Kıbrıs Barış Harekatına Giden Yol
Doğu Akdeniz'de gerilimin arttığı ve Kıbrıs Barış Harekatının yıl dönümünün yaklaştığı şu günlerde sizler için Kıbrıs ile ilgili bir yazı hazırlamak istedim. Yakın tarihimizin bu mühim olayı aslına bakılacak olursa herkes tarafından unutmuş gözükmektedir. Peki ya biz adada yaşanan olayların ne kadarını biliyoruz? Özellikle bugün ülkeyi yöneten idareciler ve yetişmekte olan genç kuşaklar bu ülkenin Kıbrıs konusunda nerelerden geçtiğini tam manasıyla bilmiyorlar. Oysa bizim yakın tarihimizin en önemli olaylarının yaşandığı bu ada ile ilgili yaşanılanları çok iyi bilmek, analiz etmek ve ders çıkartmak zorunda olduğumuzu hatırlatmak isterim. Dolayısıyla sizinle aşağıdaki yazımda Kıbrıs’ın yakın tarihimizde ki hikayesini elimden geldiği kadarıyla anlatmaya çalışacağım.
Aslında küçücük bir ada olan Kıbrıs 21.000 kilometrekare ile neredeyse Konya ilimiz büyüklüğünde, ancak
milattan önce 4. Asırdan beridir paylaşılamayan bir kara parçası; kim bölgede
egemenlik kurmak istediyse mutlaka Kıbrıs’ı ele geçirmek istemiştir. Kıbrıs’ın,
Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yollarının üzerinde bulunmasından dolayı tarih
boyunca ve günümüzde dahi bu coğrafyada söz sahibi olmak isteyen devletlerin
ilgisini çekmiş ve adaya hakim olmaya yitmiştir. Yakın tarihimizde yaşanan
olaylara bu çerçevede baktığımızda İngiltere’nin adaya hakim olma nedeni de
adanın bu konumundan dolayıdır. Özellikle 2. Dünya savaşı sırasında Kıbrıs Adası,
Malta adasıyla birlikte İngilizler için önemli bir üs konumundaydı. Adanın Türkiye
için önemine bakacak olursak; Kıbrıs, Türkiye’nin Akdeniz’e açılan bütün
kapılarını kapatmakta, İskenderun Körfezi ve Mersin Limanı’nın güvenliğini
sağlamaktadır. Adanın yabancı bir devletin elinde bulunması Anadolu’nun
Güneyini tehlikeye sokabilir ve Yunan
kuşatma çemberinin tamamlanmasına neden olabilir. Bu bağlamda ise
detaylarını aşağıda paylaşacağım konu içerisinde adada ikamet eden Türk
halkının topraklarına bağlılıklarını ve direnişleriyle birlikte Türkiye’nin 1974
yılında neden adaya askeri müdahale yaptığını elimden geldiği kadarıyla
anlatmaya çalışacağım. Burada önemle değinmek istediğim bir diğer konu ise
hazırlanan bu yazı harekatın nasıl gerçekleştirildiğine yönelik değil, harekata
kadar olan süreçte ki gelişmelerle birlikte harekata kısaca değinip harekat
sonrası yaşanan gelişmelere değinmektedir. Kısaca Kıbrıs içerisindeki siyasi
gelişmeler ve bunun sonuçlarına değinen bir yazı ile siz değerli okuyuculara
Kıbrıs Sorununa farklı bir perspektiften bakma şansı sunacağım.
![]() |
KIBRIS’TA
OSMANLI DÖNEMİ
Kıbrıs adası Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolüne geçmeden
önce Venediklilerin hüküm sürdüğü bir toprak parçasıydı. Ayrıca adada Venediklilerin
himayesi altında Doğu Akdeniz’de Osmanlı’ya ait gemilere akın yapan Hristiyan korsanlarda bulunmaktaydı ve Venedikli
yöneticiler bu korsanların barınmasına göz yumuyordu. Kıbrıs'ta üslenen
korsanların Osmanlı gemilerine verdiği zararlardan dolayı Osmanlı yönetimi
defalarca Venedik'e bu durumun düzeltilmesi için müracaat etmişse de bir sonuç
çıkmamıştı. Bu korsanlar genellikle ticaret gemilerine ve hacca giden yolculara
saldırarak buradaki yol güvenliğini tehdit ediyordu. Bu ve buna benzer
nedenlerden ve stratejik öneminden dolayı Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından ele
geçirilme gerekliliği elzem olmuştu.
![]() |
Mağusa Kalesi'nin Gravürü |
![]() |
İngiltere'nin Kıbrıs Adasını İlhakı |
ENOSİS'İN
DOĞUŞU
Enosis, ilk Megali İdea haritasının 1796 yılında yayınlanmasıyla beraber Kıbrıs’ı bir yunan adası
haline getirerek Yunanistan ile birleştirmek ülküsüdür. Adanın 1878 yılında İngilizlere devredilmesi
ile adadaki Enosis faaliyetleri daha fazla hız kazanmaya başlamıştır. Bunun bir
nedeni de İngilizlerin Yunan dostluğu ve bağımsızlığına sempati ile bakması
olmuştur. Adanın kiralanmasıyla beraber Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar yaşanmış,
Yunanistan’ın tahrikleriyle ilhak faaliyetleri artmıştır. Hatta Rumlar
İngiltere’nin Ege Adalarını olduğu gibi Kıbrıs’ı da kendilerine vereceğini
düşünerek adaya gelen İngiliz Yüksek Komiserini sevinçle karşılamışlardır.
Adada yaşayan Türk halkı ise adanın Yunanistan’a verilmesinden endişe
duymaktaydı. Bu nedenle İngilizlerin yönetimin başına geçmesinden itibaren
adadan Türkiye’ye çok sayıda göç hareketleri oldu. Bugünkü adadaki Rumların nüfus fazlalığının nedenlerinden birisi
budur. Yunanistan ile Rumlar, Enosis doğrultusunda ellerine geçen her
fırsatı değerlendirmeye çalışmışlardır. Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden
dolayı 5 Kasım 1914 yılında
Kıbrıs’ın İngilizler tarafından tek taraflı ilhakı Rumlar tarafından bir fırsat
olarak görülmüştür. Bahse konu ilhakı ise İngiliz gazeteleri tüm dünyaya duyurmuştur. (bkz. ilgili gazete küpürü) İngilizlerin adayı ilhakından 3 gün sonra adanın Başpiskoposu,
İngiliz Yüksek Komiserliğine bir mektup yazmıştır. Bu mektupta ilk defa Enosis ile
ilgili fikirler yazılı olarak beyan edilmiş ve İngilizlerin adayı ilhak ederek
yönetimi tamamen ele almaları ile ilgili memnuniyet dile getirilmiştir. Dolayısıyla
Rumlar, Kıbrıs’ın İngilizler tarafından ilhak edilmesinin, Enosis yolunda
atılan ilk adım olarak görmüşlerdir. Bunun son adımı ise kuşkusuz adanın Yunanistan’a
katılması düşüncesi olacaktır. Rumların bu tutumları doğrultusunda adadaki Türk
halkı yaşananlardan oldukça endişe duymuşlardır. Bu endişe nedeniyle Kadı
Efendi, Müftü Efendi, Evkaf Murahhası İrfan Bey ve meclisi üyesi Mehmet Şevki
Bey, Türk halkı adına endişelerini bildiren ve enosis’e karşı güvence talep
eden bir mektup ile İngiliz yüksek komiserliğine başvurmuşlardır. Bu mektupta
ayrıca adanın Yunanistan’a bağlanmasının nasıl bir felakete yol açacağı
anlatılmıştır.
![]() |
Megali İdea Haritası |
Osmanlı İmparatorluğu ise 1. Dünya savaşını kaybetmiş ve
sonuç olarak Serv Anlaşmasını imzalamıştı.
Yapılan anlaşmayı müteakip Yunanistan Doğu Trakya ile İzmir'e askerlerini
çıkartmış ve Megali İdea politikasını gerçekleştirme yolunda önemli bir adım
atmıştı. Yunanlıların 1920 ile 1921 yılı içerisinde Anadolu’nun içlerine doğru
genişlemeye başlaması neticesinde, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi de harekete
geçmeye karar vermiş ve ilk Enosis
Plebisitini, bu tarihte gerçekleşmiştir. Yunan isyanının 100. Yıl dönümü
olan 25 Mart 1921’de 500 kilisede
toplanan Rumlar, ilk Enosis Plebisitini yaparak ilhak yönünde bir karar
almıştır. Rumlar plebisit sonucu ile birlikte bir mektup hazırlanmış ve bu
mektupla bir heyet İngiliz yönetimine bir kez daha başvurarak enosis talebinde
bulunmuştur. Ancak adada bulunan İngiliz Yüksek Komiserliği bu talebi kesin dille
reddetmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın ardından 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan
Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve Türk Hükümeti uluslararası
alanda tanınmıştır. Lozan Antlaşmasının içerisinde bulunan 16. , 20. , 21. Maddeleri ise doğrudan
Kıbrıs ile ilgilidir.
Bu
antlaşmanın 16. Maddesi adanın hukuki durumuyla ilgili bir madde olup, Türkiye’nin
antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar ile adalar üzerindeki
sıfatlarından, hak ve egemenliklerinden vazgeçtiğini belirtmektedir.
Anlaşmanın
20. Maddesinde ise Türkiye adayı İngiliz mülkü olarak kabul etmiş ve adadaki
haklarından vazgeçmiştir.
Söz
konusu antlaşmanın 21. Maddesine göre ise 5
Kasım 1924 tarihinde İngiliz tabiiyetinde kalanlar, Türk tabiiyetini
kaybetmiş olacaklardır. Bununla beraber antlaşmanın yürürlüğe girdiği andan
itibaren iki yıl içinde Türk
tabiiyetinde kalmakta serbesttirler. Ayrıca bu haklarını kullanmaya
başladıkları andan itibaren 12 ay
içinde Kıbrıs Adasını terk edeceklerdir.
Adanın İngiltere’ye ilhakını içeren kanunun 6 Ağustos 1924’te İngiltere tarafından
onaylanmasının ardından çok sayıda Kıbrıslı Türk, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına
geçmiş ve birçoğu adadan ayrılmak zorunda kalmışlardır. 10 Mart 1925’te ise ada İngiltere tarafından Kıbrıs Kraliyet Sömürgesi (Cyprus Crown Colony)
olarak ilan edilmiştir. Bu tarihten önce Yüksek Komiser ile yönetilen Ada,
bundan sonra atanan Vali ile yönetilmeye başlanmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Lozan Antlaşması ile
uluslararası alanda tanınan Türkiye modernleşme ve inkılaplar yolunda
ilerlemeye başlamış, İngiliz toprağı olan ada ile ilgili herhangi bir tavır
içinde olmamaya özen göstermiştir. Bunun nedeni ise Lozan’da çözülemeyen Musul Sorunu ve Mübadele Sorunu gibi sorunlara bir yenisini eklememektir. Fakat Türkiye
gerek Kıbrıs’taki Türk varlığı, gerekse adanın stratejik konumu nedeniyle yine
de ada ile bağlantısını kesmemiş ve Kıbrıs ile olan bağlarını hiçbir zaman
koparmamıştır. Adaya 1925 yılında
açılan Türk Konsolosluğu aracılığıyla Türkiye her zaman Kıbrıs Türk toplumu ile
ilişkilerini aktif halde sürdürmüştür.
![]() |
Elefterios Venizelos |
![]() |
AKEL (Çalışan Halkın İlerici Partisi) Partisi |
Kıbrıs konusundaki Atatürk döneminde belirlenen statüko tek partili dönemde de sürdürülmeye çalışılmıştır. Bu dönemde de Kıbrıs Adası Türk dış politikasında fazla bir yer işgal etmemiştir. Türkiye’nin bu yıllardaki yaklaşımlarına karşın Yunan hükümetleri ise Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı konusundaki çalışmalarından vazgeçmemiştir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Rumların Enosis çabaları artarak devam etmiştir. Türkiye ise Lozan statüsünü bozmamak ve Soğuk Savaş ortamında müttefik İngiltere’nin içişlerine karışır vaziyette olmamak için adaya ilişkin gelişmelerle pek fazla ilgilenmemiştir. Bu durumdan endişe duyan Kıbrıs Türkleri ise Rum. girişimlerine karşı örgütlenmeye devam etmişlerdir. Müttefik kuvvetlerin 2. Dünya savaşından zaferle çıkması ve Oniki Adaları Yunanistan’a vermesi Enosis hayallerinin tekrar canlanmasına neden olmuştur.
EOKA'NIN
KURULMASI VE İLK EYLEMLER
Dünya tarihinde kurulan tüm devletlerde olduğu gibi her
devletin yükseliş dönemi olduğu gibi bir gerileme dönemi de vardır. İngiliz İmparatorluğu
1940'lı yılların sonundan itibaren zayıflamaya ve kolonilerini kaybetmeye
başlamıştı. İngiliz imparatorluğu
artık eski günlerindeki gibi güneş batmayan bir imparatorluk değil; güneşin
batmaya başladığı bir imparatorluk olmaya başlamıştı. Bu dönemde bütün
dünyayı saran bağımsızlık rüzgarları kısa sürede Kıbrıs’a da sıçradı. 1947 yılında bir defa daha kiliselerin
duvarlarına ENOSİS yazıları
yazılmaya başladı. Kıbrıslı Rumlar yine Yunanistan ile birleşmek istiyordu. Rum
Ortodoks kilisesi ortaya çıkan fırsatı görmüş ve Kıbrıs’ı Yunanistan’a
bağlamanın tam zamanı olduğuna kanaat getirmişti. Bu dönemde kilisenin Yunanistan’a
ilhak etme mücadelesi her geçen gün güçlenerek devam etti.
Makarios |
1947 yılında Kıbrıs’ta İngiltere’nin desteğiyle, Kurucu
Meclis çalışması yapılmıştır. Bu çalışma esnasında AKEL, Ada halkının kendi
kendini yönetme yani özerk siyasal yönetim hakkının verilmesini isterken, Türkler
bu fikre karşı çıkmışlardır. İngiliz vali ise self goverment (kendi kendini idare) hakkı olmayan bir anayasa
taslağını tartışılmak üzere kurucu meclise getirmiştir. Bu öneri üzerine AKEL
Kurucu Meclis çalışmalarını terk etmiş ve 12
ağustos 1948’de meclis feshedilmiştir. Bunun üzerine AKEL ise İngiliz
yönetimine sert tepki göstererek Enosis’i desteklemeye başlamıştır. Böylece Rumlar
adada self determinasyon hakkını tek yol olarak seçmişlerdir. Kilise ise AKEL ile
mevcut rekabetinden dolayı Enosis çabalarını arttırmıştır. 21 Kasım 1949’da Rumlar Birleşmiş Milletler’e Enosis için
self determinasyon başvurusunda bulunmuşlar
ve bu doğrultuda plebisit çalışmalarına başlamışlardır. Bu esnada kilise Rum
halkına plebisite katılmaları çağrısında bulunmuştur. Türker’in Rumların
artan Enosis çabalarına tepkileri ise 11
Aralık 1949’da Lefkoşe’nin Ayasofya meydanında düzenlenen mitingler ile
olmuştur. Bu mitingden kısa süre sonra, Rumlar tarafından 15 Ocak 1950 tarihinde resmi
olmayan bir plebisit düzenlenmiştir. Bu plebisitin sonucu ise
beklendiği gibi çıkmış ve katılan 224.747
kişiden 215.108'i yani %96'lık kısmı
Enosis'i yani Yunanistan ile birleşmeyi kabul etmiştir. Bu plebisitin ardından
kilisenin başına Enosis taraftarı genç bir papaz Başpiskopos olarak seçildi.
Kıbrıs'ın kaderini yönlendirecek bu kişinin adı Makarios idi.
![]() |
![]() |
![]() |
“Kıbrıs meselesi diye
şimdilik bir mesele bizim gündemimizde yoktur. Çünkü Yunan hükümeti de resmen
Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır. Bundan dolayı dışişleri de böyle bir
hadisenin mevcudiyetinden resmen haberdar değildir.”
![]() |
Necmeddin Sadak |
![]() |
Profesör Doktor Fuat Köprülü |
“Biz, Kıbrıs Adasının
ilhakını bugün değil, 1915
senesinden beri defalarca istedik. O zamandan bugüne kadar, iş başına gelen
bütün yunan hükümetleri de bu talebi tekrarladılar. Biz yeni bir müracaatta
bulunmadıysak, bu işten vazgeçtiğimiz manası çıkarılmamalıdır. Dolayısıyla
Kıbrıs’ı istemekten hiçbir zaman vazgeçecek değiliz.”
![]() |
Elefterios Venizelos (Sol) & Sofokles Venizelos (Sağ) |
Sofokles Venizelos konuşmasında; Kıbrıs’ın ülkesine
bırakılması durumunda, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’ye bu adada
askeri üsler verebileceklerini de söyleyerek bu ülkelerin desteğini kazanmayı
umuyordu. Bu gelişmeler üzerine, dönemin Cumhurbaşkanı
Celal Bayar’a açık bir mektup yazan Kıbrıs Türk temsilcileri, Yunanistan’ın
adayı resmen istediğine dikkati çekerek, Kıbrıs’ın “Türk tarihinde ikinci bir Hatay olması için…” çaba
gösterilmesini istemişlerdir. Yunanistan ise, bu dönemde Kıbrıs konusunun bir
an önce ve resmen uluslararası platforma çekilmesini sağlamak için çalışmalara
başlamıştır. Bu amaçla Yunanistan’ın Birleşmiş Milletlerdeki temsilcisi loukis Akritas,
17 Aralık 1951 tarihinde, İnsan
Hakları Komitesinde yaptığı konuşmada; İngiltere’yi, adanın Yunanistan ile
birleşmesine engel olmaması için uyarmış ve 1950 yılında, adada yapılan resmi
olmayan plebisite atıfta bulunarak; “Halkın
% 96’sının Yunanistan ile birleşmek için oy verdiğini ve buradaki nüfusun da %
81 ‘e yakın bir kısmının Rum olduğunu…” öne sürmüştür. O günlerde, Yunanistan
başbakanı papagosunda, Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletler gündemine
getirmeleri için, bu kuruluştaki Yunan temsilcilerine talimat verdiği yolunda
basında haberler çıkmıştır. Bu dönemde Kıbrıs Rumları adına hareket eden Makarios
da, İngiliz İşçi Partisi Milletvekili Tom Criberg’e;
“Birleşmiş
Milletlerin kararı ne olursa olsun, bu konudaki tek çözüm yolunun adanın Yunanistan’a
katılması olduğunu…” söylemiştir.
Bu dönemde Türkiye’de ise, muhalefet, iktidarı Kıbrıs
konusunda “tavırsızlıkla” suçlamıştır. 10 Ekim 1953’te CHP genel sekreteri Kasım Gülek bir demecinde “Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili olduğunu ve
Kıbrıs’ta yapılacak her değişiklikte söz sahibi olacağını...” söylemiştir.
Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ise 1
Nisan 1954’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada “Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin de söz sahibi olduğunu, adanın Yunanistan’a
verilmeyeceğini...” söylemiştir. 31
ağustos 1954’te bir açıklama yapan Menderes ise, ‘’Türkiye’nin Kıbrıs Adasının Yunanistan’a ilhakının hiçbir zaman kabul
edemeyeceğini belirtmiştir.
Bu sırada Yunanistan ise, daha önceden planlandığı gibi,
Kıbrıs konusunu 24 Eylül 1954
tarihinde resmen gündeme getirerek, bu sorunu Birleşmiş Milletler toplantısında
19 olumsuz, 11 çekimser oya karşın, 30 oy ile gündeme aldırmayı başarmıştı.
Bu oylama sırasında; Sovyet bloku, Yugoslavya, Irak dışındaki Arap Devletleri, Birmanya,
Endonezya Filipinler ve Meksika, Yunan görüşüne olumlu oy vermişlerdir. Kıbrıs
konusunun Birleşmiş Milletlerin gündemine alınmaması yolundaki İngiliz
önerisine ise; Avustralya, Belçika, Danimarka, Dominik Cumhuriyeti, Fransa, Güney
Afrika Cumhuriyeti, Hollanda, İsveç, Kanada, Kolombiya, Liberya, Lüksemburg, Norveç,
Paraguay, Peru, Şili, Türkiye ve Yeni Zelanda olumlu oy vermişlerdir. Amerika Birleşik
Devletleri, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Habeşistan, Hindistan, Irak, İran, Pakistan,
Panama ve Venezüella çekimser oy kullanmışlardır. Bu oylamadan sonra söz alan İngiliz
yetkililer ”Her şeye karşın meselenin
görüşülmesi halinde, müzakereleri terk edecekleri...” tehdidinde
bulunmuşlardır. Türkiye, Kıbrıs konusunun Birleşmiş Milletlerin gündemine
alınmasına sert tepki göstermiş, iktidarın 30
Eylül 1954 tarihinde yaptığı açıklamada; Yunanistan, Lozan Antlaşması’na
uymamakla suçlanmış ve adanın “Başka bir
devlete devrinin söz konusu olması durumunda bu devletin, Türkiye olması
gerektiği…” görüşüne yer verilmiştir ki; bu görüş, 1956 yılına kadar Demokrat
Parti iktidarının savunacağıİlhak politikasının da temelini oluşturacaktı.
Birleşmiş Milletler’in Yunan başvurusunu olumlu karşılamasının bir sonucu olarak
Kıbrıs konusu, bu kuruluşun 14 Aralık
1954 tarihindeki oturumunda ele alınmış, aynı gün siyasi komisyonda söz
alan Türkiye temsilcisi Selim Sarper, Yunanistan’ın Enosis doğrultusunda bir
politika izlemesini eleştirdikten sonra, bu adanın Türkiye için taşıdığı önemi
açıklamıştır. Siyasi komisyon, Yeni Zelanda’nın önerisi üzerine, 11 çekimsere
karşı, 49 olumlu oy ile BM’de Kıbrıs konusundaki görüşmelere devam edilmesi
yolunda bir karar almıştır. Bu karar üzerine, Yunanistan’da binlerce öğrenci
sokağa döküldü, gösteriler yapıldı ve olayların da çıktığı bu gösterilerde Amerika
ile İngiliz bayrakları ve ABD başkanı Eisenhower’ın fotoğrafları yakıldı. Kıbrıstada,
Rumlar 24 saat süreyle greve gittiler ve buradaki olaylarda da bir kişi
öldürüldü, 13 kişi yaralandı ve tutuklananların sayısı 200’ü buldu. Bu
olaylar olduğu sırada Yunanistan, Türkiye’ye bir nota vererek, Selim Sarper’in
konuşmasını protesto etti. Türkiye ise, Birleşmiş Milletlerin kararını olumlu
karşıladı. Hatta Başbakan Menderes bu kararı “Kıbrıs meselesinin kapanması”
şeklinde yorumladı. 15 Aralık 1954’te
BM genel kuruluna getirilen Yunanistan’ın self determinasyon isteği reddedilmiş
gözüküyordu. Birleşmiş Milletler’in kararından sonra Yunanistan, Kıbrıs’ın
kendine verilmeyeceğini anlamış, Adada terör faaliyetlerini tırmandırmaya
başlamıştır. Bunun için 1954 yılında EOKA adlı bir yeraltı örgütü kurulmuş ve
örgütün başına albay Yeoryos Grivas getirilmiştir.
EOKA’nın kuruluş sürecine bakarsak; ilk gizli görüşmeler 2 Temmuz 1952 yılında Makarios’un başkanlığında yapılmıştır. Bir
ihtilal konseyi kurulmuş ve Enosis için gizli yeminler edilmiştir. EOKA’nın
kurulmasından sonra silahlı eylemler için Yunanlılar, Saint George adındaki bir
tekneyle adaya ilk defa silah sevkiyatı yaptı. Artık her şey hazırdı. Hedef
Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması, slogan Enosis, siyasi lider Başpiskopos Makarios,
askeri lider Grivas ve gizli örgütün adı ise EOKA (Ethniki Organosis Kyprion
Agoniston) idi. Bundan sonra geriye gösteri ve suikastlar ile İngilizleri
bıktırıp adadan çekilmelerini sağlamak kalmıştı. Her şey yolundaydı ve kilise
Kıbrıs’ı Yunanistan’a hediye edecekti.
Rumların Enosis mücadelesi İngilizleri kısa zamanda rahatsız etmeyi başardı. 1954 yılından itibaren ada her gün bir patlama, gösteri veya EOKA'nın bir suikast girişimiyle sarsılmaya başlamıştı. İngilizler çok sert ve olağanüstü durum yasaları çıkarttılar. Bu dönemde İngilizler dağdaki EOKA'cı militanları yakalamak için Rumlara sokağa çıkma yasağı ve ağır para cezaları uyguladı. Bu yöntemler kısa sürede sonuç verdi. Ayrıca her EOKA militanını yerini söyleyene büyük ödüller vaat edildi. Bu muhbirler İngilizlere EOKA gerillalarının yerlerini göstererek bu kampanyaya büyük katkıda bulundular. Bu dönemde İngilizler özel kuvvetler oluşturarak dağları didik didik aramaya başladı. Bu anti terörist kampanyanın asıl amacı ise EOKA lideri Grivas'ı yakalamaktı. Ancak İngilizler tüm çabalarına rağmen Grivas'ı yakalayamadı, ama dağdaki EOKA militanlarını saklandıkları yerlerden çıkartarak cezalandırdılar. Bu kampanya ve sert ceza yöntemleri EOKA yapılanmasına darbe vurdu. Ancak Rumların mücadele hırsını daha da arttırdı. Tüm Kıbrıs Rumlarının bağımsızlık simgesi EOKA haline gelmişti.
Bu
dönemde Türk toplumu ise adeta unutulmuş ve kimsenin farkına varmadığı bir
toplum olarak gelişmeleri izlemekle yetiniyordu. Sanki bu topraklarda Türkler
yaşamıyormuş gibi göz ardı ediliyorlardı. Oysa bu dönemde Türkler iki ateş
arasında kalmış ve gelişmeleri büyük bir kaygı içerisinde izlemişlerdi. 2.
Dünya savaşının Amerika’nın zaferiyle sonuçlanmasını müteakip komünizm
tehlikesine karşı Yunanistan ile Türkiye’ye Marshall yardımları yapılmaya
başlanmış ve Kore de süren savaşa asker yollamaları karşılığında iki komşu
ülkeyi NATO’ya sokma vaatleri verilmiş ve iki komşunun bu savaşa katılmaları üzerine
NATO’ya alınma sözü yerine getirilmişti. Dolayısıyla bu iki komşu ülkenin
çıkarları birbirlerine dost görünmek üzerineydi. Adada ikamet eden Türk toplumu
içerisinde bu tehlikeli gelişmeleri ilk gören Doktor Fazıl Küçük oldu. Fazıl Küçük BAYRAK adlı gazetesiyle Türkiye’yi uyandırmayı çalışıyordu ve
yanında da gencecik bir Türk Savcı bulunmaktaydı. Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak
etmemesi için mücadele eden bu savcının ismi ise Rauf Denktaş'dı. Rauf Denktaş bu dönem için verdiği bir mülakatta Fazıl
Küçük’ün gazetesiyle muazzam bir mücadele verdiğini ve o dönemde ikiye ayrılmış
Türk toplumunun (İngilizlerden yana olanlar ve anti İngilizler) üzerinde büyük
bir baskı olduğunu belirtmiştir. Bu olaylar ışığında artık iş başa düşmüştü. Türkiye’de
yaşayan Kıbrıslıların da desteğiyle ''Kıbrıs Türk Dernekleri'' adı
altında yeni bir örgütlenmeye gidildi. Bu dernek iyi bir teşkilatlanmayla
köylerde şubeler ve Türk okulları açmaya başladı. Bu olaylar ışığında
senelerdir birbiriyle iç içe yaşamış bu iki toplumun belirgin şekilde ayrılmaya
başladığı görülmekteydi. Ancak asıl ayrışmayı sömürge yönetiminde bulunan İngilizler
gerçekleştirmiş oldu. İngilizlerin klasik böl ve yönet prosedürünü
uygulaması ise bu tarihlerde gerçekleşmiş oldu. İngilizler adaya ek polis
kadrosu getiremediğini bahane ederek polis ihtiyaçlarını Türk toplumundan
karşılamaya başladılar. Dolayısıyla Kıbrıslı Türkler ile Rum toplumunu karşı
karşıya getirecek bu hamle tamda böl ve yönet mottosuna uygun bir hareketti.
Rumların savunduğu dava ''ENOSİS'' iken
Türklerin savunduğu dava ise ''Kıbrıs Türktür
ve Türk kalacaktır'' savlarıydı. Türk toplumu bir şekilde ana vatanda
bulunan Türklerin geleceğine ve müdahale edeceğine inanmaktaydı.
![]() |
Yeoryos Grivas |
Rumların Enosis mücadelesi İngilizleri kısa zamanda rahatsız etmeyi başardı. 1954 yılından itibaren ada her gün bir patlama, gösteri veya EOKA'nın bir suikast girişimiyle sarsılmaya başlamıştı. İngilizler çok sert ve olağanüstü durum yasaları çıkarttılar. Bu dönemde İngilizler dağdaki EOKA'cı militanları yakalamak için Rumlara sokağa çıkma yasağı ve ağır para cezaları uyguladı. Bu yöntemler kısa sürede sonuç verdi. Ayrıca her EOKA militanını yerini söyleyene büyük ödüller vaat edildi. Bu muhbirler İngilizlere EOKA gerillalarının yerlerini göstererek bu kampanyaya büyük katkıda bulundular. Bu dönemde İngilizler özel kuvvetler oluşturarak dağları didik didik aramaya başladı. Bu anti terörist kampanyanın asıl amacı ise EOKA lideri Grivas'ı yakalamaktı. Ancak İngilizler tüm çabalarına rağmen Grivas'ı yakalayamadı, ama dağdaki EOKA militanlarını saklandıkları yerlerden çıkartarak cezalandırdılar. Bu kampanya ve sert ceza yöntemleri EOKA yapılanmasına darbe vurdu. Ancak Rumların mücadele hırsını daha da arttırdı. Tüm Kıbrıs Rumlarının bağımsızlık simgesi EOKA haline gelmişti.
Yeoryos Grivas ve EOKA Militanları |
![]() |
Doktor Fazıl Küçük |
![]() |
Doktor Fazıl Küçük ve Avukat Rauf Denktaş |
ŞİDDETİN ARTMASI VE 1. LONDRA KONFERANSI
İngilizlerin adada yaptığı hamleler ve Yunanistan’ın
uluslararası arenada yaptığı bu çıkış üzerine ateşlenen fitil adada 1 Nisan 1955 tarihinde patladı. Bu
tarihte Türk ve Rum toplumları büyük bir çatışma içerisine girdiler. Bu
çatışmalar sırasında tutuklamalar birbirini kovaladı. Kıbrıs’ta terör
olaylarını gerçekleştiren EOKA’nın bu olaylar sırasında İngilizlere de zarar
vermesinden rahatsız olan Kıbrıs Valisi John
Harding, bu olayların artmasından sorumlu tuttuğu Makarios ve üç EOKA’cıyı Seychelles adasına sürgüne gönderdi. Bu sürgün, gerek Yunanistan’da gerekse Kıbrıs Rumları
arasında büyük tepkilere yol açmış, Atina’da yapılan gösteriler sırasında,
75 kişi yaralanmış, Girit’teki İngiliz konsolosluğu kapatılmış, Kıbrıs’ta ise Rumlar
genel greve gitmişlerdir. Makarios’un sürgüne gönderilmesinden sonra meydana
gelen olaylarda yine artışlar görülmüş, ilk yirmi gün içinde çıkan olaylarda,
2’si Türk, 8’i İngiliz ve 12’si de EOKA’cı olmak üzere, toplam 22 kişi yaşamını
yitirmiş ve 39 kişi de yaralanmıştır. Bu olaylar ayrıca ciddi maddi zarara
yol açmıştır. Bu olayların gerçekleştiği dönemde Türkiye ise Yunanistan ile iyi
ilişkilerini bozmamak ve İngiltere’yi rahatsız etmemek için olaylara pek
müdahil olmuyordu. Ancak genel yaklaşımı halen ''Eğer İngiltere Kıbrıs’ı terk edecek olursa; Ada asıl sahibi olan Türkiye’ye
verilmeli'' şeklindeydi.
![]() |
EOKA’cı Sürgünler |
Ancak Ankara’nın asıl uyanışı yine İngiltere’nin bir
girişimiyle gerçekleşti. İngiltere 1955 yılında Londra’da bir konferans
toplanması kararı aldı. Amaç Kıbrıs’ın geleceğinin tartışılmasıydı.
İngiltere ilk defa Türkiye’yi de bu konferansa davet etti. Yani adada Türklerin
de hak sahibi olduğunu göstermiş oldu. Yunanistan ise Türkiye’nin bir taraf
dahi olamayacağını açıkladı. Atina hükümeti Kıbrıs konusunda bir defa daha
resmi tutumunu göstermişti. Aynı dönemlerde Denktaş gibi Savcı olan Glafkos Klerides’te Kıbrıs’ın Yunanistan
ile İngiltere arasında konuşulması gereken bir sorun olduğunu ve Türkiye’nin
burada bir taraf olmadığı görüşündeydi. İşte Rumlar ve Yunanlıların en büyük
yanılgısı burada ortaya çıkmıştı. 29 ağustos-7
Eylül 1955 tarihleri arasında yapılan Birinci Londra konferansında Türkiye’nin
görüşlerini açıklayan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, self determination
ilkesine tümüyle karşı olmamakla birlikte, bunun “Bir adaletsizlik, huzursuzluk, güvensizlik ve kargaşa unsuru haline
gelmesinin önlenmesini ve toplumlar arası eşitlik esasının sağlanmasını”
istedi. Konferansta Yunanistan ise self determinasyon ve Enosis isteğini
yinelemiştir. İngiltere Dışişleri Bakanı Harold Macmillan ise İngiltere’nin NATO
ve Bağdat Paktı içinde üstlendiği görevleri yerine getirebilmesi için Kıbrıs’ın
tümünün İngiltere’nin elinde kalması gerektiğini öne sürmüştür.
Bu konferansın devam ettiği sırada, İstanbul’da 6-7 Eylül olayları olarak bilinen olaylar meydana gelmiş, bu olayların yarattığı olumsuzlukların bir sonucu olarak konferans, bir sonuç alınamadan dağılmıştır. Konferansta, İngiltere Dışişleri Bakanı Macmillan’ın self determination önerisine oldukça soğuk baktığı ortaya çıkmıştır. Fatin Rüştü Zorlu ise, İngiltere’nin önerdiği “dahili muhtariyet” planına sıcak bakmakla birlikte, bu çözümün dışında bir yola gidilecekse, adanın Türkiye’ye geri verilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini bir defa daha tekrarlamıştır. Başka bir deyişle, bu konferansta İngiltere’nin, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki güvenliğini tehlikeye düşüreceği endişesiyle, Kıbrıs’tan çekilmek niyetinde olmadığı, ancak adaya self goverment verilmesi yolundaki görüşü kabule yatkın olduğu anlaşılmıştır. Yunanistan’ın ise, adaya self goverment verilmesi konusundaki ısrarından vazgeçmeyeceği anlaşılmıştır. 6-7 Eylül olaylarından sonra ortaya çıkan gerginlik, Türkiye’nin olaylarda zarar görenlere tazminat ödemeyi kabul etmesi ve 24 Ekim 1955 tarihinde İzmir’de Yunanistan’a tahsis edilen Başkonsolosluk binasına bayrak çekilmesi töreninde Ulaştırma Bakanı Muammer Çavuşoğlu’nun da bulunmasıyla, biraz olsun azaltılabilmiştir.
![]() |
Fatin Rüştü Zorlu |
Bu konferansın devam ettiği sırada, İstanbul’da 6-7 Eylül olayları olarak bilinen olaylar meydana gelmiş, bu olayların yarattığı olumsuzlukların bir sonucu olarak konferans, bir sonuç alınamadan dağılmıştır. Konferansta, İngiltere Dışişleri Bakanı Macmillan’ın self determination önerisine oldukça soğuk baktığı ortaya çıkmıştır. Fatin Rüştü Zorlu ise, İngiltere’nin önerdiği “dahili muhtariyet” planına sıcak bakmakla birlikte, bu çözümün dışında bir yola gidilecekse, adanın Türkiye’ye geri verilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini bir defa daha tekrarlamıştır. Başka bir deyişle, bu konferansta İngiltere’nin, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki güvenliğini tehlikeye düşüreceği endişesiyle, Kıbrıs’tan çekilmek niyetinde olmadığı, ancak adaya self goverment verilmesi yolundaki görüşü kabule yatkın olduğu anlaşılmıştır. Yunanistan’ın ise, adaya self goverment verilmesi konusundaki ısrarından vazgeçmeyeceği anlaşılmıştır. 6-7 Eylül olaylarından sonra ortaya çıkan gerginlik, Türkiye’nin olaylarda zarar görenlere tazminat ödemeyi kabul etmesi ve 24 Ekim 1955 tarihinde İzmir’de Yunanistan’a tahsis edilen Başkonsolosluk binasına bayrak çekilmesi töreninde Ulaştırma Bakanı Muammer Çavuşoğlu’nun da bulunmasıyla, biraz olsun azaltılabilmiştir.
İngiltere bir süre sonra, kendi çıkarlarını da zedeleyeceği
endişesiyle, self determination yolundaki çözüm önerisine karşı ilgi duymaktan
vazgeçmiş, bununla birlikte self goverment yolunu açacak olan bir anayasanın
hazırlanması için gerekli çalışmalara başlamıştır. Bu durum Türk hükümeti
tarafından da olumlu karşılanmıştır. Kıbrıs ile ilgili gelişmeler Menderes
Hükümeti ve Türk kamuoyunun en önemli dış sorunu olarak gündemde kalmaya devam
etmiştir. Buna uygun olarak Demokrat Parti Grubu da Kıbrıs konusunda sık sık
toplantılar yaparak Yunanistan’ın iddialarını ele almıştır. Demokrat parti
grubu, 5 Temmuz 1956 tarihindeki
toplantısında bir bildiri metni hazırlamış ve bu bildiride;
‘’Kıbrıs’ta yaşayan
500.000 kişilik nüfustan en az 120.000’inin Türk olduğu ve bunların ada
topraklarının 6/4’ üne sahip oldukları, geriye kalan nüfusun büyük çoğunluğunun
ise, yunan asıllı olmayıp levantin olduğu. Yunan isteklerinin Lozan antlaşması
ile bağdaşmadığı şeklindeki görüşlere yer verildikten sonra Yunanistan’ın bu
isteklerinde ısrar etmesi durumunda bütün Trakya ve oniki adalar sorunlarının
gündeme getirileceği...’’ hatırlatılmıştır.
Kıbrıs sorununda çözümsüzlük devam edip giderken, Mısır’da iş
başına gelen darbeci yönetimin Süveyş Kanalı’nı devletleştirmesi, Kıbrıs Adasının
İngiltere açısından önemini daha da arttırmıştı. İngiltere gerek bu olumsuzluk
gerekse Rum terörünün giderek artmasından duyduğu endişenin sonucu olarak,
Kıbrıs’a bir alaydan oluşan bir paraşütçü birliği göndermiştir. Bundan sonra
bile Rum terörü devam etmiş, 1956 senesi içerisinde birçok İngiliz askeri
öldürülmüştür. Sadece 1956 yılı kasım ayında meydana gelen olay sayısı 416’yı bulmuş, bu olaylarda
tutuklananların toplamı da 693’e
ulaşmıştır. İngiltere 1956 yılında, Türkiye’nin itirazlarına ve Makarios’un
reddetmesine karşın, Kıbrıs’a “mahalli muhtariyet verilmesi”
için çabalarını sürdürmüş ve bu amacı gerçekleştirmek için de Lord Radcliffe’e bir anayasa tasarısı
hazırlatmıştır. Bu tasarıda self determination konusuna yer verilmemekle
beraber, self goverment üzerinde sıkça durulmaktaydı. 19 Aralık 1956 tarihinde kabul edilen bu anayasaya göre,
kurulması öngörülen ve 36 üyeden oluşacak olan Kıbrıs meclisinde; Türkler 6, Rumlar
24 üye ile temsil olunacak, geriye kalan 6 üye de adanın valisi tarafından
seçilecekti. Kurulması planlanan kabinede ise, Türklere yalnızca bir
bakanlık verilecekti. Aynı tarihte İngiltere Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd, avam kamarasında yaptığı
konuşmasında;
“İngiliz Hükümeti’nin,
Kıbrıs gibi gayet karışık bir ahali için self determination hakkının tatbiki
için muhtelif hal çareleri arasına adanın taksimi hususunun da ithal edilmesi
gerektiğini kabul etmektedir.” Diyecekti.
![]() |
Lord Radcliffe |
![]() |
Lennox Boyd |
Bu gelişmeler neticesinde, Türkiye 1957 yılının başından
itibaren Kıbrıs konusuna ağırlığını iyice koymaya başladı. Bunun bir nedeni İngiltere’nin
yukarıda bahsi geçen yaklaşımı, diğer nedeni ise EOKA'nın o tarihten itibaren Türk
toplumunu da düşman olarak görmesi ve Türklere karşıda silahlı eylemleri
çoğaltmasıydı. Bu dönemde EOKA'nın hedefi sadece İngilizler değil, Enosis'e karşı
çıkan tüm topluluklara karşı, dolayısıyla Türkleri de hedef haline
getirmişlerdi. Oysa adadaki Türk toplumu bu şiddet olaylarına karşı
hazırlıksız, savunmasız ve adanın dört bir köşesine dağılmış şekilde
yaşıyorlardı. 1958 yılının Ocak ayından itibaren EOKA Türk köylerine karşı
saldırılarını arttırmaya başlamıştı. Türk toplumu ise bu olaylar üzerine
silahlanmaktan başka çare kalmadığını anlamış oldu. Bu dönemde Doktor Fazıl Küçük
başkanlığında ‘’Kıbrıs Türktür Partisi’’
kuruldu ve önceden kurulmuş bütün dernek ve partiler bir çatı altında toplandı.
Aynı dönemde ayrıca ‘’Kıbrıs Türk Kurumları
Federasyonu’’ oluşturuldu ve başına da Rauf Denktaş getirildi. Ancak bu
oluşumlar Rumları durdurmaya yetmedi. Rumlar ardı ardına saldırılar ve
suikastlar düzenlemeye devam ediyordu. Bunun sonucunda birkaç ay içerisinde Türklerin
kaybı 50'yi aştı ve panik başladı. Bu dönemde ‘’Kıbrıs Türk Federasyonunun’’
başında bulunan Rauf Denktaş’a başvuran Türkler, Rumlara karşı direnmek için
silah talebinde bulunmaya başlamıştı. Rauf Denktaş bu konuyla ilgili bir
anısında;
''Olayların
büyümesi üzerine köylüler bana koşup silah istemeye başladılar. Bir süre sonra
köylüler kendi arasında fısıltı halinde birbirlerine silahları federasyonun
vereceğini söylemişler. Ancak silahları almaya 3 kişiden fazla gidilirse silah
alamayacakları söylenmiş. Bunun üzerine yanıma bir gün 3 kişi geldi. Ben bu
arkadaşlara ''-ne istiyorsunuz?'' diye sordum. Bu arkadaşlarda ''-3 kişi geldik
anlamadın mı?'' diye cevap verdi. Ben ise konunun ne olduğunu bilmediğim için
anlamadığımı izah ettim ve bana olayı anlattılar. Kendilerini korumak isteyen
bu soydaşlarımıza yok diyemezdim. Yoksa maneviyatları ve umutları kaybolurdu.
Bunun üzerine ''-şu yerde bir depomuz var. Bu depo İngilizlerine ablukası
altında bulunmaktadır. Bu silahları almaya bir arkadaşı gönderirsem ve İngilizler
tarafından yakalanırsa idam edilir. Ya bekleyin yada tehlikeyi göze alın.''
dedim. Bunun üzerine köylüler ''yok efendim bekleriz'' dediler. Aslında ne depo
vardı nede silah vardı.''
![]() |
Aslında İngilizler bir bakıma bu gelişmelerden memnundu.
Önceleri kendileri hedef halindeyken şimdi Rumlar ve Türkler arasında hakem
rolünü üstlenmişlerdi. Yunanistan’dan gelen silahlar ve Grivas'ın yönetimindeki
EOKA'nın düzenli saldırıları Türkleri yavaş yavaş yerlerinden göç ettirmeye ve
kendilerini savunmak için Kantonlar oluşturmaya başlamıştı. Türkiye’den
herhangi bir yardım gelmediği için tek çareleri ev yapımı silahlardı. Bu
silahlardan en ilginç buluşu yapan ise Pehlivan adlı Gönen Ovasındaki bir Türk'e
aitti. Bu silahın ilk denemesi ise ilginç sahnelerin yaşanmasına neden
olmuştur.
‘’Silah
3 ayaklı sehpa üzerine yerleştirilmiş bir namlu içermekteydi. Bu namluya ise
bir fitil bağlanmıştı. Silahı denemeye gelen yetkililer nasıl çalıştığını ve ne
olacağını sorunca ''-muazzam bir silahtır'' cevabı alırlar. Silahı ateşlemek
için hazırlıklar yapılırken yetkililerden birisi her ihtimale karşı silahın
arkasındaki su hendeğinin içerisinden ateşlenmesini önerir ve bu öneri kabul
görür. Silah ateşlendikten sonra hendeğe girilir ve birkaç saniye sonra muazzam
bir gürültüyle patlama gerçekleşir. Ancak silah ileri doğru değil
hendektekilerin kafasının üzerinden sehpasıyla uçarak geçer. Kısaca silah
denemesi sırasında öneriyi kabul etmeyip hendeğe girmemiş olsalardı yaralanma
veya ölüme kesin sebebiyet verecek bir deneme gerçekleşmiş olacaktı. Bunun
üzerine yetkililer silahı tasarlayan kişiye ''-nedir oğlum bu rezalet?'' diye
sorar. Silahı tasarlayan kişinin cevabı ise hayli ilginçtir ''-ama sesi ne
güzeldi değil mi? Şeklinde cevaplar.''
Adada bu gelişmeler olurken Türkiye’de Demokrat Parti, 1957
seçimlerinden % 47.70 oy alarak ve 424 milletvekilliği kazanarak çıktı.
Demokratlar son olarak katıldıkları bu seçimlerde, az da olsa oy kaybına uğradılar.
Seçimler sonucunda, yeniden hükümeti kurmakla görevlendirilen Adnan Menderes,
beşinci kabinesini kurduktan sonra, 4 Aralık
1957 tarihinde hükümet programını meclise sundu. Menderes bu programı
sunarken yaptığı konuşmada Kıbrıs ile ilgili olarak şu görüşlere yer verecekti;
“Kıbrıs’ın
taksimine razı olmak suretiyle yapabileceğimiz fedakarlığın hududuna varmış
bulunuyoruz. Adadaki Türk cemaatinin istikbalinin korunması için aldığımız bu
kararlı durumun muhafaza olunacağını bir kere daha teyit ederiz.”
Başbakanın bu konuşmasından da anlaşılacağı gibi, demokrat
parti, bir ödün olarak gördüğü ve katlandığı “taksim” tezinde karar kılmışken, Yunanistan, 9 Aralık 1957 tarihinde, Kıbrıs sorununu yeniden Birleşmiş Milletler’in
gündemine alınmasını sağladı. Yunanistan’ı; Suriye, Mısır, Yugoslavya, Sovyet Rusya
ve doğu bloku devletleri desteklediler. Ancak Yunan tezi olan self
determination, Birleşmiş Milletler siyasi komisyonunda; 33 lehte, 20 aleyhte ve
25 çekimser oy alabildi. Son kararı veren Birleşmiş Milletler genel kurulunda
ise; Yunan tezine; 31 olumlu, 23 olumsuz, 24 çekimser oy verildiğinden ve
çoğunluk sağlanamadığından, Yunan tezi (self determination) reddedilmiş oldu.
Kıbrıs sorunundan dolayı, NATO’da Türkiye ile Yunanistan arasında meydana gelen
soğukluğu gidermek için harekete geçen NATO genel sekreteri Paul Spak, 1957
sonunda, Paris’te yapılan NATO toplantısında, Türkiye Başbakanı Adnan Menderes ile
Yunanistan Başbakanı Kostantin Karamanlis’i bir araya getirerek, üçlü bir
toplantı düzenledi. Bu toplantıda; İngiltere Dışişleri Bakanı Selwyn Lloyd da
hazır bulundu ancak bu görüşmeden de olumlu bir sonuç alınamadı. Başbakan Menderes,
bu toplantılar sırasında ABD Başkanı Eisenhower ile de bir görüşme yaptı. Bu
görüşme; Türkiye’nin “taksim” tezinden de ödün vermesinde etkili olmuştur.
Başbakan Menderes, bu toplantı dönüşünde,
26 Aralık 1957 tarihinde, yapılan Demokrat Parti meclis grubu toplantısında
yaptığı konuşmada; Yunanistan’ın adaya yasa dışı olarak asker, silah
göndermesine ve Kıbrıs konusunu ikide birde uluslararası kuruluşlara
götürmesine izin vermeyeceklerini açıklayarak;
“Yunanistan
bize fenalık yaparsa, biz daha fazlasını yapabilecek vaziyetteyiz…”
diyerek, Türkiye’nin “taksim” tezinde ısrarlı olduğunu bir defa daha
vurgulamıştır. İngiltere’de ise, Kıbrıs konusunda iktidar ile muhalefet aynı
görüşleri paylaşmıyorlardı. Muhalefetteki İşçi Partisi’nin, “taksim” tezine
karşı çıkmasına rağmen, Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd, 19 Aralık 1957 tarihinde Avam Kamarasında yaptığı bir konuşmada; İngiltere
Hükümeti’nin, Radcliffe Raporu’ndaki anayasa tasarısını aynen kabul ettiğini
belirttikten sonra, self determination hakkının tatbiki için, çeşitli çözüm
yolları arasına adanın taksimi konusunun da konulması gerektiğini söyleyecekti.
Buna karşın İngiltere’nin, temel görüşünün “taksim” olduğunu söylemek oldukça
zordur. Çünkü İngiltere, Kıbrıs’ta öncelikle “muhtariyet (özerklik)”
düşüncesine bağlanmış ve belli bir süre sonra, kesin çözüm yoluna gidildiği
takdirde, taksimin de çözüm yollarından biri olabileceğini öngörmüştü.
TÜRK
MUKAVEMET TEŞKİLATININ KURULMASI
Bu dönemde ise adadaki Türk toplumu gizli bir yapılanma ile
tanışmıştır. Kimsenin tam olarak tanımadığı ve İngilizler tarafından
desteklendiğinden şüphelenilen ‘’VOLKAN''
adlı gizli bir örgüt Türk toplumunu savunmaya başlamıştı. Ancak bu örgüt ne İngiltere’nin
nede Türkiye’nin gizli desteği ile kurulmuştu. Örgütü kuranlar Topal Mahmut, Hüseyin
Ruso, İsmail Sadıkoğlu, İbrahim Davulcu, Burhan Nalbantoğlu ve Alpay Mustafa
idi. Bu örgüt ileride kurulacak ve adadaki Türk direnişinin önderliğini yapacak
olan Türk Mukavemet Teşkilatının da temelini oluşturmaktaydı. Örgütün EOKA
militanlarına karşı direniş gösterebilmesi için önce para bulması ve sonra
silah satın alması gerekiyordu. Yapılan gizli toplantılarda Rauf Denktaş para
toplanarak silah satın alınmasına kesinlikle karşı çıkmış ve silahların Türkiye’den
alınarak gizli teşkilatların Türkiye’ye bağlanmasını önermiştir. Denktaş’a göre
adada Türkiyesiz hiçbir adım atılamamalıydı ve Kıbrıslı Türklerin sırtını Türkiye’ye
dayamaktan başka çaresi yoktu. Denktaş’ın bu önerisi üzerine sert tartışmalar
yaşanmış ve sonunda Denktaş’ın önerisi kabul edilmiştir. Bu önerinin kabul
edilmesini müteakip Denktaş ve Dr. Küçük Ankara’ya giderek Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu ile görüşmüş ve bakanı ikna etmişlerdir. Bu görüşmeden yaklaşık
9 ay sonra adaya iş bankasının bir müfettişi adaya ayakbastı. Bu müfettiş
adının ali conan olduğunu söyledi. Oysa gerçek adı Rıza Vuruşkan'dı ve emekli bir Türk subayıydı. Vuruşkan beraberinde
getirdiği birkaç yardımcısıyla birlikte çalışmaya başladı. Bunun üzerine 1 Ağustos 1958’de ''VOLKAN'' isimli
gizli örgüt kendini fesih ederek, daha gizli, daha askeri, daha gözü pek
savaşçı bir örgüt haline dönüştü ve ‘’Türk
Mukavemet Teşkilatı’’ ismini aldı. Bu teşkilatlanma daha önce adada dağınık
olarak bulunan diğer Türk direniş unsurlarını kendi şemsiyesi altında topluyor
ve organizasyon tek çatı altına alınmış oluyordu. Bu örgütlenmeden birkaç ay
sonra Türkiye’nin adaya ilk silah sevkiyatı gerçekleştirildi. Bu sevkiyatta 24
adet Takarof marka otomatik silah ve 12 adet Stern marka tabancayla birlikte
bir miktar kurşun gönderildi. Bu ilk sevkiyatı Vehbi kardeşler olarak tanınan
bir aile hayatlarını tehlikeye atıp, küçük kayıklarıyla gerçekleştirmişti. Gece
tekneleriyle Türkiye’den ayrılıp gizlice Erenköy koyuna girmişler ve yüklerini TMT
militanlarına teslim etmişlerdi. Ancak TMT militanları ertesi sabah Vehbi
kardeşleri tutuklamıştı. Bu tutuklamanın nedeni ise teslim edilen silahlar
arasında bir tane tabancanın eksik çıkmasıydı. Kayıkta yapılan aramalarda eksik
olan silah tahtalarının arasından çıkmış ve tutuklu olan kardeşler serbest
bırakılmıştır.
Rıza Vuruşkan |
''Artık
bu işe bir çözüm bulacaksınız. Haklarımızı koruyacak şekilde çözümünüzü üretin.
Kıbrıs meselesini artık bitirmek istiyorum. Bu mesele hem dış politikada hem de
iç politikada zor durumda bırakıyor.''
Yunanlı heyet görüşmelere self determinasyon verilmesi
fikriyle gitmekteydiler. Türk heyeti ise adada iki cemaat olduğu ve bu iki
cemaate ayrı ayrı self determinasyon verilmesini savunacaktı. Bu dönemde arzu
edilen bir taksim değildi. Ancak halka intikal eden şekli ''ya taksim, yada ölüm'' sloganını ortaya çıkartmıştı. Dolayısıyla
bütün Türkiye taksim sloganını benimsemiş ve adanın paylaşılması gerektiğini
düşünüyordu. Çünkü Kıbrıs’ın tamamını istemenin gerçekçi yönü kalmamış ve
taksim ile yetinilecekti. Türkiye’nin taksim tezine ilk itiraz ise sürgünden
dönerek yeniden başpiskopos olan Makarios'dan gelmişti. Lefkoşe’de ki bir basın
toplantısında son derece sert konuşarak şu ifadeleri kullanmıştır:
''Bugünkü
çıkmazın tek nedeni İngiltere’nin izlediği hatalı politikadan dolayıdır.
Özellikle Türkleri bir taraf olarak ortaya çıkartıp Kıbrıs’ın kendi geleceğini
sağlamasını engellemesidir. İngiltere, Türkiye’ye Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili
veto hakkı tanıdığı sürece bu sorunun çözümü çok güçtür. Çok iyi bilinmelidir
ki Kıbrıs sorunu sadece Rumları ve İngilizleri ilgilendirir. Dolayısıyla Kıbrıs
da taksim düşünülemez ve pratik yönden uygulanma imkanı yoktur. ''
2. LONDRA KONFERANSI VE KIBRIS FEDERAL CUMHURİYETİNİN KURULMASI
20 Ocak
1959
tarihindeki görüşmeler, Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Yunan
Dışişleri Bakanı Evangelos Averof; 5 Şubat’ta
ki görüşmeler ise Türkiye Başbakanı Adnan Menderes ile Yunanistan Başbakanı
Kostas Karamanlis’in İsviçre’nin Zürih kentinde bir araya getirecekti. Altı gün
süren Zürih toplantıları sonucunda; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında
üçlü görüşmelere devam edilmesi kararı alınmış, bu kararın ardından da Türk ve Yunan
Dışişleri Bakanları, Londra’ya hareket etmişlerdir. Bu gelişme, Kıbrıs
sorununda önemli bir aşamaya gelindiğinin ilk işareti olmuştur. Zürih
toplantısı dönüşünde, 12 Şubat 1959
tarihinde, Demokrat Parti Grubu’na bilgi veren Başbakan Adnan Menderes,
Kıbrıs’ta Türk çıkarlarının ve Türkiye’nin güvenliği sorununun çözümlendiğine
değinerek, bu arada Türk-Yunan ilişkilerinin de artık düzeleceğine inandığını
belirtmiş ve “Kıbrıs meselesi tarihe
intikal etmiş addolunabilir” şeklinde konuşarak, alınan sonuçtan duyduğu
mutluluğu dile getirmişti. Menderes bu konuşmasında;
“Kıbrıs’ı alamadık,
fakat Kıbrıs’ı vermedik. Hiç kimsenin menfaatine teaddi etmedik. Fakat
memleketimizin menfaatleri bakımından zerre kadar fedakarlıkta bulunmadık.
Şimdiye kadar ilan ettiğimiz taksim prensibinden netice almış sayılmaz isek de,
mahiyet ve mana itibariyle aynı prensibi tahakkuk ettirmiş olduğumuzu
metinlerin okunması neticesinde takdir edeceğinizden ve büyük itimat ile ve
huzuru kalp ile tasvip ve tasdik edeceğinizden emin olarak huzurunuzda
bulunmaktayım.“ demiştir.
Kuşkusuz ki, Adnan Menderes’in söyledikleri, Türkiye
Hükümeti’nin en son olarak izlemekte olduğu “taksim” politikasından bir ödün
vermediği şeklinde yorumlanamaz. Tam tersine, Demokrat Parti Hükümeti, bu
politikasından önemli bir geri adım atmış oluyordu.
Başbakan Adnan Menderes’in başında bulunduğu Türk Kurulu, temelleri daha
önceden atılan antlaşmaları imzalamak üzere, 17 Şubat 1959 tarihinde, Londra’ya hareket etti. Ancak bu kurulu
taşıyan uçak, yoğun sis yüzünden havaalanına iniş yapamadı ve havaalanı yakınlarına
düştü. Başbakan’ın hafif yaralarla kurtulduğu bu kazada, aralarında basın, Yayın
ve Turizm Bakanı Server Somuncuoğlu
ve Eskişehir Milletvekili Kemal Zeytinoğlu’nun
da bulunduğu 16 kişi yaşamını yitirirken, 6 kişi de yaralandı.
Bu kaza
sonrasında başbakan Adnan menderes, Kıbrıs ile ilgili Londra Antlaşması’nı
imzaladı. Londra Antlaşması’na göre; Türkiye ve Yunanistan, İngiltere’nin
Kıbrıs’ta askeri üs kurabilme hakkını tanıyorlardı. Bu antlaşma ile Kıbrıs’ın
bağımsız bir Cumhuriyet olması, bu Cumhuriyet’in; Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın
garantörlüğü altına alınması, burada “ Temsilciler
Meclisi” ve “Cemaat Meclisi”
olmak üzere, iki ayrı meclisin kurulması öngörülmüştü. Kıbrıs Hükümeti’nde ise;
bakanlar kurulu üyeliklerinden 3’ünün Türker’e; 7’sinin de Rumlara verilmesi, Cumhurbaşkanı’nın
Rumlardan, yardımcısının da Türker’den seçilmesi karara bağlanmıştı.
Cumhurbaşkanı yardımcısının, cumhurbaşkanı gibi, dış siyaset, savunma ve iç
güvenlik gibi konularda veto yetkisi olacaktı. Ayrıca, iç güvenliği sağlamak
için gerekli olan 1.600 kişilik
güvenlik örgütünün; 950’si Rumlardan,
650’si de Türklerden
oluşturulacaktı. Öte yandan; 1.200’ü
Rumlardan, 800’ü de Türklerden seçilecek
olan toplam 2.000 kişilik savunma
gücünün, karargah komutanlığı ise, sırayla yürütülecekti. Adada iç güvenliği
sağlamak için oluşturacak 4.000
kişilik ordunun da yarısı Türklerden, öteki yarısı da Rumlardan meydana
getirilecekti. İkinci Londra konferansı sonrasında imzalanan bu genel uzlaşma antlaşması;
a- Kuruluş, b- Garanti, c- Askeri İşbirliği, d- Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası gibi
dört ayrı antlaşmadan oluşmaktadır. (Bkz. Anlaşma Metni) Bu antlaşmalar onaylanmak üzere, 4 Mart 1959 tarihinde Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ne sunulmuştur. Bu görüşmeler sırasında söz alan ana muhalefet
partisi, CHP Genel Başkanı İsmet İNÖNÜ, söz konusu antlaşmaların, ABD ve İngiltere’nin
baskıları sonucunda imzalandığını ima ederek, bu antlaşmaların “Taksim tezinin uygulanmasına imkan bırakmadığını”,
Enosis’e kapıları kapamadığını ve Türkiye’nin, Kıbrıs Türk toplumuna yeteri
kadar yardım yapabilmesine yönelik hükümler taşımadığına işaret ederek,
hükümete şiddetli eleştirilerde bulunmuştur. Mecliste yapılan görüşmeler
sonrasında, Londra antlaşmasını 2 çekimser, 138 olumsuz oya karşın, 347 olumlu
oy ile kabul etmiştir. Böylelikle Kıbrıs Federal Cumhuriyeti, Türkiye
tarafından onaylanmış oldu.
![]() |
![]() |
Kıbrıs Federal Cumhuriyeti Bayrağı |
Londra Antlaşmasının yürürlüğe girmesinden sonra
Kıbrıs’ta, Türkler ile Rumlar arasında bakanlıklar paylaşılmış; Sağlık, Savunma
ve Tarım Bakanlıkları Türklere bırakılmıştır. Cumhurbaşkanı yardımcılığı
görevine, Türk tarafında tek aday olarak katılan Fazıl Küçük seçilmiştir. Cumhurbaşkanlığı görevine ise; Rum tarafı Glafkos Kliridis ve Makarios’u aday göstermiş ve yapılan
seçimler sonucunda; Makarios oyların büyük bir çoğunluğunu alarak,
cumhurbaşkanı seçilmiştir. Makarios Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra kendi
halkına hitaben yaptığı bir konuşmada; “Sekiz
asır sonra bugün, adamızın idaresinin elimize geçmesinin şerefi sizlere aittir…”
diyerek, adeta Rumların zaferini kutlamış ve Bizans’ın mirasına sahip
çıktıklarını göstermek istemiştir. Makarios’un bu konuşması, ilerde Rumların bu
imzalanan antlaşmalara ne kadar sadık kalacaklarını, daha ilk günlerden
tartışılır hale getirecekti. Zira Makarios bu gelişmeleri, Kıbrıs’ta enosis’e
giden birer önemli adım olarak görmekte idi. Bütün bu gelişmeler sonucunda,
büyük çabalar gösterilerek İngilizce olarak hazırlanan ve 198 maddeden oluşan
Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, 6 Nisan
1960 tarihinde kabul edilmiş, bu Anayasa’da; İngiltere, Türkiye ve Yunanistan,
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “garantör”
devletleri olarak yer almışlardır. Bu itibarla; yukarıdaki gelişmeleri kısaca
özetlemek gerekirse; Demokrat Parti iktidarının dokuz yıllık süre içinde Kıbrıs
konusunda izlediği politikalar üç önemli aşamada değerlendirilebilir. Bu
aşamalar öncesinde, 1950 ile 1954 yılları arasında hükümet tarafından
önemsenmeyen, hatta kimi zaman göz ardı edilen bu sorunun üzerinde
durulmayışının en önemli nedeni; demokratların NATO ve Balkan Paktı içinde
huzursuzluk yaratmamak düşüncesinin yanı sıra, İngiltere’nin Kıbrıs’ı elinde
tutmak konusunda gösterdiği ısrarlı davranışından ileri gelmiştir. 1954
yılından itibaren ise, İngiltere’nin bu ısrarından vazgeçmesi üzerine, ortaya
çıkan fırsatı değerlendirmek isteyen Demokrat Parti iktidarı, Kıbrıs’ın Türklerden
alındığını ve dolayısıyla Türkiye’ye geri verilmesi gerektiğini savunmaya
başlamıştır. Çünkü Türkiye, Kıbrıs’ı tarihi boyunca en uzun süre (308 yıl)
elinde tutan devletlerden birisi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı
olması nedeniyle, ada ile tarihi, etnik, kültürel, ekonomik ve stratejik
bağlantıları olan bir devlet konumundaydı. Bu nedenlerle Demokrat Parti iktidarı,
Kıbrıs konusunda izlediği üç farklı politikasının ilk evresinde ; “ilhak”,
yani Kıbrıs’ın Türkiye’ye geri verilmesi şeklinde bir yöntem izlemiştir. Ancak
gelişmeler, bu politikanın gerçekleştirilemeyeceğini ortaya koyunca iktidar bu
defa da ikinci olarak adanın Türklerle, Rumlar arasında paylaşımını öngören “taksim”
politikasına yönelmiştir. Bu politikanın da, gerek içeride giderek artan
ekonomik ve siyasi sorunlardan ve gerekse de dışarıdan, özellikle de Amerika ve
İngiltere’den gelen baskıların sonucunda uygulanamayacağı anlaşıldıktan sonra,
iktidar, üçüncü bir seçenek olarak gördüğü ve İngiltere tarafından da empoze
edilen Kıbrıs’ta iki toplumlu bir cumhuriyet yönetimi öngören çözümü kabul etmek
zorunda kalmıştır.
Yukarıda zikredilen anlaşmada en önemli konu
ise Rum veya Türklerden birisinin anayasal düzeni yıkmaya kalkması durumunda
garantör ülkelerin askeri müdahale yapmasına izin veren maddeydi. Bu
anlaşmayla Türkiye ile Yunanistan arasındaki Lozan dengesi sonunda kurulmuştu.
Yapılan bu anlaşma neticesinde, ilk defa Kıbrıslı Türklerin varlığı kabul
ediliyor, hakları güvence altına alınıyor ve yıllar sonra Türk askeri adaya
geri dönüyordu. Yunan tarafı da bu anlaşmadan memnundu. Zira çoğunluğu Rumlardan
oluşan yeni bir bağımsız devlet kurulmuştu. Yunanlıların düşüncesine göre bu
anlaşmalar neticesinde, Enosis belki gecikecekti. Ancak enosis halen imkansız
değildi. İngilizler de anlaşmalardan memnundu. Zira hem bir bataklıktan
kurtuluyor, hem de adada akrotiri ile dekelia bölgelerinde iki büyük üs elde
edip, Kıbrıs ve dolayısıyla doğu akidenizden elini tamamen çekmemiş oluyordu.
Dolayısıyla İngilizler bölgedeki askeri ağırlığını korumaya devam etmiş
oluyordu. Bu anlaşma ve durumdan tek memnun olmayan kişi ise başpiskopos Makarios
idi. Makarios'un hayatı halkına Enosis vaat ederek geçmişti. Oysa şimdi
enosis'den vazgeçmek zorunda kalmış ve daha da kötüsü iktidarı Türkler ile
paylaşmak zorunda kalmıştı. Rumlara göre Kıbrıs kendilerine aitti ve Türklerin
adada hiçbir hakkı yoktu. Makarios için Londra ve Zürih anlaşmaları Rumların haklarını
çaldığını düşündürüyor ve içinde burukluk yaratıyordu. Yapılan mücadeleler
neticesinde, İngilizler istedikleri gibi adayı terk etmiş; ancak bu kez
karşılarına Türkler çıkmıştı. Makarios, enosis için yola çıkmış, ancak Türkiye’nin
tutumu yüzünden bir orta yol kabul etmek zorunda kalmıştı. Rumlar enosis yerine
bağımsızlığa da benzemeyen bir şey elde etmiş ve Türklere fazla haklar
verildiği düşünülmekteydi. Dolayısıyla Londra ve Zürih anlaşmaları Rumların
içine sinmemişti. Yıllarca sürdürülen Enosis mücadelesi bir anda terk edilmesi
söz konusu değildi. Nitekim anlaşmalardan kısa bir süre sonra ünlü Akritas Planı oluşturuldu. Bu plana
göre Türklere verilen hakları geri alınacak ve Kıbrıs’ı gerçek bir Rum devleti
yaptıktan sonra Enosis gerçekleştirilecekti. Bu arada geçen süre içerisinde 199
maddelik anayasa bir türlü uygulamaya konulamamıştı. Çünkü her iki tarafta Bakanlar
Kuruluna getirilen önerileri veto ediyor ve kararlar bir türlü geçmiyordu.
Dolayısıyla bu bir çıkmaza sebebiyet veriyor ve oluşması gereken güven ortamını
ciddi manada zedeliyordu.
1963
OLAYLARI VE TÜRK İLE RUM TOPLUMUNUN FİİLEN AYRILMASI
Bu çıkmazı ortadan kaldırmak için Makarios Londra ve Zürih
anlaşmalarını değiştirmek üzere 30 Kasım
1963 tarihinde harekete geçti. Buna göre 3 garantör ülkeye muhtıra verildi.
Bu muhtıralarda anayasanın 13 maddesinin yeniden müzakere edilmesi isteniyordu.
Bu dönemde Ankara’da İsmet İnönü başbakandı. İnönü hükümeti tarafından verilen
muhtıraya yanıt derhal verildi.
''Zorluklar varsa
yardımcı oluruz. Ancak imzalanmış anlaşmalara dokundurtmayız''
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ise kısa bir süre önce makamına
kabul ettiği Doktor Küçük ve Denktaş ile yaptığı mülakatta ''Bir noktayı iyi bilin. Türkiye Kıbrıs
için Yunanistan ile savaşamaz. Bu işleri suhulet ile halledin.''
demiştir.
Aslında Makarios’un önerdiği ve Türkiye’nin reddettiği bu
teklif Kıbrıs Türklerini azınlık statüsüne sokan bir değişiklikti. Bu
değişiklik teklifini Yunanlıların desteklediklerini o dönemin Yunan Başbakan
Yardımcısı Sofokles Venizelos gizlememiştir. Makarios bu teklifi Türkiye’nin
reddedeceğini bilerek adada eğitilerek hazır hale gelen EOKA ile Türkleri adada
yok etmeyi hedeflemiştir. Bu yaklaşımların olacağını öngören Makarios ise Akritas
Planı’nı devreye sokarak silaha davranmaya karar verdi. Bu planda Türklere
yapılacak saldırıları dünyaya nasıl göstereceklerine kadar her şey ayrıntılı
şekilde planlanmıştı. Dolayısıyla 1960 yılında fikri ortaya atılın akritas
planının uygulaması ise 3 yıl sonra 1963 yılında başladı. Bu defa hedef İngilizler
değil, Türklerdi. Akritas Planının uygulanmasına 20 Aralık 1963 günü başlandı. Sonradan Noel Katliamı olarak
adlandırılan bu katliam 4 gün 4 gece sürdü. Bu tarihlerde Türklerin topluca
yaşadıkları mahallelere baskınlar düzenleniyor, kahveler makineli tüfeklerle
taranıyor, Türk büyükelçiliği dahil tüm okullar kurşunlanıyor ve evler ateşe
veriliyordu. Ancak bu olayların Dünya ve Türkiye gündemine oturmasına neden
olan olay 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs
Türk Alayının doktoru olan Nihat İlhan’ın evini basan EOKA militanları biri 6
aylık, diğerleri 4 ve 7 yaşındaki çocuğu öldürüp gözdağı vermek istercesine
banyoya atmasıydı. İşte bu katliam resmi dünya basınına kanlı Noel olarak
geçti. Bu olayın ardından Lefkoşe’deki Türk mahallesi ateşe verildi. Hiç kimse
tarafından böyle büyük bir saldırı beklenmiyordu. Türkler tam manasıyla
hazırlıksız yakalanmıştı. Adada konuşlu olan Türk Alayı ise gelişmeleri
anlaşmalardan dolayı seyretmek zorunda kalıyor ve Ankara’dan emir gelmesini
bekliyordu. EOKA'nın yaptığı bu eylemlerin hedefi 1963 yılında Lefkoşe’de
liderliği yok etmek ve dünyaya Türkler içerisinde bir ihtilaf çıkması üzerine
birbirlerini öldürdüğünü göstermekti. Dolayısıyla Rumların yaydığı bu
haberlerle Londra ile Zürih anlaşmalarının geçerliliğini yitireceği ve üniter
bir Rum cumhuriyeti kurulacağına inanılmaktaydı. Ancak asıl hedefin Küçük
Kaymaklı Kasabası olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bu kasabada 5000 Türk yaşamaktaydı.
Dolayısıyla Türklere ait en büyük kantondu ve daha önemlisi Türk Mukavemet
Teşkilatının merkezi konumundaydı. Rumların buradaki amacı Küçük Kaymaklı’nın dağıtılarak
Türk direncini ortadan kaldırmaktı. Sabahın erken saatlerinde bir elinde Türk
bayrağı ile tanıdık bir isim Kaymaklı’ya girdi. Bu kişinin adı Nikos Sampson idi. Sampson kasabadakilere
''yardıma geldik' diyerek köye
girmişti. Ancak evdeki kadın ile çocukları bir kenara ayırdı ve erkeklerden bir
bölümü orada kurşuna dizildi. Geri kalanlar ise zorla kasabadan sürüldü ve
kasaba ateşe verildi. Bu katliamların 4. Gününe girildiğinde Türklerin ölü
sayısı 300'ü bulmuş, yaralı sayısı
ise 700'ü aşmıştı.
Olayların artık
durmayacağı ve adanın dörtbir yanına dağılmış Türk köylerine de yayılacağı
aşikardı. Ankara ardı ardına Makarios yönetimine, Atina’ya ve Londra’ya
uyarılar yapıyor. Ancak elle tutulur bir sonuç alınamıyordu. Sonunda hükümetin
başında olan İsmet İnönü’nün sabrı taştı ve 25 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs semalarında ilk defa Türk silahlı
kuvvetlerine bağlı jetler göründü. Türk uçakları Rumların yoğunlukta olduğu
yerleşim birimlerinin üzerinden alçak uçuş yaparak üslerine geri döndü. Bu
olayların çıktığı andan itibaren Makarios ve Rum yönetimi ortadan kaybolmuş ve
gelen mesajlara cevap vermemişti. Türk uçaklarının geçişi ise etkisini gösterdi
ve Savunma Osman Örek hemen aranarak
bir toplantı organize edildi. Bu toplantı İngiliz Yüksek Komiserliğinde yapılacaktı.
Osman örek toplantıya geldikten yarım saat sonra Makarios da toplantıya
katıldı. Toplantı Sırasında İngiliz haberci toplantı salonuna girerek ''Türk alayı harp nizamı alarak, Lefkoşe’ye
doğru harekete geçiyor'' demiştir. Toplantıya katılanlar ile birlikte İngiliz
Valisi toplantı yapılan yerden Ortaköy’e doğru baktıklarında alayın gerçekten
hareket halinde olduğunu gördüler. Türk kuvvetlerinin hareketlenmesi üzerine İngiliz,
Türk ve yunan komutanlar buluşup ilk ateşkes anlaşmasını buluşma yerinde
yaptılar. Burada amaç zaman kazanmak ve bu zaman içerisinde de anlaşmazlığa bir
çözüm bulabilmekti. Bu anlaşmaya göre karma barış gücü kuruldu ve Lefkoşe
anlaşmadan sonra ikiye ayrıldı. Bu ayrımı yapılan sınır bölgesine de ''Yeşil Hat'' ismi verildi. Türklerin
çoğunlukta yaşadığı yerlerde yeni kantonlar oluşturuldu. Kısa bir süre sonra
adanın çeşitli yerlerindeki 103 karma köy dağıldı ve toplam nüfusun 4/1 olan
yaklaşık 45.000 kişi yeşil hatta belirlenen kantonlara göç ettirildi.
Böylece Rumların bu saldırısı sonucu ada fiilen ikiye bölünmesi sürecine girmiş
oldu. Bu olaylardan sonra Türkler ile Rumlar tamamen ayrılmış oldular. Bu
olaylar neticesinde; Rumlar Londra ve Zürih anlaşmalarında Türklere verilen
hakları geri almak istemiş, ancak Ankara bunu kabul etmeyeceğini ve gerekirse
askeri müdahale yapacağını göstermiş oldu. Rumların buradaki hatası Türkiye’nin
her şeye rağmen müdahale edemeyeceğini ön görmeleriydi. Kılıfından çıkan silahın
ateşlenmeden bir daha kılıfına girmeyeceğini hesaplamamışlardı.
![]() |
Nikos Sampson |
![]() |
Nikos Sampson Türk Köyüne Türk Bayrağı ile Girerken |
Osman Örek |
![]() |
Yorgo Papandreu |
''İsmet
paşaya araç ve gereç ile ilgili malumat askeri yetkililer tarafından
anlatılmakla birlikte komutanlar ''-Emredersiniz
çıkartma yaparız'' dediler. İsmet paşa ise emreder görünerek hazırlıkları
yapılması talimatını verdi. İnönü’nün kaygısı Türkiye cumhuriyetinin kurtuluş
savaşından sonra dış destek olmadan planlanan bu ilk askeri harekatı sonucunda
hezimete uğramasıydı. Burada hezimetten kastımız çıkartmanın yapılamaması
değil; çıkartmadan sonra lojistik desteğin yeterli olmamasından dolayı orada
ordunun tutunamaması korkusuydu.''
Bu veriler ışığında İsmet Paşa aslında müdahale taraftarı
değildi. Ancak politik nedenlerden dolayı müdahale taraftarı gözükmekle
birlikte müdahaleye hep karşıydı. Dolayısıyla İsmet İnönü bu meseleyi her zaman
diplomatik yollardan çözmeye çalışmıştır. Bu minvalde adadaki Türk toplumu
üzerinde ki baskı giderek artmaya başlamıştı. Türkiye ise bu gelişmeler üzerine
Rumlara ve Yunanlılara gözdağı vermek için 4
Haziran 1964 günü donanmaya denize açılma emri verdi. Birlikleri taşıyacak
gemiler ise İskenderun Limanına yanaşmaya başladı. Artık kader saati yaklaşıyor
ve daha fazla beklenemeyeceği anlaşılmıştı. Aynı gece İsmet İnönü Dışişleri
Bakanı Feridun Cemal Erkin'i yanına
çağırdı. İsmet Paşa Dışişleri Bakanına talimat vererek Amerika Büyükelçisinin
Dışişlerine çağrılarak ''-Müttefikimiz Amerika’ya
adaya müdahale kararı verdiğimizi ve yarın adaya çıkarma yapacağımızı bildir.''
şeklinde talimat vermiştir. Feridun Cemal Erkin bu talimat üzerine ''-Paşam; eğer biz bunu haber verirsek, Amerika
bu harekatı durdurmak için elinden geleni yapacak ve kesinlikle
durduracaklardır.'' demiştir. Bunun üzerine İsmet inönü ''-Biz müttefik olarak görevimizi yapalım.
Sen Amerikan büyükelçisini çağır ve Türkiye hükümetinin bu kararını kendisine
tebliğ et.'' diye üstelemiştir. Bu konuşma ve talimat üzerine Ankara’daki Amerikan
Büyükelçisi Reymond Hair gece yarısı
Türk Dışişleri Bakanlığına çağrılıp Türkiye’nin aldığı bu karar kendisine
iletilir. Amerikan Büyükelçisi bu tebligat üzerine Dışişleri Bakanına ''-Bana müsaade edin. Washington ile temasa
geçeyim. Bu temasım neticesinde size hemen bir yanıt getireceğim.'' diyerek
konsolosluğa döndü. Türkiye’den gelen bu haber Beyaz Saray’da deprem etkisi
yaptı. O dönemde Amerika Başkanı olan Lyndon Baines Johnson Ankara’ya derhal
bir uyarı mektubu yazılmasını ve gerekiyorsa sert ifadeler kullanılarak askeri
müdahalenin durdurulmasını istedi. Bu istek üzerine Dışişleri Bakanı Dean Rusk başkandan aldığı talimatı
yerine getirmek için hazırlığa başladı. Dışişlerinin hazırladığı bu mektup çok
sert dille yazılmıştı. Bunun nedeni ise Amerikalıların daha önce verdiği
sözlerin işe yaramaması üzerine verilecek mesajın etkisinin arttırılmak
istenmesiydi. Türkiye mutlaka durdurulmalıydı. Çünkü Amerikalıların elindeki
son kart bu mektup olacaktı. Amerikalıların yazdığı bu mektup Ankara’da gerçek
manada bir şok etkisi yarattı. Başkan johnson yolladığı bu mesajla adeta Türkiye’yi
tehdit ediyordu. Bu mektupta Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkartma yapması durumunda,
Rusya harekete geçerse Amerika ve NATO’nun Türkiye’ye yardım etmeyeceği
yazılmıştı. Türkiye ilk defa böyle bir uyarıyla karşı karşıya kalmıştı. Bu
mesajın içeriğinde ayrıca Amerikan silahlarının Kıbrıs’ta kullanılamayacağı ile
ilgili uyarılarda bulunmaktaydı. Oysa Türk ordusunun elindeki silahların büyük
bölümü Amerikalılardan alınmıştı. Mektubun sonunda ise İnönü Washington’a davet
ediliyor ve Amerika gözetiminde Yunan Başbakanı Papandreu ile bir zirve
yapılması öneriliyordu. Türk ve Amerikan ilişkileri tarihine ''`Johnson Mektubu`'' olarak geçen
ve ilişkileri geren olayın arka planı ise bu şekilde gelişmiştir. Bu mektup Türk-Amerikan
ilişkilerine bir bomba gibi düştü. Amerika’nın Türkiye’yi olası bir Sovyet
saldırısında yalnız bırakabileceği fikri ilk defa bu olayla oluştu. Mektubun
yollandığı zamana kadar kendisini en sadık müttefik gibi gören Türk kamuoyunda
derin bir yara açıldı. Amerika ilerleyen
yıllardaki Amerikan aleyhtarlığının ilk tohumlarını kendi eliyle atmış oldu.
Aslına bakılacak olursa İsmet Paşa böyle bir mektubun gelmesini bekliyordu.
Beklentisi gerçekleştiği için memnun olmuştu. Ancak İsmet Paşa’nın asıl
memnuniyetsizliği yollanan mektubun sert dille yazılmasıydı. İsmet Paşa mektubu
okuduktan sonra çevresindekilere ''Bu ne
kadar çiğ adammış, bu ne biçim mektup'' diyerek tepki göstermişti. İsmet
paşa aslında istediğine ulaşmış ve Amerika’yı işin içine sokarak müzakerelerin Amerika
gözetiminde yapılmasını sağlamıştı. Bu bağlamda Türk ve yunan başbakanları Washington’a
ulaştıklarında Amerikalılar tarafından hazırlanmış olan ve Kıbrıs’ın taksimini
öngören ''`Acheson Planı`''
önlerinde buldular. Bu plana göre karpaz’da Türkiye’ye bir üs verilecek, buna
karşılık Türkiye ise Enosis’i kabul edecek ve de Türkler adada azınlık
olacaktı. Acheson Planı, Makarios tarafından şartsız Enosis olmadığı için
reddedilmiştir. Zaten Türkiye’de bu planı Enosis’i kabul etme şartından dolayı
reddetmişti. Ağustos’ta sunulan İkinci Acheson Planı ise yine aynı gerekçelerle
reddetti ve Washington Konferansı sonuca
ulaşamadan kapandı.
![]() |
Feridun Cemal Erkin |
![]() |
Dean Rusk |
1967
KRİZİ VE SONRASI YAŞANAN OLAYLAR
Bu şekilde siyasal ve anarşik olaylar 1967 yılına kadar
peyderpey devam etti. 1967 yılında bomba Kıbrıs adasında değil Yunanistan’da
patladı. Demokrasinin beşiği olmakla övünen Yunanistan da 1967 yılının Nisan ayında
askeri darbe yapıldı. Bu darbe ise dünyada şaşkınlığa yol açtı. Yunanistan da
parlamento kapatıldı ve Albaylar Cuntası yönetime el koydu. Darbeye gerekçe
olarak ''Ülkeyi tehdit eden komünizmin
önüne geçmek'' bildirilmişti. Darbeyi yapan ve ön planda olan Albay
George Papadopoulos, aşırı milliyetçi, kaybedilmiş toprakların günün birinde
geri alınacağını inanmış ve helenizmin tekrar dirilmesi için disipline edilmesi
gerektiğini savunan bir askerdi. Darbeden sonra Yunanistan’ın uluslararası
alanda yalnızlığa itilmesi süreci hemen başladı. Avrupa Birliği ilişkileri
dondurdu ve çeşitli ülkelerde gösteri yürüyüşleri başladı. Ancak darbeyi yapan
albaylar bu tepkilere karşı hiç oralı olmadılar. Darbeden sonra albaylar
cuntasının ilk el attığı konu ise Kıbrıs meselesi oldu. Bu dönemde Türkiye’de
ise iktidarda Süleyman Demirel’in başında olduğu adalet parti bulunmaktaydı. 10 Eylül 1967 günü Keşan Dedeağaç’ta Türk
ve Yunanlı yetkililer bir toplantı düzenledi. Türk heyetinin başında Süleyman Demirel,
Yunan heyetinin başında ise cuntanın başbakanı eski bir yargıç olan Konstantinos
Kollias bulunmaktaydı. Bu toplantıda ilk konuşmayı Yunan Başbakan yapacaktı.
Kollias cebinden bir kağıt çıkartıp metni okumaya başladı. Okudukça da Türk
heyeti şaşkınlık içerisine girdi. Kollias'ın okuduğu metin özetle şu
şekildeydi:
''Türkiye
ile Yunanistan dosttur ve bu dostluğun işbirliği içerisinde daha da
pekiştirilmesi gerekmektedir. Bu işbirliği ile sıcak ve samimi ilişkilerimiz
daha da ileri gidecektir. Ancak bu dostluğa mani olan bir mesele bulunmaktadır.
Bu mesele ise Kıbrıs sorunudur. Bu ihtilafı ortadan kaldırılırsa bu dostluk
gelişmeye devam eder ve pekişir. Bu ihtilafın ortadan kaldırılması için
Kıbrıs’ın derhal Yunanistan'a terk edilmesi gerekmektedir. Kıbrıs konusunda
anlaşma sağlandığı taktirde adada Türkiye’ye bir üs verilmesi gündeme
alınacaktır.''
![]() |
Konstantinos Kollias |
''Sizin
gerekçenizi çok beğendim. Türkiye ile Yunanistan komşudur. Bu komşuluk çok
önemli bir iştir. İki komşu barış içerisinde yaşamalıdır ve iki ülke daha sıkı
işbirliği içerisinde olmalıdır. Bu işbirliği ise iki ülke halkının yararınadır.
Ancak gerekçenizin neticesi yanlıştır. Bu gerekçeden çıkacak netice; Kıbrıs’ın Türkiye’ye
bağlanması suretiyle bu gayeye varılacağı şeklindedir. Çünkü Kıbrıs Türkiye’ye
yaklaşık 30 mil mesafede, Yunanistan’a ise 650 mil mesafededir. Türkiye’deki Rumlar
zengin, Yunanistan’daki Türkler fakirdir. Yani biz azınlık olan Rumlara daha
iyi imkanlar sunuyoruz. Siz ise azınlık olan Türklere bu imkanı veremiyorsunuz.
Dolayısıyla Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması hem adadaki Rumlar için daha
iyidir, hem de adalet yerini bulmuş olur.'' şeklinde cevap
vermiştir.
Bu görüşmeler sonucunda, albaylar cuntasının amacının
derhal Enosis'i canlandırmak olduğu anlaşılmıştı. Bu zirveden kısa bir süre
sonra cunta lideri Albay Papadopulos Kıbrıs'a resmi bir ziyaret gerçekleştirdi.
Cunta lideri adada büyük bir coşkuyla karşılandı. Bu ziyaretinde Yunan lideri
Kıbrıs’ın helen dünyasının bir parçası olduğunu açık bir şekilde tekrarladı.
Nitekim Yunan liderin ziyaretinden sonra
16 Kasım 1967 günü Boğazköy Geçitkale Türk bölgesi Grivas’ın komutasındaki Rum
milli muhafız gücü ve Yunanistan’dan gizlice gelen kuvvetlerce ablukaya alındı
ve birlik saldırıya geçti. Bu saldırı Limasol yolunun güvenceye alınması
için ve Türklerin tedarik yollarından birisinin kesilmesi için yapılmıştı. Grivas’ın
emrindeki kuvvetler Türk bölgesini 8 saatlik bir mücadele sonunda ele geçirdi. Türklerin
kaybı çoğu Türk Mukavemet Teşkilatının mücahitlerinden olmak üzere 25 ölü ve
yüzlerce yaralıydı. Yine kadınlar ayrıldı ve erkekler bir camiye kapatıldı.
Ertesi gün ise suçluların cezalandırılacağı açıklandı. Olayların başlaması ile
birlikte Ankara alarma geçmişti. Kısa bir süre önce Yunan Cuntası açıkça adanın
ilhakını istemiş ve ardından bu saldırı gerçekleştirilmişti. Türkiye’de ise Bakanlar
Kurulu gece geç saatlerde toplandı. Adada yaşanan olaylar masaya yatırıldı ve
değerlendirildi. Bu değerlendirme neticesinde cuntanın Kıbrıs’ı Yunanistan’a
bağlayıp helen ırkına hediye etmek istediği değerlendirildi. Bu değerlendirme
sonucunda kabine derhal müdahale kararı aldı. Ancak Genelkurmay Başkanı Turhal
ve komutanlar sıkıntı içerisindeydi. Çünkü ordu amfibik bir harekata hazır
değildi. 1956 yılından 1967 yılına kadar hazırlık olarak hiçbir şey yapılmadığı
ortadaydı. Ancak bıçak kemiğe dayanmış ve harekatı düzenlemekten başka çare de
yoktu. Türkiye’nin elinde ne varsa şilep veya vapurla bu harekat 5 ile 10 gün
içerisinde az veya çok zayiat ile bir sonuç alınmak zorunluluğu doğmuştu.
Dolayısıyla harekat için Türk silahlı kuvvetleri harekete geçmek zorundaydı.
Netice olarak silahlı kuvvetler harekat için hazırlıklara başladı. Harekat
hazırlığını öğrenen Avrupa ve Amerikalı yetkililer ivedi olarak Türk
hükümetiyle temasa geçti. Temasa geçen ülkelerin arasında en önemlisi tabi ki Washington’dan
gelen telefondu. Konuyla ilgili Başkan Johnson yine devreye girmiş ve farklı
bir yaklaşımla konuyu ele alıyordu. Amerikan Başkanı bu kez adadaki sorunlarla
ilgili bir arabulucu tayin etmişti. Seçilen bu arabulucu Savunma Bakanı
Yardımcısı Cyrus Vance idi. Türk Donanması daha mersine ulaşmadan bu arabulucu Ankara’ya
ulaşmıştı. Cyrus Vance Ankara’ya ulaşır ulaşmaz Başbakan Süleyman Demirel’in
yanına gitti. Yapılan görüşmede Cyrus Vance ile Süleyman Demirel’e çıkartma
konusunda kararlı olup olmadıklarını ve çıkartma neticesinde ne elde etmek
istediklerini sormuş; Demirel ise adada yaşanan olaylar neticesinde Türkiye’nin
garantör ülke olarak müdahale hakkının doğduğunu ve bu müdahalenin kesinlikle
gerçekleşeceğini belirtmiştir. Demirel, adada Grivas yönetiminde bulunan Yunan kuvvetleriyle
EOKA milislerinin ellerindeki ağır silahlar bulunduğunu belirtmiş ve bu
unsurların adayı terk etmesini istemiştir. Ayrıca bu kuvvetlerin saldırarak
tahrip ettiği köylerin yeniden tamiri için tazminat talebinde bulunmuştur.
Cyrus Vance bu görüşme neticesinde adadaki ve Yunanistan’daki yetkililer ile
istişare yapmak için Süleyman Demirel’den 3 gün mühlet istemiş; bu süreçte de Demirel’den
askeri müdahaleyi ertelemelerini istemiştir.
![]() |
Cyrus Vance |
Bu krizden sonra 1968 senesinde Yunan Cuntası ile Makarios'un arası bozulmuştu. Bunun nedeni ise Makarios’un Türkiye’nin müdahalesinden çekinmesi ve Türkiye’yi ekonomik yollardan alt etmeye çalışmak istemesiydi. Eski Cuntacıların yer aldığı EOKA-B örgütü ise Enosis’in silahlı mücadele ile gerçekleştirilebileceğini savunuyordu. Ayrıca Makarios askeri rejimin sürekli emirler yollamasından da son derece rahatsızdı. Makarios’un bu tutumu üzerine Albay Papadopulos Rum Milli Muhafız Ordusunda kendisine bağlı birlikler oluşturmaya başladı. Ayrıca bu birlikler Cumhurbaşkanlığı Sarayını kontrol altına alacak şekilde konuşlandırıldı. Bu hamleler üzerine Makarios, cuntanın bir suikast düzenleyerek kendisini öldüreceğini anlamıştı. Nitekim suikast girişimleri de gecikmedi. 1968 ile 1973 yılları arasında Makarios'a defalarca suikast girişiminde bulunulmuştur. Bu suikastlerden birisinde Makarios'un içinde bulunduğu helikopter düşürüldü. Mucize eseri Makarios harabeye dönmüş helikopterden canlı olarak kurtuldu. Dolayısıyla Rum toplumu tam anlamıyla ikiye bölünmüştü. Bir yanda gizlice adaya geri dönen Grivas ve tekrar kurulan EOKA-b örgütü Atina’dan gelen emirleri yerine getiriyor. Öte yanda Makarios direnmeye devam ediyordu. Rumların kendi içlerinde yaşadığı çatışma 1973 yılında daha da büyüdü. Zira cunta kendi içerisinde darbe yaşamış ve Papadopulos, Dimitrios İoannides isimli bir albay tarafından iktidardan alınması işleri daha karmaşık hale getirdi. Yeni yönetim 1973 yılında Kıbrıs’ın bağımsızlığının sona erdirilerek Enosis ilan edilmesini istedi. Makarios ise bu duruma itiraz etti. Çünkü Makarios tek yanlı Enosis olamayacağını, Türklerin de taksim isteyeceklerini, bununda kabul edilemeyeceğini düşünüyordu. Rum toplumu ile Atina arasında Enosis pazarlıkları sürerken Türk toplumu baskı altında yaşam mücadelesine devam ediyordu. Türk toplumunun her ihtiyacı Ankara tarafından karşılanıyor ve Türk bölgelerine giriş çıkışlar Rumlar tarafından kontrol edilmeye devam ediyordu. Bu arada Denktaş ile Kleridis toplumlar arası müzakerelere başlamışlardı. İşin garip yanı 1973 senesinde bir anlaşma üzerinde de uzlaşmaya varılmıştı. Bu anlaşmaya göre bağımız yerel Belediyeler kurulacak ve Türk toplumuna içişlerinde kendisini yönetme hakkı tanınacaktı. Bu anlaşma ile tarihi bir fırsat yaratılmıştı. Görüşmelerin neticelenmesini müteakip Kleridis anlaşmayı Makarios'a sundu. Ancak bu anlaşmayı ne Atina yönetimi nede Makarios kabul etmedi ve ellerinin tersiyle ittiler. O sıralarda bu iki yönetim Türklere yeni haklar verilmesini düşünmüyordu. Klerides bunun kaçırılmış büyük bir fırsat olduğunu ve Türk müdahalesini dahi engelleyebilecek bir gelişme olduğuna inanıyor ve kendi hatasını da şöyle anlatıyor:
''Benim
hatam halkın önüne çıkıp bu anlaşmayı savunmaktı. Çok kritik bir dönem
yaşıyorduk. Bu anlaşma her şeyi değiştirebilirdi. Ayrıca anlaşmayı Türk tarafı
da kabul etmişti. Ancak bir yanda Makarios öte yanda Grivas gibi devler vardı
ve küçücük klerides'in sesi duyulamazdı.''
Dimitrios İoannides |
MAKARİOSUN
DEVRİLMESİ VE KIBRIS BARIŞ HAREKATI
Bu anlaşma adadaki iç karışıklıklar arasında unutulup
gitti. Kıbrıs artık kazan gibi kaynıyordu. 2
Temmuz 1974 tarihinde İngiliz London Times gazetesine sızan bir mektup her
şeyi değiştirdi. Başpiskopos Makarios yunan cumhurbaşkanı gizikis'e adadaki tüm
olaylardan yunan hükümetinin sorumlu olduğunu bildiriyor ve yeniden adaya
yollanan Yunan kuvvetleriyle yetkililerinin derhal geri çekilmesini istiyordu.
Bu mektup Makarios'un kendi ölüm fermanını imzalaması manasına geliyordu. Aynı
gün başpiskopos'a karşı yapılacak darbe emri de verilmiş oldu. Bu darbeyi
gerçekleştirilecek kişide kısa zamanda bulundu. Darbeyi gerçekleştirecek kişi Nikos Sampson idi. Darbenin gerçekleştirileceği
tarih ise 15 Temmuz 1974 olarak
belirlendi. 15 Temmuz gece yarısı yunan yanlısı askerler başkanlık sarayını
bastı ve binayı ateşe verdi. Başpiskopos bu ani saldırıdan kıl payı kurtuldu ve
3 korumasıyla birlikte yan bahçede bekletilen özel bir arabaya binip kaçmayı
başardı. Başpiskopos birkaç gün sonra ise canını kurtarması ve adayı terk
etmesi için İngiliz üssüne sığındı. Makarios bu üsten kalkan İngiliz
helikopteriyle Malta’ya gönderildi. Cunta yanlıları saraya girdiklerinde iş
işten geçmiş ve Makarios kaçmıştı. Cuntacılar Makarios'un yerine hemen yeni bir
cumhurbaşkanı atadı. Atanan Cumhurbaşkanı darbeyi gerçekleştiren Nikos Sampson idi.
Bu ismi duyduğunda Türk toplumunun tüyleri diken diken oldu. Zira Sampson katı
ve davasına sıkı sıkıya bağlı bir EOKA destekçisiydi. Sampson 1964 ve 1967
olaylarında Türk köylerine baskınlar düzenlemesiyle ünlenmişti. Dolayısıyla Türk
toplumu için yolun sonu çok yakındı. Rauf Denktaş o günü şu şekilde
anlatmaktaydı:
''Ben
o gün evimde istirahat ederken silah seslerini duydum. Biraz sonra gelen haber
ile Rum radyosunu açtım ve Rum tarafında darbe olduğunu öğrendim. Radyodan Makarios'un
öldürüldüğü ve yerine nikos sampson'un geçtiğini öğrendim. ''Hey allahım
bize Makarios gitmeseydi dedirteceğin günüde mi yaşatacaktın.'' dedim.''
Klerides ise o günü şu şekilde hatırlamaktadır:
''İlk
tepkim bundan daha kötü birini bulamazlar şeklinde oldu. Bu darbe ve başa geçen
kişi yüzünden adeta Türkiye’ye müdahale için davetiye çıkarılmıştı.''
Nikos Sampson |
''Telgrafı
aldığımız sırada başbakan Bülent Ecevit afyona gitmek üzere Esenboğa
havalimanında bulunmaktaydı. Ben hemen başbakan ile telefon aracılığıyla
irtibata geçmeye çalıştım. Bülent Ecevit’e telefonla ulaştıktan sonra gelen
telgrafı ve durumu izah ettim. Başbakan programını iptal ederek acil toplantı
talep etti. Toplantıda garantör ülkelerden Yunanistan ve İngiltere’ye gidilmesi
gerektiğini belirttim. Ancak Yunanistan’ın kendisinin garantörlük statüsünü
ihlal ettiğini ve bu durumda Yunanlılarla bir görüşme yapmanın gereksiz
olduğunu, dolayısıyla sadece İngiltere’ye gidilerek görüşme yapılması
gerektiğini söyledim.''
Bu görüşme neticesinde, başbakan Bülent Ecevit İngiltere’ye
gitmeye karar verdi. Bülent Ecevit İngilizlere garantör devlet olarak birlikte
müdahale edilmesini önerecekti. Bu görüşmeler gerçekleştirilirken askeri
hazırlıklar yapılmaya başlanacaktı. Bu hazırlıklar için milli güvenlik kurulu
ve kabine derhal toplanarak hazırlık kararını aldı. Bülent Ecevit’in İngilizler
ile görüşmesinden bir sonuç çıkmaması durumunda askeri müdahale yapılacaktı.
Aynı gece Genelkurmay hazırlıklara başladı. Ankara bu hazırlıkları yaptığı
sırada Avrupa ve Amerika kuşku ve kaygı içerisindeydi. Yunan cuntasının hiçbir
dış desteği bulunmamaktaydı. Türklerin ise bir şeyler yapacağı biliniyordu.
Ancak ne yapacakları meçhuldü. Bu dönemde Avrupalı ve Amerikalı liderlerin tek
kaygısı Türklerin yapacağı askeri müdahalenin Sovyetler Birliğini harekete
geçirmesiydi. Amerikalı yetkililere göre Türkiye bu tepkiyi göstermekte
haklıydı. Ancak aynı zamanda Yunanistan ile Türkiye arasında gerçekleşebilecek
bir çatışma olasılığı da bulunmaktaydı. Amerikalıları asıl rahatsız eden bu iki
NATO üyesi ülkenin çatışma olasılığıydı. Bu iki ülkenin çatışması Moskova’ya
yarar sağlayacaktı. Oysa bu dönemde Sovyet yetkililerde tutumunu çoktan
saptamıştı. Türkiye’nin harekat hazırlıklarını Dışişleri Bakanına ilk haber
verende Alber Çerniçev olmuştu. Dışişleri Bakanı haberi alınca ''Ne tepki göstereceğiz'' sorusunu
yöneltti. Aslında Ruslar için Türkiye’nin müdahalesi beklenmedik bir olay
değildi. Çünkü uydu ve casus uçaklar aracılığıyla Türkiye’de askeri
hareketliliği gözlemlemişlerdi. Dolayısıyla Ruslar gösterecekleri tepkinin
olayların daha ileri safhalara geçmeden kapanması yönünde olmasına karar verdi.
Bu bağlamda dünyada genel konjonktür Yunanistan’ın gerçekleştirdiği bu darbenin
karşısında durduğunu gösteriyordu. Ancak kimse kendisini ateşe atmak istemiyor
ve Türkiye’ye müdahale etmesi için göz kırpıyordu. Aynı yaklaşım Ecevit’in
gerçekleştirdiği İngiltere ziyaretinde de görülmüştür. Bülent Ecevit’in, İngiltere
Başbakanı Harold Wilson ve dışişleri bakanı James Callaghan'a hitaben;
''Mutlaka
bu askeri darbenin sonuçlarının önlenmesi ve Kıbrıslı Türklerin güvenliği
sağlanması ile birlikte adadaki Türklerin denize açılış kapısının güvence
altına alınması gerekir. Bunları sağlamak için ise üsleriniz vasıtası ile
birlikte hareket edelim. Bu ortamda birlikte hareket etmemiz durumunda Rumlar
sizi bir güvence olarak görür ve daha sükunet içinde adadaki duruma hakim
olunur. Dolayısıyla darbenin sonuçları da ortadan kalkmış olur.''
demiştir.
![]() |
Harold Wilson |
![]() |
James Callaghan |
![]() |
Henry Kissinger |
![]() |
Joseph Sisco |
''7
sene önce burada bir başbakan bize bir emir verdi. Bu emir üzerine hazırlık
yaptık ve denize çıktık. Denize çıkmamızdan yaklaşık 4 saat sonra dönme emri
verildi. Eğer zat-ı alinizde bizi bu yoldan döndürecekseniz ne siz başbakanlık
koltuğunda kalırsınız; nede biz kumandan kalırız.''
demiştir.
![]() |
Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan |
Bu özeleştiri üzerine Ecevit söz alarak Londra
görüşmelerinden sonuç alınamaması üzerine garantör devlet olarak harekat emrine
başvurduklarını belirtmiştir. Dolayısıyla Ecevit bu karardan geri
dönülmeyeceğini üstüne basarak komutanlara da iletmiştir. Bu gelişmeler olurken
Kıbrıs da Rumlar birbirleriyle çatışma halindeydi. Makarios yanlıları ile
darbeciler çatışırken adadaki Türk toplumu Türkiye’nin atacağı adımları merakla
bekliyordu. Yunanlılar ve Rumlar ise olası bir Türk müdahalesine inanmıyordu.
Çünkü bundan önce 2 kere Türk ordusu müdahale teşebbüsünde bulunmuş; ancak geri
dönmüştü. Dolayısıyla Rumlar müdahaleye ihtimal vermiyor ve radyolarında sık
sık ''Bekledim
De Gelmedin'' şarkısını çalıyordu.
Tarihler 19 Temmuz 1974'ü gösterdiğinde Washington temsilcisi Joseph Sisco Atina’da saatlerce bekletildikten sonra cunta lideri ioannides ile görüşebildi. Bu görüşmede sisco, yunan lidere Türkleri 1964 yılında olduğu gibi durduramayacaklarını ve harekat konusunda kararlı olduklarını belirtti. Ayrıca harekatın gerçekleşmemesi için Makarios'un tekrar geri getirilmesi gerektiğini belirtti. Yunan cunta lideri ise bu önerileri kabul etmedi ve Türkiye’nin askeri bir müdahalede bulunabileceğine inanmadığını belirtti. Türk donanması ise bu görüşmeler sürerken Mersin Limanın’dan ayrılmıştı. Harekat planına göre ilk Türk gemisinin adaya ulaşmasına 7 saat kalmıştı. Joseph Sisco ise Atina’dan 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gece Ankara’ya ulaşmış ve Bülent Ecevit’le görüşmek üzere başbakanlığa gelmişti. Bu arada İngiltere ile Amerika tüm gözlem uydularını tansiyonun yükseldiği bölgeye yönlendirmiş ve Türk ordusunun hareketini adım adım izlemeye almıştı. İngiliz Ortadoğu Kuvvetler Komutanı sir John Aiken verdiği bir mülakatta o gün ile ilgili şunları söylemiştir:
Tarihler 19 Temmuz 1974'ü gösterdiğinde Washington temsilcisi Joseph Sisco Atina’da saatlerce bekletildikten sonra cunta lideri ioannides ile görüşebildi. Bu görüşmede sisco, yunan lidere Türkleri 1964 yılında olduğu gibi durduramayacaklarını ve harekat konusunda kararlı olduklarını belirtti. Ayrıca harekatın gerçekleşmemesi için Makarios'un tekrar geri getirilmesi gerektiğini belirtti. Yunan cunta lideri ise bu önerileri kabul etmedi ve Türkiye’nin askeri bir müdahalede bulunabileceğine inanmadığını belirtti. Türk donanması ise bu görüşmeler sürerken Mersin Limanın’dan ayrılmıştı. Harekat planına göre ilk Türk gemisinin adaya ulaşmasına 7 saat kalmıştı. Joseph Sisco ise Atina’dan 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gece Ankara’ya ulaşmış ve Bülent Ecevit’le görüşmek üzere başbakanlığa gelmişti. Bu arada İngiltere ile Amerika tüm gözlem uydularını tansiyonun yükseldiği bölgeye yönlendirmiş ve Türk ordusunun hareketini adım adım izlemeye almıştı. İngiliz Ortadoğu Kuvvetler Komutanı sir John Aiken verdiği bir mülakatta o gün ile ilgili şunları söylemiştir:
''Türkiye
ile Kıbrıs arasında dolaşan nemrut adlı uçaklarımız bulunmaktaydı. Ayrıca
nükleer bombardıman için kullanılan vulcan uçaklarını da havalandırmıştık. Bu
uçakların çok hassas radarları bulunmaktaydı. Her iki uçaktan gelen bilgilerle Türkiye’deki
faaliyetin arttığını ve çıkartma gemilerinin hazırlandığını gördük. Dolayısıyla
biz müdahale olacağını ve bu müdahalenin 21 Temmuz günü olacağını tahmin
ediyorduk. 19 Temmuz gecesi nöbetçi subay beni aradı ve ''Türklerin
çıkartmayı 20 Temmuz günü yapacakları anlaşılıyor.'' dedi. Bu bizim içinde
bir sürpriz olmuştu.''
Bu gelişmeler olurken Joseph Sisco başbakanlığa varmış ve Ecevit
ile görüşmeye başlamıştı. Ecevit, Amerikalı arabulucudan isteklerinin yerine
getirilmediğini öğrenmesi üzerine
''Bundan
önceki tatsız olaylarda Kıbrıs’taki Rum soykırım girişimleri karşısında biz
sizin sözünüzü dinledik. Ancak ortaya çıkan sonuç ne Türkiye için nede Kıbrıslı
Türkler için olumlu bir gelişme getirmedi. Dolayısıyla şimdiye kadar sizi
dinledik. Ancak bu saatten sonra sizin sözlerinizi veya önerilerinizi
dinlemeyeceğiz'' demiştir.
Ecevit’in bu sözleri üzerine Joseph Sisco kararın
alındığını ve harekatın kısa sürede başlayacağını anladı. Bu cihetle Amerikalı
yetkili 1964 yılında olduğu gibi Türkiye’yi durduramayacağını anlamıştı. Türkiye’nin
harekatı gerçekleştireceğini anlayan Joseph Sisco apar topar uçağına geçerek
özel telefondan dışişleri bakanı Kissinger’ı aradı ve arabuluculuk konusunda
başarısız olduğunu ve Türklerin harekata başladığını belirtti. Dışişleri Bakanı
ise Sisco'nun derhal Atina’ya gitmesini istedi. Burada amaç olası Türk-Yunan çatışmasını
önlemekti.
Sisco'nun uçağı havalanır havalanmaz Türkiye hava sahasını
tüm uçuşlara kapattı. Bu hareket Türkiye’nin savaşa girdiğinin en belirgin
işaretiydi. Aynı saatlerde 5 destroyer, 4 denizaltı, 5 hücumbot ve 31
çıkartma gemisi içerisinde ki 2000 civarı asker Kıbrıs sahillerine ulaşmak
üzereydi.
20 Temmuz saat 05.00 sıralarında Kıbrıs Türk radyosu yayına
geçerek Rauf Denktaş’ın sesinden Türk birliklerinin adaya çıkartma yaptıklarını
anons ediyordu. Ancak ortada bir sorun vardı. Bu sorunu ise Rauf Denktaş’tan
dinleyelim;
''Biz
anonsu yaptık ancak ne gelen var nede giden. ''Allah’ım acaba bunlar yine mi geri döndü'' diye düşünmeye
başladık. Bize harekat ile ilgili bilgi verilirken harekatın Türkiye saati ile 5.00’da
başlayacağını söylememişlerdi. Türkiye ile bizim aramızda 1 saatlik fark var.
Bize saat 5.00’da harekat başlayacak denilince bizde adanın saatiyle harekatın
gerçekleştirileceğini düşündük. İşte arada geçen o 1 saati kan ter içerisinde
bekledik. Allahtan bu aksilik bile Rumları uyandırarak topyekun alarma
geçmelerine neden olmadı.''
Bu hata binlerce Türk askerinin hayatına mal olabilirdi.
Ancak Rumlar kendi iç kavgalarına o kadar çok dalmışlardı ki Türkiye’nin
eskiden geri dönüşlerini tekrarlayacağını ve blöf yaptığına o kadar
inanmışlardı ki bu anonsu da çok ciddiye almadılar. Harekatı gerçekleştiren
birliklere eşlik eden Kocatepe muhribi ilk silahını ateşlediği sırada Beşparmak
Dağlarına da helikopterlerle birlikler indirilmeye başlamıştı. Ancak denizdeki
fırtınadan dolayı Amfibi Alayına bağlı çıkartma gemilerinin harekat bölgesi
olan plaja ulaşmaları biraz gecikti. Bu harekatta Genelkurmay en güç, ancak en
etkili yöntemi seçmişti. Harekat ilk aşamada hava, deniz ve kara birliklerinin
koordinesinde 8000 askeri adaya
çıkartmıştı. Ancak harekatı güçleştiren etken ise Girne Kıyısı ile Lefkoşe
arasındaki dik ve zor geçit veren Beşparmak Dağlarıydı. Harekat planına göre
denizden çıkan birlikler Girne civarındaki köprübaşlarını tutuyor ve arkadan
gelecek takviye birliklerinin güvenli şekilde adaya ulaşmasını sağlıyordu. Aynı
anda Beşparmak Dağlarının yanı başında bulunan Boğaz Bölgesine helikopterlerle Komando
Birlikleri indirildi. Bu birliklerin görevi dağlardaki Rum direnişini kırarak
denizden çıkartma yapan piyade birliklerine yol açmaktı. Lefkoşe yakınlarına
indirilen paraşüt birliğinin görevi ise çıkartma yapan piyade birlikleri ile
birleşerek yol güvenliğini tamamen muhafaza altına alınmasıydı. Harekatta
havadan ve denizden yapılan bombardımanda operasyonu rahatlatmak ve direnç
noktalarını yok etmek için sürekli devam ettiriliyordu. Türkiye’nin Kıbrıs
harekatındaki en büyük avantajı Yunan Hava Kuvvetlerinin Kıbrıs’a kadar gelip
geri dönme gücünün bulunmamasıydı. Bundan dolayı Türk Hava Kuvvetleri Adada tamamen
hava üstünlüğüne sahipti. Ancak harekatın ilk saatlerindeki en büyük kaygı Yunanistan’ın
Türkiye’ye saldırmasıydı. Genelkurmay, Yunanistan’ın olası saldırısına karşı
tüm önlemlerde almıştı.
20 Temmuz 1974 sabaha karşı Joseph Sisco'nun uçağı Atina’ya indi. Yunanistan dada Türklerin gerçekleştirdiği askeri harekat duyulmuştu. Sisco yine Cunta yönetimiyle toplantıya girdi. Ancak bu toplantıda cunta lideri İoannides bulunmamaktaydı. Yine cunta içerisinde bazı değişimler yaşandığı anlaşılıyordu. Bu toplantıda Yunanlı komutanlar kendilerinin de harekat düzenleyeceğini belirtiyordu. Ancak Joseph Sisco çantasından Amerikan istihbaratının değerlendirmelerini çıkartarak toplantı masasına koydu ve böyle bir harekat yapamayacaklarını söyledi. Çünkü bu raporlarda Türkiye’nin daha güçlü olduğu açıkça görülüyordu. Ayrıca Sisco, Amerikan Hükümeti olarak iki NATO üyesi müttefikin savaşarak Sovyetlere imkan hazırlanmasını istemediğini belirtti. Sisco'nun bu sözleri üzerine Yunanlıların harekat için hiçbir hazırlıklarının olmadığı yüzlerine tokat gibi vurulmuş oldu. Aslına bakılacak olursa Yunanlılarda kendi içlerinde ciddi ihtilaflar yaşıyordu. Bunun en çok zorluğunu ise Joseph Sisco çekmekteydi. Amerikalı arabulucu 12 saat boyunca yetkili mercilere ulaşmaya çalışmış ve sonunda ulaştığı yetkiliden Yunanistan’ın Türkiye’ye savaş açmayacağı sözünü almıştı. Dolayısıyla Amerika açısından büyük tehlike atlatılmıştı. Yunan askeri cuntası ise 7 yıl boyunca ülkeyi kargaşadan kurtaracağız sözüyle her türlü sert tedbiri almış; ancak ülkeyi aynı oranda da zayıflatmıştı. Bu gelişmeler ışığında Yunanistan seferberlik ilan etmiş; ancak hazırlıkların yetersiz olmasından dolayı seferberlik çalışmaları da yetersiz ve başarısız olmuştu.
Türkiye’nin Kıbrıs'a askeri müdahalesi Dünya’nın geri kalanında genel olarak anlayışla karşılandı. Adada Yunan Cuntası tarafından Makarios’a karşı darbe yapılması o kadar tepki yaratmıştı ki, Türkiye’nin bu müdahalesi ''Yanlışı düzelten taraf'' şeklinde görülüyordu. 20 Temmuz 1974 gece yarısına doğru harekatın 12 saati dolmadan New York’ta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplanmış ve ateş kararı almıştı.
Bu kararın en büyük sakıncası ise Türkiye’nin icra ettiği
harekatın ilk andan itibaren gecikme sinyalleri vermesiydi. Harekatın
gecikmesinin nedeni ise denizde fırtına olmasından dolayıydı. Bu fırtınadan
dolayı çıkartma gemileri ile birlikte nakliye gemileri 6 ile 10 mil arasında
yol alabiliyordu. Bu gemilerin Türkiye’ye dönüp takviye kuvvetleri getirmeleri
13 saat sürüyordu. Bu durumdan dolayı 2. Dalga takviyede ciddi gecikmeler hasıl
olmuştu. Ayrıca adaya denizden çıkartma yapan birlikler ile havadan indirilen
birlikler planlandığı gibi birleşememişlerdi. Dolayısıyla 5 gün olarak
planlanan harekat ciddi manada gecikme emareleri gösteriyordu.
![]() |
KOCATEPE
OLAYI
22 Temmuz
1974
sabahının erken saatlerinde çeşitli kaynaklardan alınan istihbarat aynı günün akşamüstü
talihsiz bir kazaya sebebiyet verdi. Bu istihbarata göre Yunanistan'dan yolan
çıkan deniz konvoyu Kıbrıs’ın Baf Limanına askeri malzeme götürecekti. Bunun
üzerine genelkurmay tarafından Girne açıklarında bulunan TCG Adatepe (D-353), TCG Kocatepe
(D-354) ve TCG Mareşal Fevzi Çakmak (D-349)
destroyerlerine önleme harekatı emri verildi. Harekat planına göre, Yunan konvoyunu
hedef alan hava taarruzundan sonra, üç Türk gemisi konvoydan geriye kalanlara
denizden taarruz edeceklerdi. Bu, düşman konvoyunun imhasını amaçlayan, iyi
düşünülmüş bir plandı. Ancak Yunan konvoyu Baf'a hiç hareket etmemişti. Türk
keşif uçağı kolu Rodos’tan gemiye nakledilen 12 askeri kamyon görmüştü. Ancak Genelkurmay’daki
koordinasyonsuzluk sonucu bu bilgi 12 gemilik konvoy olarak algılandı. Bu
sıralarda harekat planına sadık kalan üç Türk gemisi ise hedef bölgeye intikal
ederek harp durumuna geçmişlerdi. Çok geçmeden kuzeyden gelen Türk Hava
Kuvvetlerine bağlı uçak filoları, hedef bölge olan arnaoutis burnu açılarında Türk
gemileriyle karşı karşıya geldi. Telsizden Türkçe anonsu duyan ve gemilerin
pruvalarındaki Türk bayraklarını ve diğer sembolleri gören pilotlar, kısa bir
tereddüt yaşamışlar ve Ankara akıncı üssü ile temas kurmuşlardır. Hava üssü, durumu
hemen harekat Başkanlığı’na iletmiş. Bunun bir Rum oyunu olduğundan hiç
tereddüt etmeyen harekat başkanlığı yetkilileri, filolara gemileri batırma emri
vermiştir. Zira bu durumla sıklıkla karşılaşıldığı gibi, aynı gemilerden Yunanistan
deniz Kuvvetleri’nde de bulunuyordu. Saldırıya uğrayan gemilerden TCG
Kocatepe (D-354) aldığı mermi darbelerinden dolayı yangın çıkmış ve su almaya
başlamıştı. Bunun üzerine Kocatepe’nin vanalarının açılarak tahliye edilmesine
karar verildi. Mürettebat şişme botlara binerek gemiyi batması için terk etmeye
başlamıştı. Gemi ise terkedildikten sonra yavaş yavaş Rum sahillerine doğru
sürüklenmeye başlamıştı. Burada Genelkurmayın asıl kaygısı Kocatepe Destroyerinin
batmadan Rumların eline geçmesiydi. Ancak gemi yaklaşık 5 saatlik sürüklenmenin
sonunda infilak ederek denizin dibini boyladı. Bu saldırıda Kocatepe
destroyerinde görev yapan 67 personel şehit olmuş ve birçoğu yaralanmıştır.
Saldırıya maruz kalan TCG Adatepe ve TCG Mareşal Fevzi Çakmak da hasar almışlar
ancak kuzeye, Türk sahillerine çekilebilmişlerdi.
22 Temmuz günü nihayet planlanan sonuca ulaşılmış ve
çıkartma yapan piyade birlikleriyle, Lefkoşe yakınlarına inen paraşütçü
birlikler birleşebildi. Beşparmak Dağlarının eteğinde bulunan Boğaz Bölgesine indirilen
komandolar ise bu bölgeyi güvence altına almıştı. Ancak Türkiye’nin üstündeki
siyasi baskılarda bu dönemde artmaya başlamıştı. Biran önce ateşkes yapılması
için Amerika ile birlikte tüm Avrupa Devletleri de baskılarını arttırmaya
başlamıştı. Bu dönemde Amerika Dışişleri Bakanı Kissinger tam 16 defa başbakan Ecevit’i
aramıştı. Bu görüşmelerde Amerikalıların uyduları ve istihbaratı üzerinden
olaya nasıl hakim olduğu gözler önüne serilmişti. Sonunda Türk yetkililer pes
etti ve 22 Temmuz 1974 günü yerel
saatle 17.00’da ateşkes protokolünü
kabul etti. Aslında Türkiye istediğini tam olarak yerine getirememiş ve
güvenceye alınan bölge küçük bir cepten ibaretti. Ayrıca son derece tehlikeli
bir durum söz konusuydu. Rumlar her an ani bir saldırıyla Türklere ağır zayiat
verdirebilirdi. Ateşkesin reddedilmesi durumunda tüm hedeflere varabilmek için
gereken asker ve donanımın adaya getirilmesi zaman alacaktı. Aslında
genelkurmayın hazırladığı plana göre harekat 2 aşamalı olarak planlanmıştı. Bu
plana göre önce çıkartma yapılarak köprübaşları tutulacak; ardından bir süre
beklenerek takviye ve eksikler tamamlanarak 2. Aşamaya geçilecekti.
Ateşkes kararının alınmasından sonra tüm tarafların Cenevre’de
toplanıp bir çözüm kararı almaları kararlaştırıldı. Bu ateşkes ve barış
görüşmelerinin arka planında Amerika, ön planda ise İngiltere bulunmaktaydı.
Alınan karara göre Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Türkiye, Yunanistan ve
İngiltere garantör devletler olarak Cenevre’de toplanacak ve bu soruna çözüm
arayacaktı. Ancak 23 Temmuz günü Türkiye’nin askeri müdahalesinin yarattığı
deprem Rumlar ve Yunanlılar üzerinde çok şiddetli olarak hissedildi.
Kıbrıs’taki darbenin başında bulunan Nikos Sampson baskılara dayanamayarak
kaçtı ve yerine Makarios’un sağ kolu Glafkos Kliridis geçti. Yunanistan’da ise
askeri cunta hiçbir müdahale olmadan kendiliğinden düştü ve yerine başbakan
olarak Karamanis geçti. Bu gelişmeler ışığında Türkiye’nin müdahalesine
sebep olan unsurlar hem Yunanistan’da hem de adadaki Rumlar arasında bertaraf
edilmişti. Dolayısıyla batı dünyası Türk ordusunun geri çekilmesi gerektiği
konusunu tartışmaya başlamıştı. Dolayısıyla artık batılı ülkelerin önceliği
değişmişti. Kıbrıs harekatına seyirci kalmak zorunda kalan Yunanistan, Türklerin
gerçekleştirebileceği yeni bir harekat ile karşı karşıya bırakılmak
istenmiyordu. Çünkü yeni başa geçmiş olan karamanis olası bir Türk harekatı
sonucu yeniden iktidarını kaybedebilir ve askeri cunta geri dönebilirdi.
CENEVRE
KONFERANSLARI VE BARIŞ GÖRÜŞMELERİ
25 Temmuz
1974
günü Cenevre’de toplanan tarafların her birinin ayrı bir beklentisi
bulunmaktaydı. Yeni Yunan Hükümeti’nin beklentisi mümkünse Türkiye’yi adadan
çıkartmak, eğer bunu mümkün kılamazlarsa ateşkese rağmen devam eden Türk askeri
takviyesini durdurulmasını sağlayarak, Türk ordusunu bulunduğu küçük cebe
hapsetmekti. Türkiye için ise ya nihai bir çözüm bulunmalı yada adadaki bütün Türkleri
güvence altında yaşatacak geniş bir toprak parçasına kavuşmaktı. Bu beklentiler
nezdinde Cenevre’de 6 gün boyunca süren görüşmelerde Türk Dışişleri Bakanı Turan Güneş ile Yunan Dışişleri Bakanı Mavros arasında ciddi tartışmalar
yaşanmıştı. Bütün bu yaşananların arasında İngiliz Dışişleri Bakanı James Callaghan
ise süregelen bu tartışmaları şaşkınlıkla dinliyordu. Callaghan bu tartışmalar
ile ilgili olarak;
‘’Her iki
Bakanın iki farklı tutumu vardı. Müzakere masasında Türk dışişleri bakanı
kimseyi umursamıyor ve aynı sözleri hiç değiştirmeden defalarca tekrar
ediyordu. Mavros ise çok çabuk heyecanlanıyor ve toplantıyı terk etmekle tehdit
ediyordu. Ben ise bu iki insan arasında oturuyor ve her ikisinden de hakaret
işitiyordum. Bende kendimi çok eskilere dayanan bir aile kavgasının arasına
girmeye çalışan bir insan gibi hissediyordum. Burada her biri diğerinin nereye
kadar gidebileceğini biliyordu.’’ demiştir.
Turan Güneş |
8 ağustos 1974 günü heyetler yeniden Cenevre’ye inerlerken, Genelkurmay Başkanlığı biran önce bir çözüm bulunmasını ve elde edilen alanın genişletilmesini istiyordu. Çünkü Genelkurmay elde edilen bu küçük cepte ordunun tutunamayacağını düşünüyordu. Dolayısıyla genelkurmay, ya nihai bir çözüm ile Türklere tahsis edilecek toprağın genişletilmesini yada harekatın devam ettirilerek 2. Aşamada planlanan noktalara ulaşılarak daha geniş bir alana hakim olunmasını istiyordu. Konferansın toplanmasıyla 10 gün önce yaşanan tartışmalar yeniden başladı. Oysa Kıbrıs’taki gerçekleri gören ve Türkiye’nin askeri harekata devam edeceğini sezen taraf sadece Amerika’ydı. Pentagon gelişmeleri uyduları aracılığıyla izlemiş ve Türk askeri yığınağının altında neyin yattığını analiz ederek siyasi otoriteye rapor etmişti. Adadan gelen haberler Türkiye’nin harekatın 2. Kısmına her an başlayacağını gösteriyordu. Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan hemen harekete geçti ve Birleşmiş Milletler Barış Gücünün emrine 8000 İngiliz askeri tahsis etti. Buradaki amaç takviye askerlerle birlikte adada bulunan birleşmiş milletlere bağlı askerleri Türk ordusunun etrafına dizerek Türklerin ilerlemesini önlemekti. Ancak Callaghan, Amerika’nın da bu oluşumun içerisinde olmasını istiyor ve bu ortak hareketin Türkler üzerinde ciddi bir uyarı olacağına inanıyordu. Heyetler Cenevre’de tartışmalarını sürdürürken asıl pazarlık Londra ile Washington arasında yapılıyordu. İşte yapılan bu gizli görüşme Kıbrıs’ın ve Türk-Yunan ilişkilerinin geleceğini çizecekti. Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger, İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan’ın önerisini kabul ederse Türk askeri bulunduğu yerde kalmak zorunda kalacak ve harekatın 2. Aşamasına geçemeyecekti. Ancak Washington’un mesajı açık ve netti ‘’Biz Türkiye’ye karşı böyle bir planın içerisinde bulunmayacağız.’’ şeklindeydi. Washington’un bu öneriyi reddetmesinin altında Türkiye’nin Sovyetler birliğine karşı ön saflarda yer alan bir kalkan olması ile Türkiye’nin NATO içerisindeki öneminden dolayıydı. Washington’un bir başka analizi ise yunan ordusunun içinde bulunduğu kargaşadan dolayı ne darbe yapabileceğini nede Türkiye’nin olası harekatı karşısında karşılık verebileceği yönündeydi. Bu tespit Türkiye’nin gerçekleştirdiği ilk harekatta da kendini göstermişti.
Cenevre’de görüşmeler devam ederken Glafkos Kleridis’in beklentileri ise gerçekleşmemekteydi. Kleridis, Cenevre’ye ateşkes anlaşmasının nasıl uygulanacağını görüşmek için gelmiş, ancak kendisini temele inen görüşmelerin içerisinde bulmuştu. Yunanistan ise batı kamuoyunda bulduğu yeni desteğe güvenerek daha uzlaşmaz bir tutum içerisine girmişti. Dolayısıyla Türk tarafından gelen tüm önerileri geri çeviriyorlar ve Türkiye’nin 2. bir harekatına ihtimal vermiyorlardı. Bu düşüncelerinin temelinde ise Türkiye’nin uluslararası baskı altında harekete geçemeyeceğine inanmalarıydı. Aslında bu dönemde garantör devletlerden biri olan İngiltere devre dışı kalmış ve Washington diyaloglara dahil olmuştu. Washington’un devreye girmesiyle Ecevit, Kissinger ile sık sık görüşmeye başlamıştı. Çünkü Türk tarafı artık İngilizlere değil Amerikalılara daha çok güveniyordu. Konferansın 5. Günü yani 12 ağustos’ta Türk tarafı ilginç bir öneri ortaya attı. Türkiye’nin ortaya attığı öneri federal çözümdü. Bu öneriye göre iki toplum ayrı ayrı iki bölgede yaşayacak, iç meselelerini kendi yargıları sistemleri halledecek, her iki toplum birbirlerinin iç meselelerine karışmayacak ve güvenliklerini kendi kolluk kuvvetleri sağlayacaktı. Bu öneriden anlaşılacağı üzere zayıf bir Federal Hükümet şemsiyesi altında bir Devlet oluşturulacaktı. Türk tarafının öneri paketinin içerisinde bulunan toprak paylaşımı ile ilgili bölüm ise hayli ilginçti. Bu paket içerisinde ise iki seçenek bulunmaktaydı. Bu önerilerden birisi Kıbrıs topraklarının %30’luk kısmı Türk toplumuna bırakılmalı, geri kalan %70lik kısım ise Rumlara bırakılmalıydı. İkinci öneri ise biri büyük 5 kanton oluşturulmalı ve yönetimi tamamen Türklere bırakılmalıydı. Bu 5 kantonun toplam büyüklüğü yine adanın %30’luk kısmını kapsayacaktı. Bu önerilerden kanton sistemini kapsayan öneriyi Yunanlılar ve Rumlar kabul etmedi. Bu öneriyi reddetmelerinin altında ise kantonların kolaylıkla birleştirilerek Türk hakimiyetinin artmasından çekinmeleriydi. Ancak böyle bir anlaşma yapılmış olsaydı uluslararası baskıdan dolayı hiçbir taraf diğerinin toprağına müdahale edemezdi. Ayrıca garantör ülkelerde olası bir gerginlikte doğrudan devreye girerdi. 12 Ağustos’ta Türk tarafınca yapılan diğer öneri konusunda ise Yunan ve Rum tarafının tepkisi hükümetlerine danışmak için zaman istemek oldu. Dışişleri Bakanı Turan Güneş ise yunan ve Rum meslektaşlarına ‘’Bu öneriyi prensip olarak kabul ederseniz size mühlet veririm. Aksi halde böyle bir süre veremeyiz.’’ demiştir.
![]() |
PAROLA:
AYŞE TATİLE ÇIKSIN
Bu tartışmaların sürdüğü günün akşamında gelen bir telefon
konferansın ve Kıbrıs’ın tamamen kaderini değiştirecekti. Telefonu eden kişi Bülent
Ecevit karşı tarafta ise Başbakanlık Danışmanı Haluk Ulman bulunmaktaydı. Bu telefon görüşmesini Haluk Ulman bir
söyleşide şu şekilde anımsamaktadır:
‘’Bülent
bey ile telefonda konferanstaki gelişmeleri görüşürken bir ara konuyu
değiştirerek ‘’-Haluk Bey unutmadan söyleyeyim. Turan Bey giderken bana Orhan Bey’e
(Turizm Bakanı) söyle de Ayşe bu sene çok tatil yapamadı. Ayşe için münasip bir
yer bulunsun da tatile gönderelim demişti. Bende Orhan bey’e söyledim. Yer
bulundu Ayşe yarın tatile çıkacak.’’
dedi. Bu sözler üzerine ben içimden ‘’Bak ne ince düşünceli adam, bu kadar işi
gücü arasında Ayşe’nin tatili ile uğraşıyor. Bülent bey’in bu sözleri üzerine
bende ‘’-Peki söylerim’’ dedim. Bülent Bey ise ‘’-Aman unutma’’ dedi. Ben ise
‘’-Unutmam’’ dedim. Ancak ben bu sözleri ertesi güne kalmadan unutmuştum.’’
13
ağustos 1974 günü Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili Cenevre’de
görüşmeler sürerken adada 39.000
kişiden oluşan Türk ordusu harekete geçmek için son emri bekliyordu. Ayrıca
adanın dörtbir yanına dağılmış Türk köylerinin üzerindeki baskıda had safhaya
ulaşmıştı. Aynı gün sabaha karşı bir kargo uçağı Türk kuvvetlerinin
kontrolündeki piste indi. Bu uçaktan genelkurmay harekat dairesi başkanı
orgeneral hasan sağlam indi. Hasan Sağlam’ın adaya gelmesinin amacı ise ertesi
gün gerçekleştirilecek harekat ile ilgili planları bölgedeki komutanlarla
paylaşmaktı. Sağlam planlarla ilgili brifingini verdikten sonra aynı gün
verilen emirler doğrultusunda Genelkurmay’da ki görevinin başına dönmek üzere
adadan ayrıldı.
13 ağustos 1974 sabahı Cenevre’de Türk heyeti
intercontinental Oteli’nin kahvaltı salonunda yemeklerini yemeye başlamıştı.
Kahvaltı sırasında heyette danışman olan haluk ulman’ın aklına bir gece önce Ecevit
ile yaptığı görüşme geldi.
‘’intercontinental’ın
kahvaltı salonunda yemeğimizi yerken konu döndü dolaştı Ayşe’ye geldi. Turan
bey’in yanında eşi Nermin hanımda vardı. ‘’Aman Turan abi dün Bülent Bey ile
telefonda görüşürken sana iletmem için bir şey söyledi ama ben söylemeyi
unuttum.’’ dedim. Turan bey hemen ‘’Ne söyledi.’’ dedi. Bende ‘’Yahu Ayşe’ye
yer bulmuşlar. Ayşe tatile çıkacakmış.’’ dedim. Bunun üzerine Turan Bey biran
heyecanlandı.’’
Turan Güneş Ankara’dan ayrılırken Bülent Ecevit ile
görüşmüş ve 2. Harekatın düzenlenme ihtimalide görüşülmüştü. Eğer harekat
kararı alınması durumunda birbirlerine nasıl iletecekleri konusunda bir parola
belirlemişlerdi. Bu parola ise ‘’`Ayşe
Tatile Çıksın`’’ şeklinde olacaktı. Aslında Turan Güneş Yunanlı ve Rum
meslektaşlarının süre istemesinden sonra otele geçmiş ve Bülent Ecevit’e
telefon ile bilgi vermişti. Bu bilgi alışverişi sırasında ise kendi aralarında
belirledikleri parolayı Turan Güneş, Ecevit’e iletmiş ve parolanın karşılığında
gelecek cevabı beklemeye başlamıştı. Bülent Ecevit ise Turan Güneş’e doğrudan
telefon açıp aynı parolayı tekrarlama riskine girmemek için onay parolasını Haluk
Ulman üzerinden yollamayı seçmişti. Turan Güneş’in bu parolayı almasıyla Türk
tarafının fazla vaktinin kalmadığı anlaşılıyordu. Aynı gün gece yarısına kadar
ya bir ilke anlaşması yapılacak yada konferans salonu terk edilecekti. Askeri
harekat başladığında konferans dağılmış ve sonuç alınamayacağı açıkça ilan
edilmiş olmalıydı. Türklerin zayıf bir federasyon veya 5 kantonlu önerileri
ise Yunanlılar tarafından farklı algılanmıştı. Yunanlı heyete göre bu bir Türk
tuzağıydı. Bu dönemde savunma bakanı olan Averof’un görüşü ise şu
şekildeydi:
‘’Bizce
bu öneriler 2. Harekatı başlatabilmek için bir bahaneydi. ‘’-Biz önerdik. Ancak
kabul etmediğiniz için harekatı devam ettirmek zorunda kaldık’’ demek için
ortaya atılmıştı. Türklerin bu yaklaşımı öneriden çok bir ültimatom gibi
duruyordu. Türkler resmen ‘’-Ya imzalayın yada olacaklara karışmayız’’ diyordu.
Üstelik bunların yaşandığı dönemde Atina kriz içerisindeydi. Karamanis
hükümetiyle daha yeni iktidara gelmiştik. Durumu kontrol altına almaya
çalışıyorduk. Ayrıca askeri darbe her an olabilirdi. Hükümet olarak zayıf bir
konumdaydık. Eğer bu önerilerin altına imza atsaydık siyasi olarak da ölüm
emrimizi de imzalamış olacaktık.’’
Rumlarda Türk önerilerini kabul etmemişti. Heyet içerisinde
bulunan Klerides’in görüşü ise:
‘’Bu önerilerden
birisini onaylasaydım Türk ordusunu kendi elimle adayı istila etmesi için
davet etmiş olacaktım. Türkler 5 kantona yerleştikten sonra kolayca
birbirlerine bağlanabilirlerdi. Böyle bir durumda bir daha geri dönmeleri söz
konusu olmazdı. Dolayısıyla kendi imzamla Türk ordusuna bu olanağı
sağlayamazdım.’’ demiştir.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin tutumları Türkiye’yi
adeta ikinci bir harekata zorluyordu. Bu pazarlığı masanın öbür tarafından
izleyen İngiltere içinde Türkiye’nin sunduğu bu son önerileri kaçırılmış bir
fırsat olarak görüyordu. Görüşmelere katılan heyet içerisinde bulunan İngiltere
Dışişleri Bakan Yardımcısı Goodeson’un görüşü ise şu şekildeydi:
‘’Türk
tarafı ilke kararının hemen alınmasında ısrar ediyordu. Yunanlı ve Rumların ise
bu ödünü Türkiye’ye vermeye niyeti yoktu. Oysa bu önerileri kabul etselerdi,
askeri harekat durdurulabilir ve ileride kaybedecekleri alanı da ellerinde
tutabilirlerdi.’’
Bu sıralarda Washington’da dışişleri bakanı Henry Kissinger
ile Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Melih Esenbel arasında bir görüşme
yapılmaktaydı. Esenbel Cenevre’deki durumu anlatmış ve ’’-Rumlar ilke olarak dahi bizim verdiğimiz öneriyi kabul etmedikleri
takdirde Türk ordusunun harekatın 2. Aşamasına geçmekten başka çaresi
kalmayacağını’’ söylemiştir. Kissinger bu sözler üzerine ‘’-Neden endişe ediyorsunuz. Ben Türkiye’nin yalnız Ortadoğu’da
değil Kıbrıs’ta da kuvvetli olmasını istiyorum. Benim umumi stratejim
içerisinde mevkiinizin önemini anlamanız lazım. Şu durumda merak etmeyin sizi
kimse adadan çıkartamaz’’ demiştir.
Kissinger daha önce çeşitli mecralarda buna benzer
beyanatlarda vermişti. Bu cihetle Amerikan Dışişleri Bakanı’nın takındığı tutum
hem Türkiye’nin Washington temsilcisi, hem de Türkiye hükümeti tarafından
harekatın 2. Aşaması için yakılmış bir yeşil ışık olarak algılanmıştı.
Kissinger’ın düşüncesi beyanatlarından da anlaşılacağı üzere adada bulunan Türk
halkının kendi kendini yönetme hakkına sahip olduğuydu. Bu gelişmeler
neticesinde, konferansın son oturumu başlamış ve artık ne olacağı belli
olmuştu. Bu çerçevede tüm temaslar tamamlanmış ve pazarlıklar bitmişti. Türk
heyeti ile Denktaş taktik olarak uzun konuşmalar ile zaman geçiriyor ve oturumun
bitmesi için zaman kazanıyorlardı. Son konuşmayı yapacak Denktaş kürsüye
çıkmadan önce ve çıktıktan sonra yaşadıklarını bir beyanatında şu şekilde
anlatmaktadır:
‘’Kürsüye
çıkmadan önce heyetten bir yetkili gelerek ‘’-konuş konuşabildiğin kadar’’
dedi. Sıra bana gelince kürsüye çıktım ve 1955 yılından itibaren gelişen
olayları anlatmaya başladım. Callaghan baygın baygın dinleyerek konuşmamın
bitmesini bekliyor. Yunan tarafında Mavros ile Klerides sıkıntıdan
sandalyelerinde devamlı hareketlilik halindeydiler. Ben konuşmamı uzattıkça
uzattım. Bir ara önüme birisi not koyuldu. Notu incelediğimde ‘’-Kes atık,
bizi tek ayaküstünde yakalatacaksın.’’ yazıyordu. Bende daha fazla
uzatmadan konuşmamı bitirip kürsüden indim.’’
Konuşmaların sonunda Callaghan tüm tarafları bir araya
toplayarak bir soru sordu. Yunan ve Rum heyetine başkentlerine gidip danışmak
için 36 ile 48 saat mühlet verilsin mi? Yunan ve Rum heyetleri bu öneriye ‘’Evet’’ dedi. Ancak Türk heyeti bu
öneriyi reddetti. Son söz Denktaş’a verildi ve oda bu öneriyi kabul etmedi.
Bunun üzerine Gallaghan ayağa kalktı ve artık yapılacak bir şey kalmadığını
belirterek Konferansın sona erdiğini belirtti. Bu gelişmeler üzerine Türk
heyeti hızla Birleşmiş Milletler binasından ayrıldı. İngiliz Dışişleri Bakanı
Callaghan ise dünya basınının önüne çıkarak tarihi nitelikte olabilecek bir
açıklamalar da bulundu. Callagahan’ın demeci içerisinde en dikkat çekici
cümleler ise;
‘’Kıbrıs sorunu
hiçbir şekilde askeri yöntemlerle çözümlenemez. Bunu sadece iki toplum kendi
aralarında görüşerek halledebilir. Özetlemek gerekirse bugün Kıbrıs Türk
ordusunun esiridir. Yarın ise Türk ordusu bataklığa batacak ve Kıbrıs’ın esiri
olacaktır.’’ demiştir.
Ancak tarih günümüze kadar İngiliz Dışişleri Bakanını doğrulamadı.
14 ağustos 1974 tarihinin şafak
vaktinde Türk birlikleri ‘’ZAFER’’
parolasıyla adadaki 2. Harekatına başladı. Hedef ise ‘’Şahin Hattı’’ idi. Bu harekat 3 gün sürdü. Şahin hattı Türk
toplumunun yoğunlukta olduğu yerleşimleri içine alacak ve adanın geri
kalanındaki Türklere de yetecek ekonomik yaşamlarını sürdürebilecekleri kadar
bir toprağı kapsayacak biçimde çizilmişti. Nitekim daha ilk gün Türk birlikleri
Magosa’ya ulaştı ve burada tutsak bulunan Türk halkını kurtardı. Diğer günlerde
ise belirlenen hedeflere ulaşarak harekatı tamamladılar.
![]() |
HAREKAT
SONRASI
Kıbrıs harekatı, Türkiye’de ise 1970’li yıllarda ve daha
sonraki yıllarda bir daha hiç yaşanmayacak bir birlik havası estirdi. Türkiye’de
sağcısı, solcusu, işçisi, işvereni, öğrencisi ve memuruyla halk birbirine
kenetlendi. Bu sevgi ve coşku selinin adresi ise başbakan Bülent Ecevit idi.
Halk bu dönemde Ecevit’i ‘’Kıbrıs
fatihi’’, ‘’Dünya’ya kafa tutan adam’’
ve ‘’Cesur bir lider’’ olarak
görüyordu. Ancak yukarıda da zikrettiğimiz gibi batı dünyası tam aksine Ecevit’in
hanesine bir eksi puan daha koyuyordu. Kıbrıs harekatı ise bardağı taşıran son
damlaydı. Bundan önceki kriz ise Ecevit hükümetinin haşhaş ekimini serbest
bırakması üzerine çıkmıştı. Ecevit Amerikalıların aldığı ambargo kararının
Kıbrıs harekatından önce alındığını defalarca belirtmiştir. Bu ambargo
kararının haşhaş sorunundan dolayı alındığını da eklemiştir. Ambargonun haşhaş
sorunundan veya Kıbrıs barış harekatından dolayı alınması çok önemli değildir.
Bu ambargo ile Türkiye kırılgan olan ekonomik ve sosyolojik dengesini tamamen
yitirmiş ve ileride gerçekleşecek 1980 darbesinin de gerçekleşmesine sebep
olacak olaylar silsilesinin katlanarak ilerlemesine sebep olmuştur.
Dolayısıyla harekat sonrası gerçekleşen ambargo ve bunun getirdiği buhran
ilerleyen dönemlerdeki yaşanacakların önemli bir kavşak noktasını oluşturmaktaydı
ve bu ayrı bir ‘’yazı’’ konusu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin 1974 senesi sonunda kendisine
uygulanan ambargolara karşı hamlesi ise gecikmemiştir. Türkiye kendine
uygulanan silah ambargosu kararının üzerine ise 5 Şubat 1975’te cevap olarak Kıbrıs
Türk Federe Devleti’ni (KTFD) ilan etmiştir. Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu ise bu durumu 12 Mart 1975’te
367 sayılı karar ile rahatsızlığını belirtmiştir. Güvenlik Konseyi ise
arabuluculuk aracılığı ile tarafları görüşmelere çağırmıştır. İkinci harekat
sonrası Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri gözetiminde Denktaş ile Kleridis arasındaki
görüşmeler başlatılmıştır. Sadece nüfus mübadelesi konusunda uzlaşmaya
varılmış, kuzeydeki Rumlar ile güneydeki Türkler yer değiştirmiştir.
SONUÇ
SONUÇ
Aslında geçmişimize baktığımızda Türkiye’nin bu kadar zaman
içerisinde birçok diyet ödediği aşikardır. Ancak Türkiye çıkarları
doğrultusunda bu adaya sahip çıkmak zorundaydı ve bu zorunluluğu herhangi bir
bıkkınlık dahi göstermeden yerine getirdi. Bu kadar yokluk içerisinde yapılan
mücadelenin sonunda ise gencecik bir devlet olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti doğdu. Şimdi herkesin geriye dönüp
eski günleri hatırlaması yeterli olacaktır. Kıbrıs konusunda nereden nerelere
gelindiği yukarıda bahsi geçen yazıdan daha açık ne gösterebilir bilemiyorum.
Şuan Kıbrıs’a baktığımızda 1974 öncesi dünya ile teması minimum düzeyde olan ve
adeta hapis hayatı yaşayan Kıbrıs Türkleri liberal bir ekonomi ile turizm ve
birçok alanda ciddi gelirler elde ediyor. Yazımızın başında belirttiğim gibi
Kıbrıs Türkiye için hem jeopolitik konumu hem de adada yaşayan Türk halkından
dolayı çok değerlidir. Ancak yazımızın içeriğini irdelediğimizde her iki
taraf ve garantör devletler dahi uzlaşmaz tavırları ve dönem dönem elde etmek
istedikleri iç siyasal avantajlardan dolayı sorun içinden çıkılmaz bir hale
gelmiştir. Dolayısıyla her iki toplum keskin şekilde birbirinden ayrılmıştır.
![]() |
0 Yorumlar