İtalya seferinin son zamanlarında Napoleon Bonaparte, bazı generallerle Direktuvar'ın hasetlerinden çok çekti: iki defa istifasını vermişti, hükümet üyeleri bunu istiyorlardı ama kabule cesaret edemiyorlardı. Bonaparte’ın duyguları asrın eğilimlerine uymuyordu; İhtilalden doğma menfaatlere Bonaparte istemeye istemeye boyun eğiyordu: hareketleriyle fikirlerindeki çelişmeler bu yüzdendir.

Paris’e dönünce Chantereine Sokağı'ndaki kendi evine yerleşti, bu sokağa o zaman zafer sokağı adı verilirdi, sonrasında da bu adı taşımıştır. Eskiler Meclisi Napoleon’a, I. François'nın eseri olup artık Saint-Louis'nin en küçük oğlunun sürgününden başka bir şey hatırlatmayan Chambord Şatosu'nu hediye etmek istedi. 

Château du Chambord

Bonaparte, 10 Aralık 1797 günü Lüksemburg Sarayı avlusunda Direktuvar'a takdim edildi. Bu avlunun ortasında bir vatan mihrabı yükseliyor ve bunun üstünde Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik heykelleri bulunuyordu. Düşmandan alınan sancaklar eski Yunan kılığına bürünmüş olan beş Direktuvar'ın üzerinde bir Zafer Takı'nı teşkil ediyordu; altında Fransa’nın bir an durakladığı bu sancaklardan Zafer’in gölgesi yere düşüyordu. Bonaparte’ın sırtında, Arcola’da ve Lodi’de giymiş olduğu üniforma vardı. Mösyö de Talleyrand (Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord), başka bir mihrabın üzerinde daha önce dini ayin yapmış olduğunu hatırlayarak, galibi mihrabın yanında kabul etti. Kaçtığı Birleşik Devletler'den geri gelen, Chenier’nin himayesiyle Dışişleri Bakanı olan eski Autun Piskoposu, kılıcı belinde, başına IV. Henri tarzında bir şapka geçirmişti: olaylar, bu tür karnaval kılıklıları ciddiye almaya zorluyordu.

Mösyö de Talleyrand

Eski papaz, İtalya fatihinin methiyesini düzdü, hüzünlü bir tavırla dedi ki: "Ossian Türküleri'ni (James Macpherson epik şiiri), özellikle yeryüzünden kopup ayrıldıkları için sever. Tutkuludur diyorlar, bundan korkmak şöyle dursun, kendisini çekildiği köşenin rahatlığından koparıp almak için günün birinde belki de o tutkuya başvurmak zorunda kalacağız. Bütün Fransa hürriyetine kavuşacak ama o belki hiçbir zaman hür olmayacaktır; onun kaderi budur."

Görülmemiş bir kehanet! Grandella zaferini kazanan Saint-Louis’nin kardeşi, Fornovo zaferini kazanan VIII. Charles, Agnadel zaferini kazanan XII. Louis, Marignan zaferini kazanan I. François, Ravenna savaşından sonra Jacques de la Palice, Torino zaferinden sonra Nicolas Catinat bile yeni generalin şan ve şöhretine erişememişlerdi. Napoleon’un başarıları eşsiz olmuştur.

Direktuvarlar, bir üstün zorbanın çıkarak bütün zorbalara zorbalık etmesinden korktukları için Napoleon’a yapılan kutlama ve ikramlardan kaygılanmışlardı: ondan kurtulmanın yolunu arıyorlardı. Onun doğuda bir sefere çıkma hevesini teşvik ettiler. Napoleon diyordu ki: "Avrupa bir köstebek yuvasıdır; büyük imparatorluklar ve büyük ihtilaller ancak doğuda olmuştur. Şan ve şöhretim şimdiden sönüp gitti: bu küçük Avrupa adama ne kadar şan sağlayabilir ki!" Napoleon, Institut üyeliğine seçildiği için çocuklar gibi seviniyordu. Hindistan'a gidip dönmek için sadece altı yılın yeteceğini söylüyor, kendisini düşünerek: "henüz yirmi dokuz yaşındayım," diyordu, "bu da yaş mıdır? Dönüşümde otuz beşimde olacağım."

Kıtaları Brest’ten Anvers'e kadar uzanan topraklara yayılmış olan, İngiltere Ordusu (L’Armée D'Angleterre) adı verilen bir ordunun komutanlığına tayin edilen Bonaparte, vaktini teftişler, yönetim ve bilim adamlarını ziyaretle geçiriyordu. Bir yandan da Mısır ordusunu teşkil edecek olan kıtalar hazırlanıyordu. Tam o sırada Viyana'daki Fransız general Jean Bernadotte'un sarayının kapısına dikmiş olduğu kızıl külahla üç renkli bayrak yüzünden kavga olayı çıktı ortaya. Direktuvar, çıkabilecek yeni savaşta orduların başına geçirmek üzere Napoleon'un gitmesine engel olmaya çalışıyordu ama Mösyö de Cobontzel ilişkilerinin kesilmesini önledi, Bonaparte harekat emrini aldı. İtalya cumhuriyetçi olmuş, Hollanda cumhuriyet haline gelmiş, Ren Nehri'ne kadar genişlemiş Fransa’ya barış bir yığın işsiz asker bırakmış olduğu için, ürkek Direktuvar ne olur ne olmaz diye galibi uzaklaştırmakta aceleci davrandı. Bu Mısır serüveni, Napoleon’un hem ikbalini, hem de dehasını değiştirmiş, zaten çok parlak olan bu dehayı, bulut ve ateş sütununa vuran bir güneş ışınıyla büsbütün yaldızlamıştı.

General Napoleon Bonaparte'tan askerlerine bildiri: 

"Askerler, 

İngiltere Ordusu'nun kanatlarından birisiniz. Dağ savaşlarına, ova savaşlarına girdiniz, kuşatmalar yaptınız, şimdi sıra deniz savaşına geldi. Bazı bazı taklit ettiğiniz ama henüz aşamasına erişemediğiniz Roma Lejyonları, Kartaca ile kah bu denizde, kah Zama ovalarında savaşırlardı. Zafer hiçbir zaman onların üstünden eksik olmadı, çünkü hep yiğit, yorgunluğa katlanır, disiplinli, birlik ve birleşik kaldılar. Askerler, Avrupa’nın gözleri size çevrilidir. Büyük işler sizi bekliyor, savaşlar verecek, tehlikeleri ve yorgunlukları yeneceksiniz; yurdun kurtuluşu, insanlığın mutluluğu ve kendi şanınız uğrunda şimdiye kadar başarmış olduklarınızdan fazlasını başaracaksınız."

Anılarla dolu bu bildiriden sonra Napoleon gemiye bindi, sanki Homeros’tan ya da Leonides Türküleri'ni altın bir çekmecede saklayan kahramandan bir sahne seyrediliyordu. Bu adam ağır ağır yol almazdı, İtalya’yı daha yeni yere sermişti ki, hemen akabinde de Mısır Seferi'ne çıkıyordu. Bu, gerçek hayatına büyüklük katacak olan romansı ve dehşetli bir dönemdir. Şarlman gibi tarihine bir destan eklemiştir. Yanına aldığı kitaplarda Ossian, Genç Werther'in Acıları, Yeni Heloise ve Ahd-i Atik vardı: çeşitlilik Napoleon’un kafasındaki karışıklığa güzel bir örnektir. Olumlu düşüncelerle romansı duyguları, sistemlerle olmayacak düşleri, ciddi incelemelerle hayal taşkınlıklarını, akıl ve bilgelikle deliliği birbirine katıyordu. Yüzyılın bu birbirini tutmaz ürünlerinden imparatorluğu meydana getirecekti; heybetli bir düştü ama onu doğurmuş olan kargaşalık gecesi gibi geçip gidecekti.

9 Mayıs 1798'de, onun için her şeyin başladığı yer olan Toulon Limanı'na gelen Napoleon, Marine Oteline yerleşti. on gün sonra, Orient adlı Amiral gemisine bindi, 19 Mayıs'ta yelken açtı. İlk defa kan döktüğü, hem de Fransız kanı döktüğü yerden hareket etti: Toulon Katliamları onu Yafa Katliamları'na hazırlamıştı. Yanına şan ve şöhretinin ilk evlatları olan generalleri de almıştı: Berthier, Caffarelli, Kléber, Desaix, Lannes, Murat, Menou. On üç savaş gemisi, on dört firkateyn, dört yüz taşıt gemisi peşinden geliyordu.

İngiliz Koramiral Horatio Nelson, limandan sıyrılıp çıktığını göremedi, bir seferinde Fransız gemileri İngiliz gemilerine altı fersah mesafeye kadar yaklaşmış olmalarına rağmen, Bonaparte denizde Nelson'u yakalayamadı. Sicilya denizinden Napoleon, Appenin dağlarının tepesini gördü ve "İtalya toprağını görmek bana heyecan veriyor; ve ardında işte doğu, oraya gidiyorum." dedi. İda'yı görünce Minos’la ilkçağ bilgeliğine hayranlığını coşarak anlattı. Yolculuk sırasında Bonaparte bilginleri toplamaktan hoşlanıyor ve onların tartışmalarını dinliyordu; genellikle kendisi en mantıksızının ya da en cüretlisinin düşüncesine katılırdı, sanki gök ordusunun teftişiyle mükellefmiş gibi yıldızlarda canlı yaratıklar olup olmadığını, su veya ateşle ne zaman yok olacaklarını soruşturuyordu.

Malta'ya uğradı, bir deniz kayasının kovuğuna çekilmiş olan eski çağlardan kalma şövalyelerin yurdunu fethetti. Sonra İskender’in şehrinin harabelerine ayak bastı ve burayı da fethetti. Pompeius sütununu gün ağarırken gördü. Büyük ve hazin bir isimle ölümsüzleşmiş olan anıtın dibinden ileri atıldı; eskiden ardında zenginlikler içerisinde, şimdi cılız köpekler arasında yerde yatan Kleopatra’nın dikili taşlarının bulunduğu o duvarlardan aştı. Rosette kapısı zorlandı. Fransız kıtaları, iki limanla fenere saldırdılar. Korkunç bir katliam! Albay Boyer ailesine şöyle yazıyordu: "her yandan sürülen Türkler, tanrılarıyla peygamberlerinin ocağına sığındılar, camilerini doldurdular; erkek, kadın, ihtiyar, genç, çoluk, çocuk hepsi kılıçtan geçirildi."

Bonaparte Malta piskoposuna demişti ki: "size tabi papazlara teminat verebilirsiniz, Katolik, Apostolik ve Romen dinine saygı göstermekle kalmayacağız, bu dinin rahiplerini özellikle koruyacağız.” Mısır’a varınca da şöyle demişti: "Mısır halkı, Allah'a, Peygamberine ve Kuran'a Memlüklerden daha çok saygım var. Fransızlar Müslümanların dostudurlar. Evvelce Roma’ya yürümüş ve İslam dinini güdenlere karşı Hristiyanları kızıştıran Papa'nın tahtını devirdik. Biz Fransızlar buradan önce Malta’ya yöneldik ve Müslümanlarla savaşmaya tanrının kendilerini görevlendirdiğini sanan imansız şövalyeleri kovduk... Mısır'a ise özgürlük getirdik ve Mısır, sizi yöneten Memlüklerin kira çiftliği ise Allah ile yaptıkları kira sözleşmesini göstersinler."

Napoleon piramitlere yürüyor, askerlerine haykırıyor: "düşünün ki bu anıtların tepesinden kırk yüzyılın gözleri size çevrilidir." Kahire’ye girdiğinde ise, donanması Abukir'de havaya uçuruluyor. Bu olayla doğu ordusunun Avrupa ile irtibatı kesilmiştir. Konvansiyoncu Julien’in oğlu Drôme’lu Julien, bu felakete tanık olmuş, onu dakikası dakikasına kaydetmiştir:

"Saat yedi, gece karanlığı bastı ve ateş daha da şiddetlendi. Saat dokuzu bir geçe bir gemi havaya uçtu. Saat on, ateş yavaşladı. Ay, geminin havaya uçtuğu yerin sağından doğuyor."

Bonaparte Kahire'de müftüye camileri tamir edeceğini bildiriyor, ününü Arabistan'a, Habeşistan’a yayıyor. Kahire ayaklanıyor, fırtınalı bir günde şehri topa tutuyor. Her şeyi bilen adam müminlere diyor ki: "herbirinizin yüreğindeki en gizli duyguların hesabını sizden sorabilirim çünkü ben her şeyi bilirim, kimseye söylemediğiniz şeyleri dahi bilirim." Mekke şerifi bir mektubunda Bonaparte'ı "Kabe’nin Koruyucusu" diye anıyor; Papa bir mektubunda ona "pek aziz evladım" diye hitap ediyor.

Yaradılışındaki bir sakatlık yüzünden Bonaparte çok kere küçük yanını büyük yanından üstün tutardı. Bir hamlede kazanabileceği bir dava hoşuna gitmezdi. Dünyayı yıkan el, hokkabaz oyunlarından hoşlanırdı; melekelerini harekete geçirince zararlarını telafi edeceğinden emindi, dehası karakterinin zayıf yanlarını onarırdı. Ne diye önceden şövalyelerin varisi diye ortaya çıkmamıştı? İki yüzlü bir oyun oynamak yüzünden, Müslüman halkın gözünde sadece sahte bir Hristiyan ve sahte bir Müslümandı. Dine karşı maksatlı bir şekilde saygısızlık göstermeye hayran olmak, bunun ne kadar iğrenç bir şey olduğunu görmemek, iğrenç bir şekilde yanılmaktır; dev adamın yapmacık rollere tenezzül etmesine üzülmeli. Esir düşen Saint-Louis’ye Müslümanlar Mısır tacını teklif etmişlerdi çünkü Arap tarihçilerine göre, o bütün ömrünce en yaman bir Hristiyan olarak kalmıştı.

1226-1270 yılları arasında Fransa Kralı IX. St. Louis

Napoleon'un devri bittikten sonra bu şehirde Fransızların izlerine hala rastlanıyordu. Fransızların eseri olan palmiyelerle süslü bir park, önceden bunun çevresinde aşçı dükkanları vardı. Ne yazık ki, eski Mısırlılar gibi Fransız askerleri de şölenleri etrafında bir tabut gezdirmişlerdi.

İnsan inanabilirse eğer, işte eşsiz bir sahne! Bonaparte, Keops Piramidi'nin içinde mumyası ortadan kaybolmuş bir Firavunun kabri üzerine oturmuş, müftü ve imamlarla konuşuyor! Bununla beraber, Moniteur Gazetesi'nin anlattıklarını bir düş ürünü diye kaydedelim. Bu, Napoleon'un maddi tarihi değilse bile, zekasının tarihidir ve yine öğrenilmeye değer. Bir mezarın ta dibinden gelen, bütün asırların duyacağı bu sesi dinleyelim:

"Bir ve bölünmez Fransız Cumhuriyeti'nin VI. yılının bu 25 Thermidor günü ki Hicri 1213 yılı Muharrem ayının 28'ine rastlar, Başkomutan, ordu kurmayından birçok subaylar ve milli Institut'nün birçok üyeleri yanında olduğu halde büyük piramide gitti. Keops'a ait olduğu söylenen bu piramidin içinde, kendisine anıtın iç yapısını göstermeye memur birçok müftüyle imam onu bekliyordu. Başkomutanın eriştiği son koridor yayvan kubbelidir, uzunluğu otuz iki, genişliği on altı ve yüksekliği on dokuz feettir. Başkomutan burada içinde bir firavunun mumyası bulunan sekiz feet boyunda ve dört ayak eninde granit bir sandukadan başka bir şey görmedi. Granit kitlesinin üstüne oturdu, Süleyman, İbrahim ve Mehmet adındaki müftü ile imamları da yanlarına oturttu, maiyetinin önünde onlarla şöyle görüştü: 

Bonaparte: "Allah büyüktür ve eserleri eşsizdir. İşte insan elinden çıkmış büyük bir eser! Bu piramidi yaptıranın maksadı neymiş acaba?"

Süleyman: "Mısır’ın güçlü bir hükümdarıymış, adı galiba Keops’muş. Mezarının ayaklar altında çiğnenmesine engel olmak istemiş."

Bonaparte: "Büyük Kiros, cesedi yeniden dört unsura çevrilsin diye kendisini açığa gömdürmüştü: acaba o daha iyi yapmamış mıydı? Ne dersin?"

Süleyman (eğilerek): "Şükür olsun o tanrıya ki bütün şükürler onun içindir!"

Bonaparte: "Allah'a şükür olsun! Tanrıdan başka tanrı yoktur; Muhammet onun peygamberidir, ben de onun dostlarındanım."

İbrahim: "Zafer melekleri yolunun tozunu süpürsünler, kanatlarıyla seni örtsünler! Memlük ölüme müstahak oldu."

Bonaparte: "O kara meleklere, Münker’le Nekir’e teslim edildi."

Süleyman: "O yağma elini Mısır’ın topraklarına, ürünlerine, atlarına uzatmıştı."

Bonaparte: "Frenklerin hazineleri, sanayisi, dostluğu sizlere açılacak, sonra da göklerin yedinci katına çıkarak hep taze, hep bakire kalan kara gözlü hurilerin yanına oturup, dalları gerçek Müslümanlara canlarının her istediğini kendiliğinden sunacak olan Laba ağacının gölgesinde dinleneceksiniz."

Bu çeşit gösterişler piramitlerin ağırbaşlılığında hiçbir değişiklik yapamaz: ebedi bir geceye bürünmüş yirmi yüzyıl hareketsiz, ışıksız, gürültüsüzdür orada." 

-Moniteur, 27 Kasım 1798

Yüzyıllar görmüş bu kabirde Keops’un yerini almakla Napoleon buranın ululuğunu artırmış olurdu ama o ölüm koridoruna hiçbir zaman girmemişti.

Bonaparte’ın bildirilerine, günlük emirlerine, nutuklarına bakılacak olursa, kendisini İskender gibi tanrının bir elçisi diye göstermeye çalışmış olduğu gün gibi meydandadır. İskender’in, herhalde filozofun övmelerinin cezası olarak kendisine sonradan o kadar kötü muamele etmiş olduğu Kallisthenes, II. Filip'in oğlunun Zeus’un oğlu olduğunu ispata zorlandı. Strabon'un zikrettiği Kallisthenes'e ait bir yazı parçasında da bunu yaptığı görülür. Etienne Pasquier'nin İskender’in sohbeti adlı yazısı, büyük fatih İskender’le büyük alaycı François Rabelais arasında geçen bir ölüler diyaloğudur. İskender, Rabelais’ye der ki: "şu aşağıda gördüğün ülkeleri gözden geçir, bir tane yüce kişi bulamazsın ki düşüncelerine değer kazandırmak için tanrılara yakınlığı bulunduğunu imaya çalışmış olmasın." Rabelais cevap verir: "İskender, sana doğrusunu söyleyeyim mi, küçük özelliklerin için, hatta şaraba düşkünlüğün için seni azarladığım olmamıştır. Ama büyüklüğünün ne hayrını görüyorsun şimdi? Sanki o yüzden benden daha başka türlü müsün? Pişmanlığın sana çok üzüntü veriyordur, o kadar ki cisminle birlikte belleğini de kaybetmiş olsaydın hakkında daha hayırlı olurdu.”

Bununla beraber Bonaparte, İskender’le meşgul olurken, hem kendisi, hem bulunduğu devir, hem de din üzerinde yanılıyordu; bugün kimse kendini tanrı diye kabul ettiremez. Napoleon’un Doğu’da başardığı işlere gelince, henüz daha Avrupa’yı fethetmemişti; ona Ateşten Sultan adını vermiş olmalarına rağmen, başarıları henüz daha islam alemini önünde dize getirecek bir raddeyi bulmuş değildi. Montaigne der ki: "İskender, otuz üç yaşında, zaferden zafere koşarak dünyanın oturulabilir kısımlarının hepsi üzerinden geçmiş, ve bir yarım ömür içinde, insan gücünün erişebileceği son raddeye varmıştı. Başka bir hükümdarın yaptıklarını yazmış olan tarihçilerden daha çok sayıda krallar ve prensler onun yaptığı işleri yazmıştır.”

Bonaparte, Kahire'den Süveyş’e gitti. Musa’nın açtığı, firavunun üzerine kapanmış olan denizi gördü. I. Senusret'in başladığı, Perslerin genişlettikleri, II. Batlamyus’un devam ettiği, sonra Kızıldeniz ticaretini Akdeniz'e eriştirmek için Sudanlıların yeniden giriştikleri bir kanalın izlerini gördü. Nil’in bir kolunu Kızıldeniz’e ulaştırmayı tasarladı. Bu denizin bir ucunda hayali yeni bir Ophir’in (Süleyman peygamberin altınlar getirdiği şehir) yerini çizdi, kokular, baharatlar, ipekli kumaşlar, muskat, çin, seylan, sumatra, filipinler ve hindistan'ın bütün değerli malları için burada her yıl bir pazar kurulacaktı. Sina Dağı'ndan Mutekifler indiler ve defterlerine Selahaddin Eyyubi’nin adının yanına Napoleon'un adının yazılması için izin istediler.

Kahire’ye dönünce Bonaparte, Cumhuriyetin kuruluşunun bayramını kutlayarak askerlerine şu hitapta bulundu: 

“beş yıl oluyor, Fransız ulusunun bağımsızlığı tehlikeye düşmüştü ama siz Toulon’u aldınız; bu, düşmanlarınızın kahredilmesi için ilk işaret oldu. Bir yıl sonra, Avusturyalıları Dego’da yendiniz; ertesi yıl, Alplerin tepesindeydiniz; iki yıl önce Mantova’ya karşı savaşıyor ve ünlü Giorgio zaferini kazanıyordunuz; geçen yıl, Almanya dönüşü, Drava ile, Isonzo Nehri'nin kaynağındaydınız. Bugün eski kıtanın merkezinde, nil kıyılarında olacağınız o zaman kimin aklına gelirdi?"

Fakat Bonaparte, uğraştığı işler ve tasarladığı projeler arasında, gerçekten ne yapmak istediğini iyice tayin etmiş bulunuyor muydu? Mısır’da kalmak istermiş gibi görünürken hayal onu hakikatin gafleti içinde yaşatıyor değildi, kardeşi Joseph’e şöyle yazıyordu: "iki aya kadar Fransa’da olacağımı talimin ediyorum. Oraya varışımda Paris’te veya Burgondiya’da bir kır evine ihtiyacım olacak, bana böyle bir yer bul; kışı orada geçirmek niyetindeyim." Bonaparte, dönüşüne engel olabilecek şeyleri hesaba katmıyordu; kaderini ve ikbalini meydana getiren arzularıydı. Bu mektup amiralliğin eline düşünce, İngilizler, Napoleon’un, ordusunu mahvetmekten başka bir görev ve amacı olmadığını ileri sürmeye cüret ettiler. Napoleon mektuplarından birinde de karısının hoppalığından şikayet eder.

Fransızlar, Mısır’da büyük bir azap içinde yaşadıklarından davranışlarındaki kahramanlığın değeri o nispette büyük olmuştur. Bir çavuş dostlarından birine şöyle yazıyordu: "Ledoux’ya söyle sakın bu uğursuz memlekete geleyim demesin."

Avrieury: "ülkenin içlerinden gelenlerin hepsi İskenderiye'nin en güzel şehir olduğunu söylerler; geri yanı ne halde olmalı, varın kıyas edin. Tek katlı çarpık çurpuk bir ev yığınını gözünüzün önüne getirin; düz damlar, küçük tahta bir kapı, tahtadan bir sürgü; pencere namına ardından birini görmenin imkansız olduğu sık kafesler, yalnız Frenk mahallesiyle zenginler tarafı müstesna. Çokluğu teşkil eden fakir ahali, yarı oyluklarına kadar uzanan ve iş görürken hemen daima sıvadıkları mavi bir gömlekle yırtık pırtık bir kuşak ve sarık bir yana bırakılacak olursa çırılçıplaktır. Bu güzel memleketten artık gına geldi. Buradan uzaklaşamadığım için kuduruyorum. Lanet olsun bu Mısır’a! Her taraf kum! Ah dostum bütün o servet peşinde koşanların ya da bütün o hırsızların burunları yere sürtüldü; çıktıkları memlekete dönmeye can atıyorlar; atmaz olurlar mı?"

Yüzbaşı Rozis de şöyle diyor: "sayımız hayli azaldı, üstelik orduda genel bir hoşnutsuzluk var; zorbalık hiçbir zaman bugünkü haddini bulmamıştı; Başkomutanın önünde 'işte eserin!' diyerek canlarına kıyan askerler bile oldu."

Bugün hemen hemen meçhul olan bu isimler listesini Jean-Lambert Tallien adı sona erdirecek: 

"Tallien’den Madam Tallien'e,

Sana gelince, yavrucuğum, bildiğin gibi ben buraya kendi isteğimle gelmedim; durumum günden güne daha tatsızlaşıyor çünkü memleketimden, yakınlık duyduğum her şeyden uzak düştüm, onlara ne zaman kavuşacağımı da bilemiyorum. Sana açıkça itiraf ediyorum, senin ve kızımın yanında, bütün hırslardan ve bütün entrikalardan uzak, bir köşeye çekilmiş olmayı bin kere tercih ederdim, hem inan ki, memleketimin toprağına yeniden ayak basmak nasip olursa bir daha asla oradan ayrılmayacağım. Burada bulunan kırk bin Fransız içinde başka türlü düşünen dört kişi çıkmaz. Burada geçirdiğimiz hayattan daha kasvetli bir şey tasavvur olunamaz! Her şeyden mahrumuz. Beş gündür gözümü kırpmadım; yerde taşlar üstünde yatıyorum; sinekler, tahtakuruları, karıncalar, sivrisinekler, bütün böcekler bizi yiyorlar, sevimli kulübemizde olmadığıma günde seksen kere yanıyorum. Ne olursun, karıcığım, bu evi elden çıkarma. kendine iyi bak theresia’cığım, gözyaşları kağıdımı ıslatıyor. Seni her zamanki gibi sevimli, sadık bulmak, sevgili kızımı bağrıma basma umudu, iyiliğinin, sevgimizin anısı bu bahtsızın biricik tesellisidir."

Bütün bunlarda sadakatin bir rolü yoktu. Hepbir ağızdan yükselen bu şikayetler müthiş bir hayal kırıklığına uğramış olan adamlarda pek tabii görülebilecek bir aşırılıktır. Fransızlar daima doğu hayali kurmuşlardır; şövalyelik çağı onlara bu doğu'nun yolunu çizmişti. Onları İsa'nın mezarını kurtarmaya sevkeden inançtan yoksunlardı ama Haçlı Seferlerini yapmış olanlar gibi yiğittiler, Godfrey de Bouillon'un etrafında vakanüvislerle saz şairlerinin yaratmış oldukları zengin ülkelere ve güzelliklere inanıyorlardı. İtalya'da galip gelmiş askerler, zaptedilecek zengin bir memleket, soyulacak kervanlar, talan edilecek atlar, silahlar ve saraylar kurmuşlardı. Romancılar Antakya prensesini görür gibi olmuşlardı, bilginler, şairlerin coşkunluğuna kendi düşlerini katıyorlardı. Başlangıçta hatta Antenor'un seyahatine bile su götürmez bir gerçek diye inanılıyordu. Esrarlı Mısır’a girecekler, yeraltı mezarlarına inecekler, piramitleri araştıracaklar, kimsenin bilmediği el yazmaları bulacaklar, hiyeroglifler okuyacaklar ve Thermosiris'i uykusundan uyandıracaklardı. Bütün bunların yerine, Institut azaları kupkuru piramitlerden, askerler çıplak fellahlardan, kurumuş çamur kulübelerden başka bir şeye rastlamadan veba ile bedevilerle ve Memlüklerle yüz yüze gelince hayal kırıklığı pek büyük oldu. Ama haksız yere çektikleri sıkıntılar en sonundaki neticeyi gözlerinden gizledi. Fransızlar Mısır’da uygarlık tohumlan ektiler, sonradan Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunları yetiştirdi; Bonaparte’ın ünü büsbütün arttı; islamın karanlıklarına bir güneş ışını sızdı ve barbarlığın kalesinde bir gedik açıldı.

Suriye paşalarının düşmanlığını önlemek ve birkaç Memlükü izlemek için Bonaparte, Abukir Muharebesi'nin kendisine açmış olduğu bu ülkeye 22 Şubat'ta girdi. Napoleon, etrafındakileri aldatıyordu; izlediği şey yükselmek için beslediği hayallerden biriydi. I. İzzettin Keykavus’tan daha talihli çıkarak, güney rüzgarına rastlamadan çölü aştı; mezarlıklar yanında ordugah kurdu; El-Ariş’i tırmandı ve Gaza Muharebesi'ni kazandı: "ayın 6’sında Afrika ile Asya’nın sıfırına dikilmiş olan sütunların yanındaydık; gece Asya’da yattık." Bu heybetli adam yeryüzünü fethe çıkmıştı; fethedilemez iklimlere özgü bir fatihti o.

Yafa zaptedildi. Hücumun ardından, Bonaparte’ın bin iki yüz kişi tahmin ettiği ve başkalarının miktarını iki üç bine çıkardıkları garnizonun bir kısmı teslim oldu ve canları bağışlandı: iki gün sonra Bonaparte, hepsinin kılıçtan geçirilmesini emretti.

Walter Scott'la Sir Robert Wilson bu katliamları anlatmışlardır; Bonaparte, Saint-Hélène’de bunları Lord Ebrington’la doktor O’Meara’ya itiraftan kaçınmamıştır. Ama bunun ayıbını içinde bulunduğu durumun kötülüğüne yüklüyordu. Esirleri besleyemezmiş, yanlarına silahlı kuvvetler katarak Mısır’a yollayamazmış. Şerefleri üzerine söz verdirerek kendilerini serbest mi bırakabilirdi? "Bu şeref konusuna ve Avrupa adetlerine akılları bile ermezdi onların. Wellington Dükü benim yerimde olsaydı tıpkı benim gibi yapardı." diyordu.

Mösyö Thiers der ki: "Napoleon, hayatının tek zalimce hareketi olan korkunç bir tedbir almaya karar verdi: elinde kalan esirleri kılıçtan geçirtti; ordu, kendisine emredilen katliam emrine itaat ederek ama adeta dehşetle irkilerek yerine getirdi."

Toulon Katliamı'ndan, Napoleon’un insanların hayatını hiçe saydığı bunca savaşlardan sonra buna hayatının tek zalimce hareketi demek aşırı bir iddia olur. Fransız askerlerinin, komutanlarının zalimliğine karşı dehşetle irkilerek itirazda bulunmuş olmaları ise Fransa’nın şanını kurtarır.

Ama Yafa Katliamı Fransız ordusunu kurtarmış mıydı? Bonaparte, bir avuç Fransızın Şam paşasının kuvvetlerini nasıl alt ettiğini görmemiş miydi? Abukir'de beş on süvariyle 13.000 Osmanlı'yı yok etmemiş miydi? Daha sonraları Kleber, Sadrazamla ardından gelen sayısız Müslümanı ortadan kaldırmamış mıydı? Bir haktan bahsediliyorsa Fransızların Mısır’ı istila etmeye ne hakları vardı? Sadece savunma haklarını kullanan adamları niçin katlediyorlardı? Bonaparte, üstelik savaş kurallarını da ileri süremezdi, çünkü Yafa Garnizonu esirleri silahlarını bırakmışlardı ve boyun eğmeleri kabul edilmişti. Fatihin mazur göstermeye gayret ettiği olay canını sıkıyordu; bu olaydan hiç söz edilmemiş ya da resmi haberlerle Bonaparte’a tabi adamların anlattıklarında üstü kapalı kaydedilmiştir. Doktor Larrey der ki: "bir kaleye hücumun yol açtığı korkunç sonuçlardan söz edecek değilim; Yafa Kalesi'nin düşmesindeki acıklı hale şahit oldum." Bourienne haykırır: "o korkunç manzara, ne zaman hatırlasam, o gördüğüm günkü gibi beni titretir, bunu anlatmak zorunda kalmaktansa keşke unutabilseydim. Kanlı bir günün akla gelebilecek bütün korkunçlukları bile gerçeklerin derecesine erişemez." Bonaparte, Direktuvar'a, Yafa’nın talana ve savaşın bütün korkunç sonuçlarına uğradığını, savaşın hiçbir zaman kendisine bu kadar iğrenç görünmüş olmadığını yazıyordu. Bu korkunç sonuçları kendisi emretmiş değil miydi?

Mısır’da Napoleon’un yanında bulunmuş olan general Berthier, Almanya’da Ens genel karargahında bulunurken, 5 Mayıs 1809’da, Avusturya ordusu başkomutanına, Chastel’in komuta ettiği Tirol’de sözde kurşuna dizilmiş olan askerler hakkında şiddetli bir nota gönderdi: "Kenndisi (Chasteller) 700 Fransız esiriyle 1800-1900 Bavyeralının infazına izin verdi; uluslar tarihinde eşi olmayan bu cinayet korkunç bir cezayı hak etmişti ama dua edin ki haşmetli İmparator esirlere kendi şan ve şerefine emanet edilmiş insanlar gözüyle bakar."

Louis-Alexandre Berthier

Bonaparte bu noktada Yafa esirlerinin idamı hakkında ne söylemek mümkünse hepsini söylemiştir. Bu türlü çelişkiler onun umurunda mıydı? Gerçeği biliyor ve onunla eğleniyordu; onu da tıpkı yalanı kullandığı gibi kullanıyordu. sadece sonuca değer veriyordu, araca aldırış ettiği yoktu; esirlerin sayısı onu düşündürmüştü ve sonucunda onları öldürdü.

Her zaman iki Bonaparte vardı; biri büyük, biri küçük. Napoleon’un hayatında ne zaman güvenlik içinde bulunduğunuzu sanarsanız sanın ancak bir de bakarsınız ki berbat etmiş o hayatı.

André François Miot de Mélito, Hatıralar eserinin ilk basımında (1804), bu katliamlar konusunu hiç açmaz ancak 1814 basımında bunlardan söz eder. Bu basımın nüshaları kısmen ortadan kaybolmuştur. Bu kadar acıklı bir gerçek üzerinde durmak için o olayı gözüyle görmüş bir tanığa ihtiyaç vardır. Bir şeyin olduğunu kabataslak bilmek başkadır, ayrıntılarını öğrenmek başka; bir hareketin ahlaki yanı ancak bu hareketin ayrıntılarında kendini belli eder. 

Miot’ya göre olay şöyledir: "20 Ventose (10 Mart) günü, öğleden sonra, Yafa’da alınan esirler General Bonaparte'ın kıtaları tarafından teşkil edilen ve geniş bir dörtköşe düzeninde yürüyen taburun ortasına sevkedilmişti. Bunlara nasıl bir sonuç hazırlandığı hakkında alttan alta dolaşan bir söylenti bana ve daha birçok kimselere ata binerek bu sessiz kurbanlar sürüsünü izlemek kararını verdirdi, bakalım dedikleri doğru mu, diyordum. Karmakarışık bir halde yürüyen Türkler önceden sonuçlarını tahmin ediyorlardı; gözyaşı dökmüyorlar, bağırmıyorlardı: mütevekkillerdi. Yaralı olan bazıları, hızlı gidemedikleri için yolda süngüyle öldürüldüler. Bazıları da ötekinin berikinin yanına koşuyorlar, sanki bu kadar açık ve yakın bir tehlikeye karşı kurtarıcı tavsiyelerde bulunuyorlardı. İçlerinde en cüretli olanlar belki çevrelerini saran taburu delip geçmenin imkansız olmadığını düşünüyorlardı; belki de geçtikleri kırlara dağılsalar bir kısmının ölümden kurtulabileceğini umuyorlardı. Bu bakımdan ise bütün tedbirler alınmıştı. Türkler kaçmak için hiçbir teşebbüste bulunmadılar.

Nihayet Yafa’nın güney batısındaki kum tepelerine varınca, onları sarımtrak bir su birikintisinin yanında durdurdular. O zaman kıtaya kumanda eden subay esirler yığınını küçük küçük kısımlara ayırttı ve ayrı ayrı birkaç noktaya götürülen bu kafileler oralarda kurşuna dizildiler. Bu uğursuz kurban törenine ayrılmış olan askerin çokluğuna rağmen bu korkunç iş epey uzun sürdü. Şunu söylemeliyim ki; askerler, muzaffer kollarından istenen o iğrenç görevi pek büyük bir tiksinti ile yerine getiriyorlardı. Su birikintisinin yanındaki bir esirler kümesi arasında asil ve emin bakışlı birkaç ihtiyar liderle maneviyatı fena halde sarsılmış bir delikanlı vardı. Yaşı pek genç olduğu için kendisini masum sanıyor olmalıydı. Bu duygu, onu etrafındakilerin kendisini ayıplamasına yol açan bir harekete şevketti. Fransız askerlerinin komutanının bindiği atın ayaklarına kendini attı; bu subayın dizini öperek hayatının bağışlanmasını yalvardı. 'Ne günahım var benim, ne kusur ettim?' diye haykırıyordu. Döktüğü yaşlar, yürek parçalayan haykırışları boşa gitti; sonucunu belirten hükmü değiştiremedi. Bu delikanlının dışında bütün öteki Türkler sözünü ettiğim o durgun suda sessizce abdestlerini aldılar, Müslümanların selamlaştıkları şekilde ellerini yüreklerine ve dudaklarına götürdükten sonra birbirlerinin ellerini tutup ebedi olarak vedalaşıyorlardı. Mert yürekleri ölüme meydan okur gibiydi; sükunetlerinde, dinlerinin ve daha iyi bir geleceğe kavuşmak umudunun son dakikalarında kendilerine telkin ettiği güven göze çarpıyordu. Sanki, 'bu ölümlü dünyayı bırakarak Muhammed’in yanında devamlı bir mutluluğa ermeye gidiyorum,' der gibiydiler. Böylece Kuran’ın ölümlerinden sonra kendilerine vadettiği rahat ve refah, yenilmiş fakat felaketi içinde gururunu yitirmemiş müslümanı teselli ediyordu.

Hal ve tarzından büyük bir önder olduğu anlaşılan saygıdeğer bir ihtiyarın diri diri gömülmesine yetecek derinlikte bir çukur kazdırdığını gördüm: herhalde kendi adamlarının eliyle ölmek istiyordu. Bu koruyucu ve acıklı mezara girip uzandı, arkadaşları tanrıya dualar ederek, üstünü kumla örttüler ve büyük ihtimalle acısını bir an önce dindirmek için ona kefen hizmetini gören toprağı çiğnediler.

Yüreğimi çarptıran ve layığı ile tasvir edemediğim bu manzara, kum tepeleri arasına dağıtılmış kafilelerin öldürülmesi esnasında görülmüştü. Bütün esirlerden artık yalnız su birikintisinin yanında bırakılanlar kalmıştı. Askerlerimizin cephanesi tükenmişti: kalanları süngü ve kılıçla öldürmek gerekti. Bu korkunç manzaraya tahammül edemedim; sapsarı kesilerek bayılacak gibi bir halde oradan kaçtım. O akşam bazı subaylar anlattılar, bu bahtsızlar, hatta kurtulma umudu kalmadığı zamanlarda bile tabiatın bizi ölümden sakındıran o karşı durulmaz telkinine kapılarak, birbiri üzerinden geçip ileri atılıyor, kalbe nişanlanan ve hazin hayatlarına derhal son verecek olan kurşunları kollarına bacaklarına yiyorlarmış. Üzerlerinden kanlar sızan ölülerle can çekişenlerden, söylemesi ayıp, bir piramit meydana gelmiş. Bu müthiş, korkunç siperin altından hiç yaralanmamış olanları çıkarıp öldürmek için ölmüşleri kaldırıp bir kenara koymak gerekiyormuş. Bu tablo doğru ve sadıktır, hatırası, bütün dehşetini ifade edemeyen elimi titretiyor."

Napoleon’un hayatı, böyle olaylarla karşılaşınca ona karşı neden soğukluk duyulduğunu belli eder.

İnsanlık haklarına yapılan saldırıları tanrı cezalandırır derler. O sefer de Vebayı musallat etmişti. Salgın, önce büyük zararlar vermedi. Yafa vebalıları sahnesini Fransızların bu şehirden ilk geçişlerine rastlatan tarihçilerin hatasını Bourienne düzeltir; bu salgın ordunun dönüşü sırasında olmuştur. Fransız ordusuna mensup birçok kimseler bu sahnenin bir masaldan ibaret olduğunu daha önceden de temin etmişlerdi, Bourienne de bu bilgiyi doğrular. Napoleon’un katibi: 

"Vebalıların yatakları, ilk salona girince sağdaydı. Generalin yanında yürüyordum; bir vebalıya dokunduğunu görmedim. Elinde tuttuğu kırbaçla çizmesinin sarı kenarına hafiften vurarak salonlardan çabucak geçti. Geniş adımlarla yürürken hep tekrarlıyordu: gelecekteki düşmanlardan korumak için Mısır’a dönmeliyim."

Başkomutan Bonaparte'ın 29 Mayıs tarihli resmi raporunda vebalılardan, hastaneyi ziyaretten ve vebalılara el sürmekten tek kelimeyle bahsedilmemiştir.

Şu halde, Antoine-Jean Gros’nun yukarıdaki güzide tablosu ne oluyor? Sadece bir sanat şaheseri olarak kalıyor.

Ressamlardan daha az iltifat gören Saint-Louis daha kahramanca davranmıştır: "Halim selim iyi kalpli kral, bu hali görünce yüreği parçalandı. Hemen bütün öteki işleri bıraktırarak kırda mezarlar kazdırdı ve Papa'nın temsilcisi aracılığıyla oraya bir mezarlık vakfettirdi. Kral Louis ölülerin gömülmesine kendi elleriyle yardım etti. Ölülere el değdirmeye kimse yanaşmak istemiyordu. Ölülerin gömülmesinin devam ettiği beş gün, kral her sabah ibadetten sonra oraya geliyor ve maiyetine: 'haydi İsa yolunda çile çekmiş olan kurbanları gömelim, bu işten usanmayın çünkü onlar bizden daha çok acı çektiler.' diyordu. Orada, tören kılıklarıyla Sur Başpiskoposu, Dimyat Piskoposu ve ölülerin duasını eden papazları hazır bulunuyorlardı. Fakat bunlar koku yüzünden burunlarını tıkıyorlardı ama iyi kalpli Louis’nin burnunu tıkadığını gören olmadı. O işini o kadar azimle ve sofuca görüyordu."

Bonaparte, Akka’yı kuşattı. İsa’nın yüzbaşısının oğlunu iyileştirmesine sahne olan Hanna’da, Mesih’in sakin çocukluğunu gizlemiş olan Nasıra’da, Transfiguration'u görmüş olan ve Petrus’un "efendimiz, bu dağda rahatımız yerinde; burada üç çadır kuralım" dediği Sina Dağı'nda kan dökülüyor. Eski adı Tyr olan Sur’u, Kayseriye’yi, Nil çağlayanlarını, Pelusiacum ağızlarını, İskenderiye’yi ve Kolsun’la Arsinoe harabelerinin bulunduğu Kızıldeniz kıyılarını işgal eden bütün kıtalara gönderilen günlük emir Sina dağında çıkarılmıştı. Bir araya getirmekten hoşlandığı bu isimlere Bonaparte bayılıyordu.

Bu mucizeler diyarında, Napoleon'un generalleri Kleber’le Murat, Tancrede ile Renaud'nun savaş alanındaki başarılarını tazelediler; Suriye halkını dağıttılar, Şam paşasının ordugahını ele geçirdiler, Ürdün’e, Galilei denizine bir göz attılar ve eski adı Bethulia olan Skafet’i ele geçirdiler. Bonaparte, bu bölge ahalisinin, kendisine Livre de Judith’in Holofernes’i öldürdüğü yeri gösterdiklerini kaydetmiştir.

Akka’yı kasap lakabıyla anılan Cezzar Ahmed Paşa savunuyordu. Bonaparte 9 Mart 1799’da ona Yafa’dan bir mektup yazdı: "Mısır’a girişimden beri maksadımın sizinle savaşmak olmadığını, tek amacımın Memlükleri kovmaktan ibaret bulunduğunu size birkaç kere bildirdim. Bu yakınlarda Akka üzerine yürüyeceğim. Ama tanımadığım bir ihtiyarın ömründen birkaç yılı eksiltmeme ne sebep var? Fethettiğim ülkeler yanında bir iki fersahlık yerin lafı mı olur?"

Cezzar bu okşamalara kapılmadı: yaşlı kaplan, genç meslektaşının tırnaklarından sakınıyordu. Çevresi kendi eliyle sakatladığı uşaklarla çevriliydi. General Sebastiani anlatır: "Kendisinden söz ederken: Cezzar’ın zalim bir Bosnalı olduğunu, hiçbir değeri bulunmadığını söylerler, diyordu. Ama ne de olsa benim kimseye ihtiyacım yok, halbuki herkes bana başvurur. Ben fakir doğmuşum; babam bana cesaretinden başka miras bırakmamış. Çalışa çalışa yükseldim ama bununla böbürlenmiyorum çünkü her şeyin sonu vardır, belki bugün, belki yarın Cezzar da yok olacak, düşmanlarının dedikleri gibi ihtiyar olduğundan değil, Allah böyle emretmiş de ondan. Fransa Kralı güçlüydü ama öldü; unutma, Nebukadnezar'ı öldüren de ufacık bir sinekti."

Altmış bir günlük siper savaşından sonra Napoleon, Akka Kuşatması'nı kaldırmak zorunda kaldı. Fransız askerleri, toprak siperlerinden çıkarak düşmanın attığı gülleleri topluyorlar, toplarla bu gülleleri tekrar düşmana gönderiyorlardı. Hem şehre, hem de İngilizlerin demir atmış gemilerine karşı kendilerini savunmak zorunda kalan Fransız ordusu dokuz defa hücuma kalktı ve beş seferinde kale üstüne kadar çıktılar. Haçlılar zamanında Akka’da, Rigord’un söylediğine bakılırsa lanetli denilen bir kule varmış. Bir ihtimal Bonaparte’ın hücumunu boşa çıkaran büyük kule o kulenin yerinde yapılmıştır. Fransız askerleri sokaklara atladılar, burada geceleyin göğüs göğüse çarpışıldı. General Lannes başından yaralandı, Colbert oyluğundan; ölüler arasında Boyer, Venoux ve Yafa esirlerinin öldürülmesi emrini yerine getiren Beneral Bon vardı. Kléber bu kuşatma hakkında diyordu ki: "Türkler, kendilerini Hristiyanlar gibi savunuyor, Fransızlar da Türkler gibi hücum ediyorlar." Bu, Napoleon’u sevmeyen bir askerin tenkidi ve her iki tarafa da övgüsüdür. Bonaparte, Cezzar’ın sarayını yerle bir ettiğini ve taş üstünde taş bırakmayacak şekilde şehri topa tuttuğunu, Cezzar’ın adamlarıyla birlikte sahil istihkamlarından birine çekildiğini, ağır yaralı olduğunu ve Napoleon’un emrindeki fırkateynlerin askerle dolu otuz Suriye gemisini zapt ettiklerini ilan ederek geri çekildi.

General Jean-Baptiste Kleber

Sir Sidney Smith ve royalistler arasında Fransa’dan kaçmış olan topçu subayı Phélippeaux, Cezzar’a yardım ediyorlardı: biri Temple’da hapsedilmişti, öteki Napoleon’un okul arkadaşıydı.

Sir Sidney Smith

Eskiden, II. Philippe-Auguste zamanında, Avrupa şövalyelerinin en seçkinleri Akka Kalesi önünde can vermişlerdi. Guillaume Le Breton on ikinci yüzyılda yazdığı Latince bir manzumesinde şöyle der: "koca krallıkta ölümüne ağlayacak bir kimsesi olmayan birine rastlamak güçtü, Ascaron şehrinde (Akko yanındaki Askalon) can verdikleri zaman, kahramanlarımızı ölümün koynuna atan felaket o kadar büyük olmuştu."

Akka’da bir sürü başka masalla beslenmiş olan Napoleon’un yukarıdaki gibi birçok eski destanı kötülemeye kalkışması uygun düşmezdi. Hayatının son günlerinde, bizim görmediğimiz bir gök altında, Suriye’de tasarlamış olduğu şeyleri ifşa etmekten haz duymuştu, eğer bu tasavvurları hadiselere göre sonradan icat etmiş ve gerçek bir maziden faydalanarak inanılmasını istediği efsanevi istikbali bina etmiş değilse, Sainte-Hélène söylemlerine göre: Ptolemais’i ele geçirdikten sonra Napoleon, doğu’da bir imparatorluk kuruyor, Fransa kendi haline terk ediliyordu. Bonaparte Şam’a, Halep’e, Fırat’a koşacaktı. Suriye'nin, hatta Ermenistan’ın Hristiyanları onu takviye edeceklerdi. Kavimler temelinden sarsılacaktı. Memlüklerin kalıntıları, Mısır çölü Arapları, Lübnan Dürzileri, Aleviler, Suriye’deki esas orduya katılabilecekler ve sarsıntı bütün Arabistan’a yayılacaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun Arapça konuşan eyaletleri büyük değişikliklere adaydı ve başarılara erişmek için bir adam bekliyordu; yüz bin yardımcı er ve Mısır’dan azar azar getirteceği yirmi beş bin Fransızdan kurulu bir ihtiyat kuvvetiyle yaz ortasında Fırat Nehri'nde bulunabilirdi. İstanbul’a ve Hindistan’a varacak, dünyanın görünüşünü değiştirecekti.

Akka'dan çekilmeden önce, Fransız ordusu Sur’a uğramıştı: Süleyman’ın gemileriyle İskender'in Falanks’larından eser bulunmayan Sur’da artık Eşiya’nın ebedi ıssızlığından başka bir şey yoktu. Öyle bir ıssızlık ki, ağızları açılmayan köpekler bile havlamaya yanaşmazlar.

Akka Kuşatması 20 Mayıs 1799’da kaldırıldı. 27 Mayıs'ta Yafa’ya varan Napoleon çekilişine devam etmek zorunda kaldı. Taşınamayan otuz kırk vebalı (Napoleon bunların sayısını yediye indirir) vardı; Türkler tarafından işkenceye uğratılmalarından korkarak bunları orada bırakmak da istemediğinden, Desgenettes’e hastalara fazla miktarda afyon yutturmasını teklif etti: Desgenettes kendisine pek ünlü olan cevabı verdi: "Mesleğim insanları iyileştirmeye çalışır, öldürmeye değil." Mösyö Thiers der ki: "hastalara afyon verilmedi ama bundan bahsedilmiş olması artık niteliği meydana çıkmış adi bir iftiranın yayılmasına fırsat verdi."

Bu bir iftira mıdır? Niteliği meydana çıkmış mıdır? Bu, o ünlü tarihçi kadar kesinlikle ileri sürülemez; o aşağı yukarı şöyle muhakeme ediyor: Bonaparte vebalıları zehirlememiştir çünkü zehirlemeyi teklif etmişti.

Normandiyalı fakir bir kişizade ailesinden olan Desgenettes’in adı Suriye Arapları arasında hala saygı ile anılır, Wilson da adının altın harflerle yazılmasının gerektiğini söyler.

Desgenettes Baronu Doktor René-Nicholas Dufriche

Bourienne inkar edenlere karşı zehirleme vakasının doğruluğunu savunmak için tam on sayfa yazmıştır: "zehrin verildiğini gözümle gördüm diyemem, yalan söylemiş olurum," der ve "ama görüşmelerden sonra bu karara varıldığını, emrin verildiğini ve vebalıların ölmüş olduğunu biliyorum." Nasıl olur! Yafa’dan hareket edilişinin hemen ertesi günü bütün genel karargahın olmuş bir vaka diye üzerinde konuştuğu, korkunç bir felaket gibi bahsini ettiği şey, bir kahramanın şöhretine zarar vermek için ortaya atılmış iğrenç bir iftira mı oluyor?

Napoleon, kusurlarının birinden hiçbir zaman kurtulamamıştır; şefkatli bir baba gibi, evlatları içinde talihin en çok haksızlığına uğrayanı sever. Fransız ordusu hayran tarihçiler kadar hoşgörülü olmamıştır; yalnız bir avuç hasta değil, yüzlerce insan için zehir tedbirine başvurulmuş olduğuna ordu inanıyordu. Robert Wilson, İngilizlerin Mısır Seferi tarihinde büyük suçlamayı ilk ortaya atan olmuştur; Suriye’de ıngilizlerin eline esir düşen Fransız subaylarının bunu doğrulamış olduklarını ileri sürer. Bonaparte, Wilson’u yalanladı, o da sadece gerçeği söylemiş olduğu cevabını verdi. Wilson, Moskova çekilişi sırasında Rus ordusunda İngiliz temsilcisi olarak bulunan aynı generaldi, kendisi sonradan Mösyö de Lavalette’in kaçmasına yardım etmek mutluluğuna da erişti. 1823 İspanya savaşı sırasında meşru kralcılık aleyhinde bir alay asker topladı, Bilbao'yu savundu ve limanda demirlemek zorunda kalan kaynı Mösyö Desbassys’i Mösyö de Villèle’e gönderdi. o yüzden Robert Wilson’un anlattıkları, türlü bakımlardan, hayli ağır basar. O devre ait takrirlerin çoğu zehirleme olayı üzerinde hep aynı şeyi söylerler. Mösyö de Las Cases, zehirleme söylentisine ordunun inanmış olduğunu kabul eder. Esareti sırasında daha samimileşmiş olan Napoleon, M. de Wamen’le doktor O’Meara’ya, vebalıların yerinde olsaydı kendisinin de acılarını dindirmek için afyonu seve seve yutacağını ve kendi oğlu o durumda bulunsaydı zehri ona da verdireceğini söylemiştir. Walter Scott, bu konuda neler söylenmişse hepsini nakleder; ama ölüme mahkum olan hastalar sayısının pek büyük olduğu söylentisini reddeder, zehirlemenin çok sayıda insan üzerinde başarıyla yapılamayacağını ileri sürer; Sir Sidney’nin Napoleon’un zikrettiği yedi hastaya Yafa Hastanesinde rastlamış olduğunu ekler. Walter Scott tam anlamıyla tarafsızdır; hatırasına yükletilemeyecek olan haksız tenkitlere karşı İskender’i nasıl savundu ise Napoleon’u da öyle savundu.

Suriye güneşi altındaki çekiliş, Fransız askerlerinin kış kıyamette Moskova’dan dönüşlerindeki felaketleri ile benzetilir. Miot anlatır: "hala deniz kıyısında, kulübeler içinde, götürülmelerini bekleyen birtakım biçareler vardı. Bunların arasında bir asker vebaya yakalanmıştı, can çekişme sırasında bazen beliren bir hezeyan nöbeti içinde, ordunun trampet çalarak geçtiğini görünce, herhalde bırakılacağını tahmin etmiş olacaktı; Arapların eline düşerse başına ne felaketler gelebileceğini hesaplıyordu. Pek büyük bir telaş içinde askerin peşine katılmayı aklına getiren bu korku olsa gerekti; başının altındaki sırt çantasını aldı, sırtına geçirdi, kalkmaya davrandı. Korkunç salgının damarlarında akan zehri onu takattan düşürmüştü. Üç adım attıktan sonra, başı aşağıda olarak tekrar kumların üstüne düştü. Bu düşme korkusunu artırdı, yürüyüş halindeki askerlerin ileri uçlarına şaşkın gözlerle bir an baktıktan sonra, bir daha kalktı ama yine aynı sonuca uğradı; üçüncü davranışında can verdi ve denizin daha yakınına düşerek kaderin kendisine mezar olarak tayin ettiği yerde kaldı. Bu askerin manzarası korkunçtu; manasız, sözlerindeki karışıklık, acı ifade eden yüzü, açık ve sabit gözleri, paramparça elbiseleri, ölümün en iğrenç tarafını gösteriyordu. Gözleri yürüyen kıtalara çevrildi, soğukkanlı birinin kolayca hatırlayacağı bir şeyi hatırlamadı, başını öbür yana çevirmiş olsaydı Tentura’dan, öteki kıtalardan sonra ayrılan Kleber’in tümeniyle süvari tümenini görecek ve kurtuluş umudu belki onu ölümden kurtaracaktı."

Artık duygusuzlaşan Fransız askerleri, talihsiz arkadaşlarından birinin, bir sarhoş haliyle, düşe kalka peşlerine takılıp sonunda bir daha kalkmamak üzere yere yuvarlandığını gördükleri zaman “mortoyu çekti” diyorlardı.

Bourienne’in bir sayfası bu tabloyu tamamlasın ve gözünüzde canlandırsın: "müthiş bir susayış, bir damla su bile bulunmayışı, aşırı bir sıcak, yakıcı çölıerde yorucu bir yürüyüş askerin maneviyatını bozmuştu, bütün cömert duyguların yerini en haince bir bencillik, yürekler acısı bir kayıtsızlık almıştı. Kolları, bacakları kesilmiş ve götürülmesi emredilmiş, hatta taşıyanlara yorgunluklarına karşılık para da vermiş olan subayların sedyeden aşağı atıldığını gördüm. Malüllerin, yaralıların, vebalıların veya sadece vebalı olduklarından şüphe edilenlerin yolda bırakıldıklarını gördüm. Küçük şehirleri, kasabaları, köyleri, tarlaları kaplayan bereketli ürünleri ateşe vermek için tutuşturulmuş meşaleler yürüyüşü aydınlatıyordu. Bütün memleket ateşler içinde yanıyordu. Bu felaketlere komuta etme emrini almış olanlar, her yana ölüm ve ıstırap saçmakla sanki talihsizliklerinin acısını çıkarmak ve acılarını avutmak istiyor gibiydiler. Etrafımız hep ölüler, yağmacılar, kundakçılarla çevriliydi. Yol kenarlarına atılmış ölüm halindeki hastalar, cılız bir sesle: vebalı değilim, sadece yaralıyım diyorlardı; geçenleri inandırmak için yaralarını deşenlere veya vücutlarında yeni bir yara açanlara rastlanıyordu; işi bitmiş onun diyorlardı; geçip gidiyorlar, kendilerini yokluyorlar ve her şey unutuluyordu. Bu güzel gök altında bütün kuvvetiyle parlayan güneş, ardı arkası kesilmeyen yangınlarımızın dumanıyla örtülüyordu. Sağımızda deniz vardı; solumuzda ve gerimizde kendi eserimiz olan ıssızlık; önümüzde bizi bekleyen mahrumiyetlerle acılar."

"Gitmişti, dönmüştü, bütün fırtınaları dağıtmıştı. dönüşü fırtınaları tekrar çöle atmıştı."

Püskürtülen muzaffer Bonaparte, Kahire’ye dönüşünde bu nakaratla kendini övüyordu. marşlarında dünyayı zaptediyordu.

Louis Desaix

Bu sefer sırasında Louis Desaix, Yukarı Mısır’ı tenkil işini tamamlamıştı. Nil Nehri boyunca yukarı çıkarken yıkıntılara rastlanır, Jacques-Bénigne Bossuet'nin sözleri bu harabelerin bütün güzelliklerini meydana koyduğu gibi bu güzellikleri artırır da. Histoire Universelle'in yazarı Bossuet der ki: “Said’de içinde bu türlü sayısız sütunlarla heykeller görünen, hemen hemen hiç bozulmamış tapınaklar ve saraylar bulunmuştur. Hele bunların arasında bir saray vardır ki, kalıntıları sanki en büyük anıtların ününü gölgede bırakmak için kalmış gibidir. İki yanına büyüklükleri ölçüsünde değerli bir cisimden yapılma olan Sfenksler dizili, alabildiğince uzayan dört hıyaban, yükseklikleri insanı şaşırtan dört büyük kapıya yol vazifesini görür. Ne ihtişamdır o, ne genişlik! Bize bu harikulade binayı tasvir etmiş olanlar bunun çevresini dolaşmamışlar, hatta yarısını gördüklerine bile kanaat getirmemişlerdir ama bütün gördükleri şaşırtıcı şeylerdi. Bu nefis sarayın ortasını teşkil eden bir salon, altı kulaç kalınlığında, o nispette büyük yüz yirmi sütuna dayanıyordu, bu sütunların arasında bunca yüzyılların yere sermeyi başaramadığı dikili taşlar da vardı. Renkler, yani zamanın en çabuk haksızlığına uğrayan şey bile bu hayranlığa değer anıtın yıkıntıları içinde hala durur ve canlılıklarını korur: Mısır, eserlerine ebediyet damgasını vurmayı o kadar iyi bilirdi! Kral XIV. Louis'nin adı dünyanın en meçhul köşelerine kadar yayılırken, kadim Teb şehrinin çöllerinde sakladığı güzellikleri keşfetmek o asıl meraka layık bir konu olmaz mı? Ondan bu kadar uzakta bu derece harika şeyler bulunduğuna göre hükümdarlar şehrine erişebilsek kim bilir ne güzellikler meydana çıkarılırdı! Roma’nın kudreti, Mısırlıların seviyesine erişmekten umudu keserek Mısır hükümdarlarının anıtlarını alıp götürmekle memleketinin şerefi hesabına yine de büyük bir iş görmüş olduğunu sanmıştır."

Bossuet'nin XIV. Louis’ye verdiği öğütleri yerine getirme görevini Napoleon üzerine aldı. General Desaix’nin tenkil kıtalarıyla birlikte giden Viviant Denon diyor ki: “Teb, hayalin ancak zamanın karanlıkları ardında yarım yamalak tasavvur ettiği bu uzaklaşmış şehir, hala o kadar yüce bir hayaldir ki, onu görünce ordu kendiliğinden durdu ve el çırptı, alkışladı. Askerler o kadar coşup heyecana gelmişlerdi ki, bana masa vazifesi gören dizler, gölge veren vücutlar bulmuştum. Nil çağlayanlarına vardığımızda, hala Türk beylerine karşı savaşan ve müthiş yorgun düşmüş olan askerlerimiz Syene köyünde terzi, kuyumcu, berber dükkanları ve ticarethaneler kurarak eğleniyorlardı. Ağaçları bir hizaya dizili bir hıyabanda bir askeri sütun dikerek üzerine 'Paris Yolu' yazdılar. Nil'den tekrar aşağıya inerken ordu sık sık Mekkelilerle karşılaştı. Arapların tahkimatları ateşe veriliyordu. Susuz kalıyorlardı, ateşi elleriyle, ayaklarıyla söndürüyorlardı. Vücutlarıyla üstüne kapanarak boğuyorlardı. Kara ve çıplak bir halde, ateşler arasında koşuştukları görülüyordu: sanki cehennem zebanileri gidiydiler. Onları seyrederken bir dehşet ve takdir hissine kapılmamak elden gelmiyordu. Gürültünün kesildiği anlar oluyordu, bir ses işitiliyordu, bu sese ilahiler ve savaş naralarıyla cevap veriliyordu.” 

Kahire’ye dönen Napoleon, General Charles Dugua’ya şunları yazdı: 

“Yurttaş General, 

Eski Yafa valisi Abdullah ağanın boynunu vurdurunuz. Suriye halkının bana anlattığına göre yeryüzünün vücudundan temizlenmesi gereken bir canavarmış bu adam. Hepsi de Memlük olan Hakan, Yusuf, İbrahim, Salih, Muhammet, Bekir, Hacı Salih, Mustafa ve Muhammed’i kurşuna dizdiriniz." 

Fransızlar aleyhinde ileri geri söylenen bu gibi Mısırlılara karşı Napoleon, bu gibi emirlerini sık sık yenilemiştir. İşte Bonaparte yasalara bu kadar değer verirdi. Savaş hukuku bile bir şefin sadece "kurşuna dizdiriniz" diye emir vermesi üzerine bunca cana kıymaya izin verir miydi? Darfur sultanına şöyle yazar: “bana on altı yaşını geçmiş iki bin erkek köle göndermenizi isterim.” Bonaparte köleleri pek severdi.

Yüz yelkenliden oluşan bir Osmanlı Donanması Abukir'e demir atıp bir ordu çıkarıyor, General Lannes'dan yardım gören General Joachim Murat bu orduyu denize döküyor. Bonaparte, Direktuvar'a bu başarıyı haber veriyor: “geçen yıl İngiliz ve Fransız cesetlerini sürüklemiş olan kıyılar şimdi düşmanlarımızın cesetleriyle örtülüdür.” Tıpkı çöllerin kıvılcımlı kumları üstünde olduğu gibi bu zaferler yığını arasında yürümekten de insan yoruluyor.

Jean Lannes

Bonaparte'ın şu mektubu da zihinde ne hazin bir etki yapar: 

“Yurttaş General, 

Meydana gelen olaylar sırasındaki harekatınızdan pek memnun kalmadım. Kahire’ye gitme emri aldınız, halbuki gitmediniz. Ne cinsten olursa olsun karşısına çıkan güçlükler, bir askeri emirleri yerine getirmekten alıkoymamalıdır, zaten savaşta kabiliyet bir hareketi güçleştiren engelleri yenmek demektir, yoksa o işi becerememek değil, bunu ilerisi için söylüyorum.”

Önceden nankör olan Bonaparte’ın bu sert talimatı Desaix’ye hitap ediyordu. O Desaix ki yiğitlerin başında Yukarı Mısır’da, at ve deve sırtında yol alarak etrafına felaketler saçarken vatanından uzak kaldığına esef eder, kadınlarla çocukları kurtarırdı. Kendisine 'Adil Sultan' diyen halkın sevgisini kazanmış, yiğitlik kadar insanlık örnekleri de vermişti. O Desaix ki sonradan Marengo’da, Baş Konsül’ü Avrupa’ya hakim kılacak olan kilit hücumda ölmüştür. Bu mektuptan Napoleon’un tabiatı sezilmektedir: tahakküm ve kıskançlık, her şöhretten eza duyan, tesirli ve zorlayıcı sözler söylemesini bilen bir karakter hissedilmektedir fakat bu amirlik ruhuna sahip olmasaydı Bonaparte her önüne geleni yıkabilir miydi?

General Desaix

Eski zamanlarda kalan adamların can verirken “insanların hayatına hükmeden kuvvetler, beni alın ve bana ölümsüz tanrılar arasında bir yer verin!” diye haykırdığı kadim topraklardan ayrılırken, Bonaparte sadece yeryüzündeki geleceğini düşünmektedir: Kızıldeniz yoluyla, Fransa adasıyla Bourbon adası valilerine haber salar, Fas sultanıyla Trablus beyine selamlarını yollar, onlara Mekke kervanları ve hacılar lehinde önemli ricalarda bulunur. Napoleon aynı zamanda karşısına her çıkanı yenmeye olduğu kadar müzakerelere de girişmeye hazır olduğuna dair teminat vererek Bab-ı Ali'nin düşündüğü istila altında oldukları düşüncesinden sadrazamı vazgeçirmeye çalışır.

Eğer Fransızların adalet duygularından çok hayalleri ve yenilik düşkünlükleri suçlu olmasaydı bile, karakterleri hesabına hiç de şerefli sayılmayacak bir nokta vardır. Fransızlar Mısır Seferi'ni göklere çıkarırlardı ama bu seferin dürüstlüğe olduğu kadar siyasi hukuka da aykırı düştüğünün farkında değillerdir. Fransa en eski müttefiği ile barış içinde yaşarken, ona hücum ediyor, savaş ilan etmeden bereketli Nil eyaletini elinden alıyor. Farzedin ki, Cezayir korsanları bir akınları sırasında Marsilya’yı veya Provence eyaletini ele geçirmişler. Bab-ı Ali meşru müdafaası için silaha sarılınca, Fransızlar şanlı gördükleri baskınlarından koltukları kabararak ne istediklerini, niye kızdıklarını soruyor. Fransızlar sırf onların memleketinde asayişi yerine getirmek için, paşalarını esir tutan Memlük haydutlarından kendilerini kurtarmak için silaha sarıldığını kendilerine bildiriyor. Bonaparte, sadrazama şöyle yazar: 

“Zat-ı devletleri farkında değiller ki ölen her Fransız Bab-ı Ali için kaybedilmiş bir candır. Bana gelince, hem yersiz hem de sebepsiz bir savaşı sona erdirmeye bir hizmetimin dokunduğu günü hayatımın en mutlu günü sayacağım.” 

Bonaparte gitmek istiyordu. Onun için burada savaş artık yersiz ve sebepsizdi zaten eski Krallık da, bu hususta Cumhuriyet kadar suçluydu; Dışişleri Bakanlığı evrakında Mısır'da kurulacak Fransız sömürgelerine dair birçok planlar vardır; Gottfried Leibniz de XIV. Louis’ye Mısır'da sömürge kurmasını tavsiye etmişti. ingilizler ise yalnız olumlu politikaya, menfaatler politikasına değer verirler; antlaşmalara sadıklık ve ahlaki sorunlar onlar için çocukça şeylerdir.

Püskürtülmüş Başkomutan için nihayet saat çalmıştı. Asya’nın batı sınırlarında durdurulan Bonaparte sonradan Himalaya’nın kapılarını ve Keşmir’in debdebe ile ihtişamını kuzeyde başka bir yoldan aramak üzere ilk önce Avrupa’nın hükümdarlık asasını ele getirecektir. İskenderiye’den 22 Ağustos 1799 tarihinde Kléber’e yazdığı son mektup pek mükemmeldir ve aklı, tecrübeyi, nüfuz ile itibarı bir araya getirir. Bu mektubun son kısmı ciddi ve insanın içine işleyici bir dokunaklığa yükselir.

“Yurttaş General, 

Ordunun Başkomutanlığını üzerinize almanız için gerekli emir bu yazıda ilişiktir. İngiliz karakol gemilerinin bugün yarın yeniden görünmesi korkusuyla yolculuğumu bir iki gün önceye aldım.

General Louis Alexandre Berthier, Antoine-François Andréossy, Joachim Murat, Jean Lannes ve Auguste de Marmont’la yurttaş Guillaume Stanislas Marey-Monge ve Claude Louis Berthollet’yi beraberimde götürüyorum.

İlişik olarak 10 Haziran tarihine kadar İngiliz ve Frankfurt gazetelerini bulacaksınız. Bu gazetelerde göreceksiniz ki İtalya’yı kaybetmişiz, Mantova, Torino ve Toronto kuşatılmış. Bunlardan ilkinin Kasım'a kadar dayanacağını umabilirim. Talih yüzüme gülerse Avrupra’ya Ekim ayı başlamadan varacağıma dair umudum var.”

Bunu özel talimat izler: 

"Mısır’ı elde tutmanın Fransa için ne kadar önemli olduğunu siz de benim kadar takdir edersiniz: her yandan çözülme alametleri gösteren bu Türk İmparatorluğu bugün yıkılmaya başlamıştır, Mısır’ın boşaltılması büyük bir felaket olur çünkü bu güzel eyaletin hemen başka Avrupalıların eline geçtiğini görürüz. Cumhuriyetin kazanacağı zaferlere veya uğrayacağı talihsizliklere ait haberler de hesaplarınızda esaslı bir rol oynamalıdır.

Yurttaş Genaral, 

Mısır’ın içişleri hususundaki görüş tarzımı bilirsiniz: ne yaparsanız yapınız Hristiyanlar daima bizim dostumuz kalacaklardır. Ama bunların fazla küstahlık etmelerine engel olmalı ki, Türkler bize karşı da, Hristiyanlara karşı olduğu kadar kara bir taassup göstermesinler, yoksa bizi bir daha affetmezler.

Bir tiyatro kumpanyası göndermelerini birkaç defa istemiştim: size bunu göndermeye özelikle çalışacağım. Bu, ordu için ve memleketin yaşayış tarzında bir değişiklik başlaması için çok önemlidir.

Başkomutan sıfatıyla işgal edeceğiniz yüksek mevki nihayet doğuştan sahip olduğunuz kabiliyetleri gösterme fırsatını size verecektir. Burada olup biteceklerin önemi büyüktür ve bunların ticaret üzerinde, uygarlık üzerinde etkileri, pek büyük olacaktır; büyük inkılapların başladığı bir tarih olacak bu.

'Hayatta verilen emeklerle çekilen zahmetlerin mükafatını gelecek kuşakların vereceği hükümde görmeye alışık olduğumdan' (muazzam bir söz) Mısır’dan pek büyük bir üzüntüyle ayrılıyorum. Vatanın menfaati ve şanı, emre itaat, olup biten fevkaladelikler, bana düşman donanması arasından tek başıma geçerek Avrupa’ya gitme kararını verdirdi. Zihnen ve kalben sizinle beraber olacağım. Başarılarınız kendimin de içinde bulunacağım başarılar kadar beni sevindirecek, komutasını size bıraktığım ordu için de temelleri atılmış olan olağanüstü eseri sağlamlaştırmak için bir şeyler yapamadığım günlerimi ziyan olmuş sayacağım.

Size emanet ettiğim ordunun her biri benim evlatlarımdan biri gibidir; onlar her zaman, en büyük sıkıntılar arasında bile bana bağlılıklarını göstermişlerdir. Onlara ona göre muamele ediniz, size beslediğim pek özel takdir ve dostluğum ile onlara olan gerçek bağlılığıma bunu borçlusunuz.

-Bonaparte"

Bu savaşçı bir daha asla buna benzer sözler söylememiştir. Bu Napoleon’un sonudur; onu izleyecek olan İmparator şüphesiz daha çok hayret verici ama aynı zamanda ne kadar daha tiksindirici olacaktır! Sözleri artık gençlik yıllarındaki edayı bulamayacak; zaman, zorbalık ve ikbal sarhoşluğu onu bozmuş olacaktır.

Bonaparte, eski Mısır yasaları gereğince, ölüme sürüklediği evlatları üç gün kucaklamak zorunda bırakılsaydı pek acınacak bir hale düşerdi. Güneşten kavrulmaya mahkum ettiği askerler için düşündüğü eğlenceleri Yüzbaşı Parry otuz iki yıl sonra kutbun buzlu gecelerinde tayfaları için kullanmıştır. Bir süre sonra katledilecek olan yiğit halefine Mısır’ın vasiyetini gönderiyor ve gizlice sıvışıyor, tıpkı İskenderiye limanından yüzerek kaçan Julius Caesar gibi. Şairin meşum harika diye bahsettiği o kraliçe, Kleopatra, Bonaparte'ı Mısır'da beklemiyordu; Bonaparte bir başka güçlü vefasız olan kaderle buluşmaya gidiyordu. Olağanüstü ünler kaynağı olan Doğu’ya daldıktan sonra, Fransa'ya geri gelmekteydi. Ama Kudüs’e kadar çıkmamıştı, nasıl ki Roma’ya da hiçbir zaman girmemişti. "Felaket! Felaket!" diye haykıran Yahudi, kutsal şehrin etrafında dönüp dolaşmıştı ama o ebedi barınaklara girmemişti. İskenderiye’den kaçan bir şair, maceralara atılan fırkateyne sonuncu olarak çıktı. Yahudiye’nin mucizeleri ve piramitli mezarların hatıralarıyla dolu olan Bonaparte, gemilerine ve girdaplarına aldırmadığı denizleri aştı, bu dev adam için olaylar, çöller ya da denizler fark etmez, her şey aşılabilirdi.

Napoleon, Koramiral Nelson'a yakalanmamak için ters rüzgarlara karşı Afrika kıyılarını izledi, Bon Burnu'nu döndü, Sardinya kıyılarına erişti, Ajaccio’da demir atmak zorunda kaldı, doğduğu yerlere göz gezdirdi, Kardinal Fesch’ten biraz para aldı, tekrar gemiye bindi. Bir İngiliz filosuna rastladıysa da filo peşine düşmedi. Ekim ayının sekizinde Fréjus Limanına girdi, burası son ve müthiş bir kere daha kendini göstereceği Juan Körfezi'ne yakın bir yerdir. Kıyıya yanaştı, yola çıktı, Lyon’a geldi, Bourbonais yolunu tuttu, 16 Ekim'de Paris’e girdi. Burada herkes aleyhinde görünmekteydi: Barras, Sieyès, Bernadotte, Moreau ve bütün muhalifleri sanki bir mucize eseriymiş gibi onun lehinde çalıştılar. Ayaklanma baş gösterdi, hükümet Saint-Claud’ya götürüldü. Bonaparte Eskiler Meclisi’ne hitapta bulunmaya kalkıştı: sözünü şaşırdı, silah arkadaşları, volkan, zafer, Caesar gibi kelimelerle kekeledi. Ona "Cromwell (Oliver Cromwell), zalim, ikiyüzlü" diye bağırdılar; o başkalarını suçlamak isterken, herkes Bonaparte'ı suçladı; savaş tanrısıyla talih tanrısının kendisiyle beraber olduğunu söyledi: "beni seven peşimden gelsin!" diye bağırarak çekildi. Kovuşturulmasını istediler; Beşyüzler Meclisi reisi Lucien Bonaparte, Napoleon’u yasa dışı ilan etmemek için koltuğundan indi. Kılıcını çekti ve özgürlüğe el uzatacak olursa kardeşini vuracağına yemin etti. Asker kaçağını, sağlık kurallarını çiğneyeni, vebayı yaymış olan adamı kurşuna dizmekten söz ediyorlardı, oysa başına şeref tacını takacaklardı. General Joachim Murat, temsilcileri pencereden atlamak zorunda bıraktı; 18 Brumaire devrimi oldu ve Konsüller hükümeti doğdu, özgürlük ise öldü.


O zaman dünyada mutlak bir değişiklik oldu: geçmiş yüzyılın adamı sahneden indi, yeni yüzyılın adamı sahneye çıktı. Geçmiş yüzyılda harikalar başarmış olan Birleşik Devletler'in kurucu babası ve ilk başkanı George Washington, yerini Bonaparte’a bırakmıştı ve Napoleon da kendi harikalarını göstermeye başlayacaktı. 14 Aralık'ta ölen Birleşik Devletler Başkanı 1799 yılını ve 18. yüzyılı kapadı; Fransız Cumhuriyeti'nin Birinci Konsülü Napoleon Bonaparte ise 1800 yılını ve yeni yüzyılı açtı.


"Büyük bir kader doğdu, büyük bir kader bitti."

-Pierre Corneille

0 Yorumlar