1948'den Günümüze İsrail-Filistin Çatışması
Öncelikle İsrail'in Kökenlerine bakalım.
Hikaye tanıdıktır, 1930'larda komik bıyıklı bir diktatör ortaya çıkar, ondan önce kirli sakallı bir yahudi yarım asır önce ortaya çıkmış ve hedeflediği kitlenin çok altında ve sınırlı olarak desteğini alıp siyonizm'i ortaya atmıştır. Ondan yarım asır sonra Dünyanın tüm imparatorlukları, Türkler, Almanlar, Ruslar, İngilizler, hep birbirine girmiş ve bu karmaşadan Almanya'da bir diktatör ortaya çıkmıştır. Bu diktatör akıl almaz insanlık suçları işlemiş ve insandan bile saymadığı Yahudilerin ırkını, ari ırk Almanların "yaşam alanı"ndan temizlemeye kalkmıştır. Savaş bitmiş, dünya savaştan da önce katledilmesine ses çıkarmadığı ve yüzünü çevirdiği Yahudilerden daha siyonist bir haldedir. Aslında bilhassa Almanya'da Yahudiler, ne Hitler'i, ne Naziler'i ciddiye almamışlardır ilk başta. Kristal Gece dediğimiz ve Almanya'da Yahudilere ait dükkanların, iş yerlerinin, stantların yağmalandığı olaylardan sonra, Almanya'daki Yahudiler düşmanlığı kabullenmekle birlikte, bunun asla soykırıma, "nihai çözüm" adı altında hepsinin sistematik ve topyekün imhasına gidecek bir sürecin başlangıcı olduğunu bilmiyorlardı. Bu olaylara paralel, Yahudiler sarı yıldız takmaya zorlandı. 1930'ların Almanya'sında sebepsizce sokakta askerler, gestapo ya da sıradan Alman Vatandaşları tarafından tartaklanan birini görseydiniz, bu kişi kuvvetli muhtemel bir Yahudi çıkardı. Ardından 1939 Polonya'nın işgaliyle birlikte Yahudiler, gettolara hapsedilerek örneğin Varşova Kentinin geri kalanından izole edildi. Bunun bir sonraki adımı ise Endlösung, yani "nihai çözüm" idi. Naziler 1942'de düzenledikleri Wansee Konferansı'nda gettolara hapsettikleri sayısız Yahudi ile birlikte "aşağı ırk" olan esirleri ve "ari ırklarını kirleten materyaller" olarak gördükleri herkesi ortadan kaldırmaya yönelik "nihai çözümü" getirdiler. Sadece Alman Reich'ı değil, özellikle Rusya'da, Baltık Devletlerinde ve Ukrayna'da Almanları kendilerini Stalin'den kurtaracak olan özgürlük savaşçıları olarak karşılayan yerel halk, burada Yahudileri bizzat kendi elleriyle Almanlara teslim etmişlerdi. İlerleyen aylarda Yahudilerin ortadan kaldırılmasında Almanlara katılmışlardı ki, Yahudiler için 1940'ların en karanlık sayfaları da bu dönemde açılacaktı.
İkinci Dünya Savaşı, herkesin hikayesinin olduğu bir savaştı. Birinci Dünya Savaşının getirdiği yenilgiyi hala hisseden Aristokrat bir Alman Subayının, Hayatında Alman görmemiş, Kızıl Ordu'da silah altına alınmış bir Rus köylü çocuğunun, Bir İngiliz savaş pilotunun, Liseden terk bir ABD Deniz Piyadesinin, Samuray kökenlere sahip militarist bir Japon askerinin ve elbette 1930'larda Berlin veya Münih'te sıradan bir hayat süren bir Yahudi ailenin...
Bu herkesin hikayesi olduğu savaş, insanlık için çok acı hatıralarla tarihe karıştıktan sonra, 1930'larda olası bir dünya savaşını önlemek için daha ılımlı politikalara yönelen Fransa'da Lebrun ve Britanya'da Chamberlain hükümetlerini Hitler ve Almanlarla aralarının bozulmaması için Holokost'a giden yolda Almanya'da yaşananlara kulak tıkamasına sebep olmuştu. Savaştan sonra ortaya çıkan şeyler ise bütün dünyanın dudağını uçuklatmıştı. Holokost'u tarihteki sayısız katliamdan ve soykırımdan ayıran şey, daha önce hiç kimsenin olduğu gibi bir ırkı bu kadar sistematik, profesyonel ve teşkilatlı bir biçimde köleleştirerek ortadan kaldırmaya çalışmamış olmasıydı. Yahudiler, tarihleri boyunca katliama alışıktı. Babilliler, Romalılar, Katolikler, Haçlılar, Protestanlar, hiçbiri de Yahudilerden haz etmezdi. Ama Dünya ilk defa Nazizm ile olduğu gibi bir ırkın ortadan kaldırılmaya çalışıldığını görmüş ve bunun için gayet teşkilatların kurulduğunu seyretmişti.
Bunun Yahudiler için şaşkınlıktan öte sonuçları da oldu. Artık hiçbir Yahudi, Siyonizm'e eskiden olduğu gibi uzak bakmıyordu ve Holokost gibi bir olay, insanlık tarihinde bir daha asla tekrarlanmamalıydı. Bunun için de "Tanrının onlara vaat ettiği topraklar" içerisinde bir Yahudi Devleti kurmak hiç de fena bir fikir değildi, hele ki dünya Yahudilere ve Siyonizm'e gördüklerinden sonra sempati beslediği zaman. Holokost sürerken ve İkinci Dünya Savaşından sonra Filistin'e "Aliyah" denilen Yahudi göçleri olmuştu. "Yişuv" aslında Filistin Yahudileri için kullanılan bir tabirdir. Ama 1940'ların sonlarında henüz İngiliz Mandası'ndaki Yahudi yerleşimlerini de temsil eder.
Filistin bugün olduğu gibi, o zamanlar da kaynayan bir kazandı ve savaştan yeni çıkmış Britanya'nın askerlerini birbirlerini öldürmeye hazırlanan Araplar ve Yahudiler arasında heba etmeye hiç niyeti yoktu. 1948 Arap-İsrail savaşında, 14 Mayıs 1948'de kurulan İsrail ile artık Orta Doğu, Yahudi bir devletle karşı karşıyaydı.
Ama neydi bu devletin kökenleri?
İsrail’in savaşta kurulmasının ardından barış zamanında devasa bir millet yaratma sorunuyla karşı karşıyaydı: liderleri bir hükümet yapısı oluşturacak, bir adalet sistemi kuracak ve Yişuv'un komünal örgütlerini İsrail milli kurumlarına dönüştürecekti. Buna ilaveten, İsrail'in varlık sebebi bir Yahudi milleti bulunduğu iddiasına dayandığından, yönetici seçkinlerin devletin kurumsal hayatında dinin ne rol oynayacağına karar vermeleri gerekiyordu. Bağımsızlığın ilk yıllarında siyasal liderler, devletin yönetim yapısı hakkında bir fikir birliğine vardılar. Ancak Yahudi dini hukukunun kamu hayatındaki rolü konusundaki görüşler çok çeşitliydi.
Altı Gün Savaşı'nda (1967) İsrail ordusunun kazandığı zafer,
millete güven getirmiş ama aynı zamanda yeni sorunlar yaratmıştı. Batı Şeria,
Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri'nin fethiyle İsrail işgalci bir
güç olmuş, hakimiyeti altına istenmeden giren 1 milyon Filistinli Arabı çoğunlukla
keyfi bir tutumla yönetmişti. İşgal edilen toprakların geleceği bölücü bir
milli tartışmanın odağına yerleşmişti. Bazı İsraillilerin haksız işgal olarak
gördükleri durum, başkalarının gözünde eski İsrail'in bütün topraklarında hak
iddia ederek Yahudi halkının kurtuluşunu çabuklaştıran tanrı lütfu bir
fırsattı. Barış eylemcileri ile yerleşimciler, laikler ile daha büyük ölçüde
dini yasalar getirilmesine inananlar arasındaki gerilimler, İsrail bağımsız bir
devlet olarak kırkıncı yılına girerken azalacağı yerde giderek artıyordu.İkinci Dünya Savaşı, herkesin hikayesinin olduğu bir savaştı. Birinci Dünya Savaşının getirdiği yenilgiyi hala hisseden Aristokrat bir Alman Subayının, Hayatında Alman görmemiş, Kızıl Ordu'da silah altına alınmış bir Rus köylü çocuğunun, Bir İngiliz savaş pilotunun, Liseden terk bir ABD Deniz Piyadesinin, Samuray kökenlere sahip militarist bir Japon askerinin ve elbette 1930'larda Berlin veya Münih'te sıradan bir hayat süren bir Yahudi ailenin...
Bu herkesin hikayesi olduğu savaş, insanlık için çok acı hatıralarla tarihe karıştıktan sonra, 1930'larda olası bir dünya savaşını önlemek için daha ılımlı politikalara yönelen Fransa'da Lebrun ve Britanya'da Chamberlain hükümetlerini Hitler ve Almanlarla aralarının bozulmaması için Holokost'a giden yolda Almanya'da yaşananlara kulak tıkamasına sebep olmuştu. Savaştan sonra ortaya çıkan şeyler ise bütün dünyanın dudağını uçuklatmıştı. Holokost'u tarihteki sayısız katliamdan ve soykırımdan ayıran şey, daha önce hiç kimsenin olduğu gibi bir ırkı bu kadar sistematik, profesyonel ve teşkilatlı bir biçimde köleleştirerek ortadan kaldırmaya çalışmamış olmasıydı. Yahudiler, tarihleri boyunca katliama alışıktı. Babilliler, Romalılar, Katolikler, Haçlılar, Protestanlar, hiçbiri de Yahudilerden haz etmezdi. Ama Dünya ilk defa Nazizm ile olduğu gibi bir ırkın ortadan kaldırılmaya çalışıldığını görmüş ve bunun için gayet teşkilatların kurulduğunu seyretmişti.
Bunun Yahudiler için şaşkınlıktan öte sonuçları da oldu. Artık hiçbir Yahudi, Siyonizm'e eskiden olduğu gibi uzak bakmıyordu ve Holokost gibi bir olay, insanlık tarihinde bir daha asla tekrarlanmamalıydı. Bunun için de "Tanrının onlara vaat ettiği topraklar" içerisinde bir Yahudi Devleti kurmak hiç de fena bir fikir değildi, hele ki dünya Yahudilere ve Siyonizm'e gördüklerinden sonra sempati beslediği zaman. Holokost sürerken ve İkinci Dünya Savaşından sonra Filistin'e "Aliyah" denilen Yahudi göçleri olmuştu. "Yişuv" aslında Filistin Yahudileri için kullanılan bir tabirdir. Ama 1940'ların sonlarında henüz İngiliz Mandası'ndaki Yahudi yerleşimlerini de temsil eder.
Filistin bugün olduğu gibi, o zamanlar da kaynayan bir kazandı ve savaştan yeni çıkmış Britanya'nın askerlerini birbirlerini öldürmeye hazırlanan Araplar ve Yahudiler arasında heba etmeye hiç niyeti yoktu. 1948 Arap-İsrail savaşında, 14 Mayıs 1948'de kurulan İsrail ile artık Orta Doğu, Yahudi bir devletle karşı karşıyaydı.
Ama neydi bu devletin kökenleri?
Kristal Gece'de yağmalanan bir sinagog. |
Sınır dışı edilen Almanya'daki Polonya asıllı Yahudiler, 1938. |
Gestapo tarafından Yahudi olduklarını belirten yıldız ile yürümeye zorlanan Yahudiler, Almanya 1938, Kristal Gece sonrası. |
Holokost sırasında toplama kamplarındaki Yahudi Çocuklar. |
İsrail’in savaşta kurulmasının ardından barış zamanında devasa bir millet yaratma sorunuyla karşı karşıyaydı: liderleri bir hükümet yapısı oluşturacak, bir adalet sistemi kuracak ve Yişuv'un komünal örgütlerini İsrail milli kurumlarına dönüştürecekti. Buna ilaveten, İsrail'in varlık sebebi bir Yahudi milleti bulunduğu iddiasına dayandığından, yönetici seçkinlerin devletin kurumsal hayatında dinin ne rol oynayacağına karar vermeleri gerekiyordu. Bağımsızlığın ilk yıllarında siyasal liderler, devletin yönetim yapısı hakkında bir fikir birliğine vardılar. Ancak Yahudi dini hukukunun kamu hayatındaki rolü konusundaki görüşler çok çeşitliydi.
Dahası bugün Araplara sempati duyan dünya, o
zamanlar holokost'un da etkisiyle Filistin'e "aliyah" denilen Yahudi
göçlerine onay vermiş, İsrail'in kuruluşunu desteklemişti. Ama dünya kamuoyunda
rüzgarlar Altı Gün Savaşı'nda İsrail'in kayıtsız şartsız zaferinden sonra Araplardan
yana esmeye başlamıştı.
İsrailliler işgal edilmiş toprakların geleceği
konusunda tartışırlarken, Filistinli mülteci grupları da topraklarım geri almak
için adım atmaya başlamışlardı. Haziran Savaşı'nın en uzun vadeli
sonuçlarından birisi, Filistinli direniş gruplarının önem kazanmasıdır. Arap Devletlerinin
kendilerinin yurtlarına dönmelerini sağlayamamaları üzerine Filistin gerilla
örgütleri, İsrail'e karşı silaha sarıldılar ve Filistin halkının durumuna
dikkat çekmek için uluslararası terörizm eylemlerine başladılar. Filistinliler
silahlı bir direniş hareketi kurarken Arap Devletlerinin iç politikalarında bir
unsur oldular ve Arap liderlerini kendi isteklerini göz önüne almaya
zorladılar. Komando operasyonları İsrail'e ciddi bir askeri tehdit
oluşturmadıysa da büyük çaplı İsrail misillemelerine yol açtı ve 1970'lerden
günümüze kadar Ortadoğu'nun karakteristik bir özelliği haline gelen gerilimlere
katkıda bulundu. Ortadoğu'nun dışında Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ)
ve başkam Yaser Arafat'ın diplomatik girişimleri, Filistinlilerin hakla
sorununu Birleşmiş Milletler gündemine sokmayı ve İsrail'in Batı Şeria ve Gazze
Şeridi'ni işgaline ışık tutmayı başardı.
İSRAİL'İN SİYASİ SİSTEMİ VE KÜLTÜRÜ
Yişuv'u karakterize eden üst düzeyde komünal
örgütlenme, İsrail'in bağımsız devlete geçişini kolaylaştırmıştır. Yişuv'u
yöneten kurumlar -çoğunlukla aynı kadrolarla- milli kurumlara dönüştürülmüştü.
1949'dan 1977'ye kadar İsrail politikasına, Yişuv'a yön vermekte en önemli rolü
oynayan Mapai Partisi hakimdi. İsrail'in kuruluşunda devasa bir rol
oynayan David Ben-Gurion, 1949'dan 1963'e kadar olan dönemin büyük
kısmında Başbakanlık ve Savunma Bakanlığı yapmıştı. Yeni devlete kendi güçlü
kişiliğinin damgasını vurmuş, kuruluş politikalarıyla siyasal uygulamalarına
karar vermiş ve başbakanlık makamını siyasal sistem içinde en büyük yetkiyle
donatmıştı.
Ben-Gurion'un en acil işlerinden birisi de Yişuv'u
oluşturan çeşitli Komünal örgütler üzerinde devlet otoritesini kurmaktı. Bu
hedefe varma kararlılığı 1948 Haziran ayındaki Altalena olayında
görülmüştür. İsrail'in bağımsızlığında Haganah Birimleri, İsrail Savunma
Kuvvetleri (İSK) olarak Sivil Savunma Bakanının yetkisi altına
verilmişti. Ancak Menahem Begin liderliğindeki Irgun ve daha
küçük olan Lehi askeri birimleri, özerkliklerini bırakmak istemediler ve
askeri operasyonlar düzenlemeye devam ettiler. Irgun'a silah getiren Altelana gemisi
İsrail açıklarına geldiğinde, bir yetki krizi baş gösterdi. Ben-Gurion, İSK'ne
silahların boşaltılmasına engel olma emrini verdi. Silahlı bir çatışma oldu, Altalena
bombalandı ve battı, pek çok Irgun üyesi öldü ve yaralandı. Bu olaydan sonra
kalan özerk askeri birimler İSK bünyesine girdiler ve merkezi devletin bütün
askeri kuvvetleri kontrolü altına alması sağlandı. Olay, Ben-Gurion ile Begin arasındaki
uzun süreli düşmanlığın pekişmesine de yol açacaktı.
Devletin kurulmasının ilk yıllarında İsrail'in kurumsal
çerçevesini niteleyen bir esneklik söz konusuysa da 1949 yılı geldiğinde
siyasal sistemin ana unsurları artık kristalleşmişti. İsrail, 120
seçilmiş milletvekilinden oluşan bir Yasama Meclisi (Knesset) ile
parlamenter demokrasi olarak kurulmuştu. Knesset adayları belirli bölgelerin
temsilcileri değil de milli listede olduklarından, bütün ülke tarafından
seçiliyorlardı. Kadın-erkek bütün yurttaşlar on sekiz yaşında seçme ve seçilme
hakkını elde ediyorlardı; başbakan ve kabine, politika formüle etmekte ve karar
vermekte özel yetkilerle donatılıyordu. Cumhurbaşkanlığı törensel bir makamdı.
Yıllarca Siyonist davasına hizmet verdiği Londra'dan 1949'da hasta olarak
ayrılan Hayim Weizmann, İsrail'e gelerek ülkenin ilk cumhurbaşkanı
olmuştu.
Haim Weizmann. İsrail'in ilk cumhurbaşkanı. |
Partilerin siyasal hayattaki etkileri nedeniyle,
İsrail'e kimi zaman 'Parti Devleti' denir.
İsrailliler adaylara değil de partilere oy
verdiklerinden, bir partiden geçmeden politikaya girmek neredeyse imkansızdır.
Seçim yapılacağı ilan edilince parti liderliği bir aday listesi hazırlayıp
halka sunulurdu. Seçmenler istedikleri partiyi seçerdi ve Knesset'te sandalyeler
alınan oy oranına göre dağıtılırdı. Örneğin, oyların yüzde 25'ini alan
bir parti 120 üyeli Knesset'te 30 sandalye alırdı. Bu sandalyeler
parti listesindeki ilk otuz kişiye verilirdi. Politikacıların partilerinin
listesinin üst sıralarında bir yer kapmaları önemliydi. Bunu da ancak parti
politikasına bağlılıkları konusunda parti liderini ikna etmeleriyle
sağlayabilirlerdi. Aynı görüş sahibi bir üye listede alt sıralara konur ve
milletvekili olamazdı. Bu sistem parti liderlerine büyük güç verirdi ve bunu da
genellikle kapalı kapılar ardında ve pek hesap verme zorunluluğu olmadan icra
ederlerdi.
İsrail'in seçim yasası çok sayıda siyasal
partinin varlığını teşvik eder. Yasaya göre oyların yüzde 1'ini alan bir
parti Knesset'te temsil hakkını elde eder. 1992'de bunu yüzde 1,5'a
çıkarmak parti sayısını azaltmamıştı. Bu sistem altında siyasal grupların Knesset'te
temsil edilmek için en aşırı tutumlarını bile değiştirmesine gerek kalmıyordu.
Siyasal yelpazenin en uçlarında bulunan partilerin bile ülke çapında oyların
yüzde 1'ini alma, hatta bir koalisyon hükümetine girme şansları vardır.
Oylar çok değişik partilere bölündüğünden hiçbir
parti Knesset'te çoğunluğu alamamıştı. Her Knesset'in on ila on beş partinin
temsilcisini bulundurması normaldi ve bu bugün de böyledir. Ben-Gurion'un en
popüler olduğu zamanlarda bile Mapai Partisi, 120 milletvekilliğinin 47'den
fazlasını asla alamamıştır. Bu çok partili sistemin sonucunda en fazla
milletvekiline sahip parti, ancak koalisyon ortakları arayarak bir hükümet
kurabilirdi. Koalisyon hükümeti ödün ister, Ben-Gurion döneminde laik ve ılımlı
sosyalist Mapai'nin sık sık dini Sağ’la birleşmesiyle istikrarlı koalisyonlar
kuruldu. Bunun sonucu olarak da bir koalisyon hükümetinin parçası olan küçük
partiler, aldıkları oyla kıyaslanamayacak ölçüde yasama gücü üzerinde etkili
oldular.
İSRAİL NÜFUSUNUN DEĞİŞEN BİLEŞİMİ
İSRAİL NÜFUSUNUN DEĞİŞEN BİLEŞİMİ
Devlet oluşunun ilk yıllarında İsrail'in başlıca uğraşı, gelen göçmenleri hazmetmek oldu. 1948'den 1951'e kadar nüfus 650 binden 1.3 milyona çıkmıştı. 684 bin göçmenin girişi yeni devlet açısından devasa ekonomik, kültürel ve sosyal sorunlar yaratmıştır. Yeni göçmenlerin yarısı Doğu Avrupa'dan gelen Nazilerin köklerinden koparttığı insanlardı. Doğu Avrupa ideolojileri Siyonizmi şekillendirmiş, Doğu Avrupalı liderler yeni devletin kurumlarını yaratmışlardı ve Doğu Avrupa doğumlu kişiler, İsrail devletinin siyasal, adli, dini, askeri ve eğitim hiyerarşisinde en önemli mevkilerdeydiler. Filistin mandasında doğmuş olan İzak Rabin dışında 1948'den 1992'ye kadar İsrail'in başbakanlarının hepsi ya Rusya'da ya da Polonya'da doğmuşlardı.
İzak Rabin. Tabur Komutanlığı yaptığı gençlik yıllarına ait fotoğraf. |
Ancak ilk göçmen dalgası Avrupalı (Eşkenazi) Yahudi olduğu kadar Arap ülkelerinden Doğu Yahudilerini (Sefarad) de içeriyordu. Mısır, Irak, Yemen ve Fas gibi Arap ülkelerinin çok eskiden beri var olan Yahudi toplulukları, kimi 1948 savaşından sonra Arap toplumu arasında durumları ve güvenliklerinden duydukları kaygılar, kimisi de İsrail'in aktif politikaları nedeniyle İsrail'e göçmekteydiler. 1948 ile 1956 arasından ülkeye yaklaşık 450 bin Sefarad Yahudisi girmişti. Çoğunlukla Arapça konuşan bu insanlar, Avrupalı kardeşlerinden farklı kültürel normlara, siyasal deneyimlere ve Yahudilik kavramlarına sahiptiler. İsrail toplumuna Eşkanaziler kadar çabuk uyum sağlayamıyorlardı. Büyük bir kısmı ıssız yerlerdeki yeni gelişen kasabalara ya da büyük kentlerin yoksul kesimlerindeki eski Arap evlerine yerleştirildiler. Merkezi otorite tarafından göz ardı edilen, siyasal sistemde gerektiği gibi temsil edilemeyen, eğitime katılım oranları düşük, işsizlik oranları yüksek Sefaradlar, İsrail nüfusunun yoksul kesimini oluşturdular. Aradan geçen yıllarda Sefaradlar (ve İsrail'de doğan çocukları) ile Eşkenazilerin gelir ve sosyal statüleri arasındaki uçurum büyüdü ve sosyal gerilimler yaratmaya başladı. 1970'lerin sonunda Sefarad toplumu ülkenin nüfusunun yarısını oluşturduğundan, sayısal fazlalığı siyasal çevrelerde ağırlığını hissettirmeye başladı.
İsrail'in 1949 sonrası sınırlan içinde kalmış 160 bin Filistinli Arap için de bir politika üretmesi gerekiyordu. Siyonist programı, gelecekteki Yahudi devleti içinde, Yahudi olmayan büyük bir azınlığın varlığını hesap etmemişti ve Siyonist özellik olmadan İsrail sosyal adalet kavramının nasıl bağdaştırılacağı, İsrail liderleri nezdinde içinden çıkılması güç bir durum yaratıyordu. Sonunda Knesset 1952'de Milliyet Yasası'nı çıkardı; buna göre her Yahudi göçmene otomatik yurttaşlık sağlandığı gibi, Filistin'de uzun süredir ikamet ettiğini kanıtlayan Araplara da İsrail yurttaşlığı veriliyordu. Ancak İsrailli yetkililer, Arap yurttaşlarını potansiyel beşinci kol olarak görüyorlar ve onların temsil örgütleri geliştirmelerini önleyecek önlemler alıyorlardı. Arapların yoğun olarak yaşadıkları yerler 1948'den 1966'ya kadar bir Askeri Yönetim idaresi altına kondu; buna göre, İsrail Arapları özel kimlik kardan taşıyacaklar ve bir köyden diğerine gitmek için seyahat belgesi alacaklardı. İsrail devletinin ilk on yılında devlet, İsrail Araplarının binlerce dönüm toprağına el koydu ve sakinlerini başka yerlerde iskana zorunlu kıldı. İsrail Arapları ücret ve istihdam ayrımcılığıyla ve Yahudi olmadıkları için Yahudi devletinin ana misyonundan uzak tutulmalarıyla da yabancılaştılar.
İsrail'in etkin ekonomik ve sosyal kontrol sistemleri, 1970'lerin ortalarına kadar Arap azınlığın şikayetlerini ifade edeceği birlikler kurmasını önledi. Ancak daha okumuş ve geleneksel olmayan Arap seçkinlerinin ortaya çıkışı ve nüfuslarının artışı (1990'ların sonunda İsrailli Araplar yaklaşık 1 milyon nüfusla, nüfusun yüzde 20'sini oluşturmaktaydı) sonucunda Arapların sözcülerinin sesleri siyasal arenada duyulmaya başlandı. Politize olmanın ek bir unsuru da, 1967'den sonra İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni işgaliyle İsrail Araplarının mülteci kamplarındaki akrabalarıyla tekrar ilişki kurmaları ve ortak Filistinli Arap mirasının daha çok bilincine varmalarıdır.
MİLLİYETÇİLİK, DİN VE DEVLET : İSRAİL'İN SÜREGELEN TARTIŞMALARI
İsrail milli kimliğinin oluşumu, dini yasaların daha ağırlıklı olmasını isteyenler ile yepyeni bir sivil toplum ve kültür kurulmasından yana olan laik pragmatistler arasında bir rekabet süreciydi. Katılımcılar İsrail'in ruhu olduğuna inandıklarından milli kimliğin doğru terkibi üzerindeki anlaşmazlıklar da bir türlü ortadan kalkmıyordu. Bu rekabet hala bitmemiştir, ama devletin oluşum yıllarında laik ve dini görüşlerin huzursuz bileşimi olan bir milli kimlik biçimi yaratmıştır.
Laik alanda İsrailli Yahudileri, başka yerlerde yaşayan Yahudilerden ayrı olarak damgalayan yeni bir İsrail milli kültürü oluşmuştur. Bu yeni kimliğin en önemli tezahürü, İbranice'nin milli dil olarak kabulüdür. Bu gelişme yüzyılın başında başlamış, Siyonist örgütlerin göçmenlere İbranice öğretip kendi konuştukları dil yerine onu kullanmaları için ikna ettikleri manda dönemi boyunca devam etmiştir. İbranice'nin zaferi kolektif iradenin önemli bir başarısı olunca, dil yeni İsrail milliyetinin en önemli temel taşı haline gelmiştir.
İsrailliler milli kimliklerini kurarken Avrupalı Yahudi geçmişleri ve diasporalarıyla bağlarını kolektif olarak koparmaya çalışmışlardır. Bu uzaklaşmanın bir örneği, geleneksel Yahudi diaspora soyadlarının tümüyle İbranice olanlarıyla değiştirilmesidir. Yeni soyadlarından bazıları Galili (Galileli) ya da Şamir (kaya) araziyi; Peled (çelik) ya da Oz (güç) gibileri kuvvetlilik imajlarını akla getirmektedir. Bunların hepsi, diaspora geçmişinin olumsuz imajlarından kurtulmuş taze İsrail kimliğinin kanıtlarıdır.
Kentlerin görümü de İsrail milli farklılığına katkıda bulunmuştur. İsrail'in en büyük kenti Tel Aviv, bir zamanlar gözde semtlerinin karakteristiği olan orta Avrupalı kent havasının pek azını korumuştur. Şimdi kent Akdeniz ortamında kafe hayatı, kalabalık plajları, İsrail milli yemeği haline gelen Arap yemeği falalel satan dükkanlarıyla bir kıyı metropolü olmuştur. İsrail senfoni orkestrası, milli basketbol takımı ve Kudüs İbrani Üniversitesi, yeni İsrail milli kültürünün kurumlandır -Yahudi ama aynı zamanda kesin olarak İsraillidirler.
2. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğusu'nda laik milli kimliğin yeni sembollerinin bilinçli olarak yaratılması sadece İsrail'e özgü değildi. Ancak yeni doğan laik kültür, dini yasaların bir Yahudi Devleti'nin oluşmasında oynaması gereken rol konusunda tarihi inançla çekişmekteydi. Bu konuda Nadav Safran'ın görüşü şöyledir:
Bu sorun, Siyonist hareketi içinde var olan çok farklı beklentilerin olması ve bunların sonra İsrail politikası ve Yahudilerin kendini tanımlama alanına taşınması nedeniyle büyük problemler yaratmıştır. Bazı Siyonistler Yahudi milletinin ortaya çıkışından sonra dinin devletten ayrılacağı bir siyasal kültür geliştireceğine inanıyorlardı. Diğerleriyse, Torah'ın kutsal yasalarının devlet ve toplum için rehber olacağı bir Yahudi milleti yaratma hayali içindeydiler; onlara kalırsa, İsrail din açısından olduğu kadar uygulamada da Yahudi olacaktı. Çoğu İsrailli bu ikisinin arasında bir orta yolu seçiyordu, ama Yahudi dini kurumunun kararlılığı ve Siyonizmin doğası gereği bunu elde etmek güçtü.
Siyasal Siyonizm, bir Yahudi devletinin dünyanın bütün Yahudileri adına yurt olacağı ilkesi üzerine kurulmuştu. Dünyadaki bütün Yahudilere İsrail'e göç hakkı veren ve yeni devletin temel ilkelerinden biri olan Dönüş Yasası'yla (1950) bu amaç gerçekleşti. Dönüş Yasası, Siyonizm tarihi içinde bir mantığa sahipse de, 'Yahudi kimdir?' gibi cevabı güç sorulara da yol açtı. Bir kişinin Yahudiliğini devlet içindeki hangi kurum doğrulayacaktı?
Dini hukuk bütün kamu hayatını mı düzenleyecekti? Bu konularda karar verme hakkı çekişmesinde, dini yasaların daha geniş çaplı uygulanmasını savunanlar pek çok zafer kazandılar. Örneğin, 1953'te dini mahkemeler devletin resmi adli sisteminin parçası olarak kabul edildi ve kişisel statü (evlilik, boşanma, vasiyetnamelerin onaylanması ve kimin Yahudi olduğuna karar verme) konularında yetki sahibi oldular. Dini mahkemeler yargıçların eğitimi ve atanmasını da üstlenen Yüksek Din Konseyi'nin denetimi altındaydı. Hem konsey hem de dini mahkemeler tamamen ortodoks din kurumu kontrolündeydi ve dini yasaların devletin yasası olduğu kamu hayatı alanında Yahudi yasalarını oldukça katı bir şekilde yorumluyordu. Yahudiliğin diğer iki dalı olan Muhafazakarlar ve Reformcuların İsrail'de ortodoks (Ortodoks Yahudilik. "Ortodoks", bir hıristiyan mezhebi olarak kast edilmemiştir. (bkz: ortodoks yahudilik) cemaatten daha fazla taraftarı olmasına rağmen, onların hahamları pek çok temel dini töreni yapamıyorlardı. Bu yüzden, İsrail'de sadece ortodoks hahamlar tarafından kıyılan nikahlar yasal sayılıyordu. Yine bunun gibi, İsrail içinde Yahudi dinine geçmek ancak ortodoks dini çerçevesi içinde yapıldığı takdirde kabul görmekteydi. İsraillilerin ancak üçte biri ortodoks pratikleri yerine getirdikleri halde, ortodoks hahamlık kurumu bütün nüfusu ilgilendiren en hassas kişisel durumlar konusunda karar verme yetkisine sahipti.
Devletin dini temeli aynca, İsrail'in Yahudi olmayan toplumlarına (ki bunlar Müslümanlar ve Hıristiyan Araplardır) kişisel konularda kendi yasalarına uyma hakkını vermekteydi. Bu, gerçekte, adli konularda yeniden kurulmuş olan Osmanlı millet sistemiydi. Ancak kimlik kartlarında milliyet hanesinde 'İsrailli' değil, ya 'Yahudi' ya da 'Arap' yazıyordu. Bu durumda milliyet, Yahudi İsrailliler için belirli bir din, İsrailli Araplar için de belirli bir etnik gruptu ki, bu etnisite onları Yahudi olmayanlar olarak ayırmaktaydı.
Yahudi din kurumunun etkisi milli hayatın başka alanlarında da kendini gösteriyordu. Şahat günü kentler arası kamu taşımacılığı duruyor, lokanta ve eğlence yerlerinin çoğu kapanıyor, milli havayolları çalışmıyor ve belediye otobüs servisleri sınırlı hizmet veriyordu. Otobüslerin hiç çalışmadığı Batı Kudüs'te, Şabat'a Tel Aviv ya da Hayfa'dan daha sıkı uyuluyordu. Kudüs'ün dini mahallelerinden bazılarında yollar trafiğe kapatılıyor, sakinleri yoldan geçen arabaları taşlıyorlardı. Ayrıca, askerler dahil bütün kamu kurumlarında koşer yasalarına uygun yemek çıkarılıyordu. Eğitim alanında devlet hem laik hem dini okulları finanse ediyordu; anne babalar çocuklarının nasıl bir eğitim alacağına kendileri karar verebiliyorlardı.
İsrail nüfusu içinde bir azınlığın kendi dini kimlik programının önemli bölümlerini toplumun tamamında uygulamasına imkan veren unsurlardan en göze çarpanı, ülkenin çok partili sistemi ve bunun da koalisyon hükümetlerini gerekli kılmasıydı. İsrail'in oluşma yıllarında hükümetlerin kurulması için genellikle küçük dini partiler blokuna ihtiyaç vardı ve bunlar hakim Mapai Partisi'nden bir dizi ödün koparmışlardı. Kuşağının pek çok Siyonist lideri gibi Ben-Gurion da, din ile devletin zamanı gelince ayrılacağından emindi ve dini partilere verdiği ödünlerin uzun vadeli etkileri olacağına inanmıyordu. Ancak Ben-Gurion'un yıllar boyunca verdiği ödünler, İsrail kamu hayatında dinin rolünü kurumsallaştıran yasalara dönüştü. İsrail toplumu içinde kalıcı, bölücü ve yoğun siyasal gerilimler yarattı.
GÜVENLİK VE DIŞ İLİŞKİLER
İsrail bağımsız devlet olarak hayatına, savunma ve güvenlik konularına yüksek öncelik veren bir kuşatma zihniyetiyle başladı. Teknik olarak kendisiyle savaşta olan Arap devletleriyle sarılı ve 1948 yenilgisinin intikamını almak için nutuklar çeken Arap liderleri karşısında İsrail, hem mali hem de insan gücünün büyük kısmını bir an önce silahlı kuvvetlerinin kuruluşuna harcamak zorundaydı. Ben-Gurion İsrail'in yaşayabilmesi için "asker millet" olması gerektiğini söylüyordu ve bu hedefi gerçekleştirme kararındaydı. Bugün "Yahudi Militarizmi" kavramı da Ben-Gurion'a kadar gider İsrail için. İsrail'in sınırlı nüfusu yüzünden devlet, mali ya da sosyal olarak komşularınınkine üstün sürekli bir profesyonel ordu besleyemezdi. Dolayısıyla, askeri programını barışçı zamanlarda asker sayısını azaltan ve milli alarm durumlarında tam seferberlikle hızlı bir büyümeye imkan veren yedek sistemine dayandırdı. Bütün İsrailliler, erkekler üç, kadınlar iki yıllığına on sekiz yaşında askere alınıyorlardı. Arap İsrailliler, aşırı dinci Yahudiler ve özel aile sorumlulukları olan kadınlar askerlikten muaftılar. Yedekleri savaşa hazır tutmak için erkekler kırklı, kadınlar otuzlu yaşlarına kadar aktif yedekte tutuluyorlardı. Ülkelerinin güvenlik ve savunma ihtiyaçlarını karşılamak, böylece İsraillilerin çoğunu aktif hizmetten ayrıldıktan sonra bile sivil hayatlarını şekillendiren bir askeri süreç içine sokuyordu. Bu ileri eğitimi ve sivil kariyer planlamasını bozuyordu, ama devletin yaşaması için gerekliliğine öyle inanılmıştı ki, İsraillilerin çoğunluğu yedek eğitimini ve savaş seferberliğini ortak hayat beklentilerinin bir parçası sayıyorlardı. Bu beklentiler öylesine yaygındı ki, anne babalara kaç çocukları olduğunda kimi zaman, örneğin "Üç asker yetiştiriyoruz." diyorlardı.
Arap-İsrail çatışmasında İsrail'in etkin silahlı kuvvetleri bir dış politika aracı olarak kullanılıyordu. Ben-Gurion döneminde silahlı kuvvetler, resmi İsrail düşüncesi olan misilleme doktrininde kavramlaşmıştı. Kimi zaman 'Ben-Gurionizm' olarak adlandırılan bu doktrin, Arap rejimlerinin İsrail'in varlığına karşı olmaları nedeniyle ancak İsrail'in askeri gücünün sık sık hatırlatılmasının gerekeceği temeline dayanmaktaydı. Ben-Gurionizmin temel ilkesi, İsrail'e karşı yönelik her Arap saldırısına, hareketin kendisiyle orantılı olmayan, daha büyük bir güçle karşılık verilmesiydi. 1950'lerde başlatılan bu politika daha sonraki yıllarda İsrail'in silah gücüyle diplomasisinin başlıca aracı olmuştur. Ben-Gurionizmin en aşırı örneği, 1955 Şubat ayında Gazze Şeridi'ndeki Mısır mevzilerine yapılan İsrail saldırısında 38 Mısırlının öldürülmesi ve Mısır'ın askeri zayıflığının ortaya çıkmasıdır. Bu olay Arap liderlerini barış istemeye zorlayacağı yerde İsrail'in yayılmacı emeller beslediğine inandırmıştı ve bunu önlemenin yolu da ancak gelişmiş silah elde etmekle mümkün olabilirdi. Gazze Şeridi baskınından sonraki birkaç ay içinde Abdülnasır, Çek-Sovyet silah anlaşmasını yaptı ve böylece Soğuk Savaş, Ortadoğu'ya gelmiş oldu.
İsrail, 1950'lerin başında uluslararası dış politikasını geliştirirken ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki küresel rekabette bir tarafsızlık politikası benimsedi. Ancak Soğuk Savaş'ın Ortadoğu'nun tamamına yayılması ve Sovyetler Birliği'nin silah sağlayarak Arap devletleriyle ilişkilerini sıklaştırması üzerine, İsrail de Batı yanlısı bir politika izleyerek özellikle ABD'yle ilişkilere ağırlık verdi. İki ülke arasındaki bağlar daha ilk baştan çok yakındı ve Haziran Savaşı'ndan sonra daha da arttı. O savaşta İsrail'in olağanüstü askeri performansı üzerine Amerikalı politikacılar, İsrail'i ABD'nin, Ortadoğu politikası için muhtemel bir stratejik değer olarak gördüler. Başkan Johnson ve Nixon yönetimleri İsrail'e gelişmiş silah sevkiyatını arttırdılar ve ABD ekonomik ve askeri yardımını 1968'de 77 milyon dolardan 1975'te 693 milyon dolara çıkardılar. Bu politikanın ardındaki mantık iki katlıydı: Birincisi, ABD, İsrail'in mutlak askeri üstünlüğünün Arap devletlerini İsrail'e karşı savaşmaktan caydırarak bölgesel istikrara katkıda bulunması; ve ikincisi, ABD'nin, Soğuk Savaş mantığının güçlü bir İsrail'i Sovyetler'in Ortadoğu'daki yayılmacı emellerine engel olması. 1970'lerin başında bu politikanın benimsenmesinden bu yana geçen yıllarda ABD beklentilerinin gerçekleştiğini gösteren fazla bir kanıt yoktur: İsrail'in davranışları zaman zaman Amerikan stratejik çıkarlarına ters düşmüş, İsrail'in kendi güvenlik hedefleri için silahlı kuvvetlerini kullanmaya hazır olması bölgede istikrar unsuru olmamış ve Suriye ile Irak, Mısır'ı izleyerek SSCB'yle askeri ortaklıklar kurmuşlardır. Ancak birbiri ardından gelen ABD yönetimleri İsrail'e daha fazla yardım etmeyi sürdürmüşler, Birleşmiş Milletler'de diplomatik destek sağlamışlar ve iki ülke arasındaki 'özel ilişki'yi daha derinleştirmişlerdir. Bu ilişki resmen bir ittifak anlaşmasına bağlanmış değilse de, ABD politikasının temel bir unsurudur.
1977 SEÇİMLERİ : İSRAİL GEÇİŞ DÖNEMİNDE
1967'den 1977'ye kadar olan on yılda birbiriyle yakından ilişkili iki unsur birleşerek, İsrail siyasal planları ve milli önceliklerinde önemli bir değişiklik yarattılar. Birincisi, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin süregelen işgalinin İsrail ve Filistin toplumları üzerindeki etkisiydi. Bundan söz edeceğiz. Birincisinin mümkün kıldığı ikinci unsur da, 1977 Mayıs'ında yapılan İsrail seçimlerinin sürpriz sonucudur.
'Sefaradların isyanı' ya da 'İsrail'in deprem seçimleri' olarak adlandırılan bu seçimler, İsrail'de siyasal güç dengesini derinden ve önemli ölçüde değişikliğe uğratmıştır. 1948'den beri var olan durum değişmiş, seçmenler ortanın sağına, Likud blokuna ve lideri Menahem Begin'e güvenerek hükümet kurma görevini onlara vermişlerdi. İsrail'in yeni başbakanı revizyonist Siyonizmin savunucusu ve 1943'ten 1948'e kadar aşırı milliyetçi terör örgütü Irgun'un lideriydi. İsrail devleti kurulduktan ve Irgun dağıtıldıktan sonra Begin, küçük aşırı milliyetçi Herut partisinin sözcüsü olarak Knesset'e (İsrail'in yasama meclisi) seçilmişti. Şeria nehrinin iki yakasında Büyük İsrail'in kurulmasını isteyen Herut, yıllarca İsrail politikasının en ucunda militan bir parti olarak kaldı. Ancak 1974'te daha merkezci partilerle siyasal koalisyona girerek tabanını genişletti. 1977'deki seçim zaferi Menahem Begin'i İsrail'deki siyasal gücünün zirvesine getirdi.
Begin'in seçilmesi büyük ölçüde İsrail toplumunun dışında tutulan Sefaradlardan aldığı destekten kaynaklanıyordu. Mapai'nin 1968'de iki küçük partiyle birleştikten sonra dönüştüğü İşçi Partisi'nin de Likud'un zaferine katkısı oldu. Otuz yıla yakın iktidarda kalan İşçi Partisi, artık yolsuzluk ve kayırmacılıkla suçlanan durgun ve bürokratik bir parti haline gelmişti. İsrail halkı değişiklik zamanının geldiğine inanıyordu.
Begin ile Likud'un seçilmesinin toplumsal ve siyasal etkisi o kadar büyüktü ki, bazı tarihçiler 1977'den günümüze kadar olan döneme 'ikinci İsrail' adını vermişlerdir. Begin yılları (1977-1983) İsrail tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu dönemde manda ve ilk devlet dönemlerine hakim olan laik sosyalist Siyonizmin yerini dini militanlık rüzgarı almıştır. Begin bu dini yeniden yükselme havasını yaratmamış, ama ona uyum sağlayıp kendi siyasal gündemini uygulama amacında onu kullanmıştır. Bu gündem öncelikle Altı Gün Savaşı'nda işgal edilen toprakların elde tutulması meselesine odaklanıyordu.
1948'DEN SONRA FİLİSTİN
Filistin Diaspora topluluğu
1948-1949'da Arap nüfusun Filistin'in İsrail sınırlan içinde kalan kısımlarından toplu göçü, çok büyük çaplı bir mülteci sorunu yaratmıştı. 1950'de Birleşmiş Milletler'den yardım almak için 960 bin Filistinlinin kaydı yapılırken, doğal nüfus artışı ve Altı Gün Savaşı/Haziran Savaşı'nın meydana getirdiği yer değiştirmeler sonunda mülteci sayısı 1.3 milyona yükseldi. Mülteciler Lübnan, Ürdün, Suriye ve Gazze Şeridi'nde bulunan derme çatma kamplarda kalıyorlardı. Kampların sürekli olması amaçlanmamış, mülteci sorununun çözümü, geçici barınaklar olarak düşünülmüştü.. O sıralarda çözüm, mültecilerin kaçtıkları yerlere dönüş olarak görülmekteydi. Ancak 1948'den sonra İsrail hükümetinin eylemleri bunu imkansız duruma getirdi. 1948 ila 1951 yılları arası 600 bin kişiyi aşan bir Yahudi göçüyle karşı karşıya kalan İsrailli yetkililer, boş Filistin köylerini, kentlerdeki boş binaları ve çiftlik arazilerini alarak yeni gelenleri buralara yerleştirdiler. Filistin toprak ve gayrimenkullerinin İsrail ekonomisine dahil edilmesi, İsrail'in Filistinlilerin geri dönmelerini düşünmelerini imkansız kıldı.
Yerlerinden atılmış ve yoksul Filistinli mültecilerin kamp yaşantısının sefil koşullarına uymaktan başka çareleri yoktu. Varlıklılar, akrabaları veya meslekleri olanlar diğer Arap ülkelerine, Avrupa'ya ve Kuzey Amerika'ya gitmeyi başarmışlardı. Örneğin Filistinliler, Körfez ülkelerinde petrol üreten ülkelerin genişleyen ekonomilerinde iş buldular ve zamanla işadamlarından, yöneticilerden ve teknokratlar oluşan varlıklı toplumlar oluşturdular. Ancak mültecilerin çoğu kırsal kesimden geliyorlardı ve her şeylerini geride bırakmışlardı. Onlara da 1950'de kamplar için kurulan Birleşmiş Milletler'den UNRWA kuruluşu bakıyordu. Örgüt, karşısındaki yardım görevinin büyüklüğünün altında ezilmişti. Bütçesi o kadar kısıtlıydı ki, yiyecek, barınak, giyim ve sağlık servisi için kişi başına yılda ancak 27 dolar harcayabiliyordu. Mülteciler çadırlarda ya da tenekeden barakalarda yaşıyorlardı. Kamplar zamanla daha sabit unsurlara kavuştular ve beton blok barakalar, okullar ve birkaç küçük dükkanla köyleri andırmaya başladılar. Ancak bu birimler köye benzeseler de, köy değillerdi; uluslararası sadakalarla yaşayan, çalışma imkanları, özgürlükleri ve gelecekleri bulunmayan insanların aşağılayıcı barınaklarıydı.
Mültecilerin çoğunun bu durumu arzulamadıkları, bu şekilde yaşamaya zorunlu bırakıldıkları unutulmamalıdır. İsrail'e dönüşleri yasaklandığı için ev sahibi ülkelerin kendilerine vereceği fırsatlara bağlıydılar. Bu fırsatlar da ülkeden ülkeye değişiyordu. istihdam kısıtlamaları ve hareket özgürlüğü en çok Mısır ve Lübnan'daydı. Örneğin, Gazze Şeridi'nde mülteci olarak kayıtlı olanların Mısır'ın başka yerlerine gitmelerine izin verilmiyordu. Suriye, Irak ve Ürdün'de Filistinlilerin çalışmalarına ve iş yeri açmalarına izin vardı, ama sadece Ürdün kendilerine yurttaşlık hakkı tanıyordu. Ev sahibi ülkelerin ekilebilir toprakları az, niteliksiz işçisi çoktu ve çok sayıda Filistinliyi alamıyorlardı. Ayrıca, Filistinlilerin siyasal faaliyetlerinin İsrail'in misillemesini getireceğinden korkuyorlardı. Bu nedenle Filistinlilere kuşkuyla bakıyorlar, siyasal örgütler kurmalarını yasaklıyorlardı.
Böyle bir durumda kırsal kökenli mültecilerin bağımlılık kısır döngüsünü kırmalarına imkan yoktu. Bazıları mevsimlik tarım işçisi olarak çalışıyor, bir kısmı işportacılık yapıyor, bir kısmı da düşük ücretlerle inşaat sektöründe çalışıyordu. Arap ev sahibi ülkeler onların topraklarında mülteci olarak kalmalarını istemiyor, ama aynı zamanda mülteci statüsünden kurtulmalarına imkan verecek fırsatları tanımıyorlardı. Bu insanların ev sahibi toplumlarla bütünleşmemeleri ve kamplarda tutulmaları, Filistinli kimliklerini canlı tutuyor ve mülteci konumlarının ancak Filistin'e dönmekle sona ereceği fikrini besliyordu.
Ürdün'deki durum diğer ülkelerde olduğundan bir parça farklıydı. Burada Filistinlilere yurttaşlık verilmişti ve pek çoğu Ürdün devlet memuru olarak işe -ve böylece orta sınıf statüsüne- kavuşmuştu. Ürdün'de refaha kavuşanlar, 1948 sonrası Filistinli mülteci burjuvazinin temelini oluşturdular; bunlar duygusal bakımından Filistin'e dönüş idealine bağlıydılar, ama orta sınıf yaşantısına da alışmışlardı.
1948 ile 1967 arasındaki dönemde pek çok Filistinli mülteci geri dönüş umutlarını dış güçlere bağlamışlardı. Beyrut'taki Filistinli aydın grupları Marksizmi, Baasçılığı ve Pan-Arabizmi benimsemişlerdi ve bu doktrinlerin uygulanmasının Arap toplumunu tümden canlandırarak Filistin davasına yardımcı olacağına inanıyorlardı. Bir kısmı Filistin kurtuluşunu gerçekleştirecek kişi olarak Abdülnasır'ı görmekteydi. Ancak bunlar Filistin sorununa Filistinli olmayan çözümlerdi; Filistin'in kurtuluşunu dış Arap rejimlerine ve dış ideolojilere dayandırıyorlardı. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü), Arap Birliği'nin gözetiminde 1964'te kuruldu. Kuruluşu, Arap devletlerinin Filistin direniş faaliyetlerini kısıtlama ve Filistin hareketinin bağımsız olarak yürütülmesini önleme çabasıydı. FKÖ'nün merkezi Kahire'deydi ve burada Nasır'ın güvenlik örgütlerinin yakın gözetimi altındaydı. Arap hükümetleri örgütün başına, Filistin'in eski eşraf ailelerinden bir avukat olan Ahmet Şukeyri'yi getirmişlerdi. FKÖ icra kurulunun üyelerinin çoğu Şukeyri gibi geleneksel Filistin eşrafındandı; mülteci olarak hayatları mülteci kamplarının deneyimlerinden çok uzaktı.
ALTI GÜN SAVAŞI'NIN ETKİSİ
Laik alanda İsrailli Yahudileri, başka yerlerde yaşayan Yahudilerden ayrı olarak damgalayan yeni bir İsrail milli kültürü oluşmuştur. Bu yeni kimliğin en önemli tezahürü, İbranice'nin milli dil olarak kabulüdür. Bu gelişme yüzyılın başında başlamış, Siyonist örgütlerin göçmenlere İbranice öğretip kendi konuştukları dil yerine onu kullanmaları için ikna ettikleri manda dönemi boyunca devam etmiştir. İbranice'nin zaferi kolektif iradenin önemli bir başarısı olunca, dil yeni İsrail milliyetinin en önemli temel taşı haline gelmiştir.
İsrailliler milli kimliklerini kurarken Avrupalı Yahudi geçmişleri ve diasporalarıyla bağlarını kolektif olarak koparmaya çalışmışlardır. Bu uzaklaşmanın bir örneği, geleneksel Yahudi diaspora soyadlarının tümüyle İbranice olanlarıyla değiştirilmesidir. Yeni soyadlarından bazıları Galili (Galileli) ya da Şamir (kaya) araziyi; Peled (çelik) ya da Oz (güç) gibileri kuvvetlilik imajlarını akla getirmektedir. Bunların hepsi, diaspora geçmişinin olumsuz imajlarından kurtulmuş taze İsrail kimliğinin kanıtlarıdır.
Kentlerin görümü de İsrail milli farklılığına katkıda bulunmuştur. İsrail'in en büyük kenti Tel Aviv, bir zamanlar gözde semtlerinin karakteristiği olan orta Avrupalı kent havasının pek azını korumuştur. Şimdi kent Akdeniz ortamında kafe hayatı, kalabalık plajları, İsrail milli yemeği haline gelen Arap yemeği falalel satan dükkanlarıyla bir kıyı metropolü olmuştur. İsrail senfoni orkestrası, milli basketbol takımı ve Kudüs İbrani Üniversitesi, yeni İsrail milli kültürünün kurumlandır -Yahudi ama aynı zamanda kesin olarak İsraillidirler.
2. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğusu'nda laik milli kimliğin yeni sembollerinin bilinçli olarak yaratılması sadece İsrail'e özgü değildi. Ancak yeni doğan laik kültür, dini yasaların bir Yahudi Devleti'nin oluşmasında oynaması gereken rol konusunda tarihi inançla çekişmekteydi. Bu konuda Nadav Safran'ın görüşü şöyledir:
"Din ile devlet arasındaki ilişki sorunu, Yahudi tarihi ve ülkenin daha yakın geçmişinin İsrail'e bıraktığı herhalde en karmaşık, en can sıkıcı ve patlaması en muhtemel sorundur."
Bu sorun, Siyonist hareketi içinde var olan çok farklı beklentilerin olması ve bunların sonra İsrail politikası ve Yahudilerin kendini tanımlama alanına taşınması nedeniyle büyük problemler yaratmıştır. Bazı Siyonistler Yahudi milletinin ortaya çıkışından sonra dinin devletten ayrılacağı bir siyasal kültür geliştireceğine inanıyorlardı. Diğerleriyse, Torah'ın kutsal yasalarının devlet ve toplum için rehber olacağı bir Yahudi milleti yaratma hayali içindeydiler; onlara kalırsa, İsrail din açısından olduğu kadar uygulamada da Yahudi olacaktı. Çoğu İsrailli bu ikisinin arasında bir orta yolu seçiyordu, ama Yahudi dini kurumunun kararlılığı ve Siyonizmin doğası gereği bunu elde etmek güçtü.
Siyasal Siyonizm, bir Yahudi devletinin dünyanın bütün Yahudileri adına yurt olacağı ilkesi üzerine kurulmuştu. Dünyadaki bütün Yahudilere İsrail'e göç hakkı veren ve yeni devletin temel ilkelerinden biri olan Dönüş Yasası'yla (1950) bu amaç gerçekleşti. Dönüş Yasası, Siyonizm tarihi içinde bir mantığa sahipse de, 'Yahudi kimdir?' gibi cevabı güç sorulara da yol açtı. Bir kişinin Yahudiliğini devlet içindeki hangi kurum doğrulayacaktı?
Holokost'tan canlı çıkıp "Dönüş Yasası" ile İsrail'e gelen Yahudiler. Hayfa, 1950. |
Dini hukuk bütün kamu hayatını mı düzenleyecekti? Bu konularda karar verme hakkı çekişmesinde, dini yasaların daha geniş çaplı uygulanmasını savunanlar pek çok zafer kazandılar. Örneğin, 1953'te dini mahkemeler devletin resmi adli sisteminin parçası olarak kabul edildi ve kişisel statü (evlilik, boşanma, vasiyetnamelerin onaylanması ve kimin Yahudi olduğuna karar verme) konularında yetki sahibi oldular. Dini mahkemeler yargıçların eğitimi ve atanmasını da üstlenen Yüksek Din Konseyi'nin denetimi altındaydı. Hem konsey hem de dini mahkemeler tamamen ortodoks din kurumu kontrolündeydi ve dini yasaların devletin yasası olduğu kamu hayatı alanında Yahudi yasalarını oldukça katı bir şekilde yorumluyordu. Yahudiliğin diğer iki dalı olan Muhafazakarlar ve Reformcuların İsrail'de ortodoks (Ortodoks Yahudilik. "Ortodoks", bir hıristiyan mezhebi olarak kast edilmemiştir. (bkz: ortodoks yahudilik) cemaatten daha fazla taraftarı olmasına rağmen, onların hahamları pek çok temel dini töreni yapamıyorlardı. Bu yüzden, İsrail'de sadece ortodoks hahamlar tarafından kıyılan nikahlar yasal sayılıyordu. Yine bunun gibi, İsrail içinde Yahudi dinine geçmek ancak ortodoks dini çerçevesi içinde yapıldığı takdirde kabul görmekteydi. İsraillilerin ancak üçte biri ortodoks pratikleri yerine getirdikleri halde, ortodoks hahamlık kurumu bütün nüfusu ilgilendiren en hassas kişisel durumlar konusunda karar verme yetkisine sahipti.
Devletin dini temeli aynca, İsrail'in Yahudi olmayan toplumlarına (ki bunlar Müslümanlar ve Hıristiyan Araplardır) kişisel konularda kendi yasalarına uyma hakkını vermekteydi. Bu, gerçekte, adli konularda yeniden kurulmuş olan Osmanlı millet sistemiydi. Ancak kimlik kartlarında milliyet hanesinde 'İsrailli' değil, ya 'Yahudi' ya da 'Arap' yazıyordu. Bu durumda milliyet, Yahudi İsrailliler için belirli bir din, İsrailli Araplar için de belirli bir etnik gruptu ki, bu etnisite onları Yahudi olmayanlar olarak ayırmaktaydı.
Yahudi din kurumunun etkisi milli hayatın başka alanlarında da kendini gösteriyordu. Şahat günü kentler arası kamu taşımacılığı duruyor, lokanta ve eğlence yerlerinin çoğu kapanıyor, milli havayolları çalışmıyor ve belediye otobüs servisleri sınırlı hizmet veriyordu. Otobüslerin hiç çalışmadığı Batı Kudüs'te, Şabat'a Tel Aviv ya da Hayfa'dan daha sıkı uyuluyordu. Kudüs'ün dini mahallelerinden bazılarında yollar trafiğe kapatılıyor, sakinleri yoldan geçen arabaları taşlıyorlardı. Ayrıca, askerler dahil bütün kamu kurumlarında koşer yasalarına uygun yemek çıkarılıyordu. Eğitim alanında devlet hem laik hem dini okulları finanse ediyordu; anne babalar çocuklarının nasıl bir eğitim alacağına kendileri karar verebiliyorlardı.
İsrail nüfusu içinde bir azınlığın kendi dini kimlik programının önemli bölümlerini toplumun tamamında uygulamasına imkan veren unsurlardan en göze çarpanı, ülkenin çok partili sistemi ve bunun da koalisyon hükümetlerini gerekli kılmasıydı. İsrail'in oluşma yıllarında hükümetlerin kurulması için genellikle küçük dini partiler blokuna ihtiyaç vardı ve bunlar hakim Mapai Partisi'nden bir dizi ödün koparmışlardı. Kuşağının pek çok Siyonist lideri gibi Ben-Gurion da, din ile devletin zamanı gelince ayrılacağından emindi ve dini partilere verdiği ödünlerin uzun vadeli etkileri olacağına inanmıyordu. Ancak Ben-Gurion'un yıllar boyunca verdiği ödünler, İsrail kamu hayatında dinin rolünü kurumsallaştıran yasalara dönüştü. İsrail toplumu içinde kalıcı, bölücü ve yoğun siyasal gerilimler yarattı.
GÜVENLİK VE DIŞ İLİŞKİLER
İsrail Hava Kuvvetleri Akademisi'nin ilk mezunlarına brövelerini takan David Ben-Gurion |
Arap-İsrail çatışmasında İsrail'in etkin silahlı kuvvetleri bir dış politika aracı olarak kullanılıyordu. Ben-Gurion döneminde silahlı kuvvetler, resmi İsrail düşüncesi olan misilleme doktrininde kavramlaşmıştı. Kimi zaman 'Ben-Gurionizm' olarak adlandırılan bu doktrin, Arap rejimlerinin İsrail'in varlığına karşı olmaları nedeniyle ancak İsrail'in askeri gücünün sık sık hatırlatılmasının gerekeceği temeline dayanmaktaydı. Ben-Gurionizmin temel ilkesi, İsrail'e karşı yönelik her Arap saldırısına, hareketin kendisiyle orantılı olmayan, daha büyük bir güçle karşılık verilmesiydi. 1950'lerde başlatılan bu politika daha sonraki yıllarda İsrail'in silah gücüyle diplomasisinin başlıca aracı olmuştur. Ben-Gurionizmin en aşırı örneği, 1955 Şubat ayında Gazze Şeridi'ndeki Mısır mevzilerine yapılan İsrail saldırısında 38 Mısırlının öldürülmesi ve Mısır'ın askeri zayıflığının ortaya çıkmasıdır. Bu olay Arap liderlerini barış istemeye zorlayacağı yerde İsrail'in yayılmacı emeller beslediğine inandırmıştı ve bunu önlemenin yolu da ancak gelişmiş silah elde etmekle mümkün olabilirdi. Gazze Şeridi baskınından sonraki birkaç ay içinde Abdülnasır, Çek-Sovyet silah anlaşmasını yaptı ve böylece Soğuk Savaş, Ortadoğu'ya gelmiş oldu.
İsrail, 1950'lerin başında uluslararası dış politikasını geliştirirken ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki küresel rekabette bir tarafsızlık politikası benimsedi. Ancak Soğuk Savaş'ın Ortadoğu'nun tamamına yayılması ve Sovyetler Birliği'nin silah sağlayarak Arap devletleriyle ilişkilerini sıklaştırması üzerine, İsrail de Batı yanlısı bir politika izleyerek özellikle ABD'yle ilişkilere ağırlık verdi. İki ülke arasındaki bağlar daha ilk baştan çok yakındı ve Haziran Savaşı'ndan sonra daha da arttı. O savaşta İsrail'in olağanüstü askeri performansı üzerine Amerikalı politikacılar, İsrail'i ABD'nin, Ortadoğu politikası için muhtemel bir stratejik değer olarak gördüler. Başkan Johnson ve Nixon yönetimleri İsrail'e gelişmiş silah sevkiyatını arttırdılar ve ABD ekonomik ve askeri yardımını 1968'de 77 milyon dolardan 1975'te 693 milyon dolara çıkardılar. Bu politikanın ardındaki mantık iki katlıydı: Birincisi, ABD, İsrail'in mutlak askeri üstünlüğünün Arap devletlerini İsrail'e karşı savaşmaktan caydırarak bölgesel istikrara katkıda bulunması; ve ikincisi, ABD'nin, Soğuk Savaş mantığının güçlü bir İsrail'i Sovyetler'in Ortadoğu'daki yayılmacı emellerine engel olması. 1970'lerin başında bu politikanın benimsenmesinden bu yana geçen yıllarda ABD beklentilerinin gerçekleştiğini gösteren fazla bir kanıt yoktur: İsrail'in davranışları zaman zaman Amerikan stratejik çıkarlarına ters düşmüş, İsrail'in kendi güvenlik hedefleri için silahlı kuvvetlerini kullanmaya hazır olması bölgede istikrar unsuru olmamış ve Suriye ile Irak, Mısır'ı izleyerek SSCB'yle askeri ortaklıklar kurmuşlardır. Ancak birbiri ardından gelen ABD yönetimleri İsrail'e daha fazla yardım etmeyi sürdürmüşler, Birleşmiş Milletler'de diplomatik destek sağlamışlar ve iki ülke arasındaki 'özel ilişki'yi daha derinleştirmişlerdir. Bu ilişki resmen bir ittifak anlaşmasına bağlanmış değilse de, ABD politikasının temel bir unsurudur.
1977 SEÇİMLERİ : İSRAİL GEÇİŞ DÖNEMİNDE
1967'den 1977'ye kadar olan on yılda birbiriyle yakından ilişkili iki unsur birleşerek, İsrail siyasal planları ve milli önceliklerinde önemli bir değişiklik yarattılar. Birincisi, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin süregelen işgalinin İsrail ve Filistin toplumları üzerindeki etkisiydi. Bundan söz edeceğiz. Birincisinin mümkün kıldığı ikinci unsur da, 1977 Mayıs'ında yapılan İsrail seçimlerinin sürpriz sonucudur.
'Sefaradların isyanı' ya da 'İsrail'in deprem seçimleri' olarak adlandırılan bu seçimler, İsrail'de siyasal güç dengesini derinden ve önemli ölçüde değişikliğe uğratmıştır. 1948'den beri var olan durum değişmiş, seçmenler ortanın sağına, Likud blokuna ve lideri Menahem Begin'e güvenerek hükümet kurma görevini onlara vermişlerdi. İsrail'in yeni başbakanı revizyonist Siyonizmin savunucusu ve 1943'ten 1948'e kadar aşırı milliyetçi terör örgütü Irgun'un lideriydi. İsrail devleti kurulduktan ve Irgun dağıtıldıktan sonra Begin, küçük aşırı milliyetçi Herut partisinin sözcüsü olarak Knesset'e (İsrail'in yasama meclisi) seçilmişti. Şeria nehrinin iki yakasında Büyük İsrail'in kurulmasını isteyen Herut, yıllarca İsrail politikasının en ucunda militan bir parti olarak kaldı. Ancak 1974'te daha merkezci partilerle siyasal koalisyona girerek tabanını genişletti. 1977'deki seçim zaferi Menahem Begin'i İsrail'deki siyasal gücünün zirvesine getirdi.
Begin'in seçilmesi büyük ölçüde İsrail toplumunun dışında tutulan Sefaradlardan aldığı destekten kaynaklanıyordu. Mapai'nin 1968'de iki küçük partiyle birleştikten sonra dönüştüğü İşçi Partisi'nin de Likud'un zaferine katkısı oldu. Otuz yıla yakın iktidarda kalan İşçi Partisi, artık yolsuzluk ve kayırmacılıkla suçlanan durgun ve bürokratik bir parti haline gelmişti. İsrail halkı değişiklik zamanının geldiğine inanıyordu.
Begin ile Likud'un seçilmesinin toplumsal ve siyasal etkisi o kadar büyüktü ki, bazı tarihçiler 1977'den günümüze kadar olan döneme 'ikinci İsrail' adını vermişlerdir. Begin yılları (1977-1983) İsrail tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu dönemde manda ve ilk devlet dönemlerine hakim olan laik sosyalist Siyonizmin yerini dini militanlık rüzgarı almıştır. Begin bu dini yeniden yükselme havasını yaratmamış, ama ona uyum sağlayıp kendi siyasal gündemini uygulama amacında onu kullanmıştır. Bu gündem öncelikle Altı Gün Savaşı'nda işgal edilen toprakların elde tutulması meselesine odaklanıyordu.
1948'DEN SONRA FİLİSTİN
Filistinli Mülteciler, 1948. |
1948-1949'da Arap nüfusun Filistin'in İsrail sınırlan içinde kalan kısımlarından toplu göçü, çok büyük çaplı bir mülteci sorunu yaratmıştı. 1950'de Birleşmiş Milletler'den yardım almak için 960 bin Filistinlinin kaydı yapılırken, doğal nüfus artışı ve Altı Gün Savaşı/Haziran Savaşı'nın meydana getirdiği yer değiştirmeler sonunda mülteci sayısı 1.3 milyona yükseldi. Mülteciler Lübnan, Ürdün, Suriye ve Gazze Şeridi'nde bulunan derme çatma kamplarda kalıyorlardı. Kampların sürekli olması amaçlanmamış, mülteci sorununun çözümü, geçici barınaklar olarak düşünülmüştü.. O sıralarda çözüm, mültecilerin kaçtıkları yerlere dönüş olarak görülmekteydi. Ancak 1948'den sonra İsrail hükümetinin eylemleri bunu imkansız duruma getirdi. 1948 ila 1951 yılları arası 600 bin kişiyi aşan bir Yahudi göçüyle karşı karşıya kalan İsrailli yetkililer, boş Filistin köylerini, kentlerdeki boş binaları ve çiftlik arazilerini alarak yeni gelenleri buralara yerleştirdiler. Filistin toprak ve gayrimenkullerinin İsrail ekonomisine dahil edilmesi, İsrail'in Filistinlilerin geri dönmelerini düşünmelerini imkansız kıldı.
Yerlerinden atılmış ve yoksul Filistinli mültecilerin kamp yaşantısının sefil koşullarına uymaktan başka çareleri yoktu. Varlıklılar, akrabaları veya meslekleri olanlar diğer Arap ülkelerine, Avrupa'ya ve Kuzey Amerika'ya gitmeyi başarmışlardı. Örneğin Filistinliler, Körfez ülkelerinde petrol üreten ülkelerin genişleyen ekonomilerinde iş buldular ve zamanla işadamlarından, yöneticilerden ve teknokratlar oluşan varlıklı toplumlar oluşturdular. Ancak mültecilerin çoğu kırsal kesimden geliyorlardı ve her şeylerini geride bırakmışlardı. Onlara da 1950'de kamplar için kurulan Birleşmiş Milletler'den UNRWA kuruluşu bakıyordu. Örgüt, karşısındaki yardım görevinin büyüklüğünün altında ezilmişti. Bütçesi o kadar kısıtlıydı ki, yiyecek, barınak, giyim ve sağlık servisi için kişi başına yılda ancak 27 dolar harcayabiliyordu. Mülteciler çadırlarda ya da tenekeden barakalarda yaşıyorlardı. Kamplar zamanla daha sabit unsurlara kavuştular ve beton blok barakalar, okullar ve birkaç küçük dükkanla köyleri andırmaya başladılar. Ancak bu birimler köye benzeseler de, köy değillerdi; uluslararası sadakalarla yaşayan, çalışma imkanları, özgürlükleri ve gelecekleri bulunmayan insanların aşağılayıcı barınaklarıydı.
Mültecilerin çoğunun bu durumu arzulamadıkları, bu şekilde yaşamaya zorunlu bırakıldıkları unutulmamalıdır. İsrail'e dönüşleri yasaklandığı için ev sahibi ülkelerin kendilerine vereceği fırsatlara bağlıydılar. Bu fırsatlar da ülkeden ülkeye değişiyordu. istihdam kısıtlamaları ve hareket özgürlüğü en çok Mısır ve Lübnan'daydı. Örneğin, Gazze Şeridi'nde mülteci olarak kayıtlı olanların Mısır'ın başka yerlerine gitmelerine izin verilmiyordu. Suriye, Irak ve Ürdün'de Filistinlilerin çalışmalarına ve iş yeri açmalarına izin vardı, ama sadece Ürdün kendilerine yurttaşlık hakkı tanıyordu. Ev sahibi ülkelerin ekilebilir toprakları az, niteliksiz işçisi çoktu ve çok sayıda Filistinliyi alamıyorlardı. Ayrıca, Filistinlilerin siyasal faaliyetlerinin İsrail'in misillemesini getireceğinden korkuyorlardı. Bu nedenle Filistinlilere kuşkuyla bakıyorlar, siyasal örgütler kurmalarını yasaklıyorlardı.
Böyle bir durumda kırsal kökenli mültecilerin bağımlılık kısır döngüsünü kırmalarına imkan yoktu. Bazıları mevsimlik tarım işçisi olarak çalışıyor, bir kısmı işportacılık yapıyor, bir kısmı da düşük ücretlerle inşaat sektöründe çalışıyordu. Arap ev sahibi ülkeler onların topraklarında mülteci olarak kalmalarını istemiyor, ama aynı zamanda mülteci statüsünden kurtulmalarına imkan verecek fırsatları tanımıyorlardı. Bu insanların ev sahibi toplumlarla bütünleşmemeleri ve kamplarda tutulmaları, Filistinli kimliklerini canlı tutuyor ve mülteci konumlarının ancak Filistin'e dönmekle sona ereceği fikrini besliyordu.
Ürdün'deki durum diğer ülkelerde olduğundan bir parça farklıydı. Burada Filistinlilere yurttaşlık verilmişti ve pek çoğu Ürdün devlet memuru olarak işe -ve böylece orta sınıf statüsüne- kavuşmuştu. Ürdün'de refaha kavuşanlar, 1948 sonrası Filistinli mülteci burjuvazinin temelini oluşturdular; bunlar duygusal bakımından Filistin'e dönüş idealine bağlıydılar, ama orta sınıf yaşantısına da alışmışlardı.
1948 ile 1967 arasındaki dönemde pek çok Filistinli mülteci geri dönüş umutlarını dış güçlere bağlamışlardı. Beyrut'taki Filistinli aydın grupları Marksizmi, Baasçılığı ve Pan-Arabizmi benimsemişlerdi ve bu doktrinlerin uygulanmasının Arap toplumunu tümden canlandırarak Filistin davasına yardımcı olacağına inanıyorlardı. Bir kısmı Filistin kurtuluşunu gerçekleştirecek kişi olarak Abdülnasır'ı görmekteydi. Ancak bunlar Filistin sorununa Filistinli olmayan çözümlerdi; Filistin'in kurtuluşunu dış Arap rejimlerine ve dış ideolojilere dayandırıyorlardı. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü), Arap Birliği'nin gözetiminde 1964'te kuruldu. Kuruluşu, Arap devletlerinin Filistin direniş faaliyetlerini kısıtlama ve Filistin hareketinin bağımsız olarak yürütülmesini önleme çabasıydı. FKÖ'nün merkezi Kahire'deydi ve burada Nasır'ın güvenlik örgütlerinin yakın gözetimi altındaydı. Arap hükümetleri örgütün başına, Filistin'in eski eşraf ailelerinden bir avukat olan Ahmet Şukeyri'yi getirmişlerdi. FKÖ icra kurulunun üyelerinin çoğu Şukeyri gibi geleneksel Filistin eşrafındandı; mülteci olarak hayatları mülteci kamplarının deneyimlerinden çok uzaktı.
ALTI GÜN SAVAŞI'NIN ETKİSİ
Altı Gün Savaşı, Filistinlilerin durumunu ve davranışlarını büyük ölçüde değiştirdi. Arap devletleri Filistin'i kurtarmak bir yana, Filistin topraklarının bir kısmını daha İsrail'e kaptırmışlardı. Arap liderliğinden düş kırıklığına uğrayan Filistinli militan gruplar, anavatanlarının kurtarma sorumluluğunun kendilerine düştüğüne karar verdiler. 1967 Arap yenilgisi FKÖ'nun Kahire temelli bir bürokratik eşraf grubundan, İsrail'e karşı silahlı mücadeleye adanmış bağımsız direniş örgütüne dönüşmesini sağlayan katalizör olmuştur.
Haziran Savaşı'nın akabinde pek çok küçük Filistin gerilla örgütü, Gazze Şeridi ve Ürdün'de faaliyete koyuldular. Bunlardan en önemlisi, Yaser Arafat'ın liderliğindeki El-Fetih'ti. El-Fetih 1950'lerin sonlarında Kuveyt'te çalışan üniversite mezunu genç bir Filistinliler grubu tarafından kurulmuştu. Grup 1967'den sonra harekat alanını Ürdün'e taşıdı ve orada gerilla gruplarına katılmak isteyen Filistinli gençleri saflarına katarak eğitip kullanmakta çok başarılı oldu. El-Fetih bağımsız komando örgütlerinin en güçlüsü olarak ortaya çıktı ve Arafat 1969'da FKÖ icra komitesine seçildi. FKÖ bir tek birim değil, otoritesi altında çeşitli ve çoğunlukla da bölünmüş direniş örgütlerinin bir arada yaşadıkları şemsiye örgüttü. En büyük grubun başı olarak Arafat, 1969'dan şimdiye (2003) kadar başkanlığını onaylayan koalisyonlar kurabildi. Arafat ile El-Fetih'in yıllar boyu gösterdiği kesin etki göz önüne alındığında, onların cazibesi ve kalıcılıklarının kaynaklarının gözden geçirilmesi doğru olur.
"Gönlümdeki mezarsın ey Kudüs!" sözleriyle tanınan, El-Fetih'in kurucusu, Yaser Arafat.El-Fetih'in kurucularından biri ve 1969'dan beri FKÖ'nün başkanı olan Arafat, hiziplere bölünmüş bir direniş örgütünün lideri olarak kalma becerisini gösteren az kişiden biriydi |
El-Fetih, kurulduğu günden başlayarak Filistin milliyetçiliğini her şeyin üstünde tutan bir ideoloji benimsemiştir. Örgütün kurucuları Filistin davasını komünizm, Baasçılık ya da Arapçılık gibi doktrinlere bağlamamaya dikkat etmişlerdir. Filistin anavatanını yeniden elde etme hedefini vurgulamışlar ve modern direniş hareketini 1936-1939 ayaklanması gibi tarihsel Filistin olaylarıyla ilişkilendirmişlerdir. Böylece El-Fetih/FKÖ liderliği, Filistin boyutunu Arap-İsrail çatışmasına yerleştirmeyi ve bir Filistin milli kimliği oluşturmayı başarmıştır. Bugün sokağa çıkıp herhangi birine sorduğunuzda, "Arap" yerine, Filistin'de yaşayanlara "Filistinli" denmesi bunun en büyük kanıtıdır.
El-Fetih Filistin'i geri alma mücadelesinde silahlı direnişin gerekliliğini de kabul etmişti. El-Fetih/FKÖ tutumunda başka bir değişmez öğe de, BM'nin 242 sayılı kararının kabul edilmemesiydi. Bu ret iki düşünceye dayanıyordu: Birincisi, karar İsrail'in var olma hakkını tanıyordu; ikincisi, Filistinlilerden milli -yurt hakkı olan bir halk olarak değil-, sadece bir mülteci sorunu olarak söz etmekteydi. Yıllar boyunca İsrail'in güçlü olması gerçeği FKÖ'nün durumunda bazı değişiklikler oluşturdu. 1974'te Filistin'in tamamını kurtarma hedefi, yerini Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nden oluşan bir Filistin devletinin kurulması hedefine bıraktı. Bu yeni tutum İsrail'in var olma hakkını doğrudan doğruya değilse de, üstü kapalı olarak kabul ediyordu. Sonunda 1988'de FKÖ 242 sayılı kararı onayladı ve İsrail'i 1967 öncesi sınırlarıyla tanıdı.
FKÖ'nün Filistin Milli Kuruluş Belgesi'nde, yeni Filistin bütün manda Filistin topraklarından oluşacak ve demokratik, bütün dinlerin kabul edileceği ve eşit statülerde olacağı bir devlet olarak tanımlandı. Kısacası, belge İsrail'in Yahudi karakterini reddediyordu. Öyleyse, İsraillilerin bu belgeyi kendileri açısından tehdit edici bulmalarını ve onu FKÖ'nün İsrail devletini yıkmak amacında olduğu iddialarını desteklemek için kullanmalarına şaşmamak gerekir.
FKÖ içinde El-Fetih blokunun hep önemli sayılmasının bir sebebi de sürekli bir liderliğe sahip olmasıydı. Ölümlere ve saf değiştirmelere rağmen 1950'lerde grubu kuranlardan dördü, 1980'lerin başında hala FKÖ merkezindeydiler, diğer eski üyeler de El-Fetih icra kurulunda yer alıyorlardı. Çoğu 1948 göçünde bulunmuşlardı ve mülteci hayatının ayrıntılarını ilk elden tecrübe etmişlerdi. Kamplardan kurtulacak yetenek ve hırsları olmuştu ve 1960'ların ortasında El-Fetih faaliyetlerine katılanların biri dışında hepsi üniversite mezunuydu. Örneğin Arafat (1929 doğumlu) Kahire Üniversitesi'nden mühendis olarak mezun olmuş ve okurken Filistin Öğrenci Birliği'nin kurulmasında rol oynamıştı. Arafat ve arkadaşlarının yetişkin hayatlarının büyük kısmı işgal edilmiş Filistin davasına hizmete adanmış ve Filistin toplumu içinde kendilerine geleneksel eşrafta eksik olan güvenilirliği sağlamıştı. Gerçekten de, 1969'da El-Fetih FKÖ'nü devraldığında, Filistin liderliği son defa eşraftan yeni militan gruba geçmiş oldu.
El-Fetih, FKÖ içindeki tek grup değildi. Diğer gruplar arasında Filistin Kurtuluş Demokratik Cephesi (FKDC) ve Filistin Kurtuluşu Halk Cephesi (FKHC), El-Fetih/FKÖ'nün tutumuna karşıydılar. Bunlar El-Fetih'in siyasal hakimiyetini ciddi olarak tehdit etmemişlerse de, talimatlarına kulak asmamak ve bağımsız eylemler yapmakla FKÖ'yü zaman zaman güç duruma düşürüyorlardı. FKHC, 1950'lerin sonunda ve 1960'ların başında Beyrut'ta aktif olan Nasır yanlısı bir örgütten doğmuştu. Başında Filistinli Hıristiyan doktor George Habaş'ın bulunduğu örgüt, Filistin hareketini El-Fetih'den ziyade Arap dünyasındaki toplumsal devrim davasına bağlamıştı. Yine bir Hıristiyan olan Nayif Favatmah'ın liderliğindeki FKDC ise, siyasal duruş bakımından El-Fetih'in solundaydı. FKDC'ye göre, Filistin hareketinin başlıca aktörleri ve en çok yarar görecekler işçilerle köylüler olacaktı.
FKÖ 1970'lerde bir sürgün hükümeti nitelikleri kazandıkça Filistinlilere toplumsal hizmet sağlayan karmaşık bir komiteler ağı geliştirdi. FKÖ, mülteci kamplarında okul ve sağlık klinikleri işletiyor, Lübnan'da bir kuruluşta çeşitli üretim faaliyetleri yürütüyordu. Ayrıca, Filistin halkının meşru temsilcisi olarak kabul görmek için diplomatik girişimlerde bulunmaktaydı. Arap dünyasında bu hedefine 1974'te Rabat'ta toplanan bir Arap zirvesinde ulaştı ve Filistinlilerin tek temsilcisi olarak tanındı. Aynı yıl Arafat, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda konuştu ve FKÖ'ye gözlemci statüsü. verildi. Fransa 1975'te Paris'te bir FKÖ istihbarat bürosunun açılmasına izin verdi, çok geçmeden diğer Batı Avrupa devletleri de onu izlediler. Avusturya 1980'de bu gelişmeyi bir adım ileri götürerek FKÖ'ye tam diplomatik tanımayı kabul etti. FKÖ başka yerlerdeki diplomatik başarılarına rağmen ABD tarafından 1988'e kadar tanınmamıştı.
BİR OPERASYON ÜSSÜ ELDE EDEMEME : KARA EYLÜL, 1970
Haziran Savaşı'nın ardından gerilla örgütlerinin ortaya çıkması, Filistin davasının Filistinlilerin kendi eylemleriyle canlı tutulduğunun kanıtıydı. Binlerce genç Filistinli mülteci kamplarının sefaletinden, bir zamanlar Nasırcılığın temsil ettiği havayla örgütlere katılarak kurtulmayı umuyorlardı. Komandolar kendi durumlarına uygun bir kahramanlık modeli arayışında, kararlı bir milliyetçi direnişin imkansız koşulları bile alt edebileceğine örnek olarak Cezayir'in Fransa'ya karşı 1954-1962 ayaklanmasını gösteriyorlardı. Ancak Filistin direnişi, Cezayir ya da diğer başarılı milli kurtuluş hareketlerinden çok daha farklı koşullarda sürdürülmekteydi. Filistinliler kurtarmayı umdukları toprakların dışındaydılar. Bu yüzden, İsrail'e sınır komşusu Arap devletlerinden birinde bir operasyon üssüne ihtiyaçları vardı. Ancak bu ülkelerin hükümetlerinin İsrail'e karşı bağımsız olarak askeri harekat düzenlemeye kararlı gerilla çetelerini iyi karşılamaları beklenemezdi.
Komandoların bağımsız bir operasyon üssü kurma istekleri ile kurulu hükümetin iç otoritesini sağlama ihtiyacı arasındaki çatışma en ciddi olarak Ürdün'de görüldü. Ülkede 1967 sonrasında gerilla örgütlerinin çoğalması, Kral Hüseyin'e doğrudan bir meydan okumaydı. 1970 yılı geldiğinde komandolar kralın otoritesi dışında hareket ediyorlar, mülteci kamplarında kendi idari ağlarını kuruyorlar, örgütleri sanki Ürdün devletinin yetki alanı dışındaymış gibi İsrail'e baskınlar düzenleyerek İsrail misillemelerine neden oluyorlardı. FKHC, Eylül ayında dört sivil uçağı kaçırıp, üçünü Ürdün'ün 'kurtarılmış bölge' adını verdikleri yerine indirince gerginlik patlama noktasına geldi. Ürdün ordusunun çaresizce bakışları altında FKHC, müdahale edildiği takdirde uçakları havaya uçuracağını ve rehineleri öldüreceğini bildirdi. FKHC'nin hükümetten bağımsız olduğunu böylece ilan etmesi, Kral Hüseyin'i iki tatsız seçenek karşısında bırakmıştı: Ya gerillalarının gücünü kıracak, ya da otoritesi aşınacak ve krallığı herhalde Filistinlilerin eline geçecekti. Kral daha önce de yaptığı gibi tahtını korumaya karar verdi.
Ürdün ordusu 15 Eylül 1970'te asayişi sağlama emri aldı. Böylece Kara Eylül olarak adlandırılan on günlük harekat başladı ve Ürdün ordusunun tamamı ülkedeki Filistinlilerin üstüne sürüldü. Sivil ve silahlı gerilla aynını yapmayan Ürdün askerleri, Amman içindeki ve dışındaki mülteci kamplarını bombaladılar ve komando gruplarını ülke içinde insafsızca kovaladılar. 25 Eylül'de ateşkes imzalandığında 3 binden fazla Filistinli öldürülmüştü. Kara Eylül olayları, Filistinlilere Ortadoğu'da ne kadar tecrit edilmiş bir durumda olduklarını anlattı; istenmedikleri tek ülke İsrail değildi.
Kara Eylül'ü izleyen yıllarda Filistinli örgütleri, Ortadoğu'daki hedeflerini elde etmek amacıyla uluslararası terörizme başvururken FKÖ de merkezini Lübnan'a taşıdı. 1970'li yılların başında kimi FKÖ üyesi olan, kimi olmayan Filistinli gruplar, bir dizi uçak kaçırma, havaalanı katliamı ve İsrail'e intihar saldırıları düzenlediler. Bu eylemlerden en ünlüsü, 1972 Münih Olimpiyatları'nda İsrail olimpiyat ekibinin rehin alınması ve kurtarma girişimi sırasında öldürülmesiydi. Bu arada İsrail hükümeti de, Avrupa ve Beyrut'ta Filistinli liderlere karşı operasyonlar düzenlediler; sık sık gerçekleştirdikleri baskınlarda Ürdün ve Lübnan'da onlarca insanı öldürdüler.
Ürdün Ordusu'na teslim olan FKÖ üyeleri. |
FKÖ bu sırada Kara Eylül'den sonra kendisine gelmiş ve Lübnan'a yerleşmeye başlamıştı. Bundan da söz edeceğiz.
İSRAİL VE İŞGAL ALTINDAKİ TOPRAKLARDAKİ FİLİSTİNLİ MÜLTECİLER
Filistinli mülteciler arasındaki eylemci gruplar silahlı direnişi sürdürürler ve İsrail dışında yardım grupları kurarlarken, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki Filistinli halk, hayat tarzını kontrol altında tutan ve gelişmesine yön veren İsrail işgal rejimi altında yaşamaktaydı. Batı Şeria 2.270 mil kareydi ve 1967'de 596 bin Filistinli Arabı barındırıyordu. Gazze Şeridi sadece 140 mil kareydi ama çoğu mülteci olarak 350 bin Filistinli nüfusu vardı. İsrail'in bu topraklan ele geçirmekteki başarıları, İsrail yetkililerine bu topraklar ve sakinleriyle nasıl başa çıkacakları sorunlarını da getirmişti. İsrail ordusu güvenlik sebebiyle bu toprakların bir kısmını elinde tutmak istiyordu. Zamanın resmi İsrail siyasal çevreleri, işgal edilen topraklarının büyük kısmının Arap devletleriyle barış karşılığında iade edileceğine inanmaktaydılar. Ancak Yahudi dini örgütleri bu toprakları -özellikle de eski Tevrat adlarıyla andıkları Yahudiye ve Samariye olan Bati Şeria'yı-tarihi İsrail toprağı olarak görüyorlar ve İsrail'in bu bölgeleri Yahudi halkı adına ellerinde tutmaları gerektiğini iddia ediyorlardı. Ancak topraklar elde tutulacaksa Arap sakinlerine nasıl davranılacaktı? Onlara İsrail yurttaşlığı vermek, devletin Yahudi karakterini bulandıracaktı ve Araplar zamanla yüksek doğum oranlarıyla İsrail nüfusunun çoğunluğunu oluşturacaklardı. Diğer yandan, onlara yurttaşlık vermemek, bu insanların temel insan haklarından yoksun olarak sürekli işgal altında tutulmaları demekti.
İsrail hükümetleri bu konularda kesin bir karar vermek yerine, 1967'den 1977'ye kadar Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni askeri işgal atında tuttular ve Şeria nehri boyunca stratejik önem taşıyan sınır bölgelerinde mütevazı bir yerleşme politikası uyguladılar. İsrail, Arap Doğu Kudüs'ü 1967'de ilhak etmişse de, İsrail hükümeti henüz işgal edilmiş topraklarının tamamının elde tutulması politikasını benimsemediğinden, bölgenin barışa karşı iade edilebileceğini iddia ediyordu. 1977'de Begin ve Likud blokunun seçilmesiyle bu taviz tartışmaları devreden çıkarıldı.
Likud'un iktidara gelmesi dini yerleşimcilerin hareketiyle eş zamanlıydı. Bu hareket Begin'de, işgal edilmiş toprakların ilhakına yatkın bir başbakan bulmuştu. Begin iktidarda olduğu yıllarda bu toprakların elde tutulmasını İsrail politikasının en öncelikli meselesi saydı ve yerleşim faaliyetlerini benimseyen örgütlerin hükümette ve toplumda etki sahibi olmalarına izin verdi. Begin'in stratejisinin temelinde Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin her yerinde Yahudi yerleşim birimleri kurulması politikası yatıyordu. O iktidara geldiğinde 3.200 nüfuslu 24 yerleşim birimi vardı; altı yıl sonra istifa ettiğinde yerleşim birimlerinin sayısı 106'ya, yerleşimci sayısı da 28.400'e çıkmıştı. Begin hükümeti, İsraillilerin işgal edilmiş topraklara taşınmasını teşvik etmek için Tel Aviv ve Kudüs'ten gelecekler için bir kentli yerleşim politikası başlattı. Tarımla uğraşmayı sevmeyecek olan beyaz yakalı işçileri Batı Şeria'ya çekmek amacıyla konforlu ve ucuz binalar yapıldı. Begin'in amacı, işgal edilmiş topraklarda gelecekteki hiçbir hükümetin yerinden edemeyeceği geniş bir Yahudi nüfus yerleştirmekti.
1977'den sonra benimsenen yerleşim politikası da, Arap nüfusun yoğun olarak bulunduğu yerleri bölüp tecrit etmekti. Bu taktiğin öncüsü, Guş Emunim (Sadıklar Bloku) adlı militan dini örgütün 1970'lerin ortasında Arapların sahip oldukları topraklarda yasa dışı yerleşim birimleri kurmasıyla başladı. Begin hükümeti Guş Eminum'un faaliyetlerini destekleyip teşvik edince diğer gruplar da Arap merkezlerinde yerleşmeye başladılar. Yerleşim politikası böylece Arap toplumunu izole edilmiş parçalara bölmeyi ve kolektif bir Filistin kimliğinin ortaya çıkmasını önlemeyi hedef aldı.
Yerleşim birimleri için ihtiyaç duyulan arazi çeşitli yollardan elde ediliyordu. işgal edilmiş topraklan yöneten askeri idare, yetkisini kullanarak özel Arap topraklarına güvenlik amacıyla el koyuyordu. Begin hükümeti 1980'de tapulu olmayan ve ekilmemiş arazilerin hükumetin uygun gördüğü şekilde kullanacağı devlet arazileri olarak sınıflandırıldığını ilan etti. Bu önlem Osmanlı, İngiliz ve Ürdün hakimiyetlerinin ardından Batı Şeria'da var olan karmaşık toprak kiracılığı sisteminden yararlanarak, İsrail hükumetine Batı Şeria'da toplam arazinin yüzde 40'ından fazla olan 500 bin dönüme el koyma imkanı tanıdı. Aynca, 1980'lerin başında Gazze Şeridi'nin yüzde 30'u İsrail devletine geçti.
Begin'in ilhak stratejisinin ekonomik yönü, İsrail ekonomisi ile işgal edilmiş toprakların ekonomilerini birleştirme çabasından oluşuyordu. Bu topraklarda yaşayan Filistinliler, İsrail içinde özellikle inşaat sanayinde işçi olarak çalıştırılıyorlardı. Aldıkları ücret ve sosyal yardım İsrail ölçülerine göre azsa da, yaşadıkları yerlerin ölçülerine göre epey yüksekti. Batı Şeria Araplarının ekonomik refahları işgal altında artmıştı, ama bu, Batı Şeria'da yapılan iyileştirmelere değil, İsrail'de kazanılan paraya bağlıydı. Böylece, işgal altındaki toprakların sakinleri maddi refahlarının devamı açısından İsrailli işverenlerin verecekleri işlere bağımlı oldular. İsrail yetkilileri aynı zamanda işgal altındaki bölgelerin kendi bağımsız ekonomik gelişmesini elde etmelerini önleyecek önlemler alıyorlardı. Örneğin, Batı Şeria'dan İsrail'e getirilen bazı tarım ürünlerinden ithalat vergisi alınırken, yine aynı bölgede tarım yapan İsrailliler böylesi bir yaptırımla karşılaşmıyorlardı.
İsrail askeri idaresi, işgal altındaki Filistinlilerin siyasal kontrolünü elde etmek amacıyla yüzlerce eylemciyi hapsediyor veya sürüyor, kalanları da yıldırmaya çalışıyordu. Toplu ceza, ev hapsi ve iş yerlerinin kapatılması, Arap nüfusuna uygulanan cezaların sadece birkaçıydı. Hükürnetin baskıcı politikaları, bazıları adaleti kendi ellerine alan yerleşimcilerin saldırgan eylemleriyle de ağırlaşmaktaydı. İsrail işgalinin belirgin etkisi, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin Arap sakinlerinin morallerinin yıkılması ve radikalleşmeleri olmuştur. Bir yandan topraklarını kaybedeceklerinden ve uluslararası toplumun kendilerini terk etmiş olmasından korkuyorlar, diğer yandan ilhaka tek alternatif olarak direnişi bırakan İsrail hükümetinin politikalarına meydan okuma durumunda kalıyorlardı. Bu koşullar altında, kendileri adına sürekli olarak eylem yapan tek dış örgüt olan FKÖ'ne dönmek zorunda kaldılar. 1970'lerin sonunda FKÖ ile işgal edilmiş topraklar sakinleri arasında bağlar kurulmuş ve Arafat, Arap ülkelerindeki mülteci ve sürgünler kadar Batı Şeria ve Gazze Şeridi Filistinlilerinin de sözcüsü haline gelmişti.
1948-1970 ARASI İSRAİL VE FİLİSTİN OLAYLARINA GENEL BİR BAKIŞ
İsrail'in Ortadoğu'da diplomatik tecride ve İsrail toplumu içindeki gerginliklere, zaman zaman ortaya çıkan çelişkilere rağmen yeni devlet bir kimlik oluşturmayı, istikrarlı bir demokratik siyasal sistem inşa etmeyi, etkili bir askeri güç kurmayı ve bir Yahudi milleti oluşturmayı başarması, benzersiz bir başarı olarak Yahudi yurttaşların sadakatini ve katılımını sağlamaya yetmişti. Ancak 1977'de Menahem Begin'in başbakanlığa seçilmesi, İsrail'i yeni ve önceden kestirilemeyen bir yola soktu: Yeni başlayan hükümet destekli Yahudi dini militanlık, Ben-Gurion ve diğer işçi Siyonizmi kurucularının varsayımlarının sorgulanmasına yol açtı ve İsrail toplumu içinde var olandan daha derin ayrılıklar yarattı. Yahudi devletinin gelecekteki yönünü tayin etmek amacıyla yürütülen yoğun siyasal mücadelede, ultra-milliyetçilik ve kimi zaman bağnazlığa kaçan dini heyecan yükselişe geçti.
1967'den sonra silahlı ve örgütlü bir Filistin dini hareketi, Filistinlilerin kendilerini İsrail gibi tanınmaya layık ayrı bir milli varlık olarak görme duygularını canlandırdı. Yine aynı zamanda Filistin militanlığı, direniş hareketinin dayandığı Arap devletleri arasındaki siyasal bölünmeyi keskinleştirdi. Arap devletlerinin liderleri Filistin davasına desteklerini bildirmelerine rağmen komando örgütlerine sığınak sağlamak istemediler. 1960 ila 1970 yılları arasındaki Ürdün örneği, Filistin eylemcilerinin Arap rejimlerine oluşturduğu tehdidin canlı bir anısı oldu. Ancak Filistinli gerilla örgütlerinin İsrail'e operasyon düzenleyecek güvenli bir üsleri olmadan meşruiyetleri korumaları söz konusu olamazdı. Ürdün'deki Kara Eylül katliamından sonra FKÖ, Lübnan'da kendisine ideal bir sığınak buldu. Ancak sonradan görüleceği gibi Lübnan da umulduğu kadar güvenli bir yer değildi...
FKÖ bu arada işgal altındaki Batı Şeria sakinleri arasında destek sağlamakta başarılı olmuştu. Filistin direnişinin belki de başlıca başarısı, bir Filistinli bilinci yaratmak, İsrail işgal güçlerinin kaba kuvveti karşısında ortadan kalkmayacak denli derin köklere sahip ve temel insan haklarına layık bir Filistinlilik yaratmak olmuştur. Kendi milli kimliklerini keşfederken Filistinlilerin uluslararası toplumu da, Arap-İsrail çatışmasının aslında İsrail ile Filistin halkı arasındaki bir mesele olduğu konusunda bilinçlendirmesi önemlidir. Tartışmaya taraf olan iki ülke, bu temel gerçeği kabul edip farklılıklarını müzakereyi kabul etmedikleri sürece bu çatışmanın bir çözümü bulunmayacaktır.
FİLİSTİN AYAKLANMASI, 1987'DEN 1991'E İNTİFADA
FİLİSTİN AYAKLANMASI, 1987'DEN 1991'E İNTİFADA
İSRAİL POLİTİKALARI VE İŞGAL EDİLMİŞ TOPRAKLAR
1982'de Lübnan'ı işgal etmesinden sonraki on yıl içinde İsrail toplumu, ülkenin siyasal hayatının parçalanmasında kendini gösteren bir kutuplaşma yaşadı. 1984 ve 1988 seçimlerinde siyasal yelpazenin her iki ucundaki küçük partiler, başlıca iki siyasal grup olan işçi ve Likud'a çoğunluk hükümetleri kurmalarına imkan tanımadılar. iki parti bu yüzden iyimserlikle Milli Birlik hükümeti denen, ama aslında siyasal felç durumunu yansıtan hükümetler kurmak zorunda kaldılar.
Milli Birlik hükümetleri işçi ve Likud partilerinin işgal edilmiş topraklar konusunda farklı görüşleriyle bölünmüştü. işçi Partisi toprak uzlaşmasını tercih ederken, Likud Gazze Seridi'nden ve Batı Seria'dan hiçbir fedakarlıkta bulunmak istemiyordu. Likud'un tutumunu, 1986'dan 1992'ye kadar İsrail başbakanı olan lideri İzak Samir temsil etmekteydi. 1915'te Polonya'da doğan Samir, Filistin'e yirmi yaşındayken göç etmiş ve hemen Jabotinsky'nin maksimalist Siyonizm modeline kapılmıştı. 1937'de Irgun'a girmiş, daha sonra Filistinlilere ve İngiliz yetkililere saldırılar düzenleyen terörist örgütü Stern Çetesi'ne katılmıştı. Likud'daki selefi Menahem Begin gibi Samir de, Tevrat İsrail'inin bütün topraklarının Yahudi devleti altında toplanmasını istiyordu. Başbakan olarak Batı Seria ve Gazze Seridi'nde İsrail yerleşim birimlerinin inşasını arttırdı ve toprakların İsrail'e katılmasını hükümet politikası haline getirdi.
Likud hakimiyetindeki 1980'ler hükümetleri, yeni yerleşim birimlerine ilaveten Filistinli sakinlerini tecrit edip boyun eğdirecek önlemler alarak toprakların ilhakının yolunu hazırladılar. İsrail devleti Arap topraklarına el koyma uygulamasını hızlandırdı ve İsrail güvenlik güçleri siyasal eylemci olduklarından kuşkulanılan kişileri sınır dışı ettiler. Filistinlilerin tutuklama emri olmadan tutuklanıp altı ay gözaltında tutulmalarına imkan tanıyan uygulama da daha sık kullanılmaya başlandı. İşgal güçleri Filistinlilerin hayatlarını sayısız şekilde etkilemekteydi: Filistinlilerin kimlik kartı taşımaları ve özel vergiler ödemeleri, en basit bir ruhsat ve iş yeri açma izni almak için bürokratik engeller labirentini aşmaları gerekiyordu; en küçük bir siyasal faaliyet kuşkusuyla tutuklanıyorlar, hapse atılıyorlar ve kimi zaman işkence görüyorlardı. Filistinli bir akademisyen, Likud politikalarının katlamalı etkisini şöyle anlatmaktaydı:
"Doğal hakların reddi ve sert davranışlar, sonunda 'biz işgal altındayız' bilincini uyandırdı. Milli mevcudiyetimiz hedef alınıyordu. Bu anlayış Filistinlilerin bilinçlerine yerleşti ve işgale karşı direniş baş gösterdi. "
Direniş, bir yandan İsrail işgalinin reddi, diğer yandan Filistinli halkın kendi kaderini tayin etme hakkının onayı olarak uzun süreli bir halk ayaklanmasına dönüştü.
YERELLEŞMİŞ BAŞLANGIÇLAR
Filistin ayaklanması ya da intifada, 9 Aralık 1987'de Gazze'de bir İsrail askeri aracının yaptığı kazada 4 Filistinlinin ölmesi ve birçoğunun da yaralanmasıyla başladı. Binlerce Filistinli olayı protesto etmek amacıyla toplandı, İsrail askerleri ateş edip de göstericilerden bazılarını öldürünce bütün Gazze ayaklandı. Birkaç gün sonra Batı Şeria da ayaklandı; binlerce gösterici sapanlar, taşlar ve molotof kokteylleriyle İsrail ordusunun karşısına çıktılar.
İlk birkaç haftada İntifada, işgal edilmiş toprakların huzursuz gençlerinin öfkesiyle beslenen, kendiliğinden patlak vermiş bir isyandı. Ancak hareket ivme kazandıkça Filistin toplumunun bütün katmanlarına yayıldı ve ayaklanmayı koordine etmek üzere bir yeraltı yerel liderliği kuruldu. Birleşik Milli Liderlik (BML) adını alan örgüt, FKÖ'nün belli başlı yerel fraksiyonlarını temsil eden bireylerden oluşmuştu. 1988 Ocak ayından başlayarak BML, genel grevlerden sokak gösterilerine kadar talimat içeren ve sıra numarası taşıyan bildiriler yayınlamaya başladı. Filistinlilerin BML'nin talimatlarını uyguladıkları disiplin, liderlerine olan desteğin ve ayaklanmayı sürdürmekteki kararlılıklarının göstergesiydi.
İntifada'nın hedefleri, bir grup ileri gelen Filistinlinin hazırladığı ve BML tarafından onaylanan on dört maddelik programında açıklanmıştı. Program, İsrail'in yerleşim birimi kurmasına ve Arap topraklarına el koymasına son vermesini, sadece Filistinlilere uygulanan özel vergi ve kısıtlamaların kaldırılmasını istiyordu. Aynca, İsrail FKÖ liderliğinde bağımsız bir Filistin devletini tanıyacaktı. İntifada liderleri bu hedeflerine erişmek için işgali İsrail payına mali yük bindirecek taktikler uyguladılar. Böylece, ayaklanmanın ilk üç yılında Filistinliler genel grev, dükkan kapatma, İsrail vergilerini ödememe gibi bir sivil itaatsizlik kampanyası yürüttüler. Filistinliler aynca İsrail mallarını boykot ederek ve mümkün olduğunda kendilerinin yetiştirdiği ya da yerel olarak üretilen malları tüketerek Gazze Şeridi ile Batı Şeria'yı ekonomik bakımdan kendine yeterli duruma getirmeye çalıştılar. Sivil itaatsizliğin ayrılmaz parçası olan şiddet, genelde sadece kitle gösterileri ve taş atmaktan ibaretti. Filistinliler ayaklanmanın başında silah ve bıçak kullanmama kararını vermişlerdi. Ancak İntifada, 1990'lara gelindiğinde ateş etme ve bıçaklama olaylan artmaya başladı. İntifada'nın tek hedefi İsrailliler değildi. İsrailliler adına muhbir olarak çalışan Filistinlilerden de intikam alınıyordu. Yeraltı mahkemeleri onlarca Filistinliyi ölüme mahkum etmişti ve yerel köylüler de çoğunu döverek öldürmüşlerdi.
Birinci İntifada. |
Birinci İntifada'da Filistinli İsyancılar |
Ayaklanma ivme kazandıkça BML'nin rakibi olan yeni örgütler çıktı; bunların en önemlisi, Arapça kısaltılmış adı Hamas'la tanınan İslami Direniş Hareketi'ydi. Müslüman Kardeşler'in Gazze şubesinin bir kolu olan Hamas 1988'de kuruldu. Liderleri Filistin toplumunun yeni toplumsal katmanını oluşturan ve çoğunluğu kamp kökenli üniversiteli gençlerdi. Yerleşmiş eşraf ailelerini hala içinde barındıran Birleşik Milli Liderliği'ne karşı çıkıp, ayaklanmanın ve ona katılan Filistinlilerin kontrolünü almak istediler.
Laik milliyetçiliğe sahip FKÖ'ye karşılık Hamas, programını ve eylem çağrısını İslami terimler çerçevesine oturtmuştu. 1988 kuruluş belgesinde Hamas, kendini İslamı hayat tarzını benimseyen bir Filistin direniş örgütü olarak tanımlıyordu. Yine kuruluş belgesinde, Filistin toprağı İslami vakıf olarak belirtiliyor ve böylece hiçbir parçası terk edilemez ya da verilemez oluyordu. Bu tanım, Hamas'ın FKÖ tarafından benimsenen iki-devletli çözümü kabulüne imkan bırakmamaktaydı. Hamas yardım dernekleri, İslami ve laik eğitim kurumları ve kontrolündeki camiler aracılığıyla çalışarak, 1990'ların başında yerel FKÖ'ye siyasal bir alternatif olarak ortaya çıktı. Gazze'de yoğun olan destek tabanı, on yılın ikinci yansında Batı Şeria'ya kadar yayıldı.
İsrail hükümeti ayaklanmayı bastırmakta kararlı davranıyordu. Taş atan gençlerin karşısına İsrail askeri çıktı. İsrail askerlerinin silahsız gençlere ateş ederken çekilen görüntüleri televizyonlar tarafından yayınlanınca hem yurt içinde hem yurt dışında İsrail hükümetine yönelik eleştiriler arttı. Ordu geniş çaplı kolektif ceza da uyguluyor, taş attıklarından kuşkulanılan kişilerin evleri yıkılıyor, köylere birkaç gün yirmi dört saat sokağa çıkma yasağı konuyor, elektrik ve su kesiliyor, Batı Şeria'da okullar ve üniversiteler kapatılıyordu. Filistinlilerin ekonomik özerklik kazanmalarını baltalamak için İsrail askerleri ve yerleşimcileri, meyve ve zeytin ağaçlarını kesiyorlar, özel bostanları imha ediyorlardı. Robert Hunter'a göre, İsrail'in kolektif ceza uygulaması lntifada'ya katılımı arttırmıştır. İsrail misillemesi Gazze Şeridi ve Batı Şeria'da bütün Filistinlileri etkilediği için Filistin toplumunu işgale ortak bir muhalefette birleşmeye itmiştir. Ancak bunun bir bedeli vardı: 1990 sonuna kadar ayaklanma 1.025 Filistinlinin ve 56 İsraillinin ölümüne sebebiyet vermişti. 37 binden fazla Arap yaralanmış ve 35 ila 40 bin kişi tutuklanmıştı. Ayaklanmanın yoğunluğu 1990 sonlarında azalmaya başladı. 1992 baharına kadar yer yer devam ettiyse de, ilk iki yıl Filistin toplumunun bütün kesimlerinde görülen işbirliği, İsrail'in karşı önlemleri ve Filistinliler arasındaki iç bölünmeler sonucu sona eriyordu.
İNTİFADA'NIN ULUSLARARASI BOYUTU
İntifada, katlanılamaz yerel koşullara bir tepki olarak yerel Filistinlilerle başlatılmış olup, Tunus'taki FKÖ liderliğinin eseri değildir. Gerçekte İntifada, Batı Şeria ve Gazze Şeridi Filistinlilerinin FKÖ'den ve onun başkanı Yaser Arafat'tan hoşnutsuzluklarının bir ifadesiydi. İşgal altında yaşayan Filistinlilerin gözünde, 1980'lerin Filistin Kurtuluş Örgütü, kendilerinin acılarından ziyade sürgün politikalarıyla uğraşan bir kurumdu. Ancak işgal edilmiş topraklardaki Filistinliler FKÖ'ye karşı düş kırıklığı yaşıyor olsalar bile, onu uluslararası topluluk nezdinde meşru temsilci saymaktaydılar. Ayaklanma başladıktan sonra, dışarıdaki FKÖ ile işgal edilmiş topraklar arasında bağlar yenilendi ve Arafat yeni bir diplomasi turuna çıktı.
Arafat bağımsız bir Filistin devletinin gerçekleşmesi için İsrail'in işgal edilmiş toprakları ilhak etme umudundan vazgeçmesi gerektiğini biliyordu. İsrail'i politikasını değiştirtecek ve görüşmelere zorlayacak tek dış güç ABD'ydi. Ancak Amerika, FKÖ İsrail devletini tanımadıkça bu konuda nüfuzunu kullanmaya yanaşmıyordu. Arafat, İntifada Filistinlileri adına hareket etme baskısı altında FKÖ'nün tutumunu değiştirmeyi başardı. 1988 sonbaharında şu noktaları içeren tarihi bir bildiri yayınladı: FKÖ, İsrail'in devlet olarak var olma hakkını kabul ediyordu; FKÖ terörizmden vazgeçiyor ve BM'nin 242 ve 338 sayılı kararlarının uluslararası bir barış konferansına temel oluşturmasını kabul ediyordu; FKÖ, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulduğunu ilan ediyordu. Arafat'ın programı sözde iki-devlet uzlaşmasını temsil etmekteydi: FKÖ daha önceki Filistin'in tamamının kurtarılması ısrarından vazgeçmişti ve İsrail'in 1967 öncesi sınırları içinde var olma hakkını kabul etmekteydi.
Arafat'ın bildirisinin ardından Tunus'taki Amerikan büyükelçiliğinde bir dizi ABD-FKÖ toplantısı yapıldı. Görüşmelerin amacı, Amerika'nın barış sürecine İsrail ile FKÖ arasına bir aracı olarak girişinin temelini tespit etmekti. Ancak Başbakan Şamir hükümetinin işgal edilmiş toprakların statüsünde herhangi bir değişikliği kabul etmemesi girişimleri baltalamaktaydı. FKÖ içinde marjinal bir grubun İsrail'e baskın düzenlemesi ve böylece Arafat'ın terörizmi reddetmesinin samimiyetine kuşkuya düşürmesi üzerine ABD-FKÖ ilişkilerinin bu aşaması sona erdi. Amerikan başkanı George Bush, İsrail destekçilerinin içerideki baskıları üzerine 1990'da FKÖ'yle görüşmeleri kesti.
Arafat'ın İntifada'ya destek diplomasisi başarısız olmuştu. Amerika'nın İsrail'i etkileyeceğine güvenerek karşılığında bir şey almadan İsrail'in var olma hakkını tanımıştı. 1990 yazında Washington'ın terk ettiği Arafat, hayati bir kararla FKÖ ile Saddam Hüseyin'in rejimi arasında bir temas kurmaya karar verdi.
İNTİFADA'YA GENEL BİR BAKIŞ
1987'de intifadayı başlatan şikayetler, iki olay arasında elli yıl geçmiş olmasına rağmen 1937-1939 Filistin isyanını oluşturanın benzeriydi. Her iki ayaklanma da işgal ve yurdundan atılmaya duyulan öfkenin uzun süreli ifadesiydi. 1930'ların Filistinli Arapları, Yahudi yerleşiminin devam etmesinin kendilerinin Filistin'den kovulmalarıyla sonuçlanmasından korkuyorlardı. Ayaklanmaları, korkularının gerçekleşmesini önleyemedi. 1980'lerin Filistinli Arapları da, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde devam eden Yahudi yerleşimlerinin topraklarını kaybetmelerine ve Filistinlilerin hala çoğunluk oldukları tek bölgede Filistinli milli kimliklerinin ortadan kalmasına yol açmasından korkuyorlardı. Ayaklanmaları işgalin sıkıntılarından kurtulmak ve Filistinli milliyet haklarının tanınması içindi. intifada tam hedefine ulaşmadıysa da, hem Filistinlilere hem de İsraillilere Filistinli milliyetçiliğin ne kadar derinlere kök saldığını göstermeyi başarmıştır.
KÖRFEZ SAVAŞINDAN SONRA İSRAİL-FİLİSTİN İLİŞKİLERİ
İzak Rabin, Bill Clinton ve Yaser Arafat. 1993. |
Arap-İsrail çatışmasının o dönemde bölgesel istikrarsızlığın pek çok kaynaklarından sadece birisi olduğunu ve Oslo barış sürecinin başlatılmasının 1990'larda Ortadoğu'daki tek önemli gelişmeyi temsil etmediğini bilmekteyiz. Ancak barış sürecinin yükselişi ve çöküşü çok önemli bir olaydı.. Süreçte Oslo-1 olarak anılan anlaşma, medyadan uzakta Filistinli ve İsrailli yetkililer arasında yüz yüze yapılmıştı ve açıklanması dünyaya büyük bir sürpriz oldu.
Oslo 1, İsrail ile Arap komşuları arasında ilişkilerin normalleştirilmesine ilave adımlar atılmasını sağladı ki, bunlardan en önemlisi Ürdün ile İsrail arasında karşılıklı birbirlerini tanıma ve barış anlaşmasıydı. Yaser Arafat tekrar Filistin'e döndü ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi'nin küçük bir parçasında tam yetkiyi eline aldı. Ancak Oslo 1 ve onu izleyen anlaşmalar daha karanlık anlar da yaşattı. Bir İsrail Başbakanı, İzak Rabin, bir Yahudi İsrail yurttaşı tarafından öldürüldü (1995) ve böylece İsrail toplumu içinde devletin gelecekteki yönü ve işgal edilmiş topraklardaki rolü konusunda derin ayrılıklar bulunduğu ortaya çıktı. Dışarıdan biri sayılacak olan Arafat da, oluşmakta olan küçük Filistin devletinde kontrolü ele geçirmek için, Hamas liderleri dahil, yerel rakiplerini saf dışı bırakmaya çalışırken Filistin toplumuna benzer bölünmeler yaşattı.
OSLO'YA GİDEN YOL
1991 MADRİD KONFERANSI
Filistin intifadasının İsrail toplumu üzerindeki etkisi, dünyada ABD hakimiyeti ve İsrail'de İşçi Partisi hükümetinin iş başına gelmesi, Filistin-İsrail ilişkilerinde şaşırtıcı bir imkan sağlayan birbirine bağlı gelişmelerdir. Bush yönetimi Körfez Savaşı'nın sonrasında Arap-İsrail çatışmasını çözümlemek amacıyla geniş kapsamlı bir girişim başlattı. Hiç kuşkusuz Washington, Arap koalisyon ortaklarına Irak savaşı biter bitmez konuya el atacağına söz vermişti. Ayrıca, Kuveyt'in kurtarılışının mantığı, yani, "bir halkın işgal edilmeden yaşama hakkının olduğu" İsrail-Filistin sorununun çözümünü aramak için ciddi bir sebepti. Çatışmanın çözümü için önerilen yol, ABD ve Sovyetler Birliği'nin ortak desteğinde toplanacak uluslararası bir barış konferansıydı. Madrid Konferansı somut tartışmalardan ziyade kamuoyuna sunulmuş bir jestti ve daha sonraki olaylar onu arka plana itmiştir. Ancak Madrid'deki toplantının göz ardı edilmemesi gerekir; bu, İsraillilerle Filistinlileri yeni düzeyde bir ilişkiye sokan önemli bir adımdı. İsrail, Filistin topluluğu ve İsrail'in varlığını henüz tanımamış komşu Arap devletleri (Ürdün, Lübnan ve Suriye) temsilcileri barışı konuşmak üzere ilk kez bir araya geliyorlardı. Madrid Konferansı, dikkatleri işgal edilmiş topraklarda yaşayan ve çalışan insanlardan oluşan Filistin heyeti üzerinde de toplamıştı. Heyet üyeleri davalarını büyük bir açıklıkla ve nispeten ılımlı bir tavırla sundular, FKÖ'nün yaşlı liderini siyasal açıdan eskimiş ve işgal edilmiş topraklardaki hayat gerçeklerinden uzak bir insan durumunda gösterdiler.
Aralık 1991 ile 1993 yılı baharı arasında iki heyet, Moskova ve Washington'da da birkaç defa buluştular. Bu Madrid sonrası görüşmelerde 1967'den beri olduğu gibi ana konu, İsrail'in işgal edilmiş topraklardaki yerleşim politikalarıydı. Ancak ABD yönetimi bu defa devam eden yerleşim faaliyetlerine karşı sert bir tutum almıştı.
1990'da, İntifada'nın ortasında ve Körfez Savaşı'nın arifesinde İsrail, işgal edilmiş topraklarda o güne değin yapılan en büyük yerleşim inşaat programını başlattı. Program, Madrid Konferansı sırasında ve sonraki barış görüşmeleri döneminde de devam etti. Bush yönetiminin görüşünce, İsrail'in "kışkırtıcı" eylemleri barış sürecinin başarılı bir sonuca ulaşmasını önleyen başlıca etkendi. İsrail'in Amerika'mn yerleşimleri dondurma isteklerini reddetmesi iki ülkeyi o kadar sert bir tartışmaya soktu ki, sonunda başkan Bush kendisinden daha önce hiçbir ABD başkanının atmadığı adımı attı: İsrail'e Amerikan mali yardımını, İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki yerleşim birimlerini sınırlama istekliliğiyle ilişkilendirdi. Bush'un benimsediği politika yeni değildi; 1967'den beri bütün ABD yönetimleri İsrail'in işgal edilmiş topraklardaki yerleşimine muhalefetlerini dile getirmişti, ancak bu politikayı ilk defa uygulayan Bush oldu.
1992 Şubat ayında ABD'nin, İsrail işgal edilmiş topraklardaki yerleşim birimi inşaatlarını dondurmayı kabul etmediği takdirde İsrail'e verilecek 10 milyar dolarlık kredi garantisini onaylamayacağını bildirmesiyle ABD-İsrail anlaşmazlığı doruğuna çıktı. İsrail başbakanı Şamir inatçıydı ve hükümetinin işgal altındaki topraklara Yahudileri yerleştirme kararından asla vazgeçmeyeceğini söyledi. Şamir'in bu uzlaşmaz tavrı, İsrail'in kuruluşundan beri ABD-İsrail arasındaki en ciddi gerilimi yaratmıştı.
Şamir'in meydan okumasına rağmen İsrail'in uluslararası piyasadan borç alıp, eski Sovyetler Birliği'nden gelen yeni Yahudi dalgasının masrafım karşılamaya ihtiyacı vardı. İsrail kredi bulmadan hem işgal altındaki topraklarda yerleşme politikasını yürütüp hem de Sovyet göçmenlere hazırlanamazdı.
Haziran 1992'de yapılacak İsrail seçimlerinde Şamir'in Likud bloku, eski başbakan İzak Rabin'in liderliğindeki İşçi Partisi'yle karşı karşıya gelmişti. Sert geçen seçim kampanyası sırasında Şamir, Likud'un Büyük İsrail'e bağlılığını belirtirken, Rabin işgal altındaki toprakların geleceği konusunda belirsiz ama uzlaşmacı bir tavır takındı ve ABD'yle ilişkileri düzelteceğine söz verdi. İsrail halkı Şamir'in ideolojik katılığını reddederek Rabin'in İşçi Partisi'ni zafere ulaştırdı ve Filistin'de doğmuş ilk İsrail başbakanını iş başına geçirdi. Seçim sonuçlan ilginç bir tarihi ironi yaratmıştı: o dönemler İsrail ordusunun genelkurmay başkanı Rabin, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni ele geçirdikten tam yirmi beş yıl sonra, İsrail'in aynı toprakları süregelen işgalinden doğan sorunların çözülmesi için halk tarafından görevlendiriliyordu.
Rabin güvercin değildi, ama ABD'yle iyi ilişkiler kuracak önlemleri desteklemeye istekliydi. Hükümeti kurduktan hemen sonra yerleşim inşaatına kısmi bir dondurma getirdi. Bu, Washington'ın istediği tam dondurma önleminden çok uzak bir adımsa da, Bush yönetimini Rabin'in ılımlılığını teşvik etmeye yöneltti. Yeni İsrail başbakanı 1992'de ABD'ye ilk ziyaretini yaptığında, Başkan Bush 10 milyar dolarlık kredi garantisinin yürürlüğe girdiğini bildirdi. Bunu yapmakla Amerika, İsrail'i yerleşim birimlerinde istediği tam dondurmayı elde edemediği halde İsrail'e karşı kozunu bir ölçüde kaybetmiş oluyordu.
İSRAİL VE FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ: 1993 HAMLESİ
Arap ve İsrail heyetleri 1993 yazı sonlarında Washington'da, iki yıl önce Madrid'de başlayan barış görüşmelerinin on birincisinde bir araya geldiler. Müzakereler artık çıkmaza girmişti ve bu toplantıdan bir şey beklenmiyordu. Bu yüzden İsrail hükümeti ve FKÖ temsilcileri arasında gizli bir anlaşmaya varıldığının aniden açıklanması dünyayı şaşkına çevirdi. Beklenmedik oluşu ve içeriği bakımından bu çok çarpıcı bir belgeydi: FKÖ ile İsrail arasında karşılıklı tanıma sağlanıyordu ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi'nde Filistin özerkliğinin temelleri atılıyordu.
İsrail ve FKÖ yetkililerini 1993 bahar ve yazında Oslo'da bir araya getiren gizli toplantılar, normal diplomatik kanalların dışında yürütülmekteydi. Bir Norveç araştırma enstitüsünün müdürü işgal altındaki topraklarda araştırmalar yaparken, önemli Filistinlilerle İsrail hükümet yetkililerinin FKÖ ile İsrail arasında doğrudan görüşme yapma fikrine yatkın olduklarını görmüştü. Durumdan haberdar edilen Norveç hükümeti, gizli müzakerelere yer sağlamaya hazır olduğunu bildirmişti ve her iki taraf da bu daveti kabul etmişlerdi. Bu belirsiz başlangıçtan, Ortadoğu'nun siyasal çehresini değiştirme potansiyeli olan anlaşmalar çıkmıştı. İki tarafı bulundukları konumdan böylesine sert bir dönüş yapmalarına iten sebeplerse çeşitli unsurların birleşmesiydi.
1991 Körfez Savaşı'nın ardından FKÖ, siyasal ve ekonomik bakımdan dağınıklık dönemine girmişti. Paraları tükendikçe örgüt bürolarını ve kültür merkezlerini kapatmak, çok sayıda çalışanını işten çıkarmak zorunda kalıyordu. Yaser Arafat'ın Irak'a yönelmesi örgüte çok pahalıya mal olmuş ve liderliğinin eleştirisine yol açmıştı. İşgal altındaki topraklarda ve özellikle Gazze Şeridi'nde FKÖ'nün siyasal öncelik iddiası yine Hamas'ın tehdidi altındaydı. Hamas'ın üstün konuma geçmesinden korkan FKÖ liderleri, hakimiyetlerini korumanın bir yolu olarak İsrail'le müzakereleri görmekteydiler. FKÖ'yü İsrail'le doğrudan müzakerelere iten başka bir sebep, ABD hükümetinin tavrıydı. Başkan Bill Clinton'ın yeni yönetimi iç işleriyle uğraşmaktaydı, İsrail yanlısıydı ve Başkan Bush gibi İsrail'i ödün vermeye zorlamaya istekli görünmüyordu.
Halk desteği azalan, mali tabanı kötüye giden ve kayıtsız bir ABD yönetimiyle karşı karşıya kalan FKÖ liderleri, örgütün şanını diriltecek ve konumlarını sağlama alacak diplomatik bir zafere ihtiyaç duyuyorlardı. Onlar ve özellikle Arafat, yıllarca süren reddiyeciliğin ve aşırı taleplerin bir Filistin devletinin kuruluşunu gerçekleştiremediğinin farkındaydılar; Norveç toplantıları belki de kendi kuşaklarının çabalarından bir şeyler kurtaracakları son fırsattı -çıkacak sonuç, daha önce istediklerinin daha azına sahip olmaları anlamına gelse bile.
Yeni İsrail hükümeti açısından sonsuz şiddet ve işgal ihtimali kabul edilebilir bir şey değildi. İntifada, İsrail halkına, diğer Arap Devletlerinden bağımsız olarak Filistin milliyetçiliğinin derinliğini göstermiş ve pek çok İsraillinin ilk kez işgalin baskıcı yönlerini kavramalarına sebep olmuştu. Başbakan Rabin ılımlı bir barış platformuyla seçilmişti, ama başbakanlıkta ilk yılını Hamas sempatizanı Filistinli direniş örgütlerini bastırmakla geçirmişti. Bölgedeki diğer İslami muhalefet gruplarına olan bağlarıyla Hamas'ın giderek güçlenmesi, İsrailli liderleri kaygılandırıyor ve Hamas'ın gücünü aldığı huzursuzluğu ortadan kaldırmasının bir yolu olarak FKÖ'yle görüşmeleri düşünmeye itiyordu.
Oslo yakınlarındaki ormanlarda varılan iki anlaşmanın geçmişte benzeri yoktu. Birincisinde, İsrail FKÖ'yü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıyordu ve FKÖ de, İsrail'in barış ve güvenlik içinde var olma hakkını tanıyor, şiddet ve terörü kınıyor, FKÖ kuruluş belgesindeki İsrail devletinin ortadan kaldırılmasını isteyen maddeleri çıkartacağını taahhüt ediyordu.
Resmen Filistin Özerkliği Üzerine ilkeler Deklarasyonu adını taşıyan, ama kısaca Oslo 1 diye anılan ikinci anlaşma, işgal altındaki topraklarda geçici bir Filistin özerkliği için beş yıllık bir program öngörmekteydi. Anlaşma süresinde İsrail genel egemenliğini sürdürecekse de, dönem çeşitli aşamalara bölünmüştü ve bunlardan her birinde Filistinlilere giderek artan idari sorumluluk verilecekti. ilk aşamada İsrail askerleri Gazze Şeridi'nden ve Batı Şeria'da Eriha'dan çekileceklerdi ve Filistin yetkilileri iki bölgenin kontrolünü hemen ele alacaklardı. Bundan sonraki aşamada seçilmiş bir Filistin Meclisi, bütün Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde eğitim, sağlık, sosyal yardım, turizm, kültür işleri ve doğrudan vergilendirme sorumluluğunu üstlenecekti. Aynı zamanda İsrail silahlı kuvvetleri de Batı Şeria'nın meskun bölgelerinin dışına çekilecekti; İsrail askerleri yerleşim birimlerindeki İsrail yerleşimcilerinin güvenliğinden sorumlu olmaya devam edeceklerdi. Oslo I'in bir barış anlaşması olmayıp, kademe kademe nihai bir barış anlaşmasına götürecek bir ara anlaşma olduğu belirtilmelidir. Kısacası, FKÖ nihai yerleşimin unsurlarının ne olacağı konusunda herhangi bir ön anlaşma olmadan ara anlaşmalar fikrini kabul etmişti. Böylece, bütün Oslo sürecinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ima edilmişse de, her iki 1993 belgesinde böyle bir devlet özellikle belirtilmiş değildir. İsrail sadece FKÖ'yü Filistinlilerin meşru temsilcisi olarak kabul ediyor ve onunla görüşmeye rıza gösteriyordu. FKÖ ise İsrail'in var olma hakkını tam olarak tanımıştı.
O zaman belirlenen programa göre, ara müzakereler 1998'de tamamlanacak ve BM Güvenlik Konseyi'nin 242 ve 338 sayılı kararlarına dayanan sürekli bir anlaşma yapılacaktı. Fakat Oslo I'deki pek çok tarihe olduğu gibi buna da uyulmadı.
Deklarasyon pek çok önemli konuyu ara müzakerelere bırakmıştı ki, bunların arasında Doğu Kudüs ve İsrail yerleşim birimleri, ülke dışında yaşayan Filistinli mültecilerin gelecekteki statüleri ve Filistin egemenliği sorunu vardı. Gelecekteki bütün sert pazarlıklara rağmen İsrail ile Filistinlilerin doğrudan müzakerelerle barış içinde bir arada yaşamaya doğru büyük adım attıkları söylenebilirdi.
İki taraf son dakika ayrıntıları üzerinde çalışırken dünyanın geri kalanı onlara yetişmeye çabalıyorlardı. Norveç müzakerelerinin dışında bırakılmalarından rahatsız olmalarına rağmen Arap liderler teklifi onaylamışlardı. ABD gafil avlanmışsa da, Başkan Clinton ülkesinin moral ve mali desteğini vaat etti ve FKÖ'yle yeniden resmi ilişki kurmaya razı oldu.
13 Eylül 1993 günü İsrail ve FKÖ liderleri, Beyaz Saray bahçesinde birkaç hafta önce hayal bile edilemeyecek bir törene katıldılar. İzak Rabin kürsüye çıkınca eski bir asker olarak anlaşmadan pek de rahat olmadığını söyledi. Ancak daha sonra duruma uygun sözcükler bularak, "Bu kadar kan ve gözyaşı yeter, yeter!" dedi. ABD'ye girişi o kadar uzun zamandır yasak olan Yaser Arafat, Beyaz Saray'ın önünde durmuş, anlaşmanın yeni bir barış ve eşit haklar dönemi başlatacağı umudunu ifade ediyordu; sonra İsrail halkına hitap ederek, İsrail için en büyük güvenlik garantisinin Filistin egemenliği ve Filistinlilerdeki adaletsizlik duygusunun kaldırılması olacağını söyledi. Konuşmaların ardından iki eski düşman FKÖ lideri Arafat ile İsrail başbakanı Rabin el sıkıştılar.
Anlaşmayı İmzalayan İzak Rabin. |
OSLO BARIŞI'NIN ÜMİT VEREN İLK DÖNEMİ
İleri gelen İsrailli ve Filistinlilerin Oslo I'e şiddetli muhalefetlerine rağmen, imza törenini izleyen iki yıl içinde bir anlaşmaya doğru ivme sağlandı. İki tarafın karşılaştığı güçlük, 1993 anlaşmalarının genel ilkeleri ve belirsiz yönlendirmesine bazı ayrıntıları yerleştirme gerekliliğiydi. Bu güçlüğe 1994'te ekonomik ilişkiler ve idari yetkinin Gazze Şeridi ve Eriha'da İsrail'den Filistinlilere devredilmesi konusunda imzalanan iki anlaşmayla kısmen çare bulunmuştu. Oslo I'in başarılı olmasının en önemli şartı, özerk bir Filistin yönetiminin kurulmasıydı. Her iki taraf da böyle bir otoritenin başında Arafat ile FKÖ'nün bulunacağını biliyorlardı. İsrailliler için bu, kendi devletlerinin ortadan kaldırılmasıyla ilişkilendirdikleri bir kişi ve örgütün Filistin'e dönmelerine izin vermek demekti. Devrin iyimserlik havası içinde bu çekinceler bir yana bırakıldı ve Yaser Arafat 1994 Temmuz ayında Gazze'ye yerleşerek idari bir yapı kurmaya başladı. 1994 sonbaharında İsrail ile Ürdün bir barış ve karşılıklı tanıma anlaşması imzaladıklarında ve başkan Clinton, Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad'ı İsrail'le görüşmelere başlatma umuduyla Suriye'yi ziyaret ettiğinde, Oslo l'in geniş bölgesel etkisi iyice gözler önüne serildi. Arap-İsrail çatışmasının çözümü artık çok yakın görünüyordu. Ama gerçekten öyle miydi?
Oslo 1'in ardından geçen iki yılın son anlaşması 1995 Eylül ayında imzalandı. Anlaşma ondan önceki anlaşmaların mantıksal sonucu gibi görünse de, aşağıda takip edilecek diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında barış sürecine muhalefetin pekişmesinde kilit rolü oynamıştır. Resmen Ara Anlaşması olarak bilinen ama daha çok Oslo II diye adlandırılan 1995 belgesinde, gayet uzun ayrıntılarıyla (belge 350 sayfaydı) İsrail'in Batı Şeria'da askeri bakımdan yeniden konuşlanma aşamaları, iktidarın Filistin sivil yönetimine nasıl geçeceği ve diğer uzun ve kısa vadeli konular yer almaktaydı. Ancak en çok eleştiriyi alan, yeniden konuşlanma ve Filistin yönetimine getirilen kısıtlamalar oldu. Oslo II, Batı Şeria'yı üç bölgeye ayırıyor, her birinden İsrail savunma güçlerinin nasıl çekileceğini sıralıyordu. Ancak iktidar devri bölgeden bölgeye değişecekti. Sonuçta Filistin yönetimi, A Bölgesi'nde Batı Şeria'nın yüzde 3'ünün doğrudan kontrolünü alacaktı; B Bölgesi'nde yani toprağın yüzde 24'ünde İsrail'le kontrolü paylaşacak ve bazı belediye görevleri üstlenecekti; İsrail bütün Batı Şeria'nın yüzde 74'ünü oluşturan ve 145 yerleşim biriminin bulunduğu C Bölgesi'nin kontrolünü elinde bulundurmaya devam edecekti.
Oslo II'ye göre toprak dağılımı. |
Oslo barış sürecinin başında Filistinlilerin Arafat'a ve anlaşmalara yönelik eleştirileri, sorunun barışçı bir çözüm vaat eder gibi görünmesi karşısında fazla önemsenmemişti. Ancak Oslo II'nin maddeleri ve haritaları, FKÖ'nün zayıf noktadan pazarlığa girdiğini ve zayıfların barışından başka bir şey alamadığını artık gözlerden saklayamazdı. Oslo I'i ve taşıdığı umudu alkışlayan Filistinliler nezdinde Oslo II, Filistin devletinin tanınmasından ziyade Batı Şeria'da Filistin bölgeleri yaratılmasına doğru bir adım gibi geliyor ve giderek daha fazla Filistinli muhalif gruplara yaklaşıyordu.
OSLO SÜRECİNİN SORUNLARI: İKİ PERSPEKTİF
Filistin tarafı: Beyaz Saray, Arap ve İsrail liderlerini görüşmelerinin son aşamasında ağırlarken bile Filistinliler, İsrail askeri işgalinin, topraklarının alınmasının ve yerleşimcilerin şiddet eylemlerinin sert gerçeklerinin ıstırabını çekmekteydiler. Barış süreci devam ederken Rabin yerleşim birimleri inşaatı üzerindeki yasağı kaldırmış ve İsrail 1993 ile 1995 yılları arasında Batı Şeria'da Filistinlilerin sahip oldukları toprakların 20 bin dönümüne el koymuştu. Bu el konan topraklardan bir kısmı gayet pahalı bir ara yollar sistemine döndürülmüştü ve Batı Şeria'daki İsrailliler, İsrail'deki büyük kentlere işgal altındaki toprakların Arap sakinleriyle karşılaşmadan gidebilme imkanına kavuşmuşlardı. Bu yollar köyleri hinterlandlarından keserek Batı Şeria Filistinlilerini daha da bölmüştü.
Yaser Arafat'ı başarılı bir sürgünde direniş lideri kılan nitelikler, kendisini aynı derecede yetenekli bir sivil idareci yapmaya yetmediğinden bir Filistin özerk yönetiminin kurulması bile düş kırıklığı yaratmıştı. Arafat 1994'te Gazze'ye geldiği anda Filistin Yönetimi (FY) karar verme sürecini tekeline almaya çalışmıştı. Arafat, muhalif grupların oluşma ihtimalini önlemek için FY'nin üst kademelerine Tunus'taki eski FKÖ sürgünlerinden kendisine sadık olanları getirmişti. Yerel Filistin seçkinlerinden İntifada'daki rolleri nedeniyle sivrilenler ve Filistin halkının ihtiyaç ve emellerine duyarlı olanlar büyük ölçüde karar verme sürecinin dışında bırakılmışlardı. Sonuç olarak, yerel Filistinlilerin 'Tunuslular' diye adlandırdığı dışarıdan gelenler ile yerleşik seçkinler arasındaki giderek tırmanan bir gerginlik başlamış oldu.
Bu durum 1996'da bir Filistin meclisinin seçilmesiyle de pek değişmedi. İşgal altındaki topraklardaki Filistinliler 88 temsilci ve FY başkanı için oylarını kullandılar. Yerel muhalif adaylardan bazıları seçildiyse de, Arafat taraftarları rahat bir çoğunluk sağladılar ve Arafat başkan seçildi. Arafat ondan sonra gayet karmaşık bir güvenlik hiyerarşisi tarafından desteklenen otoriter bir rejim kurmaya girişti. 40 bin kişiden oluşan ve üniformalı başkanlık muhafızlarından sıradan polislere kadar uzanan yedi ayrı güvenlik servisi rejimi destekliyordu. Bunlar keyfi tutuklamalar, zalim sorgulama yöntemleri ve basına sansür uygulayarak Arafat'ın rakiplerini susturdular. Filistinliler FY'nin İsrail işgal güçleri kadar baskıcı olduğunu düşünmeye başladılar.
İşgal altındaki topraklardaki 1993'ten sonra bozulan ekonomi Filistinlileri barış anlaşmalarından iyice soğuttu. Barış süreci bir ekonomik refah dönemi başlatacağı yerde yoksulluğu arttırmıştı. Kişi başına düşen gelir hızla düşerken bütün tasarruflar erimişti; 1990'ların sonu geldiğinde Filistin'in ekonomik durumu, İsrail işgalinde olduğundan çok daha kötüydü. Bu kısmen İsrail'in terörist eylemlerine misilleme olarak bazı bölgelerle bağlantıyı kesmesi ve böylece Filistinlilerin İsrail emek pazarına geçişlerini önlemesinden kaynaklanıyordu. Arafat'ın çevresindeki yolsuzluklar da ekonomik hastalığa katkıda bulunmaktaydı. Tunus'tan gelen FKÖ liderleri arasında karaborsacılık ve temel maddelerde tekelcilik yaygındı. FY'ne gelen yabancı yardımlar üzerinde tek tasarruf sahibi Arafat'tı ve parayı altyapı inşasına kaydıracağı yerde kendi güvenlik kuvvetlerine ve bürokrasinin yüksek kademelerine harcıyordu. İşgal altındaki topraklarda ekonomik sıkıntıların baskıcı yükü arttıkça Filistinliler de barış süreci ve Arafat'ın tek adam idaresinden düş kırıklığına sürüklenmeye başlamışlardı.
Filistin Yönetimi'nin doğurduğu bu soğumadan tek karlı çıkan Hamas'tı. Hamas liderleri Oslo 1 imzalandığı anda ona karşı çıkmaya yemin etmişlerdi. Muhalefetleri Hamas'ın kuruluş belgesinde yer almıştı. Eğer Filistin bölünmez bir İslam toprağı olarak tanımlanıyorsa, o zaman onun bir kısmı üzerinde İsrail egemenliğini kabul etmek, Hamas'ın ülkeyi İslami yönetim altına sokma ilkesine ihanetti. İşgal altındaki topraklarda güç ve kaynak mücadelesinin daha maddi bir düzeyindeyse Hamas liderliği, Arafat'ın Filistin Yönetimi'ni almasından ve dışarıdan gelen FKÖ'lülerin yüksek mevkilere atanmasından rahatsızdılar. Dışarıdan gelenlerin Hamas üyelerinin İntifada sırasında yaptıkları "fedakarlıkların" semeresini yediklerine inanıyorlardı. Filistin toplumunun pek çok kesiminde paylaşılan bu duygu, Hamas'ın Arafat ve 'Tunuslular'a" karşı meşru muhalefet olarak durumunu güçleştirmesini sağladı. Hamas'ın kökleri Filistinlilerin İsrail işgalinde yaşadıkları sıkıntılar ve yoksulluk arasında atılmıştı ve sosyal yardım faaliyetleriyle FY bakanlıklarından daha çok ilgilenmekteydi.
Hamas'ın Oslo barış sürecini tanımaması, en aşırı durumunda büyük kentlerde İsrail sivillerine karşı intihar bombacılarının eylemlerinde görülüyordu. 1994 sonlarıyla 1995 başlarında bir dizi eylemde onlarca İsrailli öldürüldü. Bombalamaların amacı, İsrail kamuoyunu Rabin'e ve İşçi Partisi hükümetine karşı çevirerek barış görüşmelerini sabote etmekti.
Arafat'ın rejimi Hamas'la ilişkilerinde özellikle zayıftı. İsrail'in bombalamalara tepkisi, Arafat'a FY kontrolündeki bölgelerde daha sert güvenlik önlemleri alması için baskı yapmak oldu; Batı Kudüs ve Tel Aviv caddelerini korumak için polisini Gazze gecekondu mahallelerine yerleştirmesi isteniyordu. İsrail, Hamas militanlarını frenleyemediği takdirde Arafat'ın barış sürecinde güvenilmez bir ortak olacağını ve görüşmelere son verileceğini bildirdi. Kısacası, İsrail Arafat'ın zaten olmak istediği otoriter kişi haline gelmesini teşvik ediyordu. Ancak Arafat, İsrail isteklerini kabul edip Hamas örgütlerine baskın düzenleyerek yüzlerce zanlıyı hapse atınca kendi güvenilirliğini sabote etti ve Filistinlileri kendi yönetiminin karşısına aldı.
İsrail tarafında ise 1993'te Oslo I'in imzalanmasından sonra İsraillilerin çoğu Rabin'in barış girişimine bir şans tanımaya hazırdılar. Ancak Hamas'ın bomba eylemleri ve bağımsız bir Filistin devleti kurulma ihtimali kamuoyunda güvenlik konusundaki kaygıları ön plana çıkarmıştı ki, bu konu devletin kurulmasından o yana İsrail toplumunun farklı gruplarını hep birleştirmişti. Oslo Anlaşmaları güvenlik getirmeyecekse o zaman barış sürecini kovalamanın bir anlamı yoktu.
Oslo sürecine muhalefet dini terimlerle de ifade ediliyordu. Hamas'ın kurucuları gibi Yahudi dini sözcüleri de Batı Şeria'yı kutsal toprak olarak sunuyorlar ve İsrail'in oradan çekilmesinin Yahudi halkının dini mirasının teslimi anlamına geleceğini iddia ediyorlardı. Bu görüşü paylaşanlar için barış karşılığında Batı Şeria'nın bir kısmını vermeyi öngören Oslo uzlaşması, güvenlik riskinden çok fazla bir şeydi; Kitab-ı Mukaddes'te Tanrı'yla yapılan ahdi ve Yahudilerle Tanrı'nın kendilerine vaat ettiği topraklar arasındaki bağı yeniden kurma fırsatını ihlal etmek demekti. Bir grup haham, askerlere Batı Şeria'daki üslerini terk etme emrine direnmelerini emreden bir fetva çıkararak, 1995'te dini açıdan çok önemli sayılan bu konuyu devletin yasalarının üstüne yerleştirdiler. Ortodoks Yahudi ve milliyetçi örgütler Başbakan Rabin'i kınadılar; her Hamas eylemiyle toplumun diğer kesimleri de Rabin'in barış sürecinin İsrail'i karşı karşıya bıraktığı riskleri sorgulamaya yönelmişlerdi.
Hamas'daki karşıdan gibi İsrail militanları da Oslo Anlaşmaları'na itirazlarını belirtmek üzere şiddete başvurdular. İsrailli yerleşimci eylemci Baruh Goldstein, 1994 Şubat ayında Batı Şeria'da El Halil kentinde Hz. İbrahim Camii'nde namaz kılan Filistinlilere otomatik silahını çevirdi ve kendisine bir şey olmadan 29 kişiyi öldürdü. Goldstein'ın bu saldırısı İsrail toplumu içindeki şiddet dalgasını su yüzüne çıkarmıştı. 4 Kasım 1995 akşamı bu cereyanda trajik bir an yaşandı. Başbakan Rabin, Tel Aviv'de büyük bir barış toplantısından dönerken Yahudi dini araştırmalar enstitüsünde okuyan genç İsrailli Yigal Amir tarafından öldürüldü.
İzak Rabin'in cenazesi. Rabin, İsrail'de bugün "Uzlaşmacı ve Barışçıl" olarak anılır. Filistin'de İntifada sırasında askerlerine, "Kendilerine taş atan Filistinlileri vurmamasını, bunun yerine askerlerin de onların Ellerini taşla kırmalarını" söylemesiyle bilinir. Ancak İsrail'de Fundamentalist ve biraz daha Jabotinsky'ci olan koyu siyonistler, aşırı sağ ve muhafazakarlar tarafından kesinlikle sevilen bir adam değildi. Suikastten sonra sorgulanan tetikçi Yigal Amir, Eski Ahit'te geçen "Altın Buzağı" olarak anılagelen putu ve İsrailoğulları'nın Rab'ı bırakıp bu puta tapmaları sonucu dinden çıkmasını hatırlatıp, Sina Dağı'ndan inen Musa'yı ve buzağıya tapmakla "dinden çıkan" Yahudileri (Levililer) katletmesini kendisini sorgulayanlara söyler ve Rabin'i öldürmesinin meşruluğunu, tıpkı Musa gibi "İhanet eden" Yahudileri öldürmenin günah olmadığını savunarak açıklar ve Rabin'in Filistin Politikasının bir "ihanet" olduğunu savunur. |
Baruch Goldstein. Tarihe "İbrahim Camii Katliamı" olarak geçen olayın faili. Nazi Almanyası'nda Yahudilerin taktığı yıldızı göğsünde taşıması göze çarpıyor. |
Katliam Sonrası İbrahim Camii. |
Rabin'in öldürülmesi İsrail ile Filistin arasındaki müzakerelerin askıya alınmasına yol açtı. Ancak Oslo I'i izleyen iki yıldaki gelişmeler, iki halkı hala bölen karşılıklı güvensizliği ortaya çıkarmıştı: İsrailliler Filistinlilerin güvenilmez teröristler olduğu kuşkusunu, Filistinliler de İsraillilerin kesin kararlı emperyalistler oldukları kuşkusunu taşımaktaydılar.
OSLO BARIŞ SÜRECİ'NİN ÇÖZÜLMESİ
Barış sürecini yıkmak isteyenler sadece Yigal Amir ve onun gibi düşünen İsrailliler değildi. Rabin'in öldürülmesinin ve 1996 Mayıs ayındaki İsrail seçimleri arasında Hamas'ın Kudüs ve Tel Aviv'de başlattığı yeni bir bombalama eylemi dizisinden sonra kamuoyu barış sürecinin aleyhine döndü. İsrail hükümeti Filistinliler üzerindeki hakimiyetini göstermek için işgal edilmiş topraklara giriş çıkışı kapattı, Batı Şeria kentlerinin çoğuna sokağa çıkma yasağı koydu ve Filistin toplumunun ekonomik sıkıntılarını daha da arttırdı. Bu da Filistinliler arasındaki umutsuzluk ve çaresizliği besledi; ayrıca, Filistinlilerin daha çoğunun Arafat'a ve onun temsil ettiği yetersiz statükoya sırt çevirmeleri sonucunu doğurdu.
İsrailliler bu yüksek gerilimli atmosferde sandık başına gittiler ve çok az bir farkla Likud koalisyonu başkanı Binyamin Netanyahu'yu başbakanlığa getirdiler. Netanyahu barış sürecini 'yavaşlatma' sözü vermişti. Daha sonraki olaylar, onun bununla Oslo Anlaşmaları'nın tanımladığı süreci sona erdirmeyi kastettiğini gösterecekti. Yigal Amir'in kurşunları ve Hamas'ın bombaları istenen sonucu vermiş görünüyordu. Kim bilir, belki Oslo sürse ve hem Filistin, hem de İsrail tarafında fanatikler ortaya çıkmasa, Filistin-İsrail çatışması daha farklı seyredebilirdi. Ne var ki bu olmadı ve Oslo Süreci de Rabin suikasti ve Hamas'ın bombaları sonucu sona erdi.
Vladimir Jabotinsky'nin revizyonist Siyonizm taraftarı olan Netanyahu, "İsrail tarihinin en muhafazakar ve dini yönelimli" hükümetini kurdu.Bu aynı zamanda en beceriksiz hükümetti. İktidarda kaldığı üç yıl içinde sürekli kriz yarattı ve güçlükle ayakta durdu. Koalisyon hükümetinin dayandığı dini ve milliyetçi unsurları uzlaştırma ihtiyacıyla Netanyahu, işgal altındaki topraklara karşı sert politikalar uyguladı. Toprak ile barış arasındaki ilişkiyi kabul etmeyerek, İsraillilere Filistinlilerle güvenlik içinde, yerleşim birimlerinden ayrılmadan ve barış halinde bir arada yaşayacaklarını söyledi. Aynı zamanda yeni bir kışkırtıcı yerleşim faaliyeti başlatarak adeta Filistinlileri misillemeye davet etti. 1997'de Batı Şeria'da 5 bin konut birimi inşaatı olduğu tahmin edilmektedir. İşgal altındaki topraklarda hükümetin sübvansiyonuna sahip konutların ucuzluğu cazip gelmişti ve 1998'in sonunda Haziran Savaşı'nda alınan topraklarda yaşayan İsrailli sayısı 350 bini bulmuştu. Bunlardan 180 bini Doğu Kudüs'te, 164 bini Batı Şeria'da ve 5.500'ü de Gazze Şeridi'ndeydiler.
Benyamin Netanyahu. |
Yerleşim birimleri projelerinin en tartışmalısı, Doğu Kudüs'te el konan Arap topraklarına yapılan ve sonunda 30 bin İsrailliyi barındıracak olandı. Bu, son müzakerelere kadar Kudüs'teki statükonun değişmeyeceğini öngören Oslo Anlaşmaları'nın ihlaliydi.
Artan İsrail yerleşim faaliyetleri bütün Oslo sürecindeki en ciddi kusuru ortaya koyuyordu: iki taraf arasındaki güç dengesizliği. Oslo müzakere süreci eşitler arasında bir görüşme paketi değildi. İsrail işgalci güçtü ve Oslo 1, Filistinlileri ara anlaşmayla en az beş yıl işgal edilmiş durumda bırakıyordu. Ayrıca, Oslo anlaşmaları sadece FKÖ ve İsrail tarafından yapıldığından Birleşmiş Milletler'in yetki alanının dışındaydı ve BM kararları ya da yaptırım mekanizmaları işlemezdi. Oslo Anlaşmaları'nın ahlaki garantörü olarak ABD, İsrail'in toprağa el koymasına, yerleşim faaliyetlerine ve askerlerini çekmemesine itiraz edebilirse ve ettiyse de, Washington itirazlarını sözden ileri götürecek herhangi bir adım atmadı. Dolayısıyla İsrail, Oslo 1 şartlarına aldırış etmeyebilirdi, oysa Filistinlilerin üstün İsrail gücüne boyun eğmekten başka yapacakları bir şey yoktu.
İsrail kışkırtmaları alışılmış bir hazin senaryonun tekrarlanmasına yol açtı: Hamas, 1997 yazında yeni bir intihar bombası patlattı; bunun üzerine İsrail işgal altındaki toprakları eskisinden daha sıkı kapattı ve Arafat ile FY'nin Hamas eylemcilerini tutuklama çabalarını arttırmalarını istedi. İtibarı hızla gerileyen Arafat, FY topraklarında İsrail'in polisliğini yapma durumuna düştü, İsrail'in Oslo'da anlaştıkları askerini geri çekme maddesine uymadığını boş yere şikayet etti ve barış sürecinin aşınmasına karşı fazla bir nüfuzu olmadığını saklamak için kışkırtıcı söylemlere başvurdu. Filistin-İsrail ilişkilerindeki bu sürekli gerileme İntifada'dan çok daha şiddetli ve öldürücü bir büyük çaplı silahlı çatışma ihtimalini ortaya çıkarmaktaydı.
WYE MUTABAKATI VE NETANYAHU HÜKÜMETİNİN DÜŞÜŞÜ
Gerginlik arttıkça Clinton yönetimi, barış sürecinde daha doğrudan bir yol üstlendi. ABD baskısı sonunda Netanyahu ile Arafat'ı 1998 yılı sonbaharında Maryland'de Wye River malikanesinde bir araya getirdi.
Başkan Clinton'ın günlük müdahalesiyle günler boyu süren sert tartışmalardan sonra Arafat ve Netanyahu, Wye Mutabakatları olarak bilinen bir dizi anlaşma imzaladılar. Bu çok küçük bir başarıydı; İsrail, Oslo anlaşmasıyla barış karşılığında işgal altındaki toprakları verme ilkesini kabul etmişti, burada da askerini Batı Şeria'da ilave yüzde 13'lük bir bölgeden çekmeyi kabul ediyordu ve FKÖ de terörizmi kınıyordu.
Wye Mutabakatları'nın en önemli yanı anlaşma değil, Netanyahu'nun istemeyerek de olsa barış ve güvenlik için işgal altındaki toprakları verme ilkesini kabul etmesiydi. Bu ilkeyi kabul ederek hep Büyük İsrail'in kurulmasını isteyen ve Batı Şeria'dan çekilme konusundaki bütün tavizleri reddeden iktidardaki Likud koalisyonunda derin çatlaklar yaratmıştı. Hükümeti sallanmaya başlayınca Netanyahu, aşırı Sağı yatıştırmak için Batı Şeria'daki ilave yüzde 13 çekilmesini askıya alacağını söyledi. Bu, daha bir ay önce imzaladığı Wye Mutabakatı'nın ihlaliydi. içeride ayrılıklarla boğuşan ve dışarıda ABD'nin baskısıyla karşılaşan Netanyahu hükümeti, 1998 Kasım ayında çekilip yeni seçim yapma kararı aldı. Netanyahu'nun Amerika'yı ve İsrailli ılımlıları tatmin etmek için Wye Mutabakatı'nı imzalaması ve sonra aşırı Sağ'ı sakinleştirmek adına şartlarını yerine getirmeyi reddetmesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı ve bunun ne Netanyahu'ya, ne de onun hükümetine getirisi olumlu olmayacaktı.
Şimdiye kadar İsrail-Filistin ilişkileri üzerinde durduysak da, hükümetin düşmesine Likud'un iç politikalarının da katkıda bulunduğu unutulmamalıdır. Netanyahu'nun barış sürecini ilerletmedeki başarısızlığı, İsrail'e Oslo I'in hemen ardından elde ettiği ekonomik kazanımlara mal oldu. işsizlik yükselmeye başladı ve onunla birlikte sendikal huzursuzluklar başladı.
Devlette dinin rolü konusundaki sert çekişmede Netanyahu aşırı dinci Sağ'a meyletti. Hükümet, İsrail içindeki laik kesimin tepkileri karşısında İsrail'in Yahudi kimliğinin savunucusu rolüne büründü. Dini muhafazakarları destek jesti olarak Netanyahu, aşırı ortodoks yahudi eğitim ve sosyal programlarına devlet sübvansiyonunu bizzat arttırdı. Dini Sağ'ı böyle kollaması, laik İsraillilerin kendisini İsrail'in çıkarlarını Ortodoks dini çevrelerin kontrolüne vermeye hazır olarak görmelerine ve böylece İsrail toplumunu zaten bölmekte olan kültürel savaşın şiddetlenmesine yol açtı.
İsrail standartlarına göre bile sert geçen seçimlerde Netanyahu ile Likud bloku, eski genelkurmay başkanı Ehud Barak ile onun Tek İsrail olarak bilinen İşçi Partisi koalisyonu karşı karşıya geldiler. İsrailliler 17 Mayıs 1999'da sandığa gidince Netanyahu'nun liderliğini cezalandırdılar. Barak başbakanlık için Netanyahu'nun yüzde 44'üne karşılık yüzde 56 oy aldı. İsrail siyasetinde bu, Barak adına büyük bir zaferdi ve İsraillilerin Netanyahu'nun siyasal oyunlarından, liderliğiyle ilişkilendirilen bölünmeden ve Filistinlilerle gerçek bir barış anlaşması aramadaki başarısızlığından hoşnut olmadıklarını gösteriyordu.
Ehud Barak, İsrail Başbakanı. Fotoğrafta İsrail Savunma Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı iken. |
Barak'ın zaferi İsrail'de çoğunluğun banş sürecinin canlandırılması yolundaki isteklerini temsil ediyorsa, Knesset seçimlerinin sonuçlan iç konularda derinden bölünmüş bir toplumu ortaya koymaktaydı. 1996 seçimleriyle başlayarak İsrailliler biri başbakan, diğer parti listesi için iki oy kullanıyorlardı. 1999 seçimlerinde 33 parti aday çıkarma hakkını kazandı ve bunlardan 15'i Knesset'te temsil edildiler. Bu parti çokluğuyla istikrarlı bir koalisyon kurulması kolay olmadığı gibi, aralarında birbirleriyle çatışan gündemlerin de bulunması durumu iyice güçleştirmekteydi. Örneğin, Knesset'de en karlı çıkan iki partinin dinin devletteki rolü hakkında uzlaşmaz fikirleri vardı. Bunlardan birisi, yeni aşırı dinci parti Şinui, diğeri Knesset'in üçüncü partisi olan Sefarad Yahudilerinin aşırı ortodoks dini partisi Şas'dı. Şas barış sürecine itiraz etmiyor ama laik hukuk sistemini de kabul etmiyor, İsrail'in Yahudi yasalarına göre yönetilmesini istiyordu. Bu iki partinin ortaya çıkışı Filistinlilerle barışın İsrail toplumunun laik ve dini kesimleri arasındaki farklılıklar kadar bölücü olacağını gösteriyordu. İsrail'in seçim sistemi de bu farklılıkları günlük siyasal hayata yerleştirip, gelecekte de bölünmelere ve çıkmazlara zemin hazırlıyordu.
EHUD BARAK'IN BARIŞ SÜRECİNİ CANLANDIRMAYA YÖNELİK BAŞARISIZ GİRİŞİMLERİ
İsrail politikasında artık normal kabul edildiği gibi Ehud Barak da dört yıllık süresinin ancak bir kısmında iktidarda kaldı ve on yedi ay sonra düştü. Barak iktidarı iyi niyetleri, pek az başarısı ve feci sonuyla hatırlanacaktır.
İsrail tarihinin en çok madalyalı askeri olan Barak, Filistinlilerle barış müzakerelerinin sürdürülmesinden yana olmuş ve Netanyahu'nun uzlaşmaz konumundan uzak durmaya çalışmıştır. Seçim kampanyası sırasında Barak, İsrail'in güney Lübnan'daki on sekiz yıllık işgalini sona erdirmeye söz vermişti. Bu sözünü 2000 Mayıs ayında tuttu. Boşaltma Hizbullah'ın askeri ilerlemeleri karşısında sıradan bir çekilme değil de, acele bir gerileme olarak görüldüyse de, İsrailliler tarafından sevinçle karşılandı ve Barak'ın popülerliğini arttırdı.
Ancak Barak, Arafat ve Filistin yönetimiyle görüşmelere başlayınca, İsrail siyasal hayatına hakim olan gruplaşma ve kutuplaşmayla karşılaştı ve siyasal hayatı hızlı bir düşüşe geçti. ABD başkanı Bill Clinton'ın 2000 Temmuz ayında topladığı ve Camp David II (Camp David, Mısır'ın İsrail ile "barıştığı" anlaşma) olarak bilinen iki haftalık zirve toplantısında, Filistin Yönetimi'ne sunduğu ödünlerin boyutuna Sağ'ın tepki göstermesi sonucunda hükümeti düştü. Toplantıda yazılı öneriler masaya konmadığı için Barak ve Arafat'ın arasındaki müzakerelerin raporları çok farklıdır. Ancak İsrail Sağı nezdinde Barak'ın verdiği ödünlerden en hassası, Filistin Yönetimi'ne Kudüs'ün belirli Arap kesimlerinde kısmı egemenlik tanıma önerisiydi. İsrail'in kentin tamamına egemen olmasında ısrar eden Likud muhalefeti ve diğer sağcı partiler açısından bu taviz kabul edilemezdi. Camp David II bir açmazla sona erdi, ama Barak'ın Kudüs'te ödün vermeye hazır olması kabine üyelerinin birkaçının istifa ederek kendisini azınlık hükümeti konumuna düşürmelerine sebebiyet verdi. Barak, 2000'in Aralık ayında istifasını verdi ve barış girişimlerine imkan tanıyacağını umduğu özel seçim kararı aldı.
İKİNCİ İNTİFADA VE ARİEL ŞARON'UN SEÇİLMESİ
Unit-101. Fotoğrafta İsrail Özel Kuvvetleri'nde iken Ariel Şaron ile birlikte gelecekteki İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, General Asaf Simoni gibi İsrailli subayları görüyoruz. |
İkinci İntifada sırasında İsrailli askerler, Nablus. |
Seçim kampanyası, yeni Filistinli ayaklanması ve sert İsrail misillemeleri arasında başladı. Ayaklanmayı başlatan sebepler, Oslo barış sürecinin İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni kolonileştirme çabalarını durdurmaması ve Yaser Arafat ile Filistin Yönetimi'nin becerikli bir idare sağlayamamasındaki çifte başarısızlığıdır. Ayaklanmanın temelinde, Filistinlilerin İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi işgalinde baskıyı arttırması ve yerleşim birimlerinin çoğaltması yatıyordu. İsrail askeri kontrol noktalarının çoğalması topraklara el konmaya devam edilmesi, Filistinlilerin bir gelecekten yoksun bırakılma ve yurtlarından atılma duygularını arttırıyordu.
Bu duygular Ariel Şaron'un kışkırtıcı bir jestine kopan öfkeyle patlak verdi. Likud'un başı olan Şaron, 2000 Eylül ayında, yanında 1000 kişilik bir güvenlik kuvvetiyle Müslümanların kutsal Harem ül-Şerif ya da Yahudi terminolojisine göre Dağ Tapınağı'nı ziyaret etti. Şaron'un amacı her Yahudinin Yahudi kutsal yerini ziyaret etmeye hakkı olduğunu göstermekti. Filistinliler bu ziyareti İslam'a hakaret olarak gördüler, gösteriler yapmaya ve taş atmaya başladılar. İsrail tepkisi hızlı ve öldürücü oldu; protestoların ilk iki gününde İsrail güvenlik güçleri 18 Filistinliyi öldürdüler ve gösterileri kısa sürede Arafat'ın kontrolünden çıkan bir halk ayaklanmasına döndürdüler. Ayaklanma İsrailliler açısından güvenlik konusunu seçim gündeminin baş sırasına oturttu.
2001 Şubat ayındaki seçim kampanyasında Barak, uzlaşmadan başka seçenek olmadığını ve Filistinlilere askeri bir çözümün dayatılmasının sonuçsuz kalacağını iddia etti. Rakibi Ariel Şaron ise, İsrail'in güvenliğini korumasını bilen ama aynı zamanda Filistinlilerle çatışmaya barışçı çözüm arayabilen bir eski savaşçı imajını ortaya çıkardı. On yedi ay önce büyük çoğunlukla iş başına gelen Barak'a yıkıcı bir darbe indiren Şaron oyların yüzde 62'sini aldı. İsrail toplumu içinde bölünmeyi gösteren bir istatistik daha vardı: Şaron altı yılda beşinci başbakan olmuştu.
Şaron hükümetini kurarken televizyonlar ilk İntifada'nın benzeri olan görüntülerde Filistinli gençlerin İsrail askeri araçlarına taş ve molotof kokteyli attıklarını, İsrail askerlerinin de buna gerçek mermilerle karşılık verdiklerini gösteriyorlardı. Görünüş bir yana, bu ayaklanma birincisinden çok farklıydı: Ayaklanmanın hedefleri açıkça belirtilmemişti, halk katılımı önceki kadar yaygın değildi ve koordine bir liderlik yoktu. İkinci İntifada'nın itici gücü, militan İslami gruplar Hamas ve İslami Cihad ya da Yaser Arafat'ın El-Fetih'iyle ilişkili gençlerden oluşan gruplardı.
İki intifada arasındaki başka bir fark, ikincisinin nispeten militarize oluşuydu. İslami gruplar arasında hafif otomatik silahlı Filistin güvenlik güçleri unsurları da vardı; birinci İntifada'nın karakteristiği olan taşlar ve lastik yakmalar yine söz konusuydu, ama bunlar artık Filistinlilerin şiddet içermeyen protesto tercihini simgelemiyorlardı. İsrail tarafında güç kullanımı öncekinden çok daha fazla ve mekanizeydi. İsrail ordusu aslında bir sivil halk olan gruba karşı tank, Taarruz helikopteri ve savaş jetleri kullanıyordu. Ayaklanma 2002'de de devam edince İsrail askeri operasyonlarını tırmandırdı ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi'nin daha önce Filistin Yönetimi'ne teslim edilmiş bölgelerini yeniden işgal etti. Aynı zamanda, Batı Şeria'da halkın yerleşik olduğu bölgeyi terk etmelerini yasaklayarak bütün iç ticareti önledi. Sonuç, işgal altındaki topraklar adına tam bir ekonomik felaket oldu.
Böylesine aşırı askeri güç kullanmanın ve bu kadar ıstıraba yol açmanın İsrailli yetkililere göre sebebi neydi? Bu sorunun cevabı yine güvenliktir. Pazar yerlerini, alışveriş merkezleriyle gece kulüplerini ve kamu taşıma araçlarını vuran canlı bombalar, İsrail halkının zayıflık duygularını arttırıyordu. Bu olaylara misilleme olarak büyük askeri harekatlar yeni canlı bomba dalgalarına yol açtı. 2003 yazı geldiğinde ölü sayısı Filistinlilerde 2.400'e, İsraillilerde 780'e yükselmişti.
Bu süregelen şiddet sarmalı, ne Şaron'un ne de Arafat'ın kaba kuvvet kullanma dışında çatışmayı çözümleme ufuklarının olduğunu gösteriyordu. Şaron, İsrail'in isyanı üstün askeri gücüyle ezeceğine inanıyordu. İsrail ordusunca Batı Şeria'da Ramallah'taki karargahına sıkıştırılmış olan Arafat, ikinci İntifada yıllarında otoritesinden çok şey kaybetmekteydi. Ayaklanmanın lideri olarak rolü yoktu ama militanları caydırmak için de bir şey yapmıyordu. Yarısı yıkılmış karargahta etkisiz bir lider olarak varlığı, hem maddi zayıflığını hem de Filistin direnişinin "aşağılanmış ama hala meydan okuyan" sembolü olarak kalan gücünü hatırlatmaktaydı. Bu umutsuz durum 2003 yazına kadar devam etti. Başkan George W. Bush o noktada barış görüşmelerine karışarak, ateşkese götüren ve çok daha fazlasını vaat eden olayları başlattı. Ancak ateşkes geçici oldu ve vaatler yine gerçekleşmedi. "İsrail Şahini" ya da bu kadar kulağa hoş gelmeyen bir diğer lakabıyla "Filistin Kasabı" Ariel Şaron'un gerçekten uzlaşma ihtiyacını kabul edip edemeyeceğini ve militan Filistin gruplarının Filistin'i İsrail devletiyle paylaşmaya yanaşıp yanaşmayacaklarınıysa zaman gösterecektir.
BİTİRİRKEN
1990'larda, 2000'lerin başında İsrail'i yöneten koalisyonlar içindeki partilerin farklı iç hedefleri, İsrail toplumunun yönünü ve bir İsrail devletinin anlamını çevreleyen daha büyük iç zıtlıkları temsil etmekteydi. Bu zıtlığın bir unsuru olan sertlik yanlısı dini milliyetçi akımı, Batı Şeria'da İsrail güçlerinin yerlerinden kaydırılmasını, ellerinde "İsrail'in Tamamı Bizimdir" dövizleri taşıyan yerleşimci gruplar simgelemekteydi. Toplumsal ve kültürel yelpazenin öteki ucunda çok daha farklı bir akım vardı. Bunu da işgal altındaki toprakların büyük kısmının barış karşılığında verilmesini isteyen Peace Now (Şimdi Barış) hareketi eylemcileri ve diğer örgütler temsil etmekteydi. Bu akımda Tel Aviv plajlarına ve gece kulüplerine devam edenler ve Batı Şeria'yı kolonileştirmekten ziyade tüketimcilikle ilgilenenler, kamu hayatında dini yasaların uygulanmasına daha laik gözle bakanlar ve İsrail'i kendi görüşlerine göre normal bir devlet olarak görmek isteyenler de vardı. Bunların görüşleri, bir Nisan sabahının erken saatlerinde Tel Aviv'de binlerce kişinin toplanıp da İsrailli transseksüel Dana İntemational'in 1998 Eurovizyon Şarkı Yarışması'ndaki birinciliğini kutladıkları zaman bir ifadesini bulmuş oldu. Ülke, militan yerleşimcileriyle ödün vermeyen hahamlarının eylemlerine olduğu kadar bu ödül konusunda da bölünmüştü. Bu güzel bir örnektir mesela. "İsrail'in ruhu" ya da başka bir ifadeyle "İsrailli Yahudilerin Kimliği" için mücadele halen devam etmektedir ve bunun geleceği hem İsrailliler hem de Filistinliler açısından barış sürecinin geleceğinde yatmaktadır.
Ancak hem Araplar/Filistinliler, hem de Yahudiler, ta 1948'den beri Orta Doğu'da Tanrının gökten Musa'ya indirdiği On Emir'den altıncısını sık sık ihlal etmişti: "Öldürmeyeceksin!"
KAYNAK :
William L. Cleveland - Modern Ortadoğu Tarihi
Bernard Lewis - Semitizm ve Anti-Semitizm
Alan R. Taylor - İsrail'in Doğuşu
James L Gelvin - the Israel-Palestine Confclict : One Hundred Years of War
F. Robert Hunter - the Palestinian Uprising a War by Other Means
Robert McNamara, T.G Fraser, Andrew Mango - Modern Ortadoğu'nun Kuruluşu
Robert McNamara, T.G Fraser, Andrew Mango - Modern Ortadoğu'nun Kuruluşu
Yossi Beilin - lsrael: A Concise Political History
Nadav Safran - Israel the Embattled Ally
Nadav Safran - Israel the Embattled Ally
1 Yorumlar
süper
YanıtlaSil