Son zamanlarda İsrail ile Filistin arasında şiddetlenen çatışmalarla yine gündeme gelen İsrail ile Filistin arasındaki geçmişe dayanan anlaşmazlık hatırlanmış oldu. Bu anlaşmazlığın kökenleri ile ilgili detaylı başka bir yazı için sizi şöyle alabiliriz. (1948'den Günümüze İsrail-Filistin Çatışması

Bu yazıda, İsrail-Filistin meselesinin tüm boyutlarını ve tüm ayrıntılarını anlatacağımı iddia etmem çok doğru olmaz. Keza bu meselenin tüm detaylarını anlatmak için buradaki sayfalar yetmeyeceği aşikardır. Dolayısıyla sizlere İsrail-Filistin meselesinin sadece, uzun, karmaşık ve dramatik tarihinden bazı bölümleri anlatmaya çalışacağım. Son olaylar neticesinde, belki bazı kesimlerin neden sessiz kaldığını, bazılarının neden çok bağırdığını bu yazı ile daha iyi anlayabiliriz. Ancak unutulmamalıdır ki yaşanan olaylara Türkiye'nin dahil olmasının söz konusu olmadığını da aşağıda anlatacaklarımızdan anlayacaksınız. Dolayısıyla yaşananlar neticesinde ölen insanlar ve çocuklar her ne kadar bizi üzse de konunun ''din kardeşliği'' ile sınırlanamayacak kadar derin olduğu ve bu anlaşmazlıktan bizim 100 sene önce çıktığımızı unutmamak gerekiyor. Konunun bu kadar derin olması bizim hem İsrail ile hem de Filistin ile ikili ilişkilerimizde taraf olmaktan ziyade ''tarafsız'' olmamız gerekliliğini de ortaya çıkarttığı bir başka gerçektir. 

Bu itibarla; konunun derinine inmek için yüzlerce veya belki de binlerce yıllık bölge tarihini taramak gerekir. Bunu da yazının başında izah ettiğim üzere burada yapma şansım ve bilgim olmadığını da siz değerli okuyuculara iletmiştim. 

DREYFUS DAVASI

21 Temmuz 1906’da Paris’teki Ecole Militaire’in (askeri akademi) avlusunda zayıf ve ciddi yüzlü orta yaşlı bir askere Legion D’Honneur Nişanı takılıyordu. Bu nişanı alan kişinin adı Alfred Dreyfus’tu. Rütbelerinin iade edilmesi töreninde “Çok yaşa Dreyfus!” diye çılgınca bağıran halka, Yüzbaşı’nın yanıtı “Hayır beyler hayır, çok yaşa Fransa!” Oldu. Halbuki yaklaşık 12 yıl önce aynı yerde rütbeleri sökülürken, aynı halk ‘'Yahudilere ölüm’’, ‘'Hainlere ölüm’', ‘'Yahuda’ya ölüm'’ diye haykırmıştı. Bu iki tören arasındaki yıllar sadece Alfred Dreyfus’un değil, tüm Fransa’nın ve Avrupa’nın önemli bir dönemecini oluşturuyordu.

Alfred Dreyfus

Ancak bu olaydan etkilenen bir kişi daha vardı. Bu kişi, Viyana’da yayınlanan Neue Freie Presse’in Paris muhabiri olarak izleyen Theodor Herzl’di. Fransa’nın askeri sırlarını Almanlara verdiğinden şüphelenilen Yahudi Yüzbaşı Dreyfus’un, 19-22 Aralık 1894 tarihinde görülen dava sonunda, paranoyak devlet görevlileri ile Yahudi düşmanı basının kışkırttığı isterik halk yığınlarının baskılarıyla vatana ihanet suçundan ömür boyu hapse mahkum edilmesini izleyen Herzl, dava boyunca Paris halkının sokaklarda ‘'Yahudilere ölüm!’', çığlıklarıyla dolaşmasından çok etkilenerek, 1896’da, Politik Siyonizmin manifestosu olan ‘'Yahudi Devleti'’ adlı kitabını yazmıştı.

Theodor Herzl

Theodor Herzl, 1860’da Macaristan’da doğmuş, 1878’de ailesiyle Viyana’ya göç etmiş, Yahudi Aydınlanması (haskala) anlayışına bağlı hukuk üzerine doktorası olan bir kişiydi. Tevrat araştırmacısı Moses Mendelssohn tarafından 1770’lerde geliştirilen Haskala’nın esasını, Yahudilerin dinsel ve kültürel aşırılıklarını törpüleyerek Yahudi olmayan kültürlerin içinde erimesi fikri oluşturuyordu. Nitekim Herzl o tarihe kadar kendini bir Alman yazarı olarak tanımlıyordu. Ancak, kitabının ana fikri;

Yahudilere karşı ön yargılar batı toplumunun içine öylesine işlemiştir ki, bu ön yargıları asimilasyon veya entegrasyon yoluyla kırmak mümkün değildir. “Antisemitizm hastalığının tek bir ilacı vardır: o da Yahudilerin kendi devletlerini kurmasıdır.” şeklindeydi.

Moses Mendelssohn

Ancak, böylesi radikal bir değişimin Dreyfus Davası’nın görüldüğü kısa sürede tamamlanması pek inandırıcı değildi. Muhtemelen, Herzl bu konu üzerinde çoktandır düşünüyordu. Çünkü Habsburg topraklarında 1870’lerden itibaren, antisemitizmin de, Almanlaşmak, Macarlaşmak veya Polonyalılaşmak gibi asimilasyoncu eğilimlerin de en uç örnekleri yaşanıyordu.

ANTİSEMİTİZMİN KISA TARİHİ

Herzl’de derin dönüşümlere neden olan '‘Yahudi ırkından gelenlere duyulan fanatik nefret’' diye özetlenebilecek Antisemitizmin tarihi çok eskilere gider. Yahudi inanışına göre, İsrailoğulları en mutlu günlerini M.Ö. 10. Yüzyıl’da, Peygamber Süleyman’ın kurduğu Krallık döneminde yaşamışlardı. Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra, Asurlular ile Mısırlılar arasındaki savaşlardan zarar görmüşler, Babil Kralı Nabukadnezar’ın M.Ö. 586’da Hz. Süleyman’ın tapınağını yıkmasının ardından Babil’e sürülmüşler, İranlı Ahimened kralı 2. Kiros tarafından esaretten kurtarılmışlar, Büyük İskender döneminde Makedonya krallığının tebaası olmuşlar, İskender’den sonra Mısır ve Helen egemenliği arasında gidip gelmişlerdi. Yahudi tarihinde dönüm noktasını, Süleyman’ın Tapınağı’nın M.S. 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus’un oğlu Titus’un askerleri tarafından yerle bir edilmesi oluşturuyordu.

Roma İmparatoru Vespesianus

Roma’ya ikinci kez başkaldırdıkları 132-135 yıllarından sonra imparatorluğun çeşitli bölgelerine göç etmek zorunda kalan Yahudilerin durumu, Roma’nın Hıristiyanlığı kabulünden sonra daha da zorlaştı. Tahmin edileceği gibi Hıristiyanlar (Katolikler), Yahudileri İsa’yı öldürdüğü yada öldürttüğü inancı yüzünden sevmiyorlardı. Ayrıca, Katolikler İsa’nın, Yahudilerin asırlardır bekledikleri, Yahudi dini metinlerinde anlatılan Mesih olduğuna inanıyorlar, Yahudiler ise İsa’yı Mesih olarak kabul etmiyorlardı.

300’lü yılların başında İspanya’da Yahudi erkekle evlenmek yasaklandı. 1215 Lateran Konsili’nde Yahudilerin (ve Müslümanların) özel giysiler giymesi zorunlu kılındı. 1348-1351 arasında Avrupa’nın üçte birini yok eden büyük veba salgını sırasında ‘'günah keçisi’' ilan edilerek Doğu Avrupa’ya göç etmek zorunda bırakıldılar. 1492’de İspanya’dan sürüldüler. İlk kez 1516’da Venedik’te ‘’Getto’’ denilen duvarlarla çevrili mahallelere çekilmek zorunda kaldılar. Roma’daki son Yahudi Getto’su 1870’de kaldırıldı.

DONA GRACİA MENDES VE FİLİSTİN’DE BAĞIMSIZ YAHUDİ YERLEŞİM HAYALİ

31 Mart 1492’de Kastilya Kraliçesi İsabella ve Aragon Kralı 2. Ferdinand tarafından çıkarılan ‘'kovma fermanı'’ ile Hıristiyan inancı uyarınca vaftiz olmayı kabul etmeyen Yahudilerin İspanya’dan ayrılması emredilince, Yahudilerin bir kısmı kerhen de olsa din değiştirmiş, bir kısmı sığınabilecekleri bir yurt aramaya başlamıştı. Yahudi göçmenleri Cadiz’den almaya gelen gemilerden ikisini Osmanlı İmparatoru 2. Bayezit göndermişti. Yahudiler bu olaydan dolayı, Osmanlı Devleti’ni hep minnetle andılar. Ancak, yüzyıllar boyu sürecek göçler sonunda yüzbinlerce Yahudi’nin sadece 60.000’i Osmanlı ülkesine, 23.000’i Portekiz’e, geri kalanı ise Hollanda, İtalya, Fransa, Kuzey Afrika ve Yeni Dünya’ya gitmek zorunda kalmıştı.

1492’de İspanya’dan Portekiz’e göç eden Yahudi ailelerden birinin oğlu olan Jozeph Nasi ve halası Dona Gracia Mendes’in yolu Anvers, Venedik ve Ferrera’dan geçtikten sonra, Kanuni Sultan Süleyman’la kesişti. Rivayete göre Yahudi Doktoru Jozeph Hamon’dan Mendes ailesinin hikayesini dinleyen Kanuni, bazılarına göre tamamen insani nedenlerle, bazılarına göre dönemin en etkili ve zengin ailesi olan Mendesler’in İstanbul’da olmaları imparatorluğa güç katacağı için, ailenin İstanbul’a göç etmesine izin vermişti.

Jozeph Nasi

Dona Gracia Mendes

Avrupa kraliyet aileleri ile ilişkileri yüzünden Kanuni tarafından ‘’Frenk Bey Oğlu’’ diye onurlandırılan Nasi, Kanuni’nin oğlu 2. Selim tarafından da Ege Denizi’ndeki ‘'Naksos ve Kiklad Adaları’nın Dükü'’ ilan edilmişti. Nasi, Düklüğünü İstanbul’da bulunan, Kuruçeşme’deki sarayından yönetmiş ve esas olarak diplomasi, politika, ticaret ve bankerlikle uğraşmıştı. Dona Gracia ise, bu işlerinde yeğeninin en büyük yardımcısı olmuştu.

Dona Gracia ve Jozef Nasi’nin en büyük projesi Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de Osmanlı Devleti’ne katılmış olan Arz-ı Filistin’de bağımsız bir Yahudi yerleşimi kurma girişimiydi. İkili, 1558-1560 arasında Kanuni’nin izniyle Kudüs, Hebron ve Safed’le birlikte yahudilerin dört kutsal kentinden biri olan antik Tiberias’da (Taberiye) toprak satın almışlardı. Tiberias, o zamanlar tamamen harabe halindeydi. Saraydan 1561’de, epey yüklü bir kira bedeli karşılığında Tiberias ve civardaki 8 köy Jozef Nasi’nin yönetimine verilince, hayal gerçek olmaya başladı. 1564 ile 1565 kışında şehrin duvarları yenilendi. Tiberias’ı ekonomik açıdan bağımsız kılmak için koyun besiciliği ve ipek böcekçiliği ile uğraşan bir vakıf kurulduktan sonra İtalya’daki Yahudilere Tiberias’a gelip yerleşmeleri için bir davet mektubu gönderildi. Ancak, Yahudileri ikna etmek mümkün olmadı. Çünkü Filistin’e ancak Mesih’in öncülüğünde gitmek gerektiğine inanıyorlardı. 1569’da, bir süredir hasta olan Dona Gracia ölünce Yahudilerin Tiberias cennetine yerleşme hayali 19. Yüzyıl’ın sonuna ertelendi.

Bandı bir 200 sene ileri sararak devam edelim.

Ortaçağ’dan beri tarımla uğraşmaları, üniversiteye girmeleri, askerlik yapmaları ve kamu görevlisi olmaları yasak olan Yahudilerin, faaliyet gösterebilecekleri tek alan olan ticaret ve bankacılıkta elde ettikleri başarılar Yahudi düşmanlığını pekiştiren bir unsur oldu.

Aydınlanma düşüncesi ve 1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı özgürlük ortamından diğer gruplar gibi Yahudiler de yararlandı. 1799’da Napolyon, Mısır Seferi (bkz. Napoleon’un Mısır Seferi) sırasında Yahudilere Akka’nın dışında bir bölgede yerleşim kurma sözü verdi. Ancak Napolyon, Osmanlılar karşısında yenilerek bölgeden kısa sürede çekilince Yahudilerin bu istekleri gerçekleşmedi. 1840’ta, Kudüs’teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston ‘'Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere’' bir Avrupalı Yahudi yerleşim kolonisi kurma fikrini ortaya attı ama arkası gelmedi.

Lord Palmerston

Yönetim kademelerinde ve politik yaşamda daha çok yer aldıkları gibi sahip oldukları finans gücü ile modernizasyonun itici güçlerinden biri olan Yahudilerin bu durumları paradoksal olarak iki cepheden; yani Yahudi sermayesine karşı sınıfsal kini Yahudi düşmanlığı ile karıştıran sosyalistlerden ve Yahudiliğin dinsel düşmanı olan Katolik Kilisesi’nden tepki gördü. Bu iki kesimin yönlendirdiği geniş halk kesimleri ise Yahudileri şeytanlaştırma işinde çok ileri gittiler. Rusya’da Yahudiler 1881’den 1940’lara kadar ‘’pogrom’’ adı verilen katliamlarda can verdiler. Rusçada '‘ayaklanma'’ anlamına gelen pogrom’lar, sivil halk tarafından Yahudilere karşı yapılan saldırılardı. Ancak bu saldırılar kolluk kuvvetlerinin göz yumması ya da yardımıyla yapılıyordu. 1940’tan sonra ise Yahudiler gaz fırınlarında can vermeye devam ettiler…

FİLİSTİNLİLERİN ÇOK KISA GEÇMİŞİ

Kuzeyde aşağı Litani nehrinden, güneyde Gazze Vadisi’ne, Batı Arabistan çölünden Doğuda Akdeniz’e uzanan, bugünkü İsrail ve Ürdün’le Mısır’ın bir kısmını içeren bölge olan Filistin’in adı, M.Ö. 12. Yüzyıl’da Ege Adalarından (büyük ihtimalle Girit’ten) kalkarak Anadolu, Kıbrıs ve Suriye’yi yakıp yıktıktan sonra Mısır’a saldıran ancak Mısırlılar tarafından püskürtüldükten sonra bugünkü Tel Aviv-Yafa’dan Gazze Şeridi’ne kadar uzanan bölgeye yerleşen Filistiler adlı bir deniz kavminin adından geliyordu. Kısaca Filistiler kökende bir Arap kavmi değildir. Mitolojiye göre, zamanla komşu bölgelere yayılan Filistilerin en büyük düşmanı, bölgeye onlardan sonra gelen İsrailoğulları olmuştu. Filistiler, İsrailoğullarına karşı ilk yenilgiyi, M.Ö. 10. Yüzyıl’da Hz. Davud döneminde yaşamışlardı. Bu çekişme ve çatışmalar ise günümüze kadar sürmüştür.

Filistinlilerin bu kısa geçmişine göz attıktan sonra 18. Yüzyılın sonunda Yahudiler için yaşanan önemli gelişmelere bir bakmak üzere tarihi ileri saralım.

BASEL KONGRESİ VE DÜNYA SİYONİST ÖRGÜTÜ’NÜN KURULUŞU

Herzl’in ortaya koyduğu projenin adı Siyonizm’di ve Herzl’in ortaya attığı bu isim günümüze kadar aynı şekilde kalmıştır. Ortaya çıkan bu isimin etimolojik kaynağı ise ‘’Siyon’’ isminden gelmekteydi. Siyon eski Kudüs’ün duvarlarının dışındaki ‘’tapınak tepesi’’ olarak bilinen yerin adıydı ve Yahudi/Musevi tarihi boyunca Kudüs’le eş anlamlı olarak kullanılmıştı. Dahası binlerce yıl önce yurtlarından kovulmuş Yahudi halkı için ‘’siyonizm’’ ismi Filistin’e dönme arzu ve özlemini sembolize ediyordu.

Projesindeki dinsel referanslara rağmen, Herzl’in Siyonizm’i, dinsel bir proje değil, seküler, siyasi bir proje olarak lanse ediyordu. Siyonist hareketin Herzl’den sonraki ikinci adamı olan Max Nordau da Torah inancını gençliğinde terk etmiş, Protestan bir Almanla evlenmiş, Alman kültürünü benimsemiş bir asimilasyonist idi. Herzl, Nordau ve diğer tüm Siyonist önderler, Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre Yahudi dini ve Mesih inancı, Yahudilerin rehavete kapılmalarına neden oluyor, devletlerini kurmak için çaba göstermelerini engelliyordu.

Max Nordau

Nitekim bu fikre inanan Siyonistlere iki gruptan tepki geldi. Asimilasyoncu Yahudiler Siyonizm’in boş yere düşman kazanıp rahatlarını bozmaktan başka bir işe yaramayacağını savundular. Pek çok Haham ve Rabbi ise Yahudiliğin kutsal sembollerinden olan İsrail topraklarını seküler hale getirileceğini ileri sürerek, Siyonizm’i adeta bir küfür saydılar. Ancak daha sonra bazı din adamları, Filistin’de kurulacak bir devletin, Mesih’i beklerken Yahudilik ruhunun ayakta kalması için iyi bir durak olacağını düşünerek Siyonizm’e destek verince, Siyonizm hem seküler, hem de dinsel unsurları etrafında toplamayı başardı. Herzl başkanlığında, 1897’de Basel’de toplanan 1. Siyonist Kongresi’nde Dünya Siyonist Örgütü kurularak, uluslararası çapta örgütlenmenin ilk adımı atıldı ve her yıl yapılan kongrelerle Yahudilere bir yurt arama girişimlerine hız verildi.

1. Siyonist Kongresi

SİYONİSTLERİN ABDÜLHAMİT İLE İLİŞKİLERİ

Siyonistlerin İslamcı politikaları ile tanınan 2. Abdülhamit’le ilişkileri konusunda çelişik bilgiler vardır. Abdülhamit, 1890’da yayımladığı iki kanunname ile Siyonistlerin Filistin’e girmelerini önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasını emretmişti. Herzl’e göre, 1896 ile 1902 yılları arasında Abdülhamit’le görüşmek için pek çok kez girişimde bulunmuştu. Girişimlerinden ilki 1896 Haziran’ında yapılmış, Abdülhamit’in hafiyeleri aracılığıyla Filistin karşılığında Beş Milyon altın teklif edilmiş, Abdülhamit bu teklifi reddetmişti.

Herzl, 1898’de kutsal toprakları ziyaret eden Kaiser 2. Wilhelm ile buluşmuş ve Almanların koruması altında Filistin’de bir arazi şirketi kurmayı önermişti. Kaiser ilk anda antisemitik duygularla, Yahudileri Avrupa’dan uzaklaştırma fikrine sıcak bakmış, rivayete göre konuyu Abdülhamit’e de açmış, ancak Abdülhamit’in sıcak bakmaması üzerine, Siyonistlere destek vermekten vazgeçmişti.

Bir başka girişim, 4 Haziran 1900’de Abdülhamit’in bir başka hafiyesi Macar Yahudi’si Arminius Vambery aracılığıyla yapılmıştı. Ama cevap yine olumsuzdu. Ancak Şubat 1902’de Abdülhamit’in huzuruna çıkmayı başaran Herzl, günlüğüne Abdülhamid’in devlete tabi olmayı kabul eden tüm Musevilere kapıları açmaya istekli olduğunu, fakat insanların yerleştirileceği bölgelere hükümetin karar vereceğini, Filistin hariç olmak üzere Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve hemen hemen her yerde kolonileşmeye izin verileceğini yazmış ve yazısını, “İçinde Filistin’in olmadığı bir imtiyaz!” diye bitirmişti. Bu, Herzl’in istediği imtiyaz değildi. Aynı yılın Ağustos ayında Abdülhamit’in, yeni bir teklifi gelmişti ancak bu ilkinden daha elverişsizdi. Herzl’in günlüğünde belirttiği;

'Türk Devleti için 20 Milyon Pound harcadık ama hala sonuç alamadık’' şeklindeki ifadeler ise daha da kafa karıştırıcı gözükmektedir.

Arminius Vambery

Ancak, Abdülhamit döneminde Filistin’e Yahudi göçünün arttığını iddia edenler vardır. Bu iddiaların doğru olup olmadığını anlamak kolay değil. Çünkü, söz konusu dönemlere ait güvenilir nüfus istatistikleri yoktur. Örneğin Osmanlı salnamelerine göre 1878’de Filistin’de yaklaşık 404.000 Müslüman, 44.000 Hıristiyan ve 25.000 Yahudi (10.000’i yabancı uyruklu olarak kaydedilmiş) yaşarken, 1893 nüfus sayımına göre, yaklaşık 372.000 Müslüman, 43.000 Hıristiyan, 9.000 Yahudi yaşıyordu. Bir başka kaynağa göre ise, 1893’te 80.000 Yahudi yaşıyordu. Bu sayılardan, Abdülhamit dönemine ilişkin doğru bir çıkarımda bulunmak zor.

Baron Edmond de Rothschild

Öte yandan, Yahudilerin, Filistin’in yerli ahalisinden 40.000 dönüm toprak satın aldığı, 30 kadar koloni kurduğu, ünlü Yahudi zengini Baron Rothschild’in Fransa’nın tanınmış tarım okullarından uzmanlar getirttiği ve avokado, zeytin, üzüm yetiştirmeye çalıştığı, şarap bağları ve parfüm imalathaneleri kurdurduğu iddiaları da bulunmaktadır. Eğer bu iddialar doğruysa, Yahudilerin Filistin’de Abdülhamit’in bilgisi dışında mülk satın alması mümkün değil. Çünkü bugün biliyoruz ki, 33 yıllık saltanatı süresince Abdülhamit doğrudan satın alıp geliştirerek, boş arazileri tarıma açıp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kıbrıs’ta geniş çaplı emlak ve sayısız işletmeyi uhdesine geçirmişti. Bu bağlamda, Suriye’deki en verimli toprakların 3/1’İ (3.000.000 dönüm), Filistin’deki (özellikle Gazze’de) ekilebilir toprakların 7/1’i (1.036.000 dönüm), Irak’ın o tarihteki petrol yataklarının en zenginlerini özel mülkü yapmıştı. 1909’da tahttan indirildikten sonra meclis, Abdülhamit’e ait tüm taşınmazlara el koymuş, bu mallar daha sonra Türkiye Cumhuriyeti hazinesine aktarılmıştı. Yukarıda izah edildiği üzere yaşanan gelişmeler neticesinde, Herzl’in Sultan Abdülhamit ile görüşmesinin sonuçlarını günlüklerine yazdığı notlardan anlıyoruz. Ancak bu notlarda Osmanlı Sultanı ile yaptığı görüşmeleri destekleyici başka bir kanıt olmadığı da unutulmamalıdır. Ayrıca Abdülhamit’in şahsına ait topraklardan anlaşılacağı üzere çoğu kesim tarafından iddia edildiği gibi Yahudi Devletine karşı hoşgörülü yaklaşım sergilemesi beklenilmemelidir.

UGANDA PROJESİ

Herzl bu arada Britanya ile Sina Yarımadası (El-Ariş) için görüşmeler de yapmış ama kabul ettirememişti. Fransa herhangi bir Avrupa Devleti tarafından tek yönlü olarak Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin destekleneceği ilan edilecek olursa, Suriye kıyılarında demir atmış Fransız Donanmasını harekete geçireceği tehdidini savurunca, Britanya Herzl’e Batı Afrika’daki kolonisi Uganda’ya (Bugünkü Kenya) yerleşmelerini önerdi. Herzl, 1903’te Kişinev Pogromu’nun (Kişinev Paskalyası diye bilinen pogrom, üç gün sürmüş ve 45 kişi ölmüştü) etkisiyle teklifi kabul ederken, ilerde halefi olacak Doktor Chaim Weizmann, bu öneriyi reddetti. Nitekim ertesi yıl Uganda’ya gönderilen heyetin raporu da olumsuzdu. Bölgede vahşi hayvanlar, öldürücü böcekler ve pek dost görünmeyen Massailer yüzünden bu olumsuz rapor verilmişti.

Doktor Chaim Weizmann

1904’te Herzl’in ölümü de eklenince Uganda Meselesi kapandı ancak planın reddi hem Britanya’nın hevesini kaçırdı hem de Siyonist hareketi ikiye böldü. Nachman Syrkin’in temsil ettiği Sosyalist Siyonistler ve Israel Zangwill’in temsil ettiği iskân teşkilatı nerede olursa olsun İsrail Devleti’nin kurulması için çalışmaya başladılar. Bu arada İsrail Devleti’nin kurulacağı yerler arasında Arjantin, Kanada hatta Amerika’nın Texas Eyaleti gibi seçenekler üzerinde dahi durulmuştur. Ancak Herzl’in yerini alan Haim Weizman işi sağlama aldı ve 1904 yılından itibaren Britanyalı kanaat önderlerine Siyonizm davasını anlatmaya koyuldu. Weizmann ve arkadaşları çabalarının meyvesini, tam 13 yıl sonra toplayacaklardı…

Israel Zangwill

Nachman Syrkin

BALFOUR DEKLARASYONU

1. Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması hem büyük devletlere hem Siyonistlere hem de Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermişti. Aslında nüfus dağılımına bakıldığında 1914’de Filistin’deki durum Siyonist argümanlara hiç uygun değildi. Değişik kaynaklara göre, bölgede 525.000 ile 683.000 arasında Müslüman’a karşılık, 40.000 ile 80.000 arasında Yahudi yaşıyordu. Siyonistlerin bütün çabası, büyük devletlerin Filistin’e göçe izin vermesi ve desteklemesiydi.

Yeni yeni siyasallaşan Arap Milliyetçiliğinin ise ortak bir programı yoktu. Örneğin Türk tarih yazımında ‘'Arapların Türkleri sırtından hançerlemesi'’ olarak yer etmiş Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali’nin isyanı Hicaz’daki kabileler tarafından bile tam desteklenmemiş, Mısırlı entelektüeller arasında büyük huzursuzluk yaratmış, Suriyeli ve Iraklı Milliyetçiler, Hüseyin’e çok uzak durmuşlardı. Filistin’in Hüseyin’e ilgisi olmamış, Hüseyin’in Filistin’e ilgisi ise Kudüs’ün kutsallığıyla sınırlı kalmıştı. Ancak zaman içinde gerek Siyonistler, gerekse Arap Milliyetçileri ulus-devletlerini kurmayı başardılar. Bu gelişmeler neticesinde ise sadece Filistinlilerin hayali gerçekleşmedi. Bu noktada, İsrail Devleti’nin kuruluşuna giden yolu açan ünlü mektuba değinelim.

Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali


Lloyd George
kabinesinin Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un Britanya Parlamentosu’nun Yahudi asıllı üyesi Lord Walter Rothschild’e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli kısa mektupta şöyle deniyordu:

Majestelerinin hükümeti adına size bildirmekten mutluluk duyarım ki, Yahudi Siyonist emellere sempatiyi belirten ekteki deklarasyon kabineye sunulmuş ve kabul edilmiştir. Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir ‘’milli yurt kurulmasını’’ uygun görmekte olup bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden gelenin en iyisini yapacaktır. Şurası açıkça anlaşılmalıdır ki, Filistin’deki Yahudi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve Yahudilerin diğer ülkelerde sahip oldukları hak ve politik statülerine halel getirebilecek hiçbir şey yapılmayacaktır. Bu deklarasyonu, Siyonist organizasyonun bilgisine sunarsanız müteşekkir olurum.

Lloyd George

Lord Arthur James Balfour

Deklarasyonda kullanılan dil zaman içinde herkesin kendi arzularına göre yorumlanmasına olanak verecek kadar muğlaktı. Örneğin Siyonistler ‘'Yurt kurmayı; devlet kurma.'’ olarak okuyorlardı. Bununla birlikte deklarasyonda ‘'Filistin Yahudilerin milli yurdudur.’' şeklinde bir ibarede bulunmaktaydı. Bunun yerine ‘'Filistin’de Yahudilere bir yurt'’ kurulmasından söz ediliyordu. Bunu telafi etmek için, Yahudi olmayan topluluklardan söz ediliyordu ama Filistinlilerin adı anılmıyordu. Yahudi olmayan toplulukların gözetilecek hakları vatandaşlık hakları ve dini haklar olarak tarif edilirken, Yahudilerin hakları ‘'politik statü’' gibi daha farklı bir terimle tarif ediliyordu. Kısacası, deklarasyon Siyonistleri memnun etmemişti ama hiç yoktan iyiydi ve ilerleyen dönemde bu deklarasyon İsrail Devleti’nin en önemli dayanaklarından birisi olacaktı.

O günkü Britanya Hükümeti'nin tek taraflı beyandan ileri gitmeyen bu beyanın başka garip yanları da mevcuttu. Birincisi bu beyanı yapan Britanya’nın Filistin’le ne tarihsel ne de deklarasyonun yayınlandığı dönemde hiçbir ilişkisi yoktu. İkincisi, hakkında beyanda bulunulan Filistin, hukuken ve fiilen Osmanlı toprağıydı. Üçüncüsü, bu beyanın kime yapıldığı belli değildi. Nitekim, Balfour Lord Rothchild’den mektubu Siyonist organizasyona iletmesini rica etmişti. Peki, Siyonist organizasyon kimleri temsil ediyordu?

Balfour Deklarasyonu’nun ilanından 3 hafta sonra General Edmund Allenby komutasındaki İngiliz ve Arap birlikleri Kudüs’ü Osmanlılardan teslim aldılar. Bunu Osmanlı Birliklerinin Suriye Cephelerinde yenilgiye uğratılması izledi. (Bkz: Sina ve FilistinCephesi) 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile tüm Filistin, Britanya’nın kontrolüne bırakıldı. Böylece, yukarıdaki sorulardan ikisi cevaplanmış oldu: aslında Britanya, ilerde kendisinin olacağından emin olduğu bir toprak hakkında beyanda bulunmuştu. (Bkz. Nablus Meydan Savaşı)

General Edmund Allenby

Siyonistler Britanya’nın ‘’Yahudilere Filistin’de bir yurt kurulması’’ derken, bir devlet kurmaktan bahsetmediklerini kısa sürede anladılar ama koşullar uygun olmadığı için sineye çektiler. Hatta Siyonist önderlerden Nahum Sokolow bir adım daha ileri gitti ve;

‘'Bazıları deklarasyonun bağımsız bir Yahudi Devleti kurulmasını amaçladığını söylüyor. Halbuki Yahudi Devleti hiçbir zaman Siyonist programın bir parçası olmamıştır.” dedi.

Nahum Sokolow

Ardından Britanya yetkilileri, Mekke Şerifi Hüseyin’i, Yahudi yerleşimlerine sadece Arap nüfusun ekonomik ve politik özgürlükleri ile uyumlu olduğu sürece izin verileceğini temin ettiler. İngilizlerin bu garantisi üzerine Şerif Hüseyin, Filistin’e Yahudi göçünün sürmesine izin verdi.

FAYSAL-WEİZMANN ANLAŞMASI

3 Ocak 1919’da geleceğin düşman kardeşleri, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal ile Haim Weizmann Akabe’de buluştular. Bu ikili İngilizler tarafından vaat edilen Irak ve Suriye’de kurulacak Arap Devleti ile Filistin’de kurulacak Yahudi yerleşim yerleri hakkında konuştular. Bu görüşmenin ardından ikili bir deklarasyon imzaladı. Buna göre Yahudilerin Filistin’e göç etmesini teşvik etmek ve canlandırmak için gerekli tüm tedbirler alınacak, mümkün olan süratle Yahudi göçmenler birbirine yakın yerleşim alanlarına iskân edileceklerdi. Bu tedbirler alınırken, Arap köylülerin ve araziyi kiralayanların hakları korunacak ve ekonomik gelişimlerini sağlayacak şekilde yardımda bulunulacaktı.

İleride Irak kralı Olacak Prens Faysal

Ancak, 6 Temmuz 1919’da toplanan Büyük Suriye Kongresi’nde, Faysal’dan daha tecrübeli olan Arap Milliyetçileri imzalanan deklarasyona bu kadar yumuşak davranmadılar. Kongre, ‘'Yahudi Yurdu'’ ile ‘'Yahudi Devleti’nin'' aynı şey olmadığını, Siyonist organizasyonu tanımadıklarını, buna karşılık Suriye ve Filistin’de yaşayan Yahudilerin diğer vatandaşlarla eşit sorumluluk ve haklara sahip olacaklarını ilan etti. Kongre ayrıca, Yahudilerin Filistin’e, bir ‘’Deniz Kavmi’’ olduğu sanılan Filistilerden daha sonraki bir tarihte gelmesini ima ederek;

‘'Yahudilerin 2000 yıl önce bu topraklarda işgalci olmalarından doğan haklarını tanımayacaklarını…’' belirtti.

Kongre’de söylenenleri dinleyen Arthur Balfour, 11 Ağustos 1919 tarihinde Britanya Hükümeti’ne verdiği memorandumda;

Dört büyük devlet, Siyonizm’e taahhütte bulundular. Siyonizm, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, kökü asırlarca geriye giden bir geleneği, bugünkü ihtiyaçları, gelecekteki umutları temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleşik bulunan 700.000 Arap’ın arzuları ve önyargılarından daha derin bir önemi ifade ediyor.” Demiştir.

Görünen o ki, günümüzde de konuyla muhatap olan bütün devletler, 90 yıl önce Balfour’un açıkladığı noktadan bir adım ileri gitmiş değil!

Balfour Deklarasyonu’nun baş mimarlarından Sir Mark Sykes’ın oğlu Christopher Sykes, ‘’Crossroad To Israil’’ adlı eserinde '‘Kimse Balfour Deklarasyonu’nun niye yapıldığını bilmez…'’ diye yazmakta haklıydı. 

Sir Mark Sykes

Mark Sykes, 1919’da gripten öldüğünde Christopher Sykes henüz 12 yaşında olduğu için cevabı bilmiyor olması doğaldı. Halbuki pek çok kişi, o sırada Manchester Üniversitesinde Kimya Profesörü olan Haim Weizmann’ın, Britanya Donanmasının kullandığı dumansız barutun (Cordite) imalatında kullanılan aseton’u, bakteriyel fermantasyon yolu ile imal etmeyi başardığı için ödüllendirildiğini ileri sürer. Bunu düşündüren bir ifade Lloyd George’un ‘’War Memoirs’’ adlı eserinde vardır. Ancak Weizmann özel bir sohbetinde, bu efsaneye ilişkin şu ironik açıklamayı yapmıştı:

 Herkes benim büyük bir kimyager olduğumu söylüyor. Tam bir saçmalık. Ama eğer Siyonizm davasına hizmet ettiysem, bu iddiayı kabul edebilirim.

Weizmann haklıdır, çünkü bulduğu yöntemle aseton üretmek pek mümkün olmamıştır. Ancak, mümkün olsaydı bile, Britanya’nın bir avuç aseton karşılığı emperyal çıkarlarına uymayan bir adım atması beklenemezdi.

SYKES-PİCOT ANTLAŞMASI

Bugün savaş dönemine ait belgeleri ve hatıratları inceleyen araştırmacılar esas olarak Ortadoğu’nun o günlerden bugüne kadar devam eden durumu ile ilgili iki ana senaryo üzerinde duruyor. Bunlardan ilki çok bilinen bir senaryo olan 1916 ilkbaharında Britanya adına Sir Mark Sykes ile Fransa adına George Francois Picot’nun imzaladığı gizli Sykes-Picot Antlaşması’na göre (ki anlaşmanın varlığından Rusların 1917 Devriminden sonra Bolşevik yöneticilerin çarlık idaresinin imzaladığı bütün gizli antlaşmaları açıklamaları sayesinde haberdar olunmuştu.) Ortadoğu, Fransa ve Britanya’nın otorite alanlarına ayrılıyor, Filistin de Fransa’nın payına bırakılıyordu.

Sir Mark Sykes

George Francois Picot

Aslında bu durum, Britanya’nın hoşuna gitmemişti. Çünkü bu hat, Britanya’nın sömürgelerine giden Hindistan yolunu Rusya’ya ve Fransa’ya karşı korumak açısından çok önemliydi. Ancak 1915 yılında Gelibolu’da yaşanan hezimetten sonra, Britanya, Fransız müttefiklerine daha bağımlı hale gelmişti ve Filistin’i Fransızlara bırakmaya razı olmak zorunda kalmıştı. Söz konusu anlaşmanın mimarı olan Mark Sykes ise bu tavizden dolayı ‘'günah keçisi'’ ilan edilmişti. Britanya, Balfour Deklarasyonu aracılığıyla, Filistin’de Fransızların temsil ettiği Hıristiyan çıkarları ile Müslüman çıkarları arasında bir denge kurmak istemiş olabilirdi. Mark Sykes’in Deklarasyonun ateşli taraftarı olmasının nedeni, muhtemelen Sykes-Picot Antlaşmasını telafi etmek istemesiydi. Bu tezin zayıf yanı, Britanya’nın aynı zamanda Haşimi Ailesi (Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları) aracılığıyla Arap kartını da oynamasıydı. Bilindiği gibi, Britanya’nın Siyonistlere verdiği bu taviz, Araplara karşı durumunu güçleştirmiş, Britanya 1947’ye kadar, Filistinlilerle Siyonistlerin arasında dengeyi sağlamakla uğraşmıştı.

İkinci senaryoya göre, Balfour Deklarasyonu, Britanya’nın Ortadoğu politikalarından çok, Avrupa’daki savaş politikalarıyla ilgiliydi. Çünkü 1917 yılının nisan ayından itibaren Britanya savaşta zorlanmaya başlamış, ABD’nin İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa sokulması, Rusya’nın savaştan kopmasının engellenmesi, Fransızların Filistin’den uzak tutulması ve Almanların Siyonistlere çengel atmasının önlenmesi önem kazanmıştı. Bu hedeflerin ortak noktası Yahudiler idi. Öncelikle Britanya Yahudileri, kendi Yahudilerine Pogrom’lar düzenleyen '‘yaşlı otokrat'’ Rusya ile ittifak yapılmasına karşı çıkıyordu. Bu tepki, Rusya Romanya’nın Karpatlar bölgesindeki ve Polonya’daki Yahudileri sürmeye başladığında zirveye çıkmıştı. Aynı gerekçelerle Avrupalı ve Amerikalı Yahudi finansörlerden bazıları Rusya’daki Romanov Hanedanı’na kredi açmayı reddetmişlerdi. Ancak daha kötüsü, Britanya Dışişleri Bakanlığına akan bir dizi istihbarat raporuna bakılırsa, Rusya, Polonya ve Romanya Yahudileri Almanların beşinci kolu gibi çalışıyordu. Benzer bilgiler İstanbul’daki konsolosluktan da gelmişti. Herzl, Abdülhamit ve Kaiser arasındaki görüşme trafiği, Siyonistlerin de Alman yanlısı politikalara yakın olduğunu düşündürmüştü.

Aslında bu algı ve bunun sonucu olarak önyargıya, yanlış istihbarat ile tek yanlı değerlendirmelere dayanıyordu. Örneğin Rusya Yahudileri Bund Hareketi dışında Menşevik’leri destekliyordu ve devrimden sonra savaşın devamından yana tavır almışlardı. Ancak sonuçta Britanya Dışişleri Bakanlık yetkililerinin kafasında, ister Britanya’da, ister ABD’de, ister Rusya’da, ister Osmanlı ülkesinde olsun birbiriyle bağlantılı, uyumlu politikalar güden, varlıklı, güçlü, Britanya’ya düşman, Alman yanlısı Yahudi imgesi canlanmıştı. Savaşı kazanmak için dünya Yahudilerinin kazanılması gerektiğini düşünmüşlerdi. Deklarasyonu yayımlarken, Siyonistlerin Dünya Yahudilerini temsil ettiğine inanmaları, Britanyalı yöneticilerin naifliğinden mi? yoksa Weizmann, Sokolow, Samuel gibi Siyonist liderlerin becerisinden mi? sorusuna gelince, aslında her ikisi de demek doğru olur.

Bu senaryoyu savunanların ima ettiği ilginç nokta, Balfour Deklarasyonu’nun Britanya’nın Yahudi sevgisinden değil, modern Antisemitizmden doğduğu, arka planda, Yahudilerin Dünyayı kendi amaçları uğruna ‘’kollektif’’ bir şekilde yönetmek için komplolar kuracaklarına ilişkin kadim korkunun olmasıdır. Yani, Britanyalı karar alıcılar, inanmak istediklerine inanmışlardı. Bu iddiayı destekleyen bir husus olarak da Balfour Deklarasyonu’nu hazırlayan Balfour, Sykes, O’Beirne, Ormsby-Gore, Wickham-Steed gibi kadroların aslında Antisemitik kişiler olduğu söylenmektedir. Bu tabloya uymayan tek kişi Başbakan Lloyd George’tu ama, bazı araştırmacılar aslında onun da ''inceltilmiş'’ bir Antisemitik olduğunu söylerler.

Edwin Samuel Montagu

Balfour Deklarasyonu’na en büyük muhalefet Britanya Hükümeti’nin Hindistan’dan sorumlu bakanı Yahudi kökenli Edwin Samuel Montagu’den gelmişti. Montagu’ye göre bir Yahudi Devleti’nin kurulması, Yahudilerin halen yaşadıkları ülkelere sadakatlerinin sorgulanmasına neden olabilirdi. Bu da yeni bir Antisemitizm dalgası demekti. Montagu dünyanın değişik ülkelerinde eşit vatandaşlar olarak yaşamanın, Filistin’de Siyonist bir getto’ya kapatılmakla değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Montagu’nün temsil ettiği kesimler Yahudilerin tarihsel olarak başlarına gelenlerden kalkarak Filistinlilerin haklarının yok sayılmasının ahlaki olarak ne anlama geldiğinin farkındaydılar.

Siyonizmin babası Theodor Herzl’e göre, Avrupa’nın Antisemitikliği, İtilaf Devletleri’nin bir Yahudi Devleti kurulmasına ön ayak olmasında temel itici güç olacaktı. Sonuca bakınca Herzl’in haklı olduğunu kabul etmek gerekiyor…

OSMANLI SİYASETİNDE SİYONİZM TARTIŞMALARI

İttihatçıların yabancıların denetiminde bir mason locası yerine, 1909 yılında Osmanlı Büyük Doğusu adlı yerli bir loca kurdukları, bu locanın üstatlığına da Talat Paşa’nın getirildiği bilinen bir iddiadır. Ama bu iddianın kanıtlanabilirliği ise imkansızdır. Ancak yukarıda zikrettiğimiz bu ve başka iddialar yüzünden bugün bazı kesimler, 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanını bile, Abdülhamit’in Siyonistlere satmadığı Filistin topraklarıyla ilişkilendirirler.

1910 yılında Osmanlı Büyük Doğusu, İskenderiye’de 4 loca açınca, içlerine Mısır’ı kaybetme korkusu düşen İngilizler de İttihatçılara yöneltilen Masonluk/Siyonistlik suçlamalarına destek verirler. Meclis’te bu konuda pek çok konuşma yapıldığı kayıtlarda bulunmaktadır. Ancak, Filistin’e Yahudi göçü ya da Siyonizm gibi konular Osmanlı Meclisinde çok az görüşülmüştür. Bu konuda en şiddetli tartışmalar 1911 yılının Şubat ayındaki bütçe görüşmeleri sırasında yapılmıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkasından Dersim Mebusu Lütfi Fikri ve Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı beyler, İttihatçı Hükümeti bazı kredi anlaşmalarında Siyonistlerle işbirliği yapmakla suçlamışlardı. İsmail Hakkı Bey’e göre, Siyonizm dehşetli bir illetti ve Siyonizmin hedefi, bölgedeki Yahudi sayısını arttırarak Filistin’den Mezopotamya’ya uzanan bir devlet kurmaktı. Bu suçlamalara hem Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa hem dahiliye Nazırı Talat Paşa hem de meclisin Yahudi Mebusları karşı çıkmışlardı. Onlara göre bir Yahudi Devleti kurulması gibi bir hedef yoktu, Osmanlı Devleti ile Siyonistler arasında ilişki de yoktu. Bu tartışmalarda, meclisin Arap kökenli milletvekilleri hükümetle muhalefet arasında ikiye ayrılmıştı. Aydın mebusu Ubeydullah Efendi muhalefetin kin ve nefretle hareket ettiğini iddia edince, Arap mebuslar muhalefete destek çıkmışlardı.

Hürriyet ve İtilaf Fırkasından Dersim Mebusu Lütfi Fikri

Konunun Meclis'in gündemine ikinci gelişi Mayıs ayında, Dahiliye Nezareti’nin bütçesi görüşülürken oldu. Kudüs Mebusu Ruhi El Halidi, hükümetin Siyonizm denen dahili meselelere yönelik tavrını öğrenmek ister. Halidi’nin Siyonizm’den, Semitizm’den, Herzl ve Mendelhsonn’un teorilerinden, Siyonizm’e taraftar olan ve karşı olanlardan söz eden uzun konuşmasını Türk ve Arap kökenli mebuslar ilgiyle dinlerken, Yahudi mebuslar tepki gösterirler. Halidi’nin ardından söz alan bir diğer Kudüs mebusu Said El Hüseyni ise, Taberiye’nin 4/3’nün, Hayfa’nın 4/1’nin Yahudiler tarafından ele geçirildiğini söyleyerek hükümeti umarsızlıkla suçlar. Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın buna cevabı, Yahudilerin hicaz hariç, İmparatorluğun her yerinde toprak almaya hakları olduğu yolunda olur. Arnavut mebus Hafız İbrahim’de, Yahudilerin Suriye ve Irak’ı ele geçireceği korkusuyla alay ederek, Talat Paşa’ya destek verir. Ertesi gün, Siyonist önderlerle ilişkisi olan Bulgar Mebus Dimitri Vlahog Yahudi göçünün ekonomik yararlarından söz ettiğinde, Arap mebuslar onu protesto ederler ancak tartışmalar daha fazla sürmez ve bütçe görüşmeleri içinde bu konu unutulup gitti.

Ancak konunun Siyonist savunucularının gündeminden de düştüğü anlamına gelmiyordu. Siyonizm’in hayata geçirilmesi İsrail Devleti’nin vaat edilen topraklarda kurulması için öncelikle Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyetinin sonlandırılması gerekiyordu. Bu hakimiyetin sonlanması için ise çok beklemelerine gerek kalmadı ve 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile ayrılan Osmanlılar bölgeden tamamen çekilmiş oldu. Bundan sonra Siynoizm’in tek beklentisi Balfour Deklarasyonu’nun hayata geçirilmesiydi.

İSRAİL DEVLETİ’NİN KURULMASI İÇİN ATILAN İLK ADIMLAR

29 Eylül 1923 tarihinde Filistin’de bir Britanya Mandası kuruldu. Bu duruma Filistinlilerin hiçbir itirazı olmadı. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle, Manda Anlaşmasına dahil edildi. Örneğin Weizmann Manda Anlaşmasına ‘'Yahudilerin Filistin’deki tarihi hakları’' (Historical Rights) ve ‘’yeniden kurulma’’ (Reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’un karşı koyması ile daha muğlak terimlerle, Yahudi halkının bölgeyle tarihsel bağlarından (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarını yeniden oluşturmalarından (reconstuting of the national home) söz edildi.

Anlaşmanın 2. Maddesinde, Filistin’de yaşayanların ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık ve dinsel haklarının korunmasından söz ediliyordu.

4. Maddede, Siyonist organizasyon/Yahudi ajansı ‘'yönetimi kontrol eden, ülkenin gelişiminde yer alan ve ona yardımcı olan kamusal bir yapı'' olarak tanımlıyordu.

5. Maddede Filistin topraklarının bölünmezliği, parçalanmazlığı vurgulanıyordu.

6. Maddede, nüfusun diğer bölümlerinin haklarını ve pozisyonunu zarar görmemek kaydıyla Yahudi göçünün uygun koşullarda gerçekleştirilmesini öngörüyordu.

Özetle, Manda Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu, uluslararası hukukun parçası haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliştiriliyordu.

Lord Curzon

1924 yılında İngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaşmaya Amerika da katıldı. 7. Maddeye Konvansiyon’un hiçbir parçasının Amerika’nın onayı olmadan değiştirilemeyeceği ifadesi kondu.

Manda idaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923 ile 1929 yılları arasında Yahudi göçünde önemli bir düşüş görüldü. Çünkü Yahudilerin göçüne Britanya belli kotalar koymuştu ve bunu katı biçimde uyguluyordu. Ancak durum Polonya’da ve Almanya’da yükselen Antisemitizmle birlikte 1930'lu yıllardan itibaren radikal biçimde değişti. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun %17’sini oluştururken, bu oran 1935’te (355.000 yahudi yerleşimci) %27’ye çıkmıştı. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayısı 150.000 ulaşmıştı ve sadece 1935’te 67.000 mülteci gelmişti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de Amerika’nın ülkeye aldığı göçmen sayısını yılda 4.000 kişiyle sınırlamasıydı.

HEBRON OLAYLARI

Yahudilerin bu yoğun göçü üzerine Filistinli Arapların bu göç dalgasına tepkisi sert oldu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni’nin önderliğinde gelişen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaşandı. Yahudilerin Kudüs’te Arapları öldürdüğü, ağlama duvarının yakınlarına bir Sinagog kurmayı planladıkları ve El Aksa Camisini yaktıklarına dair söylentilerin kulaktan kulağa yayılmasıyla başlayan gerginlikler, Britanyalı yöneticilerin de kayıtsız kalmasıyla yaklaşık bir ay sürdükten sonra 23 Ağustos’ta zirveye ulaştı. Çatışmalarda 64 Arap ve 67 Yahudi vahşice öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme ‘’lütfunda’’ bulunan Britanya yüksek komiseri John Chancellor;

Son birkaç yüzyılda bundan daha korkunç olayların olduğunu sanmıyorum. Bu ülkeden öyle bıktım ve öyle iğrendim ki; mümkün olan en kısa sürede burayı terk etmekten başka bir şey istemiyorum.” Demişti.

KUDÜS MÜFTÜSÜ HACI EMİN EL-HÜSEYNİ KİMDİR?

1517’den 1917’ye Filistin’i idaresi altında bulunduran Osmanlı Devleti, Filistin’in yönetimini El-Hüseyni Ailesine vermişti. Böylece ‘’emin’’ unvanı alan Hüseyni’ler, yüzyıllarca dinsel önderlik, vergi toplama yetkisi, toprak sahipliği gibi ayrıcalıklarından gelen nüfuzlarıyla Kudüs, Hayfa ve Nablus bölgesinin tek egemen ailesi oldular. Ailenin pek çok üyesi ilerleyen yıllarda kurulan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na katıldı.

Hacı Emin El-Hüseyni

Bu ailenin en tanınmış üyesi olan Hacı Emin El-Hüseyni 1894 veya 1895’te Kudüs’te doğmuş, eğitimini Kudüs, Kahire ve İstanbul’da almış, 1. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de savaşmış, İttihat ve Terakki Cemiyetine katılmış, Teşkilat-ı Mahsusa Örgütü’nün Kudüs sorumlusu olmuştu. General Allenby’nin 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü teslim alması üzerine Filistin’e dönen hüseyni, 24 yaşında olmasına rağmen Kudüs Müftüsü seçildi. Bu tarihten itibaren bölgedeki Britanya Manda İdaresi ile işbirliği içinde Yahudi yerleşimcilerin korkulu rüyası, Filistin Milliyetçi Hareketi’nin önderi oldu. Dolayısıyla günümüz Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) temellerini atan kişi olarak kendisini lanse edebiliriz. Ancak El-Hüseyni’nin başka icraatları onu Yahudilerin gözünde ‘’katil’’ sıfatını almasına neden oldu. Bunun sıfatın verilmesinin sebebi ise 1936’dan itibaren Nazi yönetimi ile yakın ilişkiler kurması ile başlayan ikili ilişkilerine bağlanır. 1941’de Irak’taki Nazi yanlısı darbeye destek verdi. Yugoslavya’da Nazilerin kurduğu Müslüman birliklerine manevi önderlik etti, Hırvat Nazi Örgütü ''USTAŞA'' için çalıştı. İtalyan Nasyonal Sosyalist Hükümetleri tarafından parasal olarak desteklendi. Bu tartışmalı geçmişi yüzünden Yahudiler tarafından '‘Nazi İşbirlikçisi’', Filistinliler tarafından ise '‘kahraman’' olarak anılan Emin El-Hüseyni 1974’te Lübnan’da hayata gözlerini yumduğunda Yaser Arafat, cenaze evine gözleri yaşlı olarak gitmişti.

1936 GENEL GREVİ

1935 yılında, Kudüs Müftüsü Emin El-Hüseyni ile Hüseyni Ailesinden Ragıb El-Neşaşibi önderliğinde bir blok oluşturuldu ve Yahudilere karşı mücadele sertleştirildi. Bu dönemin en önemli eylemi, 15 Nisan 1936’da gerçekleştirilen genel grevdi. Altı ay süren grev, Britanya Manda Yönetimi tarafından kanlı biçimde bastırıldı. 1929 olaylarından sonra 27 kişi idama mahkûm olmuş ama 3 kişi idam edilmişti. 1936 olaylarından sonra ise 260 cinayetten dolayı 67 kişi suçlanmış ancak hiç idam cezası verilmemişti. Yani özetle manda idaresi ipleri elinden kaçırıyordu.

Britanya Manda Yönetimi, Filistin’i yönetemez hale gelince, Britanya Sömürgeler Bakanlığı bölgeye Filistin Kraliyet Komisyonu adıyla bir heyet gönderdi. Tarihe Komisyon Başkanı’nın adıyla geçen Peel Komisyonu, mevcut durumun gerçeğe oldukça yakın bir fotoğrafını çektikten sonra raporunu verdi. Raporda özetle şu tespitler yapılıyordu:

1) Filistin, Arap ve İsrail Devletleri arasında bölünmüş;

2) Azınlıkların korunması garanti altına alınmış;

3) Bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış;

4) Kudüs’e uluslararası özel bir statü verilmiş;

5) Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmişti. 

Karara göre, her iki Devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı.

1) Bölgenin yerli halklarına göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan fayda sağlamışlardı. Ülke toprakları hala yeni nüfusu kaldıracak durumdaydı ancak ileriki 5 yıl için mülteci sayısının yılda 12.000 kişi ile sınırlanması gerekliydi.

2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlardı. Ancak topraklarını kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlardı. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alınması lazımdı.

3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hızlı artıyordu. Özellikle yeni yaratılan iş olanakları sayesinde Bedeviler şehirlere akın ediyordu. Bu da şehirlerin yükünü arttırıyordu. Araplar ve Bedeviler, Yahudilerin oluşturduğu idari ve sağlık sisteminden hiçbir katkı sağlamadan yararlanıyorlar bu da Yahudi toplumunun şikayetlerine neden oluyordu.

4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi işlerde çalışıyor, daha yüksek ücretler alıyor, bu durum Arap halkın şikayetine neden oluyordu.

5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarını daha iyi okullara gönderiyorlar buda iki toplum arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasın giderek açılmasına neden oluyordu.

6) İki toplum arasında hiçbir yakınlaşma, işbirliği, entegrasyon ya da asimilasyon eğilimi görülmüyordu. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düşmanlık besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sırtlarını dönüyorlardı.

7) Hem Yahudi Milliyetçiliği hem de Arap Milliyetçiliği tırmanıyor, Yahudi Ajansı eleştirilere kulak tıkıyor, Kudüs Müftüsü ‘'devlet içinde devlet’' gibi davranıyor, her iki taraf da aynı zamanda Manda İdaresine tepki duyuyordu. Düzeni sağlamak için en 100.000 kişilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda İdaresi ise sorunları çözmekten acizdi.

Peel Komisyonu'nun Önerdiği Yahudi Devleti ve Arap Devleti Sınırları

Komisyona göre, çözüm bölgenin ‘'Yahudi Devleti’' ve ‘'Arap Devleti’' olarak ikiye ayrılmasıydı. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasıra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin girişi manda yönetiminde kalacaktı ama bu bölgeler her iki tarafa da açık olacaktı. Tarihsel olarak bir Arap şehri olarak nitelenen Yafa Arap Devletine verilecek, böylece Arap Devleti’nin Akdeniz’e açılması sağlanacaktı. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasındaki şerit verilecekti. Komisyona göre paylaşmanın yapılabilmesi için bölgeler arasında Arap ve Yahudi nüfusların mübadelesi gerekiyordu. Komisyon bu konuda 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan başarılı mübadeleyi örnek göstermişti.

Komisyonun önerisi Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldıracak kadar radikaldi. Ama Arap tarafı 1939’a kadar planı tartıştıktan sonra planı reddetti. Tartışmalar sürerken Arap Çeteleri ile Siyonist İrgun ve Lehi Örgütleri şiddeti tırmandırdılar. Britanya kolluk kuvvetlerinin tepkisi çok sert oldu. İngiliz kolluk kuvvetleri her iki tarafında liderlerini hapishanelere koymakla kalmadı, Arap tarafından 3.000’e yakın direnişçiyi öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10.000’e, 1938’de 14.000’e düştü. 1939 yılında yeniden 32.000’e çıktıysa da, 1940’dan itibaren Britanyalı yetkililerin mülteci akını önleyici tedbirleri sıkılaştırması sonucu tekrar 10.000’e düştü.

İSRAİL DEVLETİ'NİN KURULUŞU

Nazi soykırımından kaçan 769 Romanya Yahudisini taşıyan Struma Yolcu Gemisi ile filistin’e gitmek üzere, 15 Aralık 1941’de geldiği İstanbul’da, 2,5 ay karantina koşullarında bekletildikten sonra motorları çalışmadığı için bir römorkla çekilerek Karadeniz’e geri yollanması ve burada bir denizaltı tarafından torpillenerek batırılması çoğu kez çeşitli mecralarda işlenmiş ve herkes tarafından bilinen bir konudur. Ancak bir gemi dolusu Yahudi’nin yaşadığı başka acı bir hikaye Saint Louis Transatlantiğinin Atlantik Okyanusundaki yolculuğu çok az kişi tarafından bilinir.

13 Mayıs 1939’da St. Louis Transatlantiği 937 yolcusu ile Hamburg-Almanya’dan Havana-Küba’ya doğru yola çıktı. Nihai hedefleri Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmekti. Geminin yolcuları, Nazi Almanya’sı tarafından soyup soğana çevrildikten sonra ellerine turist vizesi tutuşturulan Yahudilerdi. Hiçbirinin geri dönmeye niyeti yoktu ama şirketin kuralları gereği hepsi gidiş-dönüş bileti almak zorunda kalmıştı. Almanya’ya bir daha geri dönmemek koşuluyla toplama kamplarından salıverilen Yahudiler bile gidiş-dönüş bilet ücreti ödemişti.

Gemi 2 hafta sonra, 27 Mayıs’ta Havana gümrüğüne vardı. Küba (Batista yönetiminde), mültecilerden yeteri kadar para kazanmayacaksa onları almaya yanaşmıyordu. Adam başına 150 Dolar ile başlayan pazarlık 500 dolara kadar çıktı ama Küba toplam 1 milyon Dolar talep ediyordu. Küba ile uzlaşma olmayınca gemi Miami’ye doğru hareket etti, yolcuların ABD’ye giriş izinleri vardı ama işsizlik ve diğer ekonomik sorunlar nedeniyle, geminin girişi hükümet tarafından engellendi.

Geminin kaptanına Hamburg’dan gelen direktif, yolcuları hangi ülke kabul ederse oraya bırakabileceği yönündeydi. Dominik Cumhuriyeti, Venezüella, Ekvador, Şili, Kolombiya, Paraguay ve Arjantin’e sırayla başvuruldu. Hepsi de gemiyi geri çevirdi. Bu arada tüm dünya medyası olayı takip ediyordu. Gemiye '‘Dünya’nın utanç gemisi’' adı takılmıştı.

Gemi geriye, Avrupa’ya doğru yöneldi. Almanya, Yahudileri kimse kabul etmezse onları geri alabileceğini açıkladı. Ama aldığında başkalarının istemediği Yahudilere ne yapacağına kimsenin karışma hakkı da olmayacaktı artık.

Yolcular umutlarını kaybetmek üzereyken Belçika, Hollanda, İngiltere ve Fransa mültecileri kabul edeceğini açıkladı 17 Haziran’da, bir aydan fazla denizde kaldıktan sonra ilk ayrıldıkları limandan 500 kilometre kadar uzaktaki Antwerp limanında karaya indiler. 1 Eylül’de 2. Dünya savaşı başladı. 937 yolcu savaş boyunca Nazi işgali altındaki Avrupa Yahudilerinin kaderini paylaştı.

Yukarıda bahsettiğimiz iki örnekte görüldüğü gibi 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin altı milyon Yahudi’yi gaz odalarında soykırıma uğratmasından sonra, Avrupa’nın Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadığı iyice ortaya çıkmıştı. Savaşın sonuna kadar bu duruma göz yuman, katı mülteci politikalarıyla Holocaust’a dolaylı yoldan katkıda bulunan Amerikalılar Başkanı Henry Truman başa geçtikten sonra Batı’nın diyetini, Müslüman Arapların ödemesi için ilk adımı attı ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250.000 Yahudi’nin derhal Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etti. 2. Dünya Savaşı biteli 2 yıl olduğu halde, hala İngiliz askerlerinin öldüğü tek yer Filistin’di. Birinci Dünya Savaşı sırasında birbiriyle çelişen taahhütleri nedeniyle içinden çıkamadığı bir duruma düşmüş olan Britanya konuyu 1947’de Birleşmiş Milletlere (BM) götürmek zorunda kaldı.

O tarihte Filistin topraklarında yaklaşık 1.200.000 Arap ve 600.000 Yahudi yaşıyordu. Ancak paylaşılacak coğrafya çok küçüktü. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aşağı yukarı eşit iki parçaya bölen bir plan Birleşmiş Milletler Özel Siyasi İşler Komitesine sunuldu. Yüzölçümü bakımından bakıldığında bu durum Araplar için Peel Komisyonu’nun önerisinden çok daha geriydi. Ancak nüfus kombinasyonu bakımından Yahudilerin aleyhine durum vardı. Çünkü Yahudi Devletinde 498.000 Yahudi’ye karşılık 407.000 Arap yaşayacaktı. Filistin devletinde ise 725.000 Arap'a karşılık sadece 10.000 Yahudi’nin yaşaması öngörülüyordu. Nüfusun geri kalan kısmı ise Birleşmiş Milletler denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktı. Kudüs’ten vazgeçmek, Yahudiler için de Araplar için de çok zordu.

Araplar duruma şiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafı planı kabul etti. Planın kabul edilmesi için gereken 3/2 oyu ilk turda toplanamayınca Yahudi Ajansının Lobicileri Amerikalı yetkilileri de seferber ederek Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinleri özel yöntemlerle ikna ettiler. Örneğin ABD’nin kölecilik geçmişinin kefareti olarak bizzat kurdurduğu Liberya’yı ikna etmek için hem Siyonist ajanlar zor kullanmış hem de ABD’li lastik imalatçısı Harvey Samuel Firestone, Liberya Devlet Başkanı’nı ülkenin ürünlerini boykot etmekle tehdit etmişti.

Harvey Samuel Firestone

29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulundaki tarihi oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatemala delegesi daha ağzını açmadan, seyircilerin oturduğu bölümden tiz bir ses eski İbranice bir çığlık atmıştı: “Ana Ha Şem Hoşia Na!" (Ey tanrı! Kurtar bizi!) Demişti.

Genel kurulda yapılan oylama sonucunda 13 ret, 33 kabul oyuyla aldığı 181 Nolu kararla Filistin, Arap ve İsrail Devletleri arasında bölünmüş; azınlıkların korunması garanti altına alınmış; bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış; Kudüs’e uluslararası özel bir statü verilmiş; Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmişti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı. Böylece Balfour Deklarasyonu bir kez daha teyit edilmiş oluyordu.

NAKBA ‘’BÜYÜK FELAKET’’

Ancak güçlerini abartan Araplar kararı reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yılı boyunca istihbarat örgütü Hagannah ve İrgun, Lehi, Stern gibi çetelerin eylemleri sonucu yüzbinlerce kişi evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Bu terör eylemlerinden en büyüğü 9 ile 11 Nisan 1948 tarihleri arasında Deir Yassin Köyü’nde yaşanmış, değişik kaynaklara göre 107 ile 254 arasında köylü İrgun ve Lehi militanları tarafından katledilmişti. Büyük kaçış, filistin tarih yazımında ‘'NAKBA'’ (büyük felaket) adıyla anıldı. Bu eylemlerle birlikte Siyonistler 14 Mayıs 1948’de İsrail Devletini ilan ettiler. Amerika ve Britanya’nın İsrail’i tanımasının ardından diğer devletlerin İsrail'i tanıması çorap söküğü gibi geldi. Ayrıca Birleşmiş Milletler üyesi hiçbir ülkeden Balfour Deklarasyonu’na yönelik bir eleştiri, protesto yapılmadı. Böylece, deklarasyon zımnen uluslararası hukukun bir parçası oldu ve İsrail Devleti’nin kurulması uluslararası hukuk teamülleri açısından meşru hale geldi. Bunun sonucu olarak da Araplar yeni kurulmuş İsrail Devletine savaş açtı ve tarihe 1948 Arap-İsrail Savaşı olarak geçen muharebeler gerçekleşti. (Bkz: 1948 Arap İsrail Savaşı) 1948 Arap-İsrail savaşını ise İsrail kazandı. İsrail Devleti, Filistinlilere verilen toprakların bir kısmını işgal ederek, Birleşmiş Milletlerin kendilerine verdiğinden daha büyük bir toprağı ele geçirdiler.

İsrail, 1949’da, Manda Hükümeti tarafından Filistin’e uygulanan anlaşmaların artık geçerli görülmediğine dair bir karar aldı. Aslında yeni devletler, manda idarelerinin devamı sayılmadığı için, daha önce yapılan anlaşmaların bağlayıcılığının kalmaması normaldi. Ancak Manda yönetimi sona ererken, tarafların hiçbiri Balfour Deklarasyonu’nun artık geçerli olmadığına dair bir protestoda veya bir bildirimde bulunmadıkları için Balfour Deklarasyonu zımnen teamül hukukunun parçası olmuştu. Zaten, İsrail’de, ileriki tarihlerde, bu belirsizliği istediği gibi kullandı. Örneğin Balfour Deklarasyonu’nun Yahudi Yurdu ile veya Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ile ilgili taahhütlere atıfta bulunurken, Yahudi olmayan halklara verilen teminatları hatırlamadı.

İSRAİL DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDAN SONRA TÜRKİYE İLE İLİŞKİLERİ

Ocak 1950’de Seyfullah Esin’in ataşe olarak Tel-Aviv’e gönderilmesiyle başlayan gayrıresmi ilişkiler, 6 Mart 1950’de İsrail’in tanınmasıyla resmileşmişti. Bu adım Türkiye’nin Batı Bloğu ve NATO’ya dahil olma politikalarıyla uyumluydu. Mossad, aynı yıl Türkiye’de bir istasyon açmıştı.

Seyfullah Esin

Türkiye 1951’de Mısır’ın İsrail gemilerini Süveyş kanalından geçirmeme kararını protesto eden batı ülkelerine katıldı. Türkiye ile Mısır’ın ilişkisi bu yüzden gerildi ama Türkiye İsrail’deki temsilcisini geri çekerek ortamı yumuşattı. Ancak İsrail ile ticari, askeri ve istihbarat ilişkileri sürdü. Bu dönemde, Türkiye İsrail’e mülteci geçişine izin verdi.

Haziran 1954’te ABD’yi ziyaret eden Başbakan Adnan Menderes, Arap Ülkelerini İsrail’i tanımaya davet etti. Mısır Başkanı Nasır, Türkiye’nin, İsrail yanlısı politikalarının Arap dünyasında nefretle karşılandığını açıkladığında Türkiye bunlara aldırmadı. Yine de, Arap ülkelerinin tepkisini çekmemek için İsrail’le ilişkileri düşük profilli yürütmeyi tercih etti.

SÜVEYŞ KRİZİ SIRASINDA TÜRK-İSRAİL İLİŞKİLERİ

1955’te Bağdat Paktı kurulurken, Türkiye, İsrail’in 1947 sınırlarına çekilmesi karşılığında İsrail’i Pakta davet etti ama İsrail’in efsanevi başbakanı Ben Gurion bunu kabul etmedi.

Türkiye'de yaşanan 6/7 Eylül Olaylarından sonra Türk yetkililerin ilk işi İsrail’e, ‘'Yahudilere karşı herhangi bir ön yargı olmadığı'’ yolunda garanti vermek oldu. Ancak 1956’da Mısır, Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğinde aynı Türk yetkililer kamuoyu baskısıyla İsrail’i kınamaya mecbur kaldı ve Tel-Aviv’deki ataşesini çekti. Bir de ‘'Filistin sorunu çözülünceye kadar'’ geri göndermeyeceği tehdidini savurdu. Ancak bu tehditler icraate dönüşmeden lafta kaldı.

1958’de Irak Kralı Faysal’ı deviren Albay Abdülkerim Kasım’ın, ARAP milliyetçiliğinin bayrak ismi Cemal Abdülnasır ile yakınlaşması hem İsrail’i hem de Türkiye’yi benzer nedenlerle endişelendirmişti. İsrail etrafını sarılmış hissetmişti, Türkiye ise Kasım’ın, uzun süredir sürgünde yaşayan Molla Mustafa Barzani’yi (Mesut Barzani’nin babası) askerleriyle birlikte Irak’a dönmesine izin vermesinden rahatsızdı. Türkiye, epeydir Kürtlere para ve silah veren, Peşmergeleri eğiten İsrail’in Kürtler üzerindeki etkisinden yararlanmak istiyordu.

Albay Abdülkerim Kasım

Cemal Abdülnasır
Molla Mustafa Barzani

Bu gelişmeler üzerine Türk Başbakanı ile İsrail Başbakanının gizlice görüşmesine karar verildi. Gizlilik içerisinde gerçekleştirilen Türk-İsrail Zirvesi macera filmlerine konu olacak şekilde gelişti. O tarihte doğrudan Türkiye uçuşu olmayan Elal Havayollarının bir uçağı İstanbul üstündeyken motorunda arıza çıktığı gerekçesiyle İstanbul’a indi. Uçaktaki İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Dışişleri Bakanı Golda Meir başka bir uçakla gizlice Ankara’ya götürüldü ve Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’le buluştu. Aslında plan az daha Yeşilköy’deki kontrol kulesinin telaşı yüzünden suya düşüyordu. Çünkü kule görevlisi, İsrail uçağının arızasını ciddiye almış, piste itfaiye ve cankurtaran araçları yığmıştı. Neyse ki, Ankara'daki Bürokratlar devreye girdi ve bu önemli konuklar sağ salim Ankara’ya ulaştırıldı. Ankara’daki toplantıda Mossad ile MİT arasında yeni anlaşmalar yapıldı. Bu ittifaka İran’ın Gizli Polisi SAVAK da dahil edildi. Elbette arka planda CIA vardı. Böylece hem Nasırcılığa, hem Kürt tehlikesine, hem de Sovyetler Birliğine ve komünistlere karşı güçlü bir cephe oluşturulmuştu.

ALTI GÜN SAVAŞI SIRASINDA TÜRK- İSRAİL İLİŞKİLERİ

1959 yılında İsrail Tarım Bakanı Moşe Dayan, Türkiye’ye tarım konusunda yardımcı olabileceklerini açıkladığında Türkiye’de bazı çevreler tedirgin oldu çünkü böyle bir teklifin yapıldığı ilk ülke Türkiye idi.

Moşe Dayan

İki ülke arasındaki ilişkiler 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da aynı minval üzerine devam etti ama 1964’te Kıbrıs dolayısıyla ABD ile yaşanan ‘'johnson Mektubu'’ krizi, ABD’ye mesafe koyarken İsrail’e de uzak durma fırsatını vermişti.

1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında Nasır, Akabe Körfezine İsrail gemilerinin girişini yasakladığında Türkiye İsrail’i desteklemedi ama İsrail’e yaptığı tek baskı Mısır’dan aldığı Sina Yarımadası ile Suriye’den aldığı Golan Tepelerinden çekilmesini istemek oldu.

Filistin konusunda en ciddi tavır, 11 Eylül 1967’de Başbakan Süleyman Demirel ile Ürdün Kralı Hüseyin Ankara’da buluştuğunda konuldu. İki lider, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını isteyen bir bildiri yayınladılar. Ardından Demirel Sovyetler Birliğini ziyaret etti ve Türkiye’nin İsrail’in işgal politikalarına karşı duruşunu tekrarladı. Bu dönem, Türkiye’nin Araplarla İsrail arasında ilk kez dürüst bir hakemlik görevi yaptığı dönemdi.

ELROM CİNAYETİ VE BALYOZ HAREKATI

16 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul Konsolosu Efraim Elrom, Türk Halk Kurtuluş Cephesi (THKP-C) adlı solcu örgüt tarafından kaçırıldı. Elrom, 22 Mayıs’ta bir apartman dairesinde ölü bulundu. 23 Mayıs günü İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi ve bütün şehir didik didik arandı. Olayın failleri hariç pek çok solcu tutuklandı, binlerce kitaba el kondu. Türk solunun bilinçaltında, ‘’Balyoz Harekâtı’’ adlı bu sindirme kampanyası ile İsrail ister istemez ilişkilendirildi.

Efraim Elrom

YOM KİPPUR SAVAŞI VE SONRASINDA TÜRK-İSRAİL İLİŞKİLERİ

6 Ekim 1973’te Mısır, Süveyş Kanalı’nın Doğusundaki Bar-Levi Hattını geçip İsrail ordusunu gafil avladığında Türkiye epey rahatlamıştı. Çünkü dünyada ‘’Petrol Krizi’’ vardı ve Türkiye, petrol için Arap ülkelerine ve OPEC’e göbekten bağlıydı. Ancak, arka plandaki stratejik ortaklıktan dolayı olsa gerek, OPEC’in baskılarına boyun eğip de İsrail’le ilişkilerini kesmedi. Nitekim 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı yapılırken iki ülkenin istihbaratının sıkı işbirliği yaptığı söylendi. Ancak, Başbakan Bülent Ecevit, Kasım 1975 tarihinde Birleşmiş Milletler’de Arap Ülkeleri tarafından hazırlanan ‘'Siyonizm’in ırkçılıkla eşdeğer olduğunu'’ söyleyen karar tasarını destekleyerek İsrail’i bir kez daha ters köşeye yatırdı. Bununla da kalmadı, birkaç ay sonra Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. Ancak, yine de Türkiye İsrail ile askeri işbirliğine davam etti ve İsrail’den safir füzelerini, Hetz Tanklarını, Uzi makinelilerini almaya devam etti.

Türkiye, 1978’deki Camp David görüşmeleri sonucunda imzalanan barış anlaşmasından sonra Araplara daha yakın durmaya başladı. Aynı yıl FKÖ Ankara’da büro açtı. Çünkü Demirel hükümetine destek veren MSP İsrail’e karşı sesini yükseltmiş, Türkiye, İran İslam Devrimi yüzünden tavana vurmuş petrol fiyatlarından dolayı Arap Ülkelerine daha muhtaç hale gelmişti. Ancak sonra öğrenildi ki, Lübnan İç Savaşı ve Türkiye’de faaliyet gösteren radikal-sol örgütlerin Lübnan’da bulunan Bekaa Vadisindeki örgütlenme çalışmaları yüzünden İsrail istihbaratıyla sıkı işbirliğine devam etmişti.

1982’de petrol fiyatlarının düşmeye başlaması sayesinde Arap Ülkelerine bağımlılıktan biraz olsun kurtulan Türkiye, İsrail’le daha açık ilişki kurmaya başladı ama esas neden Lübnan’da konuşlanan ASALA benzeri Ermeni örgütlerini Mossad yardımıyla etkisiz hale getirmekti. 4 Nisan 1985’de Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, İsrail’in Washington Büyükelçisi Meir Rosenne ile buluştu. Amaç, ABD’nin Türkiye’ye yardımlarında İsrail’in aracılık etmesini sağlamak ve Türkiye’yi soykırım iddialarıyla bunaltan Ermeni Lobisine karşı denge unsuru olarak kullanmaktı. Bölgede Türkiye’den başka dostu olmayan İsrail bu işi seve seve yaptığı gibi, basınında Ermeni Tehciri’ne veya azınlıklara ilişkin tek kelime haber yayınlatmadı.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu

Washington Büyükelçisi Meir Rosenne

İsrail’le ilişkiler, Aralık 1987’de Filistin’de patlak veren ‘’İntifada’’ eylemiyle tekrar zora girdi. Türkiye iki arada denge tutturmaya çalıştı. İsrail her zamanki gibi alttan aldı, ses çıkarmadı.

1994’te Ezer Weizman ve Şimon Peres Türkiye’yi ziyaret ettiler ve Süleyman Demirel’le görüştüler. Aynı yıl Manavgat Nehri’nin suyunu İsrail’e satma konusu gündeme geldi. İsrail düşmanı kesimler hop oturup hop kalkınca, Manavgat’ın altın kıymetindeki suyu denize akmaya devam etti.

Ezer Weizman

İsrail’in cesaretlenip Türkiye’ye ilk kez tepki göstermesi, 16 Eylül 1994’de başbakan Tansu Çiller ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in FKÖ lideri Yaser Arafat’ı Ankara’da ağırlamasıyla oldu. Kasım 1994’de İsrail’e giden Çiller, ortamı yumuşatmak yerine Kudüs’te Filistinlilerin merkezini ziyaret edince kıyamet koptu. Koptu da ne oldu derseniz, askeri ilişkiler ve MİT, Mossad ve CIA işbirliği bütün hızıyla devam etti.

Sonuç olarak, Türkiye İsrail’le ilişkilerini hep saklamak ihtiyacı hissetti. Bu ilişkiden hep mahcubiyet duydu. Böylece İsrail’i meşru bir Devlet olarak görmediğini ima etti. Ancak gayrimeşru gördüğü bu Devletle gayrimeşru ilişkileri kurmakta beis görmedi. İsrail ise Türkiye’nin çizdiği bu çerçeveye razı oluyor gözüktü. Bunu yaparken de muhtemelen kendini aşağılanmış hissetti. Filistin gibi karmaşık bir soruna, kafası İsrail konusunda bu kadar karışık olan bir Türkiye’nin ne gibi bir katkısı olacağını hep birlikte görüyoruz.

FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ’NÜN ETKİNLİĞİNİN AZALMASI VE HAMAS’IN ORTAYA ÇIKIŞI

13 Kasım 1974’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 91 dakikalık bir konuşma yapan Yaser Arafat birden Dünya’nın gündemine oturmuştu. Bu konuşmayı tarihi kılan, Filistin sorununun ilk kez BM’de bir devlet ya da hükümeti temsil etmeyen bir kuruluş adına dile getirilmiş olmasıydı. Arafat, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) en aktif üyelerinden El-Fetih’in lideriydi. Bir şemsiye örgüt olan FKÖ’nün temelleri Ocak 1964’te Kahire’de toplanan Arap Zirvesinde atılmıştı. Arap Devletleri tarihlerinde görülmemiş bir şey yapıp bir konuda ortak tavır almışlardı. bu zirve sonucunda Bir ‘’Filistin Milli Fonu’’ oluşturmuşlar, askeri okullarına Filistinli öğrencileri almışlar, Arap Devletlerinde FKÖ ofislerinin açılmasına olanak sağlamışlardı.

1969 yılının Ağustos ayında TWA Havayollarına ait bir uçağı Şam’a kaçıran Filistinli teröristlerden birinin kadın olması o yıllarda büyük sansasyon yaratmıştı. Bu cesur kadının adı Leyla Halid idi. Uçağa İsrail’in ABD elçisi İsaac Rabin’in bineceği haber alınmıştı ancak Rabin uçakta değildi. Leyla Halid’in katıldığı ikinci eylem ise, İsrail Havayolları EL AL’ın bir uçağının kaçırılmasıydı. Bu sefer uçakta İsrail Askeri İstihbaratının başı Ahron Yarev’in olacağı haber alınmıştı. Amsterdam’da rehin alınan uçak Amman’a gidecekti ama pilot onları Londra’ya götürdü, ekipten Nikaragualı Patrick orada öldürüldü. Sonra İngilizler Leyla Halid’i tutukladı. Ertesi gün Dubai’den kalkan bir uçak Leyla Halid’i kurtarmak amacıyla kaçırıldı. Ve 28 günlük tutukluluktan sonra Leyla Halid takas edildi. Bu olaylar Filistin davasının dünyada tanınmasını sağladı.

Ahron Yarev
Leyla Halid

Aradan geçen yıllarda, esas olarak silahlı mücadeleyi öne çıkaran Arafat 1973 yılından itibaren diplomasiye ağırlık vererek FKÖ’ye sürgün hükümeti niteliği kazandırdı. Ekim 1974’te örgüt, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve BM tarafından Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanındı. İşte Arafat’ı BM salonlarına kabul ettiren bu tarihçeydi.

FKÖ, ilk merkezi olan Ürdün’den, 1970 yılında, tarihe ‘’Kara Eylül’’ diye geçen kanlı bir savaştan sonra çıkarılmış, Lübnan’a taşınmıştı. Ancak 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesine tepki göstermeyerek büyük itibar kaybetti ve Lübnan’dan da çıkarıldı. Merkez çok uzağa, Tunus’a taşındı.

FKÖ’nün bıraktığı boşluğu, adını ilk kez 1983’te duyuran ‘’Al-Harekât Al-Muqawama Al-İslamiya Fi Filistin’’ (Filistin’deki İslami Direniş Hareketi), kısa adıyla HAMAS aldı. FKÖ seküler bir örgüttü ama HAMAS, Gazze Şeridindeki mülteci kamplarında faaliyet gösteren Mısır’ın kadim Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bağrından çıkmıştı. Yıllar sonra, kuruluşunda İsrail’in payı olduğu iddia edildi. İsrail’in amacı, güya FKÖ’nün gücünü kırmaktı. Ancak, 14 Aralık 1987’de başlayan İntifada’dan (ayaklanma) sonra, İsrail’in yanlış hesap yaptığı anlaşıldı. O gün, Gazze bölgesinde bir İsrail kamyoneti, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinli'nin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasına neden olmuştu. Yaralıların bulunduğu hastanenin etrafında toplanarak eyleme geçen gençler HAMAS üyesiydiler. Sivil itaatsizlik şeklinde başlayan eylemler kısa sürede Batı Şeria’ya yayılmış, protesto eylemleri, grevler yapılmış, İsrail ürünleri boykot edilmiş ve yollara barikatlar kurulmuştu. Filistinli gençlerin ve çocukların sapan, taş ve sopalarına İsrail’in cevabı ağır silahlarla olmuştu. 1993’e kadarki Birinci İntifada’da verilen can kayıpları ise bini aşmıştı.

İslam toprağı olan Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin İslami açıdan kabul edilmez olduğunu söyleyen HAMAS, Filistin’in kurtuluşunun cihatla olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla İsrail’le görüşmeye gerek duymuyordu. Uzun bir siyasetsizlik dönemi ardından İkinci İntifada başladı. Ancak bu ilki gibi başarılı olmadı. İsrail’in de HAMAS’la görüşmek istemediği HAMAS’ın ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin’in 22 Mart 2003 sabahı cami çıkışında İsrail helikopterinin füze saldırısında öldürülmesiyle anlaşıldı. Halefi, Abdülaziz Rantissi de 17 Nisan 2003’te aynı şekilde öldürülünce, HAMAS’la İsrail’in arası iyice açıldı. İsrail için en kötüsü, 2004 yılı Kasım ayında Yaser Arafat’ın ölümüyle başlayan ve Ocak 2005’te Mahmud Abbas’ın devlet başkanlığıyla devam eden siyasi süreçti.

Abdülaziz Rantissi

Sabık Yaser Arafat yönetiminin yolsuzluk ve kötü yönetim hikayelerinin ayyuka çıktığı bir ortamda, HAMAS temiz siyaset vaat ederek, 25 Ocak 2006’da yapılan parlamento seçimlerinde 132 sandalyeli Filistin meclisinde 74 sandalye kazandı. Mahmud Abbas’ın El Fetih hareketi 45 sandalyede kalmıştı. İsrail’in Gazze’nin tamamı ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilmesi de Filistin halkı nezdinde HAMAS’ın hanesine yazıldı.

Mart 2006’da güzel bir gelişme oldu ve o güne dek, İsrail’in varlığını tanımadığını açıkladığı için İsrail tarafından muhatap alınmayan HAMAS, El Kaide’nin, İsrail’i Filistin’den çıkarmak için yaptığı cihat çağrısını, HAMAS’ın hedefinin sadece işgal altındaki toprakları kurtarmak olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak, İsrail bu beyana itibar etmemekte ısrar etti.

1 Haziran 2001’de İsrail’in başkenti Tel Aviv’deki intihar saldırısından sonra gazetecilere mülakat veren HAMAS sözcüsü, Diş Hekimi Abdülaziz Rantissi;

 Eğer, İsrail işgali bitmezse ölülerimizi onların üstlerine püskürteceğiz.” demişti.

Gerçekten de Filistin’de HAMAS’ın kontrol ettiği Gazze’deki üniversitelerin duvarlarında ‘'İsrail nükleer bombalara sahipse bizim de insan bombalarımız var.'’ yazılıydı. İlan tahtalarında canlı bomba olarak ölüme giden ve ‘'şehitlik mertebesine ulaşan'’ kahramanlara verilen beratlar, diplomalar asılı, şehitlerin hikayeleri web siteleri, duvar gazeteleri, kulaktan kulağa anlatılan hikayelerle toplumun her katmanına yayılıyor.

İntihar saldırılarına ilişkin ilk fetva 1983 yılında Lübnan’daki Hizbullah Örgütü’nün eylemleri için İranlı mollalar tarafından verilmişti. 2002’de Irak’da verilen bir fetvada “İsrail’e karşı intihar saldırısı gerçekleştiren Filistinlilerin Cihad’ın en yüce mertebesine ulaştıkları…’’ ilan edilmişti. Dahası Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin de Filistinli şehitlerin ailelerine 25.000 Dolarlık yardımlarda bulunuyordu.

Bugün ise en büyük destek Vahabi ulemadan geliyor. Katar Üniversitesinde görevli Şeyh Yusuf El-Kardavi intihar saldırısını İslami kurallara uygun bulduğunu açıklamıştı. Hatta intihar saldırısına giderken kadınların bombaları saçlarının ya da çarşaflarının altına nasıl saklayacaklarını bile tarif etmişti. Neyse ki kadınların intihar bombacısı olmaları kolay değil. Katı sosyal normlar, kadınların ailelerinden uzaklaşmalarının da, erkekler tarafından eğitilmelerinin de önünde büyük engel. Öteki engel ise parçalara ayrılsa bile kadının bedeninin erkek polisler ve uzmanlar tarafından incelenmesinin günah olması. El-Ezher imamı Şeyh Muhammed Tantavi de Batı Şeria’daki işgalci askerlere yönelik intihar saldırılarının şahadet olarak kabul edilebileceğini söylemişti. Anlaşılan, Eski Ahit’te ve Kur’an’da yer alan ‘'Bir kısas olmadan bir insanı öldüren bütün bir kâinatı öldürmüş gibidir'’ ayeti, Filistin söz konusu olduğunda önemini yitiriveriyor...


2 Yorumlar

  1. Çok güzel bir yazı teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğeniniz için ben teşekkür ederim. Umarım bundan sonraki yazıları da ilgiyle okur ve beğenirsiniz.

      saygılar...

      Sil