90.000 askerle şehri savunacağını Rostopçin’e söylemişti. Yukarıda okuduğunuz üzere, savaş kurulu kendisini geri çekilmeye zorladı. Rostopçin ise yalnız kaldı.



Gece oldu. Birtakım haberciler esrarlı bir şekilde kapıları çalarak yola düşmek gerektiğini, Moskova'nın yok olmaya mahkûm bulunduğunu bildirdiler. Genel binalarla pazarlara, dükkanlara ve evlere parlayıcı ve yanıcı maddeler konuldu, yangın tulumbaları yerlerinden alınıp götürüldü. Tam da o vakit, Rostopçin hapishanelerin açılmasını emretti. İğrenç bir insan sürüsü içinden bir Rusla bir Fransız çıkardılar. Rus, bir alman Cizvit Tarikatına mensuptu, vatanına ihanet etmek ve Fransızların bildirisini çevirmiş olmakla suçlanıyordu. Babası koştu, oğluna hayır duası etmesi için hükümet kendisine zaman bıraktı, ihtiyar Moskovalı: "Bir haine hayır duası mı edeceğim!" diye haykırdı ve oğluna lanet okudu. Mahkûm olan oğul halka teslim edildi ve linç edildi.

 

Rostopçin, Fransıza dedi ki: "Sana gelince, herhalde vatandaşlarının gelmesini dört gözle bekliyorsundur. Serbestsin, git ve seninkilere söyle ki, Rusya’da yalnız bir hain çıktı, o da cezasını buldu."

 

Serbest bırakılan öbür suçlular, aflarıyla birlikte, zamanı gelince şehri kundaklamak için gerekli talimatı da aldılar. Gemisi batmakta olan bir kaptan teknesinden nasıl herkesten sonra ayrılırsa, Rostopçin de öyle Moskova’dan sonuncu olarak çıktı.

 

Napoleon, at sırtında, öncülerine yetişmişti. Şehir ile arasında aşılacak yalnızca bir sırt kalmıştı; Montmartre nasıl Paris’e bitişikse, bu sırt da Moskova’ya öyle değiyordu. Bayırın adı kurtuluş tepesi idi çünkü Ruslar, kutsal şehri görünce burada dua ederlermiş, tıpkı Hristiyan hacılarının Kudüs’ü görünce yaptıkları gibi. Rus şairlerinin deyimiyle kubbeleri yaldızlı Moskova, iki yüz doksan beş kilisesi, bin beş yüz konağı, sarı, yeşil, pembe boyalı girintili çıkıntılı evleriyle güneşin altında pırıl pırıl yanıyordu. Manzarada eksik olan sadece "serviler ile Boğaziçi" idi. Perdahlanmış veya boyanmış sac levhalarla örtülü bu yığının arasında kremlin de vardı. Tuğladan ve mermerden zarif köşklerin arasında, Moskova Nehri, bu şehrin palmiyeleri olan çam korularıyla süslü parklar içinden akıyordu: Venedik, en şanlı günlerinde, Adriyatik sularında bundan daha parlak olmamıştı. İşte 14 Eylül'de, öğleden sonra saat ikidedir ki, kutbun elmaslarıyla süslü bir güneş altında imparator yeni fethettiği şehri uzaktan gördü. Moskova, imparatorluğunun ücra bir köşesinde, Avrupalı bir prenses gibi, Asya’nın bütün zenginliklerine bürünmüş olarak, Napoleon’a nikahlanmak için oraya getirilmişti.


Bir sevinç haykırışı yükseldi, Fransız askerleri "Moskova! Moskova!" diye bağırdılar ve imparatoru alkışlamaktadırlar: eski şanlı çağlarda, iyi günlerde olsun kötü günlerde olsun, "Hep hükümdarım çok yaşa!" diye bağırırlardı. Yarbay de Baudus der ki: "Bu, heybetli şehrin ansızın gözlerimin önüne panoramasını serdiği en güzel bir an oldu. Leh tümeninin saflarında görülen heyecanı hiç unutmayacağım; dini bir düşüncenin izini taşıyan bir hareketle kendini gösterdiği için bu heyecan beni daha çok etkiledi. Moskova’yı görünce kıtalar hep birlikte dize geldiler ve kendilerini can düşmanlarının başkentine eriştirmiş olduğu için orduların tanrısına, imparator Napoleon'a şükrettiler."

 

Haykırışlar kesildi, şehre doğru sessizce inildi. Gümüş bir tepsi içinde anahtarları sunacak heyetin şehir kapılarından çıktığı yoktu. Koca şehirde cinler top oynuyordu. Moskova, yabancının önünde sessizce can çekişiyordu, üç gün sonra, yok oluvermişti. Kuzeyli Çerkes, muzaffer imparator ile nişanlı güzel kız, kendisini kül edecek ateşin üstüne uzanmış yatıyordu.

 

Şehir henüz ayakta dururken Napoleon ona doğru yürüdüğü sırada: "O namlı şehir buydu demek!" diye haykırıyor ve seyrediyordu: terk edilmiş Moskova, Lamientations’da (sızlanmalar diye çevrilebilecek olan bu eser, M.Ö. Yedinci yüzyılda yaşamış olan Yeremya peygamberin eseridir ve Kudüs şehrinin Asurlular tarafından tahribinden söz eder.) Uğrunda gözyaşları dökülen şehre benziyordu. Eugène’le Poniatowski şimdiden surları aşmışlardı. Fransız subaylarından birkaçı şehre girdiler; geri dönüp Napoleon’a haber verdiler: "Moskova’da kimseler yok!" imparator: "Moskova’da kimseler yok mu? Olur şey değil! Bana derhal şehrin eşrafını getirsinler!" eşraftan eser yoktu, yalnız birtakım yoksul insanlar kalmış, bunlar da saklanmışlardı. Sokaklar ıssız, pencereler kapalıydı. Az sonra ateş dalgalarının yükseleceği yuvalarda hiçbir ocak tütmüyordu, ortalıkta çıt yoktu. Bonaparte omuz silkti.


 Kremlin’e kadar ilerleyen Joachim Murat, orada, vatanlarını kurtarmak için serbest bırakılmış mahkumların haykırışlarıyla karşılaştı. Kapıları top gülleleriyle kırmak zorunda kaldılar.

 

Napoleon, Dorogomilov Kapısına gitmişti; kenar mahallenin ilk evlerinden birinde durdu, Moskova Nehri boyunda gezindi, kimseye rastlamadı. Evine döndü, Mareşal Adolphe Édouard Casimir Joseph Mortier'yi Moskova Valiliğine, General Antoine Jean Auguste Durosnel'i Kale Komutanlığına ve Barthélemy de Lesseps'i de idari işleri görmeye memur etti. İmparatorluk muhafız kıtasıyla öteki kıtalar, yerinde yeller esen bir halka gösteriş yapmak için büyük üniformalarını giymişlerdi. Bonaparte, çok geçmeden şehri bir olayın tehdit etmekte olduğunu, kesin olarak öğrendi. Sabahın saat ikisinde kendisine yangının başladığını haber verdiler, muzaffer komutan, Dorogomilov Mahallesini bırakarak Kremlin’e sığındı, bu olay ayın 15’inci günü sabahleyin oluyordu. Büyük Petro’nun sarayına girerken bir an sevinç duydu. Gururu okşanmış olduğu için, yanmaya başlayan çarşının ışığında, Aleksandr’a kısa bir mektup yazdı. Aleksandr da vaktiyle, yenilince, Austerlitz Meydanında ona tıpkı böyle yazmıştı.

 

Çarşıda hepsi de kapalı olan sıra sıra dükkanlar görülüyordu. Önce yangın bastırılır gibi olmuştu ama ikinci gece ateş her yandan yine baş gösterdi. Göğe atılan yuvarlak havai fişekleri patlıyor, saraylarla kiliselerin üstüne ışıklı alev demetleri halinde dökülüyordu. Şiddetli bir rüzgâr kıvılcımlar savuruyor ve Kremlin’in üstüne küçük kor parçaları düşürüyordu, sarayda bir barut deposu vardı ve Bonaparte’ın oturduğu odanın pencereleri altına birçok top bırakılmıştı. Alev dalgaları Fransız askerlerini mahalleden mahalleye kovalıyordu. Gorgonlarla Medusalar (Yunan mitolojisine atıf), ellerinde meşalelerle, bu cehennemin mosmor yol kavşaklarını dolaşıyorlardı, başkaları katranlı tahtadan yapılma ciritlerle ateşi körüklüyorlardı. Bonaparte, yeni Pergama’nın (Troia Kalesi, Troia anlamında da kullanılır) salonlarında, pencerelere koşuyor, haykırıyordu: "Ne inanılmaz bir azim! Ne adamlar bunlar! İskit bu herifler!"

 

Kremlin’in lağımlanmış olduğuna dair bir söylenti dolaştı. Sivil maiyet adamları baygınlıklar geçirdiler, askerler tevekkül gösterdiler. Dışarıda birçok ateş yuvalarının ağızları genişliyor, birbirlerine yaklaşıyor, birleşiyorlardı. Tophanenin kulesi, uzun bir mum gibi kor haline gelmiş bir kilisenin ortasında yanıyor. Kremlin artık dalgalı bir ateş denizinin gelip sahillerine çarptığı kapkara bir adadan başka bir şey değildi. Parıltıları yansıtan gök, sanki bir kuzey şafağının kımıltılı ışıklarıyla tutuşmuş gibiydi.

 

Üçüncü gece yaklaşıyordu. Boğucu bir buhar tabakası içinde nefes almak bile güçleşmişti. Napoleon’un oturduğu binaya iki defa kundak sokulmuştu. Nasıl kaçmalı? Birleşmiş alevler kalenin kapısını çevirmişti. Her yanı araştıra araştıra, Moskova nehrine açılan bir gizli yol buldular. Galip komutan, muhafız kıtasıyla birlikte, bu kurtuluş kapısından sıvıştı. Çevresinde ve şehirde, kubbeler çatırdayarak çatlıyor, erimiş madenden çağlayanlar akıtan çan kuleleri yana yatıyor, kopuyor ve düşüyor. Çatılar, kirişler ile damlar çatırtılarla kıvılcımlar saçarak ve yıkılarak bir Pyriphlegethon'a (Yunan Mitolojisi cehennemindeki 5 nehirden biri) dökülüyor ve oradan kızgın alevlerle milyonlarca altın pullar fışkırıyordu. Bonaparte, artık kül haline gelmiş bir mahallenin soğumuş marsıkları üzerinden geçerek güç bela kaçabildi, çarın yazlık köşkü olan Petrovski’ye gitti.

 

General Gourgaud, Mösyö Ségur’ün eserini tenkit ederken, imparatorun yaverini yanılmış olmakla suçlar. Gerçekten, Mareşal Jean Baptiste Bessières’in yaveri olup bizzat Napoleon’a kılavuzluk etmiş olan Mösyö Baudus’nün anlattıklarıyla ispat edilmiştir ki imparator bir gizli geçitten kaçmamış, Kremlin’in büyük kapısından çıkmıştır. Sainte-Hélène kıyılarındayken Napoleon, İskitlerin şehrinin yanışını tekrar: "Şiir ne kadar süslemiş olursa olsun, Troia Yangınını anlatan bütün hikayeler Moskova yangınının gerçeği yanında sönük kalır."

 

Sonradan bu felaket sahnesini hatırlarken Bonaparte yine şunları yazmıştı: "Ters talihim gözüme göründü ve bana elbe adasında bulduğum kötü sonucumu haber verdi." Kutuzov önce Doğuya yönelmiş, sonra güneyde yerleşmişti. Gece yürüyüşleri uzaktan uzağa yanan Moskova’nın ışığıyla yarı aydınlanmıştı. Moskova’dan cehennemi andıran bir uğultu yükseliyordu. Dehşetli ağırlığı yüzünden yerine çıkarılamamış olan çanı, sanki sihirli bir el yanan bir çan kulesine asarak çalmaya başlamıştı. Kutuzov, Kont Rostopçin’in malı olan Voronovo’ya vardı. O muhteşem binayı daha yeni görmüştü ki o da yanıp kül oluveriyordu. Bir kilisenin demir kapısında, mal sahibinin eliyle yazılmış şu yazı, şu Scritta Morta (mezar yazıtı) okunuyordu: "Sekiz yıl bu kırları güzelleştirdim ve burada ailemin arasında mutlu yaşadım. Bu toprağın bin yedi yüz yirmi kişiden ibaret olan sakinleri siz yaklaşırken buradan ayrılıyorlar, ben de sizin vücudunuzla kirlenmesin diye evimi ateşe veriyorum. Fransızlar, size içindeki yarım milyon rublelik eşyasıyla birlikte Moskova’daki iki evimi bıraktım. Burada külden başka bir şey bulamayacaksınız." -Kont Fyodor Rostopçin

 

Bonaparte, evvela alevlerle İskitlere hayaline yaraşır bir manzara gibi hayran olmuştu ama çok geçmeden bu felaketin kendisine verdiği zarar coşkunluğunu azalttı ve onu hakaretli hicivlerine yeniden başlattı. Rostopçin’in mektubunu Fransa’ya gönderirken şöyle diyordu: "Anlaşılan Rostopçin aklını oynatmış, Ruslar ona bir nevi Jean-Paul Marat gözüyle bakıyorlar." başkalarının büyüklüğünü anlamayan, fedakarlıklar saati çalınca o büyüklüğü kendi hesabına da anlayamayacaktır.

 

Çar Aleksandr, uğradığı felaketi öğrenince sarsılmıştı. Çıkardığı emirlerde soruyordu: "Avrupa bizi gözleriyle teşvik ederken irkilecek miyiz? Ona örnek olalım; erdem ve özgürlük davasında ulusların başına geçmek için bizi seçmiş olan eli selamlayalım." ardından tanrıya bir yakarış geliyordu.

 

İçinde tanrı, erdem veya özgürlük sözleri geçen bir üslup kuvvetlidir: insanların hoşuna gider, onları yatıştırır ve avutur. Pagan deyimleriyle sözde süslenmiş ve alaturka bir tevekkül ifade eden o yapmacıklı cümlelerden ne kadar üstündür: "İl fut ils ont été, la fatalité les entraîne! (O bir zaman vardı, onlar bir zaman vardılar, alınyazıları onları sürüklüyor!) En büyük işlerden söz ederken bile hep anlamsız kalan kuru laf kalabalığı.

 

15 Eylül gecesi Moskova’dan çıkan Fatih Napoleon, ayın 18’inde tekrar şehre girdi. Dönüşünde, çamurlar içinde, maun mobilyalar ve yaldızlı tavan kaplamalarıyla yakılmış ateşlere rastladı. Bu açık hava ocakları etrafında kararmış, kirlenmiş, üstleri başlan yırtık askerler vardı. İpek kanepelerde yatıyor veya kadife koltuklarda oturuyorlardı, ayakları altında keşmir şalları, Sibirya kürkleri, İran’ın sırmalı kumaşları çamurlar içinde serilmişti. Altın tabaklar içinde kapkara bir bulamaç veya ateşte kızartılmış kanlı kanlı beygir eti yiyorlardı.

 

Başıboş bir yağma başlamış olduğu için, bu işi düzene koydular; her alay sırasıyla payını almaya geldi. Kulübelerinden kovulmuş köylüler, kazaklar, düşmanın asker kaçakları, Fransızların etrafında dolanıyor ve Fransız askerlerinin kemirdiği şeylerin artıklarıyla besleniyorlardı. Fransız askerleri, ne götürmek mümkünse hepsini alıp götürüyorlardı, sonra bu yağma edilmiş eşyayı taşımaktan yorularak kendi yuvalarından altı yüz fersah ötede bulunduklarını hatırlayınca hepsini atıyorlardı.

 

Yiyecek bulmak için yapılan araştırmalar dokunaklı sahnelere yol açıyordu: bir Fransız Kıtası bir inek getiriyordu, yanında birkaç aylık bir çocuğu kucağında taşıyan bir erkekle birlikte bir kadın önlerine çıktı, parmaklarıyla kendilerinden alınan ineği işaret ediyorlardı. Kadın, sütü kalmadığını göstermek için göğsünü örten elbiseleri yırttı; baba, çocuğun başını bir taşa vurarak parçalayacağını anlatan bir işaret yaptı. Subay ineği geri verdirdi ve ilave etti: "bu sahnenin, askerlerimin üzerinde öyle büyük bir etkisi oldu ki, uzun süre ağızlarını bıçak açmadı."

 

Bonaparte yeni yeni hayaller kuruyordu. Petersburg’a yürümek istediğini bildiriyordu, haritalar üstünde yolu çizmeye bile başlamıştı. Yeni planın mükemmelliğini açıklıyor, imparatorluğun ikinci başkentine gireceğinden şüphe etmediğini söylüyordu: "Artık harabeler üstünde yapacak ne işi kalmıştı? Kremlin’e çıkmış olması şan ve şöhret hırsını doyurmaya yetmez miydi?" işte Napoleon şimdi böyle yeni seraplar peşinde koşuyordu; aklını oynatmak üzereydi ama hayalleri hala büyük bir dehanın hayalleriydi.

 

Mösyö Fain der ki: "Petersburg’dan on beş vilayet mesafedeyiz: Napoleon bu başkente sarkmayı düşünüyor." on beş vilayet geçmek, o mevsimde ve o şartlar içinde iki ay sürer diyebiliriz. General Gourgaud ilave eder ki, Petersburg’dan alınan bütün haberler Napoleon’un hareketlerinden duyulan korkuyu belirtiyormuş. Petersburg’dakilerin, imparator şehirlerine yürürse başarılı olacağından şüphe etmedikleri muhakkaktır ama ona ikinci bir şehir iskeleti bırakmaya hazırlanıyorlardı, Arhangelsk üstüne çekiliş için yollar işaretlenmişti. Son kalesi kutup olan bir ulusa boyun eğdirilemez. Üstelik, İngiliz donanması baharda Baltık Denizi'ne girerek Petersburg’un zaptını sadece bir tahripten ibaret bırakacaktı.

 

Ama Bonaparte’ın sınırsız hayali bir Petersburg yolculuğu düşüncesiyle eğlenirken, bunun tersi bir düşünceyle ciddi surette meşgul oluyordu: umutlarına inancı onu sağduyudan büsbütün yoksun edecek bir derecede değildi. Asıl isteği Paris’e Moskova’da imzalanmış bir barış getirmekti. Böylece çekilişin tehlikelerinden kurtulmuş, şaşılacak bir istilayı başarmış ve Tuileries Sarayına elinde zeytin dalıyla dönmüş olacaktı. Kremlin’e varınca Aleksandr’a yazdığı ilk mektuptan sonra, tekliflerini tazelemek için hiçbir fırsatı kaçırmamıştı. Mucize eseri olarak, yangından kurtulmuş olan bulunmuş çocuklar hastanesinin ikinci müdürü, Rus subaylarından Tutelmin ile dostça görüşme sırasında uzlaşmanın lehinde olduğunu çıtlatmıştı. Rusya’nın Stuttgart eski elçisinin kardeşi Yakovlev vasıtasıyla da Aleksandr’a doğrudan doğruya yazdı ve Yakovlev bu mektubu Çar’ın eline vermeyi üstüne aldı. Nihayet Kutuzov’a General Lauriston gönderildi. Kutuzov, barış görüşmeleri için aracılık etmeyi vadetti ama General Lauriston’a, Petersburg’a gitmesi için eline bir yol belgesi vermeye yanaşmadı.

 

Napoleon, Aleksandr’ın üstünde, Tilsit ve Erfurt’ta yapmış olduğu etkiyi hala yapmakta olduğu kanısındaydı, oysa Aleksandr 21 Ekim'de Prens Mihail Larkanoviç’e şöyle yazıyordu: "General Beningsen’in Napoli Kralıyla görüşmüş olduğunu öğrenerek son derece üzüldüm. Size gönderdiğim emirlerdeki kati ve azimli ifadeler, kararımın sarsılmaz olduğuna, şu anda düşmanın hiçbir teklifi beni, savaşı bitirmeye ve böylece vatanın öcünü almak kutsal görevini zayıflatmaya sevk edemeyeceğine inandırmalıdır."

 

Rus Generalleri, Fransız öncülerine kumanda eden Joachim Murat’nın onurunu ve saflığını kötüye kullanıyorlardı. Kazakların gösterdiği ilgiden pek hoşlandığı için subaylardan mücevherler alarak Don’lu dalkavuklarına dağıtıyordu ama Rus generalleri barışı istemek şöyle dursun, sakın barış imzalanmasın diye korkuyorlardı. Aleksandr’ın kesin kararına rağmen, imparatorlarının iradesizliğini biliyorlardı, Napoleon'un onu kandırmasından korkuyorlardı. Öç almak için gereken tek şey bir ay kazanmak, ilk kırağıların düşmesini beklemekti: Rusların dindarlığı, fırtınalarını bir an önce göndermesi için tanrıya yalvarıyordu.

 

General Robert Wilson, Rus ordusuna İngiliz Komiseri göreviyle gelmişti: Kendisi Mısır’da da Bonaparte’ın yoluna çıkmıştı. Öte yandan Charles Nicolas Fabvier de Fransa'nın Güney Ordusundan Kuzey Ordusuna dönmüştü. İngiliz Wilson, Kutuzov’u saldırıya geçmeye teşvik ediyordu, Fabvier’nin getirdiği haberlerin iyi olmadığı da biliniyordu. Avrupa’nın iki ucunda, özgürlükleri için savaşan yalnız iki devlet vardı, bunlar Moskova’daki fatihin başı üstünden el ele veriyorlardı. Aleksandr’ın cevabı bir türlü gelmiyordu, fransa’dan gelecek ulaklar da gecikti. Napoleon’un kaygıları artıyordu, köylüler Fransız askerlerine haber veriyorlardı: "Siz bizim memleketin havasını bilmezsiniz," diyorlardı, "Bir aya kalmaz soğuktan tırnaklarınız sökülür." büyük adı her söylediği şeye bir büyüklük veren John Milton, Moscovie adlı eserinde der ki: "Bu memlekette o kadar soğuk olur ki ateşe atılan dallar bir ucundan yanarken, öbür ucundan fışkıran suyu donar."

 

Robert Wilson


Bonaparte, geriye atılacak bir adımın itibarını düşüreceğini, ardından doğan korkunun da onu silip süpüreceğini hissettiği için, yükseldiği mevkiden inmeye karar veremiyordu. Yaklaşan tehlike kendini gösterdiği halde, her an Petersburg’dan cevap bekleyerek yerinden kımıldamıyordu. Herkese o kadar hakaretlerle emretmiş olan adam, yenilmiş olandan gelecek birkaç merhametli söze hasretti. Kremlin’de Comédie Française tiyatrosu için nizamname hazırlamakla meşgul oluyordu, bu yüce eseri tamamlamak için üç gecesini harcıyor, Paris’ten gelmiş birkaç yeni şiirin değeri üzerinde yaverleriyle tartışıyordu. Son savaşlarında yaralanmış olanlardan hala korkunç acılar içinde can verenler varken ve o birkaç günlük gecikme yüzünden elinde kalan yüz bin askeri ölüme mahkûm ederken, etrafındakiler büyük adamın soğukkanlılığına hayran oluyorlardı. Asrın uşak zihniyetli sersemliği, bu acınacak gösterişi ölçüye sığmaz bir dehanın kavrayışı gibi göstermeye yeltenmekteydi.

 

Bonaparte, Kremlin binalarını gezdi. Büyük Petro’nun, üzerinde Streltsy'leri boğazlatmış olduğu merdivenleri inip çıktı. Petro’nun mahkumları getirttiği ziyafet salonunu gezdi. Çar, her kadeh arasında bir baş uçurur ve davetlileri olan prenslerle elçileri de aynı şekilde eğlenmeye davet ederdi. O zamanlar erkekler çarka vurulup öldürülmüş, kadınlar diri diri gömülmüştü; iki bin Streltsy asılmış, cesetleri duvarlara asılı bırakılmıştı.

 

Bonaparte, tiyatrolara dair kararnamelerle uğraşacağına, muhafazakâr senatoya, Büyük Petro’nun Prut kıyılarından Moskova ayan meclisine yazdığı mektubu yazsaydı daha iyi ederdi. O mektup şuydu: "Yanlış düşüncelere kanarak, hiç kabahatim olmadan burada ordugahımda, benimkinden dört kat güçlü bir orduyla çevrilmiş bulunuyorum. Esir düşecek olursam, beni artık çarınız ve efendiniz saymayacak, altında kendi elimle atılmış imzamı görseniz bile tarafımdan size getirilebilecek hiçbir emre aldırmayacaksınız. Ölecek olursam yerime içinizden en layık olanı seçersiniz." tıpkı ölüm döşeğindeki İskender gibi.

 

Napoleon’un Cambaceres’e gönderdiği bir mektup birtakım anlaşılmaz emirler veriyordu: gereğini düşündüler, mektubun altındaki imza, kuyruğuna bir ilkçağ adı takılmış bir ad olmasına rağmen, yazının Napoleon’un kaleminden çıkmış olduğuna hükmedildiği için anlaşılmaz emirlerin yerine getirilmesi gerektiğine karar verdiler.

 

Kremlin’de iki kardeş için iki kişilik bir taht vardı: Napoleon tahtını kimseyle paylaşamıyordu. POLTAVA’DA yaralanan Demirbaş Şarl'ın (XII. Karl), üzerinde kendisini taşıttığı, bir top mermisiyle parçalanmış sedye hala orada duruyordu. Ulvi ve asil içgüdüler alanında daima yenik düşen Bonaparte, çarların mezarlarını ziyaret ederken, yortu günleri bu kabirlerin nefis örtülerle örtüldüğünü, kimin bir dileği varsa dileğini mezarlardan biri üstüne bıraktığını ve o dilekçeyi kabrin üstünden alma hakkının yalnız çara ait olduğunu acaba hatırladı mı?

 

Mezarların iktidarda olana sundukları bu dertli dilekçeler Napoleon’un hoşuna gidecek türden değildi. O başka işlerle meşguldü: biraz aldatmak maksadıyla, biraz da samimi olarak, tıpkı Mısır’dan ayrılırken yaptığı gibi, Paris’ten Moskova’ya aktörler getirteceğini iddia ediyor ve bir İtalyan şarkıcının yolda olduğunu temin ediyordu. Kremlin kiliselerini yağmaladı, kutsal süslerle ermişlerin suretlerini, Müslümanlardan Zapt edilmiş hilaller ve tuğlarla birlikte yük arabalarına yerleştirdi. Büyük İvan’ın kulesindeki heybetli haçı çıkarttı; niyeti bunu Les İnvalides sarayının kubbesine takmaktı: Louvre Sarayını süslemiş olduğu Vatikan’ın şaheserlerine bu bir nevi eş olacaktı. Bu haç çıkarılırken kuzgunlar çığrışarak etrafında dönüp duruyorlardı. Bonaparte: "Bu kuşların da derdi ne?" diyordu.

 

Uğursuz an gelmiş çatmıştı: Napoleon’un ortaya attığı çeşitli tasarılara Daru Kontu Pierre Antoine Noël Bruno itirazlarda bulunuyordu. İmparator, "Öyleyse ne yapmalıyız?" diye haykırdı. Daru Kontu: "Burada kalmalı, Moskova’yı müstahkem bir ordugâh haline getirmeli, kışı burada geçirmeliyiz. Besleyemediğimiz atları tuzlayalım, baharı bekleyelim. Silahlanan Litvanya ile takviyelerimiz gelip bizi kurtarır, birlikte fethimizi tamamlarız." Napoleon: "Bu bir aslan öğüdüdür ama ya Paris ne der? Fransa bensiz kalmaya alışamaz." büyük İskender de "Atina’da benim için ne diyorlar?" derdi.

 

İmparatorun kararsızlığı sürüp gidiyor, yola çıkacak mı? Çıkmayacak mı? Karar veremiyor, birbiri ardından birçok müzakereler yapılıyor. Nihayet 18 Ekim'de Vinkova’da yapılan bir çarpışma ansızın ona ordusuyla birlikte Moskova harabelerinden çıkma kararını verdiriyor. Hemen o gün, gösterişsiz, gürültüsüz, başını bile çevirmeden, Smolensk kestirme yolunu göze alamayarak, Kaluga’dan geçen iki yoldan birinde yürümeye koyuluyordu.

 

Napoleon, karnını tıka basa doyurduktan sonra uykuya dalan o heybetli Afrika yılanları gibi tam otuz beş gün kendini unutmuştu. Herhalde bu, böyle bir adamın talihini değiştirmek için gereken günlerdi. O sırada talihinin yıldızı alçalmaya başlamıştı. Kış mevsimiyle yanmış bir başkent arasında sıkışıp kalınca nihayet uyandı, harabelerden dışarı fırlıyor ama iş işten geçmişti, yüz bin asker ölüme mahkumdu. Artçılara kumanda eden Mareşal Mortier, çekilirken Kremlin Sarayı'nı havaya uçurma emrini almıştı.

 

Bonaparte, yanılarak ve başkalarını yanıltmaya çalışarak, 18 Ekim'de Bassano Dükü Hugues-Bernard Maret'ye, Mösyö Fain’in bahsini ettiği bir mektup yazdı: "Kasım ayının ilk haftalarına doğru ordularımı Smolensk, Mogilev, Minsk ve Vitebsk arasındaki dört köşe sahanın içine getirmiş olacağım. Moskova artık askeri bir mevki olmaktan çıktığı için bu harekete karar verdim, gelecek savaş mevsiminin başlarında daha uygun bir yer arayacağım. O zaman Petersburg ve Kiev üzerine harekatta bulunmak gerekecek." sadece bir yalanın geçici yardımına başvurmuş olsaydı, buna acınacak bir şarlatanlık derdik ama Bonaparte’ta bir fetih düşüncesi, imkansızlığını mantık ispat etse bile, yine samimi bir kanaat olabilirdi.



Fransız ordusu, Maloyaroslavets üzerine yürüyordu. Yüklerin fazlalığı ve topçunun kötü koşulmuş arabaları engel olduğu için, yürüyüşün üçüncü günü, Moskova’dan ancak on fersah uzaklaşılmış bulunuyordu, Mihail Kutuzov’dan önce davranmaya çalışıyorlardı. Gerçekten de Prens Eugène de Beauharnais'in öncüleri Naro-Fominsk'de onu önledi. Çekilişin başında elde daha 100.000 piyade vardı. Süvari kuvveti, muhafız kıtasının 3500 atı bir yana bırakılırsa, hemen hemen sıfıra inmişti. Fransız kıtaları, ayın 21’inde yeni Kaluga yoluna eriştikten sonra 22 Ekim’de Borovsk’a girdi ve 23 Ekim'de Alexis Joseph Delzons'un tümeni Maloyaroslavets'i işgal etti. Napoleon seviniyordu, kurtulduğunu sanıyordu.

 

23 Ekim günü, saat bir buçukta yer yerinden oynadı. Kremlin’in kubbeleri altına yerleştirilen doksan bir buçuk ton barut, çarların sarayını parçaladı. Kremlin’i havaya uçuran Edouard Mortier de, 1835'de Giuseppe Marco Fieschi'nin kral Louis-Philippe'e düzenlediği suikast bombasına kurban gidecekti. Gerek zamanı gerekse insanları bakımından birbirinden o kadar farklı olan bu iki patlayış arasında ne dünyalar değişmişti.

 

Bu boğuk gümbürtüden sonra, sessizlik içinde Maloyaroslavets istikametinden kuvvetli top sesleri geldi. Napoleon, Rusya’ya girerken bu gürültüyü işitmeyi ne kadar istemişse, çıkarken işitmekten de o kadar korkuyordu. Kral Vekil’inin bir yaveri Rusların genel bir taarruza geçmiş olduklarını haber verdi. Geceleyin General Jean Dominique Compans’la General Étienne Maurice Gérard, Prens Eugène’in yardımına koştular, iki taraftan da çok insan öldü. Düşman, Kaluga yolunun iki yanını tutmuş, ordunun geçebileceği umulan yol başını kapatmıştı. Tekrar Mojaysk yoluna düşüp kara bahtın evvelce üstünden geçtiği yollardan Smolensk’e dönmekten başka çare kalmamıştı. Buna imkân vardı, izleri tekrar bulmak için Fransızların yollara serptikleri cesetleri, kuşlar yiye yiye henüz bitirememişlerdi.

 

Napoleon o geceyi Gorodeya'da yoksul bir evde geçirdi, muhtelif generallere bağlı subaylar burada başlarını sokacak bir dam bulamadılar. Bonaparte’ın penceresi altında toplandılar, pencere kepenksiz ve perdesizdi. Oradan ışık sızdığını görüyorlardı, dışarda kalan subaylar karanlıktaydılar. Napoleon, o köy odasında, başını iki eli arasına almış, oturuyordu. Joachim Murat, Louis-Alexandre Berthier ve Jean-Baptiste Bessières, yanında sessiz ve hareketsiz, ayakta duruyorlardı. İmparator hiçbir emir vermedi ve ayın 25’inci günü sabahı, Rus ordusunun durumunu gözden geçirmek için atına bindi.

 

Dışarı daha yeni adım atmıştı ki, kazaklardan oluşan bir birlik, küçük bir çığla birlikte ta yanı başına kadar yuvarlandı. Bu canlı çığ, Luja’yı geçmiş, ormanların kenarını izleyerek gözden kaçmıştı. Bütün oradakiler kılıca sarıldı, imparator bile. Bu vurguncular biraz daha cüretli olsalardı Bonaparte ellerine esir düşecekti. Yanmakta olan Maloyaroslavets'de sokaklar yarı kavrulmuş, topçunun tekerlekleri altında doğranmış, ezilmiş, parçalanmış cesetlerle doluydu. Kaluga’ya doğru yürüyüşe devam etmek için ikinci bir savaş vermek gerekti ama imparator bunu uygun bulmadı. Bu hususta Bonaparte’ın taraftarlarıyla mareşallerin dostları arasında bir münakaşa çıktı. Fransızların evvelce izlemiş oldukları yolu tutma fikrini kim ortaya atmıştı? Şüphesiz ki bu fikir Napoleon’dan çıkmıştı, bir ölüm yargısı vermek onu öyle uzun boylu düşündürmezdi, buna alışmıştı.

 

26 Ekim'de Borovsk’a döndükten sonra, ertesi günü, Veraya civarında Fransız orduları başkomutanına, General Ferdinand Von Wintzingerode ile yaveri Kont Lev Nariskin’i takdim ettiler, Moskova’ya vaktinden önce girdikleri için esir edilmişlerdi, Bonaparte öfkelendi. Kendisinden geçerek: "Bu generali kurşuna dizsinler! Würtemberg Krallığı'nın bir kaçağıdır, Ren Konfederasyonu'na mensuptur." Rus asilzadelerine karşı da ağzına geleni söylüyordu, sözlerini: "Petersburg’a gideceğim, o şehri Neva Nehri'ne dökeceğim." diye bitirdi, sonra birdenbire bir tepenin üstünde görülen bir şatoyu yakmalarını emretti, yaralı aslan köpükler saçarak etrafında her gördüğüne saldırıyordu. Bununla beraber, çılgınca öfkeleri arasında, Mortier’ye Kremlin’i tahrip etme emrini verirken, bir yandan da o iki cepheli tabiatına uygun hareket ediyordu: Treviso Düküne duygulandığını anlatan cümleler yazıyordu, mektuplarının gizli kalmayacağını bildiği için ona hastaneleri kurtarmasını sıkı sıkı tembih ediyordu. "Akka’da da ben öyle davrandım" diyordu. Oysa Filistin’de Türk esirlerini kurşuna dizdirmişti ve René-Nicolas Dufriche Desgenettes karşı koymuş olmasaydı hastaları da zehirleyecekti. Berthier ile Murat, Prens Wintzingerode'u kurtardılar.

 

Kutuzov gevşek bir halde Fransızları izlemeye devam ediyordu. İngiliz General Robert Wilson, Rus Generalini harekete geçmesi için ne zaman sıkıştırsa, Kutuzov "Durun hele bir kar yağsın" diyordu. Fransızlar 29 Ekim'de uğursuz Moskova tepelerine varmışlardı, Fransız Ordusu acı ve hayretle irkildi. Gözler önüne geniş bir mezbaha serilmişti, derece derece çürümüş 40.000 ceset yerde yatıyordu. Bir sıraya dizilmiş iskeletler hala askeri disipline uyar gibiydiler, ileride tepeleri delik deşik olmuş birkaç bayır üstünde tek tük iskeletler komutanları olduklarını belli ediyor ve ölüler alanına hâkim bir durumda bulunuyorlardı. Her yanda parçalanmış silahlar, patlamış trampetler, zırh ve üniforma parçaları, yırtılmış sancaklar, güllelerin yerden birkaç ayak yukarıda biçmiş olduğu ağaç gövdeleri arasında darmadağın bir haldeydi: burası Borodino'nun büyük tabyasıydı.

 

Bu hareketsiz döküntülerin ortasında kımıldayan bir şey gördüler. İki bacağı kopmuş bir Fransız askeri, içindekileri dışarı kusmuşa benzeyen mezarlıklar arasından kendine yol açıyordu. Bir güllenin yere serdiği bir atın cesedi bu askere barınak vazifesi görmüştü, atın etini kemirerek hayatta kalmıştı. El yordamındaki ölülerin çürümüş etleri yaralarını sarmak için lif ve kemiklerini bağlamak için kav yerine geçmişti. Şan ve şöhretin korkunç vicdan azabı Napoleon’a sokuluyordu, Napoleon bunu beklemiyordu.

 

Soğuğun, açlığın ve düşmanın hızlandırdığı askerlerin ağzını bıçak açmıyordu. Çok geçmeden kendilerinin de kalıntılarını gördükleri arkadaşlarına benzeyeceklerini düşünüyorlardı. Bu mezarlıkta, çekilmekte olan taburların yürek çarpıntıları ile soluklarından ve ellerinde olmadan titreyişlerinin gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu.

 

Daha ileride hastaneye çevrilmiş Kotloskoy manastırını buldular. Burada ne aransa yoktu ama içinde ölümü hissedecek kadar canlı olanlar vardı. Bonaparte oraya varınca, dağılmış arabalarının odunuyla ısındı. Ordu tekrar yola koyulduğu zaman, can çekişenler kalktılar, son barınaklarının eşiğine ulaştılar, kendilerini yola kadar attılar, titrek ellerini onları bırakıp giden arkadaşlarına uzattılar: onlara hem ya bizi de götürün hem de gitmeyin diye yalvarır gibiydiler.

 

Her dakika, bırakmak zorunda kaldıkları cephane arabalarını uçuran patlamalar işitiliyordu. Levazımcılar hastaları hendeklere atıyorlardı. Fransa hizmetindeki yabancıların muhafaza ettikleri Rus esirler, muhafızları tarafından öldürülüyordu: hep aynı şekilde öldürülen bu esirlerin beyinleri başlarının etrafına serpiliyordu. Bonaparte beraberinde bütün Avrupa’yı getirmişti; ordusunda bütün diller konuşulurdu, sancakların, bayrakların her çeşidi görülürdü. Savaşmaya zorlanan İtalyanlar, bir Fransız gibi dövüşmüştü; İspanyollar, nam almış olan yiğitliklerine leke sürdürmemişlerdi: Napoli ile Endülüs’ten, içlerinde tatlı bir rüyanın hasretinden başka bir şey kalmamıştı. Bonaparte’ın ancak bütün Avrupa’ya yenilmiş olduğu söylenir, doğrudur da; ama Bonaparte’ın, gönüllü ya da gönülsüz müttefiki olan Avrupa’nın yardımıyla yenmiş olduğu da unutulmamalı.

 

Rusya, Napoleon’un rehberlik ettiği Avrupa’ya tek başına karşı koydu, tek başına kalan ve Napoleon tarafından savunulan Fransa, geri dönen Avrupa’yla başa çıkamadı. Yalnız şunu da söylemek gerekir ki; Rusya’yı iklimi bile savunuyor, Avrupa ise efendisinin emri altında istemeyerek yürüyordu. Fransa’yı savunmak içinse, tam tersine ne iklimi vardı, ne de kırılmış olan halkı buna yeterdi; cesaretiyle şanının hatırasından başka bir şeyi yoktu.

 

Askerlerinin felaketlerine karşı kayıtsız olan Bonaparte kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmüyordu: bakanlarının İngilizlere satıldığından söz ediyor, bu savaşı çıkaranların onlar olduğunu söylüyordu, bu savaşın sadece kendi eseri olduğunu itirafa yanaşmıyordu. Bu felaketi asil bir hareketiyle örtmek istemekte ısrar eden Vicenza Dükü, karargâhta, dalkavuklar arasında birdenbire parlayıverdi. "Ne korkunç zulümler!" diye bağırdı, "Rusya’ya getirdiğimiz uygarlık demek buymuş!" Bonaparte’ın inanılmayacak sözlerine bakılacak olursa, sözde kızgın ve itimatsız bir tavır takınmış ve dışarı çıkmış. En küçük karşı gelmeye tahammül edemeyerek çileden çıkan adam, evvelce kendisini Ettenheim’a götürmeye memur ettiği mektubun kefaretini ödemek için dük Armand-Augustin-Louis de Caulaincourt'un sert sözlerine tahammül ediyordu. İnsan kötü bir harekette bulundu mu, tanrı ceza olarak o işi tanıksız bırakmaz, bir zamanın zorbaları bu tanıkların vücudunu boşuna ortadan kaldırırlardı. Ahirete gittikten sonra onlar Erinyeler'in (Yunan Mitolojisinde, günahkâr insanları cezalandıran zebanilerin Latincedeki adı. Bunlar, ellerinde hançer, saçlarında yılanlar bulunan kadınlar şeklinde tasvir edilirlerdi) vücuduna girip tekrar geri geliyorlardı.

 

Gagarin'i geçen Napoleon, Vyazma’ya kadar sarktı. Burada, ıslanmaktan korkan düşmanı kendisini bulamadığı için onu geride bıraktı. 3 Kasım'da Krivosheinsky'ye vardı. Ardında kalan Vyazma’da bir muharebenin yapılmış olduğunu orada öğrendi. Mikhail Miloradoviç'in ordusuna karşı yapılan savaş, Fransa için büyük bir kayıp oldu. Kolları ile başları sarılı, yaralı Fransız askerleri ve subayları, bir yiğitlik mucizesi halinde, düşman toplarının üstüne atılıyorlardı.

 

Aynı yerlerde geçen bu olaylar silsilesi, ölü tabakalarına eklenen bu yeni ölü tabakaları, savaşların ardından savaşlar, ölümleriyle birlikte unutulup gitmeye mahkûm olmasalar, o uğursuz alanları on kere ölümsüz kılmaya yeterdi. Rusya’da bırakılmış o köylüler kimin aklına gelir? Bu köylüler Moskova surları altındaki büyük savaşta bulunmuş olduklarından memnun mudurlar? Sonbahar akşamları, kuzey kuşlarının havada uçuşlarını seyrederken Fransızların mezarlarını görmüş olduklarını hatırlayan pek olmamıştır. Sanayi şirketleri, ocaklarıyla, kazanlarıyla ıssız ovalara taşındı, kemikler yakılıp Noir Animal'e (hayvan ve insan kemiklerinin yakıldıktan sonra dövülmesinden meydana gelen bir toz. Şeker fabrikalarında ve daha başka sanayide ağartıcı madde olarak kullanılır) çevrildi. İster köpekten yapılmış olsun ister insandan, verniğin fiyatı aynıdır ister meçhulden gelsin ister şeref ve şandan, parlaklığı değişmez. İşte bugün ölülere gösterilen saygı! İşte yeni dinin ayinleri! Dis Manibus! . "XII. Karl’ın mutlu arkadaşları, kutsallığa el uzatan bu sırtlanlar sizi rahatsız etmedi! Kakım, kışın el değmemiş karlarda dolaşır, yazın da Poltava’nın azgın köpükleri arasında."

 

6 Kasım'da, derece sıfırın altında on sekize düştü, dört bir yanı kaplayan karların altında her şey kayboldu. Kundurasız askerler ayaklarının uyuştuğunu fark ediyorlar, morumsu ve katılaşmış parmakları dokunulunca eli yakan tüfeği bırakıyor, saçları kırağıdan, sakalları donan soluklarından kirpileşiyor, sırtlarındaki partallar buzdan bir kaput haline geliyordu. Düşüyorlar, karlar onları örtüyor, yerde mezarlardan çizgiler teşkil ediyorlardı. Irmakların ne yana aktığı artık bilinmiyor, hangi yana gideceklerini öğrenmek için buzları kırmak zorunda kalıyorlar. Uçsuz bucaksız kırlarda yolunu şaşıran kıtalar kendilerini hatırlatmak ve tanıtmak için yaylım ateşi açıyorlar, tıpkı tehlikeye düşen gemilerin imdat topu atması gibi. Bu cenaze alaylarının mumları gibi, şurada burada hareketsiz billurlarla çevrilmiş çamlar yükseliyor. Kargalarla sahipsiz beyaz kurt sürüleri, bu cesetler çekilişini uzaktan izliyordu.

 

Yürüyüşlerden sonra, ıssız mola yerinde, sağlam ve bir eksiği olmayan ordular gibi korunma tedbirleri almak, nöbetçiler dikmek, karakollarla uğraşmak, muhafız kıtaları yerleştirmek zorunda kalmak ağır bir külfetti. Kuzey rüzgarlarıyla dövülen on altı saatlik gecelerde insanlar nerede oturacaklarını, nerede yatacaklarını şaşırıyorlardı. Bütün ak süsleriyle devirdikleri ağaçlar bir türlü yanmıyordu, içinde bir kaşık çavdar unu karıştıracak bir avuç karı güçbela eritebiliyorlardı. Kuru toprağa daha serilip uzanmadan kazakların ulumaları koruları çınlatıyordu. Düşmanın hafif topçusu gürlüyordu, Fransız askerleri sofraya oturdukları zaman perhizleri kralların ziyafetiymiş gibi selamlanıyordu, gülleler demirden ekmeklerini aç insanlar arasında yuvarlıyordu. Ardından güneş doğmayan bir şafak söktüğü zaman buzdan bir kumaşla örtülmüş trampetlerin vuruşu veya bir borunun kısılmış sesi duyuluyordu: uyandıramadığı savaşçıları silah başına çağıran bu kalk borusundan daha hazin bir şey olamazdı. Gün ağardıkça, sönmüş ateşler etrafında kaskatı kesilip ölmüş piyade halkalarını aydınlatıyordu.

 

Tek tük sağ kalanlar yola koyuluyorlardı. Durmadan gerileyen, her adımda sisler içinde silinip kaybolan meçhul ufuklara doğru ilerliyorlardı. Bir gün evvelki fırtınalardan usanmışa benzeyen soluk soluğa bir gök altında, seyrekleşmiş yürüyüş kolları, bozkırlar ardından bozkırlar, güllelerle yolunmuş dallarında denizlerin bütün köpükleri kalmışa benzeyen ormanlar ardından ormanlar geçiyorlardı. Bu ormanlarda, yapraksız çalılar arasında öten gamlı küçük kış kuşuna bile rastlanmıyordu.

 

Büyük Rus Orduları Fransız Ordusu’nun peşindeydi. Fransız ordusu birçok Tümene bölünmüş, bunlar da kafilelere ayrılmıştı. Prens Eugène öncülere, Napoleon merkeze, Mareşal Michel Ney de artçılara komuta ediyordu. Türlü engellerin ve çarpışmaların geciktirdiği bu kıtalar, aralarında gerekli mesafeleri sürdüremiyorlardı. Kimi birbirini geçiyor, kimi bir hizada yürüyor, sık sık da süvarisizlik yüzünden birbirlerini görmeden ve haberleşmeden ilerliyorlardı. Yeleleri yerleri süpüren bodur atlara binmiş tatarlar, bu kar sineklerinden usanan Fransız askerlerine gece gündüz rahat vermiyorlardı. Manzara değişmişti, evvelce bir dere görmüş oldukları yerde şimdi yatağının dik yamaçlarına buzdan zincirlerle asılı duran bir çağlayan buluyorlardı. Bonaparte der ki: (Sainte-Helene evrakı) "Bir gecede otuz bin at kaybettik. O zaman beş yüz tane olan toplarımızı hemen hemen tamamen bırakmak zorunda kaldık. Ne cephane götürebildik ne yiyecek. At bulamadığımız için keşif yaptıramıyor, yolu keşfettirmeye bir öncü kıtası gönderemiyorduk. Askerler cesaretlerini ve akıllarını kaybediyorlar, kargaşaya sebep oluyorlardı. En küçük bir olaydan telaşa düşüyorlardı. Bütün bir tabura korku salmak için dört beş kişiyi vurmak yetiyordu. Toplu bir halde bulunacak yerde yakacak şey bulmak üzere dağınık bir halde dolaşıyorlardı. Gözcü diye gönderilenler görevlerini bırakıp evlerde ısınacak bir şey aramaya gidiyorlardı. Her yana dağılıyor, kıtalarından uzaklaşıyor, kolaylıkla düşmanın eline düşüyorlardı. Daha başkaları yere yatıyor, uyuyorlardı, burunlarından biraz kan geliyor ve uyurken can veriyorlardı. Binlerce asker öldü. Polonyalılar beş on atla birkaç toplarını kurtardılar fakat Fransızlarla öteki milletlerin askerleri artık aynı insanlar değildiler. Özellikle süvari çok kayıp verdi. 40.000 süvari erinden 3.000 fazlasının kurtulduğunu sanmam."

 

Başka bir yarıkürenin güzel güneşi altında bunları anlatan Napoleon, bu felaketlerin sadece tanığı mıydı?

 

Yine o derecenin pek aşağı düştüğü gün, Fransa’dan, uzun zamandan beri ilk ulak geldi: Guillaume Mallet'nin çıkardığı fesat haberini getiriyordu. Bu fesat hareketinin Napoleon’un talihi gibi eşi görülmedik bir tarafı vardı. General Gourgaud’nun anlattıklarına göre imparatora en çok tesir eden şey şunu apaçık görmesi olmuş: "saltanat esaslarının, kendi saltanatına tatbiki o kadar az kökleşmiş ki, devlet büyükleri, imparatorun ölüm haberi gidince, hükümdar ölmüşse onun yerine geçecek biri bulunduğunu unutmuşlardı."

 

Bonaparte, Sainte-Hélène’de Mallet’nin fesadından söz ederken Tuileries sarayındaki maiyetine şöyle demiş olduğunu anlatırmış: "Ya! Baylar, demek ihtilalinizi tamamlamış olduğunuzu sanıyordunuz, beni ölmüş biliyordunuz ama ya roma kralı? Yeminleriniz, ilkeleriniz, doktrinleriniz? Halinize bakıyorum da geleceği düşünürken titriyorum!" Bonaparte’ın muhakemesi kendince mantıklıydı çünkü kendi hanedanını düşünüyordu.

 

Bonaparte, Paris'te dolaşan öldüğü haberin bir kar çölü ortasında, hemen hemen yok olmuş, kanını karların emdiği bir ordunun döküntüleri arasında öğrendi. Napoleon’un kuvvet zoruyla kurduğu haklar, Rusya’da onun kuvvetiyle birlikte eriyip gidiyordu, başkentte ise bunları şüpheye düşürmek için bir adamın ortaya çıkması yetmişti: din, adalet ve özgürlük dışında hak yoktu.

 

Bonaparte, tam Paris’te olup bitenleri öğrendiği sırada, Mareşal Michel Ney’den bir mektup aldı. Bu mektup ona haber veriyordu ki: "En iyi askerler kartalın neden artık korumadığını ve sade öldürdüğünü; kaçmaktan başka yapacak iş kalmadığına göre tabur tabur ölmenin anlamının ne olduğunu soruyorlardı."

 

Mareşal Ney’in yaveri yürekler acısı ayrıntılara girmeye kalkışınca, Bonaparte sözünü kesti: "Albay, size bunları sormuyorum." bu Rusya seferi, imparatorluğun bütün sivil ve askeri makamlarının kötülemiş oldukları bir zıvanasızlıktı. Çekiliş yolunun akla getirdiği zaferler veya felaketler askerlerin keyfini kaçırıyor, cesaretini kırıyordu. Bu çıkılmış ve tekrar inilmiş yolda Napoleon, hayatının iki safhasının bir timsalini görebilirdi.

 

9 Kasım'da, nihayet Smolensk’e varmışlardı. Bonaparte’ın bir emri, muhafız kıtası karakolları işgal etmedikçe şehre herhangi bir kimsenin girmesini yasak etmişti. Dışarıdaki askerler surların dibinde toplanıyorlar, içerideki askerler kapalı duruyorlar. İnsanlıktan çıkmış umutsuzların bağrışmalarından gökler inliyor. Sırtlarında pis kazak cüppeleri, yamalı kaputlar, delik deşik paltolar ve üniformalar, yorganlar ve battaniyeler, başlarında kalpaklar, sarılmış mendiller, delik kasketler, eğri büğrü, kırık dökük Tulgalar var; üstleri başları kan ya da kar içinde, kurşunlarla delik deşik veya kılıçlarla doğranmış bir halde, solgun ve süzülmüş yüzleriyle, karanlık, kıvılcımlı gözleriyle, dişlerini gıcırdatarak surların yukarısına bakıyor, şişman VI. Louis zamanında kesilmiş sol ellerini sağ ellerinde tutan o malul esirleri andırıyorlardı, görenler azgın maskeliler veya hastane kaçkını, aklını oynatmış hastalar sanırdı. Eski ve yeni muhafız kıtaları yetişti, ilk geçişte yakılan kaleye girdiler. İmtiyazlı kıtalara karşı şikâyet sesleri yükseldi: "Ordu hep onların artıklarını mı toplayacak?" bu aç insan sürüleri, bir hortlaklar ayaklanması gibi, çığrışarak ambarlara saldırdı. Onları püskürttüler, çarpışmalar oldu. Vurulanların cesetleri sokakta, kadınlar, çocuklar, ağır hastalar arabalarda kaldı. Bu eskiden kalmış yığınlarla cesedin çürümesinden hava bozulmuştu, alıklaşmış ya da çıldırmış askerler görülüyordu. Tepelerinde saçları dikilmiş ve bükülmüş olan birtakımları küfürler savurarak ya da bir garip gülüşle gülerek cansız yere yıkılıyorlardı. Bonaparte bütün öfkesini, verdiği emirlerin hiçbirini yerine getirememiş aciz ve zavallı bir levazımcıdan çıkarıyordu.

 

100.000 kişilik ordunun mevcudu 30.000'e inmişti, etrafında 50.000 kişilik döküntüler dolaşıyordu, atlı süvarinin mevcudu topu topu 1.800 kişiden ibaret kalmıştı. Napoleon bunların kumandasını Victor de Fay de la Tour-Maubourg'a verdi. Borodino tabyasına karşı zırhlı süvarileri hücuma geçirmiş olan bu subayın kılıç darbeleriyle başı yarıldı, sonradan Dresden’de bir bacağını kaybetti. Uşağının ağladığını görünce ona dedi ki: "Ne ağlıyorsun? Artık iki yerine bir çizme boyayacaksın." kara günlere sadık kalan bu general, taht iddiası olan Chambord kontu V. Henri’nin sürgünde geçen ilk yıllarında genç prensin akıl hocası olacaktı.


Berezina

14 Kasım'a kadar Smolensk’ten ayrılamadılar. Napoleon, Mareşal Ney’e, Mareşal Davout’yla görüşmesini ve lağımlar yerleştirerek kaleyi havaya uçurmasını emretti. Kendisi de Krasnoy’un Ruslar tarafından yağma edilmesinden sonra, 15 Kasım'da oraya gidip yerleşti. Rus orduları, çemberlerini daraltıyorlardı. Moldova ordusu denilen büyük ordu yakınlardaydı, Fransızları büsbütün çevirip Berezina bataklıklarına sürmeye çalışıyordu. Fransız taburlarından arta kalan askerler günden güne azalıyordu. Fransızların feci durumunu öğrenen Kutuzov pek yavaş kımıldıyordu. İngiliz general Wilson: "Karargahınızdan yalnız bir an ayrılın, yüksek bir tepeye çıkın, Napoleon’un son saatinin çalmış olduğunu görürsünüz. Rusya bu kurbanı istiyor, artık lazım gelen tek şey darbeyi indirmektir. Bir hücum yeter, iki saat sonra Avrupa’nın çehresi değişmiş olur."

 

Doğruydu ama o vakit asıl darbeyi Bonaparte yemiş olacaktı, oysa tanrı Fransa’yı cezalandırmak istiyordu.

 

Kutuzov cevap veriyordu: "Üç günde bir askerlerime mola verdiriyorum, bir an ekmeksiz kalsalar utancımdan yerin dibine geçer ve hemen dururum. Esirim olan Fransız Ordusu’nun muhafızlığını yapıyorum; ne zaman duracak veya büyük yoldan ayrılacak olsa hemen cezasını kesiyorum. Napoleon’un sonucu artık kesinlikle belli olmuştur: bu yıldız bütün Rus Orduları’nın önünde Berezina bataklığında sönecek. Onlara Napoleon’u zayıflamış, silahlarını kaybetmiş, can çekişir bir halde teslim edeceğim: bu benim için yeterli bir şereftir."

 

Bonaparte, pek bol kullandığı o hakaretli küçümsemesi ile ihtiyar Kutuzov’tan bahsetmişti: ihtiyar Kutuzov da onun hakkında aynı hor görücü dili kullanıyordu.

 

Kutuzov’un ordusu komutanından daha sabırsızdı, kazaklar bile söyleniyorlardı: "Bu iskeletlerin mezarlarından dışarı uğramasına ses çıkarmayacak mıyız?"

 

Smolensk’ten ayın 15’inde hareket etmiş olması gereken ve 16’sında Krasnoy’da Napoleon’a katılacak olan dördüncü ordu hala görünürlerde yoktu. Bağlantı kalmamıştı, en önden gelen Prens Eugène, bağlantıyı tekrar kurmaya boş yere çalıştı ama bütün yapabildiği şey Rusları çevirip Krasnoy’da muhafız kıtasıyla birleşmek oldu lakin Mareşal Davout’la mareşal ney hala görünmüyorlardı.

 

O zaman Napoleon ansızın o yüksek askeri dehasını yeniden buldu. Ayın 17’sinde elinde bir bastonla Krasnoy’dan çıktı. Mevcudu 13.000'e inen muhafızlarının başında, sayısız düşmanlara meydan okuyarak Smolensk yolunu temizlemek ve iki mareşaline yol açmak istiyordu: "İmparatorluk ettiğim yeter, generalliği ele almanın zamanı geldi." İV. Henri, Amiens’i kuşatmaya giderken, "Fransa kralı olduğum yeter, biraz da Navarra Kralı olmanın zamanı geldi," demişti. Napoleon’un yürüdüğü yerin civarındaki sırtlar topçu kuvvetleriyle dolmaktaydı ve her an onu darmadağın edebilirdi. Bu sırtlara bir göz attı ve "Avcılarımdan bir süvari bölüğü orayı zapt etsin!" dedi. Rusların sadece aşağı sarkmaları yeterdi, yalnız sayılarının üstünlüğüyle onu ezerlerdi ama bu büyük adamı ve muhafızların döküntülerini savaş düzenini almış bir halde görünce, büyülenmiş gibi hareketsiz kaldılar: Napoleon’un bir bakışı sırtlarda 100.000 Rus'u durdurdu.

 

Kutuzov, bu Krasnoy olayı dolayısıyla Petersburg’da Smolenski unvanıyla mükafatlandırıldı: herhalde Bonaparte’ın bastonu altında, cumhuriyetin sonucundan umudunu kesmediği için bu mükafata layık görülmüş olacaktı.

 

Bu boş gayretten sonra 19 Kasım'da Dinyeper’in öbür yanına geçti ve Orşa’da ordugâh kurdu. Moskova yanmamış ve oturmasına imkân vermiş olsaydı, kışın can sıkıntısını gidermek için hayatını yazmak amacıyla getirmiş olduğu kağıtları orada yaktı. Sveti Ivan Kilisesi'nin kocaman haçını Semlevo Gölüne atmak zorunda kalmıştı. Haçı kazaklar orada bulmuş, büyük İvan Kulesine tekrar takmışlardı.

 

Fransızlar Orşa’da kaygı içindeydiler. Mareşal Ney’i bulmak için Napoleon’un giriştiği harekete rağmen kendisi hala ortalarda yoktu. Sonunda Baranni’de ondan haber aldılar. Prens Eugene ona katılmayı başarmıştı. İmparatorun dostları yazılarında onunla doğrudan doğruya ilgili olmayan bütün olaylar hakkında titiz bir ihtiyatla ifade kullanırlarsa de, General Gourgaud, Napoleon’un bu habere ne kadar sevindiğini anlatır. Ordunun sevinci çabuk söndü, tehlikeler birbirini kovalıyordu. Bonaparte, Kohanov’dan Tolojim’e giderken bir yaver kendisine Borisov köprü başının kaybedildiğini haber verdi. Burayı Moldava Ordusu General Jan Henryk Dabrowski'den almıştı. Borisov’da Reggis Dükü’nün baskınına uğrayan Moldava Ordusu da köprüyü attıktan sonra Berezina’nın arkasına çekilmişti. Böylece derenin öte yanında, Pavel Vasiliyeviç Çiçagov Fransızların karşısında bulunuyordu.

 

Hafif süvarilerden bir tugaya kumanda eden General Jean Corbineau, bir köylüden bilgi edinerek, Borisov’un yukarısında Veselovo Geçidini bulmuştu. Bu haber üzerine Napoleon, 24 Kasım akşamı, Jean Baptiste Eblé ve François Chasseloup’yu köprücüler ve istihkamcılarla birlikte gönderdi, bildirilen geçit yeri olan Berezina üzerinde Studiyanka’ya vardılar.



İki köprü kuruldu, kırk bin Rus’tan oluşan bir ordu, karşı kıyıda ordugâh kurmuştu. Gün ağarırken karşı kıyıda ıssız bir halde ve Rus Tümeni’nin artçılarını çekilmekte görünce Fransızlar ne kadar da şaşırmışlardı! Gözlerine inanamıyorlardı. Eblé’nin çürük çarık köprülerini havaya uçurmak veya yakmak için tek bir gülle, bir Kazak'ın ateşi yeterdi. Koşup Bonaparte’a haber verdiler, acele kalktı, dışarı çıktı, gördü ve: "Amirali aldattım!" diye haykırdı. Şaşması doğaldı, Ruslar yüze yüze kuyruğuna getirmişken fırsatı kaçırmışlardı ve savaşı üç yıl daha uzatacak bir hatada bulunmuşlardı ama komutanları aldanmış değildi. Amiral Çiçagov her şeyi görmüştü, sadece tabiatının gereğine uymuştu. Zeki ve ateşli olmakla beraber rahatına düşkün bir adamdı. Soğuktan korkuyor, soba başından ayrılmıyor ve iyice ısındıktan sonra Fransızları temizlemeye vakit bulacağını düşünüyordu: mizacına boyun eğmişti. Servetini bırakarak ve Rusya’yla ilgisini keserek sonradan Londra’ya çekilmiş olan Çiçagov, Quarterly Review'e 1812 savaşı hakkında yazılar verdi, kendini mazur göstermeye çalışıyordu. Vatandaşları ona: "Bu, Ruslar arasında bir tartışmadır, sen sus!" cevabını veriyorlardı. Bu iki köprünün kurulması ve Rus Tümeni’nin akıl ermez çekilişiyle Bonaparte kurtulmuş olsa bile Fransızlar kurtulmuş değillerdi: başka iki Rus Ordusu nehrin Napoleon’un ayrılmaya hazırlandığı kıyısında toplanıyordu.

 

Chambray der ki: "Eble’nin emrindeki köprücülerin sadıklığı ve gayreti, Berezina’yı geçişin hatırası yaşadığı sürece yaşayacaktır. Bunca zamandan beri çektikleri acılar yüzünden takatten düşmüş olmalarına, besleyici yiyecek ve içeceklerden yoksun bulunmalarına rağmen, çok sertleşen soğuğa aldırmadan, bazen göğüslerine kadar suya girdikleri görüldü. Bu, hemen hemen kesin bir ölüme koşmak demekti ama ordu onlara bakıyordu ve orduyu kurtarmak için kendilerini feda ettiler."

 

Mösyö Segúr de der ki: "Fransızların arasında kargaşa hüküm sürüyordu ve iki köprüyü tamamlamak için malzeme kıtlığı vardı. 26-27 Kasım gecesi arabalardan kurulan köprü iki defa yıkıldı, bu yüzden geçiş yedi saat gecikti. 27 Kasım günü akşamın saat dördüne doğru üçüncü bir defa yıkıldı, öte yandan korulara ve civar köylere dağılmış olan döküntüler ilk geceden faydalanmamışlardı ve 27’nci günü, şafak sökünce köprüyü geçmek için hep birlikte yığılmışlardı.

 

Bu yığılma, bilhassa hareketlerini ona göre ayarladıkları imparatorluk muhafızları yürüyüşe geçince oldu. Muhafız kıtasının hareketi adeta bir işaret yerine geçti: döküntüler her yandan koşup geldiler, kıyıda biriktiler. Bir anda dar köprü başını insanlar, hayvanlar ve arabalardan kurulu büyük ve karmakarışık bir kalabalığın sardığı görüldü. En öncekiler, arkalarından gelenler tarafından itildikleri, bunlar da muhafızlar ve köprücüler tarafından itildikleri veya önlerine nehir çıktığı için eziliyor, ayaklar altında çiğneniyor veya Berezina’nın sürüklediği buzlar arasına yuvarlanıyorlardı. Bu heybetli ve korkunç kargaşadan, kimi bozuk bir uğultu, kimi iniltiler ve korkunç seslere karışık büyük bir gürültü yükseliyordu. Karışıklık o dereceyi bulmuştu ki, saat ikiye doğru imparator köprü başına gelince, kendisine yol açmak için kuvvet kullanmak gerekmişti. Muhafızlardan bir kumbaracı kıtasıyla general la Tour-Maubourg, merhamete gelerek bu biçareler kalabalığı arasında geçit aramaktan vazgeçmişlerdi. Sahile toplanmış olan uçsuz bucaksız kalabalık, atlar ve arabalarla karmakarışık bir durumda, orada ürkünç bir yığıntı halinde yolu tıkamıştı. İlk düşman gülleleri öğleye doğru bu kargaşanın ortasına düşmeye başladı: bu gülleler genel bir telaş ve heyecanın işareti oldu.

 

Bu umutsuz insan kalabalığından ilk önce ileri atılanlardan bir haylisi, köprüye erişemeyince kenarlarına tutunarak geçmeye kalkmıştı ama bunlardan çoğu itilerek suya düşürüldüler. Kollarında çocuklarıyla buzlar arasında düşmüş kadınların kendileri battıkça çocuklarını yukarı kaldırdıkları görüldü; suyun altında kayboldukları halde, katılaşmış kolları hala çocuklarını başları üstünde tutmaya devam ediyordu.

 

Bu korkunç kargaşa arasında topçuların köprüsü çöküp yıkıldı. Bu dar geçide girmiş olanlar boşu boşuna gerilemeye çalıştılar. Geriden gelen insan seli, bu felaketten habersiz, öndekilerin haykırışlarına aldırmadan, ite ite ilerlemeye devam etti ve onları aşağı attı, ötekiler de biraz sonra aynı şekilde suya döküldüler.

 

O zaman herkes öbür köprüye koştu. Bir sürü ağır arabalar ve toplar her yandan gelip burada birikti. Sürücülerinin yönetimi altında, dik ve arızalı bir inişin hızına kapılarak, bu insan kalabalığı içinde, aralarına sıkışan biçareleri paramparça ettiler, sonra birbirine çarparak, çoğu şiddetle devrildiler ve düşerken etraflarını çevirenleri de çiğneyip yok ettiler. O zaman bu engellere doğru itilen şaşkına dönmüş insan safları, bunlara takılarak düşüyor ve ardı arkası kesilmeyen başka biçarelerin yığınları altında ezilip gidiyordu.

 

Bu perişan insan dalgaları böylece birbiri üstünden geçip ilerliyordu. Acı ve öfke haykırmalarından başka bir şey duyulmuyordu. Ezilen ve boğulan insanlar arkadaşlarının ayakları altında çırpınıyor, dişleriyle, tırnaklarıyla bunlara sarılıyorlardı. Ötekiler de onları düşmanlarıymış gibi insafsızca itip geçiyorlardı. Top sesleri, fırtınanın ve güllelerin çıkardığı ıslıklar, obüslerin patlayışı, iniltiler, savrulan korkunç lanetler ve küfürlerden meydana gelen bu müthiş kasırga gürültüsü içinde bu başıboş kalabalık boğduğu kurbanların feryatlarını işitmiyordu." -Segúr

 

Başka şahitlikler de Mösyö Segúr'ün anlattıklarına uygun düşmektedir. Mesela Vaudoncourt: "Vesevolo’nun önünde bulunan hayli geniş ova, akşam saatlerinde, korkunçluğunun tasviri güç bir görünüştedir. Ova çoğu üst üste devrilmiş ve parçalanmış arabalarla kaplı, her yana sivillerin cesetleri serilmiş, bunların arasında, ordunun peşinden Moskova’ya kadar sürüklenmiş ya da yurttaşlarına katılarak bu şehirden kaçmış bir sürü kadın ve çocuk da görülür. Türlü türlü şekillerde ölmüşler. Birbirine karışan iki ordu arasında bu zavallıların kaderi arabaların tekerlekleri ve atların ayakları altında ezilmek, iki yandan gelen gülleler ve kurşunlarla vurulmak, askerlerle birlikte köprülerden geçmeye çalışırken suda boğulmak ya da düşman askerleri tarafından soyularak ve çırçıplak bir halde karların üstüne atılarak soğuktan donup acılarından kurtulmak oldu."

 

Böyle bir afet, tarihin kaydettiği en acı sahnelerden biri olan bu yürek parçalayıcı olay; Keykavus'un ordusunun başına gelenleri de aşmış olan bu felaketler karşısında Bonaparte nasıl acınıp dövündü, ruhundan nasıl bir çığlık koptu? Dudaklarından yalnızca şu kelimeler döküldü: "Ayın 26 ve 27’nci günleri zorlu geçti." nasıl geçtiğini gördünüz! Yavrularını başları üstünde kaldırıp su yüzüne çıkaran kadınların manzarası bile Napoleon’u duygulandırmadı. Fransa vasıtasıyla dünyaya hükmetmiş olan başka bir büyük adam, Şarlman, görünüşte kaba bir barbar olan bu adam, buzlar üstünde oynarken Maritsa Nehri'nde (Meriç Nehri) boğulan çocuğa ağıt yakıp ağlamıştı (Şarlman bir şairdi de): "Trux Puer Adstricto Glacie Dum Ludit İn Hebro" (yaramaz bir çocuk meriç'te buzlarla oynarken şiiri)

 

Belluno Dükü Claude Victor-Perrin, geçidi korumaya memur edilmişti. Kendisinin geride bıraktığı General Louis Partouneaux, Ruslara teslim olmak zorunda kaldı. Yeniden yaralanan Reggio Dükü’nün yerini Mareşal Michel Ney almıştı. Gaina Bataklıkları geçildi, Ruslar en ufak bir tedbir almış olsalardı, o yolları geçilmez hale getirebilirlerdi. Üç haftadan beri gelip de ileri geçmemiş olan ulakları 3 Aralık'ta Malodejno'da buldular. NAPOLEON sancağı bırakıp gitmeyi işte orada düşündü. "Bir bozgunun başında kalabilir miyim?" diyordu. Smorgon’da, Napoli Kralıyla Prens Eugène Fransa’ya dönmesi için onu sıkıştırdılar. Bunu kendisine bildiren İstriya Dükü oldu, daha o ağzını açar açmaz Napoleon fena halde köpürdü: "Orduyu bu halde bırakıp gitmeyi bana ancak can düşmanlarım teklif edebilir" diye haykırdı. Kılıcını çekip mareşalin üstüne yürüyecek oldu. O akşam İstriya Dükünü çağırdı ve ona: "Mademki hepiniz istiyorsunuz, ne yapayım, ister istemez giderim" dedi. Sahne güzel düzenlenmişti; bu sahne oynanırken kendisi zaten gitmeye karar vermiş bulunuyordu. Gerçekten, imparatorun ordunun başından ayrılma kararını ayın 4'ünde Malodejno’dan Biklitzc'e giderken vermiş olduğunu mösyö Fain temin eder. O koca aktör acıklı dramını işte böyle bir komedyayla sona erdirmişti.

 

Napoleon, Smorgon'da yirmi dokuzuncu emrini yazdı. 5 Aralık'ta Vicenza Dükü Mösyö Caulaincourt ile beraber bir kızağa bindi, saat akşamın onuydu. Birlikte kaçtığı arkadaşının kimliği altında gizlenerek Almanya’yı geçti. O ortadan kaybolunca her şey mahvoldu. Bir fırtınada koca sfenks heykeli, Teb Şehri’nin kumları altına gömüldüğü zaman çölde hiçbir gölge kalmaz. Başlarından başka canlı tarafları kalmamış beş on asker çam dallarından yapılmış sayvanlar altında en sonunda birbirlerini yediler. Artık artması imkânsız sanılan felaketlerin ardı arkası kesilmiyor, o zamana kadar bu iklimin sadece sonbaharı olan havalar kışa çevriliyordu. Ruslar ise peşlerinde, buzlar ülkesinde Bonaparte’ın ardında avare bıraktığı donmuş gölgelere ateş açmaya kıyamıyorlardı.



RUSYA SEFERİ'NİN SONUÇLARI,

 

Müttefikleri Napoleon'u terk ediyor, imparator Fransa'ya dönüyor, Papa'nın ve Kardinal Pacca'nın inadı, Avrupa kaynıyor; Napoleon'a karşı yeniden ancak bu kez daha emin bir şekilde birleşiyor…

 

Vilnius'te birtakım Yahudiler evvelce mülk hırsıyla evlerine almış oldukları Fransız hastaları Rusların ayakları altına atıyorlardı. Paneriai hizalarında son bir bozgun Fransızların geri kalanlarını da kırıp geçirdi. Nihayet Neman’a varılmıştı, Fransız ordusunun vaktiyle üstünden geçmiş olduğu üç köprüden eser yoktu, düşmanın kurduğu bir köprü buz tutmuş suların üstünde yükseliyordu. Ağustos ayında nehri geçmiş olan 500.000 kişiden ve sayısız toplardan, Kaunas'ta ters yönde köprüyü topu topu 1.000 düzenli piyade ile birkaç top ve yara bere içinde 30.000 perişan insanın geçtiği görüldü. Artık ne mızıka vardı ne zafer türküleri; donmuş kirpikleri gözlerini açık durmak zorunda bırakan mosmor yüzlü insan sürüsü köprüde sessizce yürüyor ya da buz parçalarının birinden ötekine atlayarak Polonya yakasına doğru sürünüyordu. Sobalarla ısıtılmış evlere varınca biçareler can verdiler: üstlerini kaplayan karla birlikte canları da eriyip gitti. General Gourgaud, Neman'ı geçenlerin 127.000 kişi olduğunu söyler. Bu hesap doğru kabul edilse bile dört aylık bir seferde en az 373.000 kişi kaybedilmiş demektir.

 

Gusev'e varınca, Napoli Kralı Joachim Murat subaylarını topladı ve onlara: "Bu zıvanasıza hizmet etmeye bundan böyle imkân kalmamıştır, onun davası artık çıkar yol değildir; Avrupa’nın hiçbir hükümdarı onun sözlerine ve antlaşmalarına inanmıyor" dedi. Oradan Poznan’a gitti ve 16 Ocak 1813'de ortadan kayboldu. Yirmi üç gün sonra Schwartzenberg Prensi Karl Philipp ordudan ayrıldı, Prens Eugène’in emri altına girdi. Önce Friedrich Wilhelm tarafından apaçık ayıplanmış ve sonradan onunla barışmış olan General Ludwig Yorck von Wartenburg, Prusyalıları alıp çekildi: Avrupa Napoleon’u yüzüstü bırakmaya başlamıştı.

 

Bütün bu sefer sırasında Napoleon, Generalleri kadar ve özellikle Mareşal Michel Ney derecesinde kabiliyet göstermemiştir. Bonaparte’ın kaçmasını mazur göstermek için ileri sürülen sebepler kabul edilir şeyler değildir: kanıtı meydanda çünkü hareketiyle her şeyi kurtarması gerekirken hiçbir şeyi kurtaramadı. Ordusunu bırakması, felaketleri tamir etmek şöyle dursun, büsbütün artırdı ve Ren Federasyonu'nun dağılmasını hızlandırdı.

 

Grande Armee'nin Molodetşino'da 3 Aralık 1812'de çıkarılan yirmi dokuzuncu ve son bildirisi ayın 18’inde, Napoleon’dan iki gün önce Paris’e erişti: Öyle övdükleri gibi açık sözlü olmaktan çok uzak bulunmasına rağmen bu emir Fransa’yı şaşkınlığa uğrattı; bildiride göze çarpan apaçık çelişmeler kendini belli eden gerçeği gizlemeye yetmemektedir. Bonaparte, Sainte-Helene’de daha açık bir dil kullanıyordu çünkü açığa vurduğu gerçekler başından düşmüş olan bir tacı tehlikeye sokamazdı. Ama zorbayı bir kere daha dinleyelim. 3 Aralık 1812 tarihli bildiri der ki:

 

"Ayın 6’sında mükemmel bir halde olan bu ordu, ayın 14’ünde pek farklıydı. Süvari, topçu ve nakliyeden hemen tamamıyla mahrum bir halde, bir çeyrek saatlik yerleri keşiften aciz bir duruma düşmüştük.

 

Kaderin ve talihin bütün cilvelerine karşı kayıtsız davranacak kadar güçlü bir yaradılışta olmayanlar sarsılmış göründüler, neşeleri ve keyifleri kaçtı, gözleri sefalet ve felaketlerden başka bir şey görmez oldu; üstün bir yaradılışı olanların keyifleri yerinde kaldı, eski tabiatları değişmedi ve aşılması için çeşitli gayretler isteyen güçlükler onlara yeni yeni bir şeref ve şan konusu gibi göründü.

 

Bütün bu günlerde imparator daima, süvarisine İstriya Dükü Mareşal Jean-Baptiste Bessières'nin ve piyadesine Danzig Dükü Mareşal François Joseph Lefebvre'nin komuta ettikleri muhafızlarının ortasında yürüdü. Haşmetli imparator muhafız kıtasının gösterdiği gayretten hoşnut kaldı; bu kıta olay ve şartların vücuduna ihtiyaç hissettireceği her yere koşmaya daima hazır bulundu ama olaylar öyle bir seyir takip etti ki, onun yalnız vücudu yetti ve savaşmak zorunda kalmadı.

 

Neufchâtel Prensi büyük Mareşal Louis-Alexandre Berthier, saray Mareşali Geraud Duroc, başyaver ve imparatorun sarayına mensup bütün yaverlerle subaylar haşmetlinin daima yanında kaldılar.

 

Süvarimiz o kadar atsız kalmıştı ki, bir atı bulunan subayları bir araya getirip 150'şer mevcutlu dört bölük teşkil etmek icap etti. Bu bölüklerde generaller yüzbaşılık, albaylar erbaşlık ediyorlardı. Napoli Kralı'nın emri altında general Grouchy’nin komuta ettiği bu kutsal tabur bir hareketini bile gözden kaçırmadan daima imparatoru gözetti. Haşmetlinin sağlığı hiçbir zaman bu kadar yerinde olmamıştı."



Bunca zaferler nasıl da özetleni vermiş! Bonaparte, Direktuvar'lara: "Hepsi de şan ve şeref yoldaşım olan 100.000 Fransızı ne yaptınız? Hepsi öldü!" diye haykırmıştı. Fransa da Bonaparte’a diyebilirdi ki, "Hepsi de evlatlarım veya müttefiklerim olan Neman'daki 500.000 askeri bir seferde ne yaptınız? Hepsi öldü!"

 

Napoleon’un acındığı o 100.000 cumhuriyet askerinin kaybından sonra hiç değilse dava kaybedilmemişti; Rusya Seferi'nin sonuçları ise Fransa’nın istilasına ve yirmi yıldan beri zaferlerinin ve fedakarlıklarının biriktirmiş olduğu ne varsa hepsinin kaybedilmesine yol açtı.

 

Bonaparte bir hareketini bile gözden kaçırmayan kutsal bir tabur tarafından daima korunmuş, bu feda edilmiş olan 300.000 cana bedeldir ama ne diye kuvvetli bir yaradılışta değildiler? Eski tabiatları değişmeyecekti. Bu sefil mezbahalık sürü, imparator gibi, hareketleri yakından incelenmeye değer miydi?

 

Bildiri, öteki bildirilerden birçoğu gibi şu sözlerle bitiyor: "Haşmetlinin sağlığı hiçbir zaman bu kadar yerinde olmamıştı."

 

Analar, babalar! Gözyaşlarınız dinsin, Napoleon’un keyfi yerindedir.

 

Gazetelerde, bu raporun altında şu resmi not okunuyordu: "Bu birinci sınıf bir tarihi belgedir; Ksenofon'la Caesar, biri on binlerin dönüşü eserini, öteki commentarii de bello gallico eserini böyle bir ifadeyle yazmışlardı." ne ahmakça bir bilgiç kıyaslaması! Ama lütufkar edebi övgü bir yana bırakılsa da Napoleon’un sebep olduğu korkunç felaketler yazıcılık kabiliyetlerini meydana çıkarmasına imkân verdiği için herkes sevinmeliydi! Neron Roma’yı ateşe vermişti ama Troia yangını üzerine de şiirler yazmıştı. Fransızlar, dalkavukluğu o derece ileri vardırmıştı ki, Fransa’nın ebedi yasına sövmek için Ksenofon’la Caesar’ı mezarlarından çıkaracak kadar vahşice bir alaydan çekinmiyorlardı.

 

Muhafazakâr senato imparatoru karşılamaya koştu: Bernard Germain de Lacépède demişti ki: "Haşmetli imparator ve kralımızın, tebaaları arasına mutlu dönüşleri vesilesiyle senato, tebrik ve saygılarını imparatorun önünde diz çökerek sunar. İmparatorun baş meclisi olan, nüfuz ve itibarı hükümdarın arzu ve emirleriyle var olan senato bu krallığın ve dördüncü sülalemizi teşkil edecek hanedanınızın tahta verasetinin muhafazası için tesis olunmuştur. Fransa ve gelecek nesiller, her halükârda, onu bu mukaddes vazifeye sadık bulacaklar ve bütün azası milli emniyet ve refahın bu tahtın müdafaası uğrunda nefislerini fedaya daima amade olacaklardır." senato azası, Napoleon’u tahttan indiren kararnameyi çıkararak bunu nasıl da ispat edecekti!

 

İmparator cevap verdi: "senatörler, söyledikleriniz çok hoşuma gitti. Fransa’nın şeref ve kudret’i en büyük emelimdir ama ilk işimiz iç düzeni devam ettirecek şeyleri sağlamak. Bundan böyle vatanın selameti, onunla vücut bulan bu tahtı düşünmek olmalıdır. Tanrıdan bir miktar daha ömür diledim. Çeşitli devirlerde yapılmış olan şeyleri düşündüm, daha da düşüneceğim."

 

Senato azası, Napoleon’u halkın refahı ve mutluluğu için kutlamaya cüret ederken bir yandan da gösterdiği cesaretten ürkmüştür, mevcut olmaktan korkmaktadır; senatonun nüfuz ve itibarı ancak Napoleon’un arzu ve emriyle var olduğunu söylemeyi ihmal etmiyor. Senatonun bağımsızlığı ne korkulacak şeydir!

 

Bonaparte, Sainte-Hélène’de kendini mazur göstermek içindir ki: "Beni mahveden Ruslar mı oldu? Hayır! Beni mahveden; yanlış raporlar, budalaca entrikalar, ihanet, saçmalıklar ve daha birçok şeyler ki, bir gün belki meydana çıkacak ve siyasetle savaş alanında beni suçlayabilecekleri iki büyük hatayı hafifletecek veya mazur gösterecektir."

 

Ancak bu savaşın ya da bir vilayetin kaybıyla sonuçlanan hatalar açıklaması geleceğe havale edilen esrarlı sözlerden ibaret mazeretleri belki götürür ama topluluğu altüst eden, bir ulusun bağımsızlığını boyunduruk altına koyan hatalar gururun baş eğmesiyle silinemez.

 

Bunca felaketlerden ve kahramanca hareketlerden sonra senatonun sözlerinden duyulan hissin ancak ya dehşet ya da küçümseme olması ne acı şeydir.

 

Bildirinin ardından Bonaparte çıkagelince herkesi bir şaşkınlık aldı. Mösyö Segur der ki: "Artık imparatorlukta yalnız zamanın ve savaşların ihtiyarlatmış olduğu kimselerle çocuklar vardı; olgunluk çağında erkek kalmamış gibiydi! Ne olmuştu bunlar? Kadınların gözyaşları ve anaların çığlıkları, cevabı son derece açıklayıcı kılar! Kendileri çalışmasa ekilmemiş kalacak olan toprağın üstünde iki büklüm olmuş didinen bu kadınlar, imparatorun şahsında savaşa lanet ediyorlardı."

 

Berezina dönüşü, her şeye rağmen, verilen emirle halk yine de hoplayıp zıplamak zorunda kaldı, Louis Bonaparte'ın eşi Hollanda Kraliçesi Hortense de Beauharnais'nin tarihe hizmet için yazdığı anılarından bunu öğreniyoruz. İnsanlar yürekleri parçalanırken, akraba veya dostlarının kaybına içleri kan ağlarken baloya gitmek zorunda kaldılar. Zorbalığın Fransa’yı mahkûm ettiği şerefsizlik işte bu raddeye varmıştı: salonlarda görülen bu hal her zaman sokaklarda rastlanan manzaraydı; birtakım biçareler gelip geçenleri eğlendirmek için dertlerini türkü halinde söyleyerek hayatlarının acısını avutuyorlardı.

 

2 Yorumlar

  1. Ellerinize saglik, cok faydali bir makale hazirlamissiniz. Faydalandiginiz kaynaklari da eklerseniz sevinirim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba, evet yazmayı unuttum, asıl yazıyı sözlük'te yazmıştım orada bütün hali ile mevcut yaklaşık 23 bölümlük bir Korsikalı serisi. Rusya seferi ise yaklaşık 4-5 bölümünü kapsıyor. Chateaubriand ile Walter Scott'ın biyografileri kaynağın büyük kısmı, birçok siteden de ekleme ve düzenleme yaptım.

      Sil