Suriye'nin Yakın Siyasi Tarihi
1. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru, 30 Eylül 1918
tarihinde, Edmund Allenby komutasındaki Britanya'nın Mısır Seferi
Kuvvetleri, Şam şehrini ele geçirdi. Birkaç gün sonra, 3 Ekim tarihinde de Faysal,
Şam'a geldi. Sykes–Picot Anlaşması'ndan henüz haberdar olmayan Faysal'ın sevinci
kursağında kalacaktı. Faysal babası adına bağımsız bir krallık sahibi olma
beklentisine girmişken, toprakların ne şekilde pay edildiği ve Suriye'nin de Fransız
himayesine bırakıldığı kendisine anlatıldı. Faysal, İngilizlerin Fransızlarla anlaşarak
kendisini aldatmalarına öfkeliydi. Ancak İngilizler ona, savaş sonunda
vaatlerini yerine getireceklerine dair güvence vermeye devam ediyorlardı. Büyük
ihtimalle, o zamana kadar İngilizlerin Suriye'deki Fransız taleplerine
verdikleri desteği çekeceğini umuyordu. Nitekim, 5 Ekim'de General Allenby'nin izniyle
Faysal, tamamen bağımsız, anayasal bir Arap hükûmeti kurduğunu ilan etti.
Faysal kurduğu hükumetin, din farkı gözetmeksizin, tüm Araplar için adalet ve eşitlik temelinde kurumuş bir hükûmet olacağını açıkladı. Fransız başbakan Georges Clemenceau büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. Uluslararası toplumda tanınırlığı olmadan, sadece İngiltere'nin himayesinde, böylesine yarı bağımsız bir devlet kurulması, Fransa için endişe vericiydi. Allenby tarafından, bu siyasi durumun geçici olduğu yönünde verilen teminatlar da Araplar, Fransızlar ve İngilizler arasında alttan alta yükselen tansiyonu azaltmaya yetmedi. Arap milliyetçileri ve Arap isyanlarında savaşan Arapların birçoğu için bu durum, uzun süren ve zorlu bir mücadelenin semeresinin elde edilmesiydi.
Harb-i umumiden sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda Faysal, Arap bağımsızlığı için mücadele vermekteydi. Muzaffer devletler bu konferansta, mağlup İttifak Devletleri’nin akıbetini ve bu devletlerin topraklarının nasıl paylaşılacağını karara bağlıyorlardı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'daki topraklarının paylaşımı tartışma konusuydu. Ortadoğu'da Arap nüfusun yaşadığı toprakların statüsü konusunda, İngiltere ve Fransa Devletleri arasında yoğun münakaşalar yaşanıyordu. Mayıs 1919'da Fransa ve İngiltere başbakanları, Ortadoğu'daki topraklara veya nüfuz alanlarına ilişkin taleplerini karara bağlamak üzere, Paris'te Quai D'Orsay'da bir araya geldiler. Toplantıda, İngilizlerin Suriye'de Fransız kontrolünü kabul etmeleri karşılığında, Musul ve Filistin İngiliz mandasına bırakılacaktı .
Aynı zamanda ABD öncülüğünde, bölgede yaşayan halkın taleplerini dinlemek üzere, King-Crane komisyonu adıyla anılacak bir uzlaşma komisyonu kuruldu.
Başlangıçta hem İngiltere, hem de Fransa tarafından desteklenen bu komisyonda, en sonunda Amerikalılar kendi başına kalacak, komisyon amacına ulaşamayacaktı. Komisyonun ulaştığı sonuçlar, Milletler Cemiyeti'nde manda konusunda 1922 yılında yapılan oylamaya kadar açıklanmadı. Rapor, Arapların bağımsızlık yanlısı olduğunu ve Fransız varlığına şiddetle karşı çıktığını söylüyordu.
İngilizler iki Dünya Savaşı arası dönemde Ortadoğu'daki durumlarını dolaylı yönetimle garanti altına almışlardı; Fransızlarsa farklı bir politika izlediler. Osmanlı’nın Ortadoğu topraklarından Fransa’nın payına düşen Suriye ve Lübnan’dı.
General Gouraud'nun güçleri 1920'de Faysal'ı Şam'dan çıkarttıktan sonra, Fransa'nın Suriye ve Lübnan'daki denetimi büyük bir askeri birlik ve karmaşık bir Fransız sivil idareciler hiyerarşisiyle desteklenmişti. Fransa'nın doğrudan yönetim politikası, karar verme otoritesini yüksek komisere devrediyor ve yerel politikacıların özerklik uygulamalarına pek alan bırakmıyordu. Suriye'deki sonuç ne siyasal liderlerin ne de genel olarak halkın, Fransız zoruyla getirilen parlamenter sistemin korunmasından fazla bir çıkarlarının olduğu şeklindeydi. Sistemin yerel düzlemde meşruluğu yoktu ve 1946'da Fransızların çekilmesinden sonra fazla ayakta kalamadı. Lübnan'da durumsa biraz farklıydı: yerel liderlik pek benzeri olmayan siyasal bir sistemin gelişmesine katkıda bulunmuştu ve sistemin işlemesinde çıkarı vardı. İngiliz ve Fransız mandalarına karşılık yeni Suudi Arabistan devleti, iki büyük savaş arası dönemde tam bağımsızlığını elde edebilmişti. Türkiye gibi Suudi Arabistan'ın genel manzarası da otoriter hükümdarı İbn Suud'un imajıyla şekillenecekti. Ancak Atatürk iki savaş arasında Türkiye'de laiklik ilkesini uygularken, İbn Suud yeni devletini vehhabi islamiyeti doktrinleri üzerine kurdu. Diriye emirliği ve vehhabi islam’ın ayaklanmaları zamanından beri Suud hanedanı, vehhabilikle özdeşti.
Arapların iki büyük savaş arası yıllarda yeni topluluk sadakati bağları geliştirme önerileri, bölgesel kimliklerin vurgulanmasından Arap ve İslam Birliği çağrılarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. 1. Dünya Savaşı'ndan önce olduğu gibi, tek bir düzenleyici ilkenin belirleyiciliği söz konusu değildi. Arap birliği nosyonunun büyük bir cazibesi vardı elbette, ancak İngiltere ve Fransa'nın Arap Ortadoğu’su haritasında çizdiği sınırlar, birçok Arap liderin arzu edeceğinden daha kalıcı olacaktı.
SURİYE VE LÜBNAN'DA FRANSIZ MANDASI
SURİYE'DE BÖL VE YÖNET POLİTİKASI
Suriye vilayetleri 1. Dünya Savaşı'nda Anadolu gibi çok büyük sıkıntılar çekmişti. Açlık ve hastalık sivil nüfusu kırmış, binlerce yerel asker uzak Osmanlı cephelerinden geri dönmemişti. Maddi sıkıntı, nüfus kaybı ve sosyal travmaya bir de Fransız yönetimi ve onunla birlikte savaş öncesi hayat tarzının tamamen altüst olması eklenebilir. Fransızların Suriye üzerindeki iddiaları bir dini, ekonomik ve stratejik çıkarlar karışımına dayanıyordu. Levant'daki Hıristiyan toplulukların (özellikle de Lübnan Dağı'nın Katolik Marunilerinin) koruyuculuğunu kendi kararıyla üstlenmiş olan Fransa, bölgedeki uzun geçmişi olan dini ve eğitim faaliyetlerine devam etmeyi ahlaki bir görev saymaktaydı. Müdahale için uydurulan böylesi bir dini mazeret, Müslüman çoğunluğun Fransa'ya karşı hissettiği yabancılaşmayı iyice arttırıyordu.
Levant'da Fransız varlığının ekonomik sebebi, Osmanlı'nın son on yıllarında Fransız şirketlerinin demiryollarına, liman tesislerine ve ticarete yaptığı çok büyük yatırımlardı. Ortadoğu'da İngiliz etkisine bir karşı denge kurmayı gerektiren stratejik ihtiyacın yanı sıra, etkili Fransız İmparatorluk yanlısı çevrelerde Fransa'nın Kuzey Afrika imparatorluğunun yanında Levant'da da bir yer elde etmediği takdirde gerçek bir Akdeniz Devleti olamayacağı inancı vardı. Daha önce de Fransa bu iddialarını Faysal'ın Arap hükümetini Şam'dan atan bir askeri seferle de desteklemiş ve Suriye'de Milletler Cemiyeti'nin onayıyla bir manda idaresi kurmuştu.
Fransızlar Suriye'yi bağımsızlığa hazırlayacak yerli idari kurumlar oluşturulmasını teşvik edecek yerde kendi idarelerini uzatacak koşullar yarattılar. Bunu Suriye içinde var olan dini, etnik ve bölgesel farklılıkları teşvik edip vurgulayan bir böl ve yönet politikasıyla uyguladılar.
Böylece, Fransa milli birlik yaratacak yerde bölgesel ve etnik parçalanmayı başardı.
Fransa'nın getirdiği ilk siyasal bölünme 1920'de Büyük Lübnan'ın yaratılması oldu. Fransa eski Lübnan dağı mutasarrıflığına Trablus, Sayda, Sidon ve Beyrut kıyı şehirlerini ekledi. Verimli Bekaa Vadisi'ni Suriye'den alıp, genişletilen Lübnan sınırları içine koydu. Bu durumdan yararlananlar, yeni Lübnan'da en büyük dini topluluk olan Maruni Hıristiyanlar oldu. Fransız politikası mezhep çatışmaları çıkması ihtimalini arttırmıştı. Beyrut dışında Lübnan'a eklenen bölgelerin nüfusu ezici çoğunlukla Müslümandı ve bunlar da Hıristiyan hakimiyetinde bir devlete sokulmaya itiraz ediyorlardı.
Suriye mandasında Fransa bir dizi ayrı siyasal birim yarattı ki, bunların varlığı Suriye milli kimliğinin gelişmesini geciktirmeye yaradı. Böylece 1920'de Şam ve Halep, her biri kendi valisi ve Fransız danışmanlarıyla iki ayrı devlete bölündüler. Siyasal parçalanmayı daha da arttırmak için Fransa, Suriye'nin iki bölgesel azınlık grupları olan Aleviler/Nusayriler ve Dürzilerin farklılıklarını, her birine ayrı birer devlet vererek vurguladı. Alevi Devleti kuzeyde kıyı şehri Lazkiye çevresinde, Cebel Dürzi Devleti de Şam'ın Güneyinde Dürzilerin çoğunlukta oldukları bir bölgedeydi. 1936 ve 1939 yılları arasında kısa bir süre dışında iki devlet de 1942'ye kadar Suriye'den idari bakımdan ayrıydı. Fransa 1924'te Şam ve Halep Devletlerini Suriye Devleti adıyla birleştirerek yeni bir siyasal düzenlemeye gitti. Suriye Devleti, Şam ve Halep dışında mandanın ondan sonraki en büyük iki kenti olan Hama ile Humus'u da kapsamaktaydı. Bu dört şehirde toplumsal ve siyasal hayat, Sünni Müslüman tüccar ve toprak sahiplerinin hakimiyetindeydi. Kısacası Fransa, Dürzilerle Alevileri milli politikadan çıkarmış ve Suriye siyasal hayatının mülk sahibi ve muhafazakâr şehirli Sünni Müslümanların hakimiyetinde olmasını güvence altına almıştı. 1946'daki bağımsızlığından sonra Suriye'nin karakteristiği olan yıkıcı siyasal istikrarsızlık, kısmen Fransız manda yetkililerinin bu kurumsallaşmış bölme uygulamasında aranmalıdır.
Fransa'nın Suriye'deki politikası büyük, masraflı ve çoğunlukla epey hantal bir bürokrasiyle uygulanıyordu; bunu her alana giren bir istihbarat servisi ve 15.000 mevcutlu Armee Du Levant Garnizonu desteklemekteydi. İdari yapının en tepesinde, merkezi Beyrut'ta olan Suriye ve Lübnan yüksek komiseri vardı. Fransız mandasının ilk yıllarını belirleyen politika değişimleri, çok kudretli yüksek komiserlik makamının sık sık el değiştirmesinden kaynaklanıyordu: 1923 ile 1926 yılları arasında dört ayrı yüksek komiser görev almıştı.
Fransızların Suriye'yi yönetme usulü, yerel halkın siyasal sorumluluk ve idari deneyim elde etmesini engelliyordu. Yüksek komiserlikte üst düzey bürokratik mevkiler Fransızlara veriliyordu. Ayrıca, yerel Suriyeli vali ve bölge komiserleri varsa da, bunlara bağımsız karar verme yetkisi tanımamıştı. Her Suriyeli yetkilinin başında en küçük ayrıntılar üzerinde bile veto hakkı olan bir Fransız danışman duruyordu. Ancak yerli Suriyeli Subay yetiştirilmesine, bürokrasiden daha çok önem verildiği görülmekteydi. Mandanın ilk yılı olan 1920'de bir askeri akademi kurulmuştu. Fransız eğitmenlerin bulunduğu akademi, yeni kurulan Suriye Lejyonu'na Suriyeli Subaylar yetiştirdi. Lejyonun mevcudu 1930'ların ortalarında 6.000'e ulaşmıştı. Lejyon subaylarının sosyal yapısının Suriye politika alanında uzun vadeli etkisi olacaktı. İleri gelen Sünni şehirli aileler subaylığı hor gördüklerinden oğullarını harp okuluna göndermedikleri için diğer sosyal ve dini grupların önü açılmış oluyordu. Bunların gözünde subaylık, yukarı doğru birer çıkış, subay kadrosuna hâkim olma yoluydu. 1946'daki bağımsızlıkla azınlık dini gruplarından olan bu subaylar orduyu siyasal hayatın içine soktular ve Sünni hakimiyeti örneğini değiştirdiler.
Fransızların zorla kurdukları otorite, mandanın ilk iki yılında Suriye'nin çeşitli bölgelerinde direnişle karşılaşmıştı. Ancak Fransız Ordusu bu ayaklanmaları birbirinden tecrit ederek ülkenin başka taraflarına yayılmadan bastırdı. Fakat 1925-1927 büyük isyanında bunu yapamadı. Yerel bir ayaklanma olarak başlayan isyan çok geçmeden Suriye'nin tamamını sardı; manda ve bütün temsil ettiklerine karşı ortak Suriye itirazının sembolü oldu.
İsyan 1925 Temmuz ayında, Cebel Dürzi Devletinde Fransız valisinin Dürzi siyasal ilişkilerini ve toprak sahibi olma tarzlarını yeniden yapılandırmaya kalkıştığı sırada başladı. Dürzi reisi Sultan Atraş liderliğindeki silahlı grup, Fransızları Cebel Dürzi'den atmayı başardı. Atraş'ın askeri zaferlerinin haberleri Suriye'nin şehir merkezlerinde heyecan yaratınca genelde pek dikkatli olan şehir eşrafı da isyancılarla birlik olmaya karar verdi. 1925 sonbaharında Humus ve Şam şehirlerinin siyasal liderleri de kırsal güneyin Dürzi Aşiret Reislerine katılınca milli çapta bir direniş hareketi başladı. İsyanı önleyemeyen Fransız Askeri Komutanları yanlış bir güç gösterisine giriştiler; 18 Ekim 1925 tarihinden başlayarak Şam'ı 48 saat boyunca karadan ve havadan bombaladılar. Bu olayda 1400 kişi öldü. Bu tür önlemlere rağmen isyan Fransızlara büyük destek kuvvetinin geldiği 1927 yılına kadar sürdü. İsyan insani ve ekonomik açıdan yıkıcı bir miras bıraktı; 6.000 Suriyeli öldü, binlercesi evsiz kaldı, Şam'ın ticaret merkezi kısmen bir harabeye dönmüştü. Fransa'da insan ve para olarak büyük bedel ödemişti; isyan Fransız politikacılarını Suriye'yi kontrol vazgeçirtmedi, ama planlarını değiştirmelerine yol açtı.
İSYANIN SONUNDA 1939'A KADAR SURİYE POLİTİKALARI
Büyük isyanın sonrasında ileri gelen Suriyeli liderlerin kurduğu yeni siyasal örgüt olan, "Milli Blok", mandanın sonuna kadar Suriye siyasal hayatının odak noktası oldu. Milli Blok'un kurucu üyelerinin sosyal geçmişlerini incelemek, Osmanlı ve manda dönemleri arasında yerel siyasal güce sahip olmakta güçlü bir süreklilik unsuru olduğunu gösterir. Milli Blok liderleri Osmanlı döneminde yetkiye sahip aileler ve çoğu zaman da aynı kişilerdi. Bunlar tıpkı Fransız hakimiyetinde olacağı gibi, Osmanlı döneminde eşraf politikası olarak bilinen siyasal davranışları benimsemiş, toprak sahibi kentli ileri gelenler ve yerel devlet memurları sınıfının temsilcileriydi. Milli Blok liderlerinin "Şeref İşbirliği" adını verdikleri bu siyasal tarz, eşrafın yerel temelleri üzerinde etkilerini sürdürmelerini gerektiriyordu. Bunun için de Suriye'nin şehirli nüfusu arasında giderek yaygınlaşan Fransız karşıtı duyguları benimsemek zorundaydılar. Aynı zamanda, Fransızları kendi idarelerini kontrol ve onları Suriye bağımsızlığı sorununda ödün vermeyi kabule ikna edebileceklerine inandırmaları gerekiyordu. Kısacası, bu sınıf Osmanlılara olduğu gibi Fransızlara kendilerini yönetim sürecinde aracı olarak sundu. 1925-27 İsyanının tekrarlanmasından kaçınmak isteyen manda idaresi, belirli sınırlar dahilinde Milli Blokla birlikte çalışmaya hazırdı.
Milli Blok liderleri, Suriye'nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü istemek açısından milliyetçiydiler. Ancak milliyetçilikleri toplumsal ve siyasal bakımdan muhafazakâr türdendi. Servetleri ve güçlerini borçlu oldukları mevcut toplumsal, ekonomik ve siyasal ilişkileri örnek olarak almak istiyorlardı. Böylece, Fransızların çekilmesini istemelerine rağmen, zamanı gelince onların yerine geçebilmek için hâkim yerel mevkilerini de elde tutmayı istemekteydiler. Bu da hapse atılmak ya da sürgüne gönderilmekten kurtulmak için Fransız karşıtı söylemlerini yeterli bir işbirliğiyle dengelemelerini gerektiriyordu. Toplumsal hedefleri ve siyasal davranışları bakımından Mısırlı Vefdçilerden ya da yeni Irak seçkinlerinin Nuri El-Said kanadından pek farklı değillerdi.
Milli Blok liderleri manda döneminde pek az idare deneyimi elde edebildiler. Fransa'nın Suriye için gelecekteki niyetlerini belirten bir anlaşmaya yanaşmamaları ve yerel özerklik kurumlarının gelişmesine izin vermekteki isteksizlikleri, Suriye siyasal çevrelerinde düş kırıklığı ve kararsızlık uyandırıyordu. Seçilen Suriye Kurucu Meclisi 1929'da bir Anayasa hazırlamıştı, ama Fransa bu belgeyi reddetmişti. Fransa bir yıl sonra Suriye'ye kendisi bir anayasa hazırladı; buna göre, Fransa'nın manda yetkisi devam ediyordu ve böylece Suriye'nin Fransız manda ayrıcalıklarına müdahale edecek herhangi bir önlem almasının yolu kesilmiş oluyordu. Bundan sonraki altı yıl boyunca Suriye Cumhurbaşkanları ve Başbakanları makamlarını korudular ve Suriye Meclisi yıllık toplantılar yaptı.
Ancak Fransa'nın yasaları veto etme yetkisi Suriye'deki siyasal hayatı bir komediye çevirmiş ve ona bir gerçek dışılık havası vermişti. Fransız-Suriye ilişkilerindeki bu açmazın 1936 Fransa seçimlerinde Leon Blum'un Halk Cephesi Koalisyonunun zaferiyle çözüleceği umudu belirdi. Hatta bu umutlar gerçekleşir gibi oldu; yıl sonunda iki ülkenin temsilcileri bir anlaşma taslağı imzaladılar. Anlaşma 1930 İngiliz-Irak Anlaşmasının benzeriydi; Fransa ile Suriye arasında ittifak yapılıyor, Fransa'ya Suriye'nin egemenliğini savunma ve Suriye topraklarında hava üsleri askeri garnizonlar bulundurma hakkı tanınıyordu.
Suriye aynı zamanda Milletler Cemiyeti'ne kabul edilecekti. Anlaşma taslağının 1936'da Suriye parlamentosunda onaylanması üzerine Milli Blok yarı bağımsız ülkede iktidarı almaya hazırlandı. Ancak Suriye'nin egemenlik beklentileri düş kırıklığına uğradı. Blum'un solcu koalisyonu 1938'de bozuldu ve Fransız Meclisi Fransa-Suriye Anlaşmasını onaylamadı. Suriye bağımsızlığı elde etmek yerine daha sıkı bir Fransız kontrolüne girdi. Yüksek komiser 1939'da Suriye anayasasını askıya alıp, Alevi ve Dürzi Devletlerinin özerkliğini yeniden kabul etti. Fransızlar Hatay bölgesini de Türkiye'ye ilhak ederek Suriye kamuoyunu iyice kızdırdılar.
Yirmi yıllık manda idaresinden sonra Suriye bağımsızlık elde edememişti, özerk kurumları ve toprak bütünlüğü yoktu. Üstelik başlıca siyasal örgütü olan milli blok liderleri, ılımlı yaklaşımlarının başarısızlığı yüzünden gözden düştüklerini gördüler. Fransa'nın Suriye'ye mirası hemen hemen kesin bir siyasal istikrarsızlık garantisiydi.
2. DÜNYA SAVAŞINDA SURİYE VE LÜBNAN: BAĞIMSIZLIĞA GİDEN SIKINTILI YOL
Fransa'nın 1940'ta Almanlarca yenilgisi ve Mareşal Petain liderliğinde Vichy rejiminin kuruluşu, Fransa'nın bütün denizaşırı topraklarında tepkiler yarattı. Suriye ve Lübnan'da yönetim Petain hükümetine sadık yetkililerin eline geçince, iki Levant Devleti Mihver etki alanına girdi ve Vichy rejimi, İngiliz hükümeti ve General Charles De Gaulle liderliğindeki Özgür Fransa hareketinin işe karıştığı karmaşık bir diplomatik mücadelenin merkezi oldu. Dış güçler arasında bu mücadele devam ederken, yerel halk ekonomik sıkıntılar, silahlı işgal ve siyasal baskı altında eziliyordu. Savaşın ilk iki yılında iç siyaset hemen hemen durma noktasına gelmişti. Her iki ülkede anayasaların askıya alınmasının yarattığı düş kırıklığı, giderek kötüleşen ekonomik koşullar yüzünden iyice ağırlaşmıştı; İngilizlerin Vichy kontrolündeki Doğu Akdeniz'i ablukaya almasıyla gıda maddeleri kıtlığı baş göstermişti. Bunun üzerine belli başlı Suriye şehirlerinde açlık yürüyüşleri patlak verdi ve 1941 baharında bunlara siyasal hayatın yeniden başlamasını talep eden gösteriler eklendi. Bu gösteriler hızla Lübnan'ın kıyı şehirlerine yayılıp, Levant'ı ekonomik sıkıntılarla ağırlaşan bir siyasal huzursuzluk kazanına dönüştürdü.
Bu arada Rommel'in Mısır'a doğru ilerlemesi ve Raşid Ali'nin Irak'taki isyanı ile Levant'da Vichy komutasındaki Fransız ordusunun varlığı, İngiltere'nin Ortadoğu'daki durumuna bir tehlike oluşturuyordu. İngiltere, Suriye ile Lübnan'ın alman faaliyetleri için bir üs olmasına engel olmaya kararlı olarak Raşid Ali İsyanını bastırdıktan hemen sonra, iki ülkeyi özgür Fransa'yla birlikte işgale kalkıştı. 1941 Temmuz ayı sonunda Vichy güçleri yenilmişti ve kontrolü De Gaulle öncülüğünde “Özgür Fransa” almıştı. İşgalin arifesinde İngiltere ile Özgür Fransa lideri De Gaulle, iki devletin gelecekteki statüsü konusunda anlaşmışlardı: Suriye ve Lübnan'a derhal ve koşulsuz olarak bağımsızlık verilecekti. De Gaulle'un temsilcisi Beyrut'a geldiğinde, Suriye ve Lübnan halkları bir kere daha bağımsızlığa hazırlandılar. Ancak yine düş kırıklığına uğrayacaklardı.
Özgür Fransa rejimi de iki Levant devletine egemenlik tanımak istemiyordu. De Gaulle'ün Fransa'nın İmparatorluk görkemine olan inancı ve İngiltere'nin Ortadoğu emellerine duyduğu güvensizlik, onu manda yönetiminin devamına ve 1941 yazında onayladığı bağımsızlık ilanını göz ardı etmeye yöneltti. Böylece Özgür Fransa yönetimi sadece Suriye ve Lübnan halkıyla değil, İngilizlerle de çatışmaya girdi. Halkın huzursuzluğu ve İngiltere'nin baskısı, sonunda Fransızları her iki ülkenin anayasalarını yeniden yürürlüğe koymaya ve 1943'te seçim yapmaya götürdü. Sonuçlar Fransız karşıtları ve bağımsızlık yanlıları adına büyük bir zafer oldu. Suriye'de eski Milli Blok iktidara geldi ve Şükrü El-Kuvvetli Cumhurbaşkanı seçildi.
El-Kuvvetli (1891 doğumlu) Şamlı zengin bir tüccar-toprak sahibi aileden geliyordu ve Suriye'nin siyasal hayatına on yıllardır hâkim olan eşrafın temsilcisiydi. İki dönemi de yaşamış bir insandı: İstanbul'da eğitim görmesiyle Osmanlı düzeninin bir bireyiydi; Arap İsyanı'na katılmış olması ve manda döneminde milliyetçi politikalara karışmış olmasıyla da milli dönemin aktörüydü. Lübnan seçimleri de kurulu düzen politikacılarını iktidara getirmişti; Maruni Bişara El-Huri cumhurbaşkanı olmuş ve başbakanlığa savaşlar arası dönemden Sünni Müslüman müttefiki Riyad El-Sulh'u getirmişti. Bu ikisi birlikte çalışarak Lübnan'ın mezhepçiliğine ve bölgesel kimliğine bir çözüm buldular. 1943 Milli Paktı olarak anılan anlaşma, Lübnan'ı ayrı bir devlet olarak tanıyarak Hıristiyanların daha büyük bir Arap-İslam Devleti içinde erime korkusunu gidermeyi ve aynı zamanda Lübnan'ın bir Arap kimliği olduğunu, Arap dünyasının bir parçası olarak var olacağını ilan ederek Müslümanları tatmin etmeyi amaçlıyordu. Bu uzlaşmayla Hıristiyan toplumu Lübnan'ın Araplığını kabul ediyordu ve Müslümanlar da ülkeyi ayrı bir devlet olarak tanıyıp, diğer Arap devletleriyle birleşme planlarını kesinlikle reddediyorlardı. 1920'lerin sonundaki anayasal anlaşmalar ve 1930'larda başlayan uygulamalarla birleşen milli Pakt, 1975 İç Savaşı tarafından baltalanana kadar Lübnan'ın bölgesel durumu ve iç siyasal yapısı açısından uygulanabilir bir çerçeve oluşturmuştur.
Milli Pakt bunun dışında temsilciler meclisinde dini temsil için de bir formül getirmişti. Formül, Lübnan siyasal hayatında anayasa kadar önemli bir belge olan 1932 nüfus sayımına dayanmaktaydı. Ondan sonra resmi nüfus sayımı yapılmamış ve daha sonra yer alan büyük demografik değişikliklere rağmen siyasal temsil 1932 rakamlarında dondurulmuştu. Nüfus sayımına göre, Hıristiyan nüfusu Dürziler dahil Müslüman nüfusundan altıya beş oranında daha fazlaydı. Siyasal güç bu orana göre düzenlenecekti. Dolayısıyla, mecliste her altı Hıristiyan milletvekiline karşılık beş Müslüman milletvekili oluyordu. Kabinede de durum aynıydı; Marunilere ve Sünni Müslümanlara iki ve bazen üç bakanlık, diğer dinlere birer bakanlık veriliyordu. Böylece dini politika Lübnan sisteminin temelini oluşturdu. Nüfusun yüzde 20'sini oluşturan Şiiler, daha ilk baştan iktidar paylaşımı yapısında tam olarak temsil edilmiyorlardı.
1943 seçimleri Fransa'nın Suriye ve Lübnan'ın içişlerine müdahalesinin halkça reddedilmesiyse de, Fransız otoriteleri, iktidarı yeni yerel hükümetlere devretmeyi kabul etmediler. Fransa bu tutumuyla 1945'e kadar sona ermeyecek bir çatışma başlatmış oldu. General De Gaulle, Fransa'nın Levant'daki varlığının sona ermesi ihtimalini kabul edemediğinden, temsilcileri Suriye ile Lübnan hükümetlerine baskı yaparak iki ülkenin de Fransız çıkarlarının önceliğini güvenceye alacak anlaşmalar imzalamasını istediler. Avrupa savaşı sona erdikten birkaç gün sonra, 17 Mayıs 1945'te Fransa Levant'daki garnizonlarını genişletmeye başladı. Eğer bu Beyrut ve Şam'ı uygun anlaşmalar yapmaya zorlayıcı bir hareketse, başarısızlığa uğramıştı. Fransız askerlerinin Lübnan kıyılarına çıkışı 1920'nin anılarını canlandırdı ve Fransız karşıtı şiddet olaylarıyla karşılandı.
Fransızlar şiddete şiddetle karşılık verdiler, Şam'ı havadan ve karadan bombaladılar, 400 kadar sivil öldü. İngiltere'nin aktif müdahalesi ateşkesi sağladı, Fransızlar anlaşmada ısrar etmekten vazgeçerek askerlerini çekmeyi kabul ettiler. Suriye 1946 baharında boşaltıldı ve aynı yılın Aralık ayında son Fransız askeri de Lübnan'dan çekildi. 1941'de resmen bağımsızlıkları tanınan Suriye ve Lübnan, egemenliklerini Fransa'nın elinden kopartıp almak zorunda bırakılmışlardı. De Gaulle'ün manda yapısını sürdürme çabaları, iki devleti bağımsızlıklarını mutlaka elde etme kararlılığına itmişti.
Her iki ülke de savaş sonrası döneme eski seçkinlerin iktidarında (Lübnan'da El-Huri ve El-Sulh, Suriye'de El-Kuvvetli) girmişlerse de, Fransa'nın manda kurulduğundan bu yana iç politika oyunlarıyla bu kişiler, özerklik uygulamasında fazla deneyim elde edememişlerdi ve anlatacağımız üzere önlerinde kendilerini bekleyen olaylarla başa çıkmaya hazır değillerdi...
Burada Suriye’den uzaklaşıp Mısır’a gidelim. Mısır’da Kavalalı Hanedanından süregelen monarşi rejimi Cemal Abdülnasır, Enver Sedat, Abdülhekim Amir gibi subayların gerçekleştirdiği 1952 Mısır Devrimi ile önce kontrol altına alınacak, daha sonra da monarşi kaldırılıp cumhuriyet ilan edilecekti. Hür Subaylar Hareketi’ni oluşturan subaylardan tam üç tane Mısır Cumhurbaşkanı çıkmıştır. Ve Abdülnasır, belki de Ortadoğu’da saygıyı hak eden tek liderdi bana göre. Yoksul bir postane görevlisinin oğluydu. Babası büyük bir İngiliz karşıtıydı, dahası kendisine Cemal Paşa’ya ithafen “Cemal” adı verilmişti. Kendisine yazılmış olan “Yetimlerin Babası Ya Cemal” olarak çevirebileceğimiz türkü, Mısır’da hala dillerden düşmez. Arap dünyasına belki de şimdiye kadar Abdülnasır kadar sevilen bir lider daha gelmemiştir. Kendisi benim de saygı ve sevgimi kazanmış, gerçekten halkı adına çalışmış, Mısır’ı değiştirmiş olan yegane liderdir. Araplardan çıkan tek büyük adamdır hatta.
Neyse devam edelim. 1952 Devriminden söz etmek gerekirse
Cemal Abdülnasır öncülüğünde kurulmuş ve bazı genç subayların katılımıyla büyümüş Hür Subaylar Hareketi'nin gerçekleştirdiği ve mevcut hükûmeti devirdiği ve kan dökmeden gerçekleştirdiği askeri darbedir.
Halktan da destek sağlamak için prestijli bir general olan Muhammed Necib'i hareketin göstermelik olarak liderliğine getirmişlerdir. Devrimin başlangıçtaki amacı mevut hükûmeti devirmekti ancak bunun ötesinde Mısır Milliyetçiliği görüşüne sahip genç subaylar, sömürgecilik kalıntılarının tasfiyesini, Mısır'daki İngiliz varlığına ve nüfuzuna son verilmesini ve ülkenin bağımsızlığın gerçekten sağlanmasını amaçlamaktaydılar. Abdülnasır, ayrıca Süveyş Kanalını millileştiren kişiydi.
Darbenin ardından 26 Temmuz 1952'de Kral Faruk tahttan çekilmeye zorlandı ve İtalya'ya gitmesine müsaade edildi. Yerine 6 aylık oğlu Fuad, Kral 2. Fuad olarak tahta geçirildi. Kundaktaki 2. Fuad için Prens Muhammed Abdülmünim başkanlığında üçlü bir kral naipliği oluşturuldu. 1953 yılında monarşinin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı sonrasında devrimin göstermelik lideri General Muhammed Necib, Mısır Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur.
Teferruatına inmek gerekirse,
ALBAY ABDÜLNASIR’IN ORTADOĞU’SU : BİRLEŞİK ARAP CUMHURİYETİ
Abdülnasır, ihtilalin felsefesi adlı kitabında şöyle yazıyordu:
Cemal Abdülnasır, ihtilalin felsefesi, SF : 87-88
Nasır, Süveyş Krizi’nin sonrasındaki zaferinin sonucu olarak tanımladığı bu kahraman rolüne soyundu. Başka hiçbir Arap lideri onun statüsüne yaklaşmamıştı ve başka hiçbir Arap lideri böylesine yüksek bir beklenti yaratmamıştı. Bu rol, bir fırsat olduğu kadar yüktü de. Ancak o, prestijini korumak için dış politika başarılarını sürdürmek ve mısır dışında milyonlarca Arabın kendisine bağladığı umudu gerçekleştirmek zorundaydı.
Mısır'ın Arap mirası reddedilemez bir gerçekse de, iki büyük savaş arası dönemin önemli yazarları, ülkenin Yunan ve Firavun geçmişini vurgulayarak laik batı kültürüne bağlamaya çalışmışlardı. Nasır'ın Mısır'ı Arapçılığın merkezi yapma isteği, belirli ölçülerde kültürel yöneliş gerektiriyordu. 1952 öncesi aydınlarının çok katmanlı kimlik parçaları yerine Nasır Rejimi, Arapçılığı ve Pan-Arap Birliğini kuvvetle vurguladı. Örneğin, 1956 anayasası Mısır'ın bir Arap ülkesi ve Arap milletinin parçası olduğunu belirtiyordu. 1923 anayasasında böyle bir yaklaşım yoktu. Nasır'ın popülerliği, Arap birliğini benimsemesi ve diğer Arap meselelerini desteklemesi, Mısır'ın Arap kimliğinin yerleşmesini ve Pan-Arap hareketinin başına geçmesini sağladı. Nasır, Arap Birliğinden ve Mısır hegemonyasından oluşan ikili hedefine varmak için diğer Arap ülkelerinin siyasal gelişmelerine müdahale etti. Süveyş Krizi’nin ardından dış politika serüvenlerine atılması kendisine daha fazla saygı kazandırdı, ama hükümetinin dikkatini de acil çözüm bekleyen iç sorunlardan uzaklaştırdı.
1958 yılı başlarında Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin (BAC) kurulması, Arap Birliği yolunda önemli bir adım olarak göründü. BAC, Suriye ile Mısır'ın tek bir devlet olarak birleşmesiydi. Birlik isteği, hâkim Baas Partisi üyesi olan bir grup Suriyeli politikacıdan geldi. Bunlar Suriye içindeki küçük ama iyi örgütlenmiş bir komünist hareketin hükümeti devirme arefesinde olmasından korkuyorlardı. Bu yüzden, komünist darbeyi önleyeceği ve kendi hakimiyetlerini koruyacağını düşünerek bir Suriye-Mısır Birliği hedefiyle Nasır'a yaklaştılar. Nasır teklifi kabul etti ve aradan bir ay geçmeden BAC ilan edildi. Nasır, Şam'da kendisini alkışlayan kalabalıklar tarafından karşılandı.
Yaratılma zamanında gördüğü takdire rağmen BAC garip bir varlıktı. Suriye'nin bir iç sorununun varlığı ve Nasır'ın reddedemeyeceği bir teklifi kabul etmesiyle alelacele kotarılmıştı. Yeni devlet, iki katılımcı ülke arasında tam bir birleşme olacaktı, ama Mısır hemen hakim duruma geçti. Birleşmeyi isteyen Suriyeli liderler Kahire'de yaşamak zorundaydılar ve kendi yurtlarındaki gelişmeler üzerinde herhangi bir etkinlikleri yoktu. BAC'nin başkanı olan Nasır, Mısır'da çok iyi işleyen tek parti askeri rejimini Suriye'ye de kabul ettirdi. Mısırlı asker ve sivil personel Suriye'ye dolarak önemli görevlerdeki Suriyeli karşıtlarının yerine geçtiler ve Suriyelileri kızdıran bir küstahlık sergilemeye başladılar. Bir Suriyeli general daha sonraları, "Suriye'deki her Mısır Subayı, sanki Cemal Abdülnasır gibi davranıyordu," diyecekti. Suriye'deki siyasal partilerin kapatılması, Suriyeli subayların görevlerinden alınması ve mısır toprak reformu yasalarının değişik bir şeklinin zorla uygulanması, Suriye toplumu içindeki güçlü kesimleri yabancılaştırmıştı. İsyan Ordusu birlikleri 1961 Eylül ayında Mısırlı komutanlarına isyan ederek, BAC'nin ve Arap Birliği çerçevesindeki ilk deneyimin sonunu getirdiler.
BAC'nin dağılması Nasır'ın prestijine indirilmiş bir darbeydi ve hedeflerini yeniden değerlendirmeye yöneltti. Rejim 1961'den sonra içe dönerek yeni bir dizi iç reform yaptı. Ancak Nasır, Arap Birliği savunucusu rolünden vazgeçmemişti ve amacına uygun düştüğünde diğer Arap Devletlerinin iç işlerine karışmaktan geri kalmıyordu. Bu inisiyatifi, bütün felaketli sonuçlarıyla Yemen İç Savaşında isyancıların tarafını tutmasıyla kendini gösterdi. Askerler 1962'de Yemen Hükümdarını devirerek bir Cumhuriyet ilan ettiler. Ancak hükümdar İmam Muhammed El-Bedr dağlara kaçtı, davasına sadık aşiretleri etrafına topladı ve tahtını yeniden ele geçirmek amacıyla bir silahlı mücadele başlattı. İmam Muhammed, diğer iki hükümdar olan Ürdün ve Suudi Arabistan krallarından bol miktarda yardım aldı. Abdullah El-Sallel liderliğindeki yeni askeri rejimin yardım için Nasır'a başvurması doğaldı ve o da eski düzenin düşmanı olarak bu isteği geri çevirmeyecekti. 1965'te yaklaşık 70.000 mısır askeri Yemen'de askeri rejim saflarında savaşıyordu. Mısır kuvvetleri engebeli arazide tıkılıp kaldılar ve gerillaların verdirdiği ağır kayıplar sonunda 1968'de geri çekildiler. Mısır'ın bu müdahalesi Arapları birleştireceği yerde böldü; Araplar Araplarla savaşmıştı. Suudi Arabistan ve Mısır devlet başkanları birbirlerine hakaretler yağdırıyorlardı. Mısır ordusunun altı gün savaşında yaşayacağı skandallar ve içler acısı durum Yemen’de uğradığı yıpranmanın da bir sonucuydu.
Mısır, Pan-Arap hareketi liderliğini daha ustaca yollarla yeniden aldı. Kahire radyosunun Arapların Sesi Kanalı, bütün Arap dünyasına ve ötesine propaganda yayınına başladı. Mısır sinema endüstrisi Arap Ortadoğusu'nun en büyüğüydü ve bütün bölgeye dağıtılan filmler üretiyordu. Dönemin en popüler Arap şarkıcısı Ümmü Gülsüm de, bütün Arap ülkelerinde konser salonlarını dolduran ve dinleyeni büyüleyen bir kadındı. Nasır ve mısır sürekli olarak kamuoyunun gözleri önündeydiler ve ikisinden de çok şey bekleniyordu.
Mısır ile birleşme tecrübesinin ardından ve Nasır’ı da biraz anladığımıza göre tekrar Suriye’ye dönelim.
SURİYE: ORDU POLİTİKADA
Suriye, savaş sonrası yıllara denenmemiş parlamenter kurumlar ve yönetme görevlerine alışkın olmayan bir siyasal liderlikle girdi. Sağlıklı bir siyasal hayatın gelişmesinin önündeki bu engeller, ülke içinde bölgesel ve dini bölünmeleri vurgulayan Fransız manda politikaları mirasıyla daha da ağırlaşıyordu. Bağımsız Suriye'nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçilen Şükrü El-Kuvvetli, deneyimsiz Suriye silahlı kuvvetlerini 1948'de İsrail'le savaşa sokarak makamının yükünü daha da arttırmıştı. Subaylar Suriye'nin yenilgisi için yozlaşmış sivil rejimi suçluyorlardı. Yazının başında belirttiğim gibi, amaç burada savaşlara bir askeri yorum yapmak değildir. Askeri yorumu için : (bkz: 1948 arap israil savaşı/@anglachelm)
Ordu 1949 Mart ayında arkası gelecek askeri darbelerin ilkiyle işi ele aldı. Albay Hüsnü Zaim liderliğindeki darbe, Cumhurbaşkanı Kuvvetli'yi indirerek kentli eşraf sınıfının siyasal hakimliğine son verdi. Osmanlı ve Avrupa okullarında eğitim görmüş zengin kentli politikacılar, yerlerini Suriye Askeri Akademisinde okumuş köylü kökenli gençlere bıraktılar. Zaim'in iktidarı ele geçirmesi, yıl sona ermeden iki ilave darbeyle belirlenen aşırı bir siyasal istikrarsızlık dönemi başlattı. Bu darbelerden ikincisinin başında Albay Edip Şişekli vardı ve Şişekli, 1954'e kadar iktidarda kalmayı başaracaktı.
Şişekli, merkezi bir askeri diktatörlük kurdu ve subaylar arasındaki hizipçiliğe son verdi. İktidarının ilk iki yılında Suriye siyasal hayatına getirdiği düzen ve disiplin halk tarafından tutulmuştu. Şişekli, tarafsız bir dış politika benimsemekte ve batı sponsorluğundaki savunma paktlarına katılmayı reddetmekte Nasır'dan önce davranmıştır. Onun bölgesel politikası Suriye'nin Araplığını öne çıkarıyordu ve Suriye'nin, gelecekteki bir Pan-Arap birliğinin çekirdeği olacağı inancına dayanıyordu. Şişekli'nin popülerliği, bütün diktatörler gibi iktidarda kalmak için baskıcı önlemlere yöneldiğinde sona erdi. Rejimine duyulan yaygın hoşnutsuzluğun arasında 1954'te askeri bir grup tarafından devrildi.
Suriye, sivil parlamenter hükümete döndüyse de askerler politikaya müdahale etmeyi sürdürüyorlardı ve 1954'ten 1958'de Mısır'la birleşene kadar Suriye, siyasal yapısı hükümetin hiç iş göremeyeceği kadar bölünmüştü. Suriye'nin siyasal istikrarsızlığının pek çok sebebi bulunmaktadır.
Birincisi, Fransızların böl ve yönet politikaları Suriyelileri Suriye’ye bir bütün olarak inanmak yerine bölgesel, dini ya da etnik toplumlarıyla özdeşleşmeye teşvik etmişti. Bağımsızlıktan sonra insanlar silahlı kuvvetler ya da devlet memurluğu gibi milli kurumların üyeleri olmalarına rağmen mensup topluluklarına sadakatlerini korumuşlardır. Bu durum hala sürmektedir ki, Suriye İç Savaşında muhalif gruplar arasında Esad rejimi ordusunda firar edip silahlanan birçok subay olmuştur örneğin. Suriye’nin milli birliğinin bu kadar dağılması da bunun kanıtı olarak görülebilir.
İkinci bir istikrarsızlık kaynağı da subayların siyasallaşmaları ve hizipleşmeleridir. Hüsnü Zaim'in 1949 darbesi, eski düzeni zayıflatmış ve orduyu ülkenin birinci siyasal gücü haline getirmişti. Ancak Mısır'daki Hür Subaylar'ın aksine Suriye Ordusu içinden bütün silahlı kuvvetlerin sadakatini uzun süre alacak bir kişi çıkamadı. Askerlerin arasındaki hizipleşmeler hep en son iktidarı ele geçiren subaya karşı birleşti ve böylece güçlü bir askeri rejimin pekişmesini siyasal partilerin ortaya çıkması da Suriye siyasal hayatının bölünmesine katkıda bulundu. İleri gelen kişiler arasında değişen ittifakları ve gayri resmi anlaşmalarıyla kentli eşrafın siyasal tarzının yerine, belirli programları ve ideolojileri olan geniş tabanlı partiler geçti. 1950'lerin ortalarında Suriye Komünist Partisi pek büyük olmasa da askerler ve azınlık grupları arasında taraftar bulunca siyasal hayatta önemli bir güç haline geldi. Parti lideri Halit Bektaş usta bir örgütleyici ve hatipti. 1954'te parlamentoya seçilince Arap dünyasının ilk Komünist Parti Milletvekili oldu.
1954 seçimlerinde Baas Partisi de gücünü gösterdi. Parti, savaş sonrası dönemin en önemli ideolojik Arap Partisi olacak ve etkisini Nasır ile Suriye dışındaki diğer ileri gelen kişiler üstünde gösterecekti. BAAS (düz anlamıyla, DİRİLİŞ), Ortodoks Hıristiyan olan Mişel Eflak (1912 doğumlu) ve Sünni Müslüman olan Salahaddin El-Bitar (1911 doğumlu) tarafından kurulmuştu. Bu iki politikacı 1930'larda Paris'teki öğrencilik günlerinde milliyetçilik ile sosyalizmin çeşitli yanlarını bir araya getiren bir doktrin geliştirmişlerdi. Suriye'ye döndüklerinde Şam liselerinde yıllarca öğretmenlik yapmışlar ve öğrenciler arasında kendilerine sadık bir taraftar kitlesi bulmuşlardı.
Suriye'nin 1946'da bağımsızlığı sırasında Baas da resmi bir parti olmuştu. Partinin ideoloğu olan Eflak'ın yazılarında Baas, Arap toplumunun tam bir dönüşümünü hedefleyen devrimci faaliyete adanmıştı. Platformunun unsurlarından biri de tek Arap Milletinin varlığına inanç ve Arap Birliğini sağlamaya bağlılıktı. Bu birlikten, “Arap onurunun yenilenmesi ve Arap erdemlerinin tekrar uyanışı” dogacaktı. Eflak'ın kendisi Hristiyan’sa da İslamiyet'i Baas ideolojisinin ayrılmaz bir parçası yapmıştı. İslamiyet'le Arapçılığı eş tutuyor, ikisini de Arap ruhunun ifadeleri olarak görüyordu.
Eflak'ın doktrini Arap Birliğinin yararlarının muğlak tanımlarıyla sınırlı değildi. Onun yazılarında Baas'a sosyal adaletsizliği, sınıf sömürüsünü ve tiranlığı sona erdirecek ve özgürlük, demokrasi ve sosyalizmi getirecek devrimci bir görev verilmekteydi. Eflak, emperyal kontrolden bağımsızlığın değerli olması için tutum değişikliği ve sosyal reform değişikliğinin şart olduğunu iddia ediyordu; yani, “milli yeniden doğuş” gerekiyordu. Böyle bir yeniden doğuş sadece toplumsal bir devrimle gerçekleşebilirdi. Baas sosyalist vizyonu, Arap Birliği çağrısı ve bütün Araplara yönelik milli bir yeniden doğuş söylemiyle, genç Araplar arasında Suriye'nin sınırları ötesine uzanan bir taraftar kitlesi buldu. Nasır daha sonra partinin birlik, özgürlük ve sosyalizm sloganını Mısır'a taşıdı.
Suriye'nin siyasal istikrarsızlığı, ülkenin doğu Arap dünyasına hakim olma mücadelesiyle de besleniyordu. 1950'lerin ortasında Mısır ve ırak, Araplar arasında üstünlüğü elde etme bakımından başlıca rakiplerdi. Haşimi monarşisi altında Irak muhafazakâr ve batı yanlısıyken, Nasır'ın Mısır'ı, reformu ve büyük devletlerle ittifaktan kurtulmayı savunuyordu. Bu devletlerin ikisi de Suriye'yi kendi yörüngesine çekerek bölgesel gücünü arttırmak istiyordu. Suriyeli politikacılar ve subaylar iki devletten hangisinin daha iyi müttefik olacağı konusunda fikir ayrılığı içinde olduklarından, mısır ve ırak bile isteye bu ayrılığı körüklediler ve ülke içinde siyasal kargaşaya katkıda bulundular.
Birleşik Arap Cumhuriyetinin Suriye tarafında olayı neydi peki?
Suriye'deki Baasçı liderler 1957 yılı sonunda ülkeyi kontrolleri altına alacak kadar güçlü olmadıklarını anlayarak ve bu süregelen kaosun sadece komünistlere yarayacağından korkarak, birleşmek için Nasır'a yanaştılar. Reformcu olan Nasır'ın etkisini kullanarak kendilerini iktidarda tutacağını umuyorlardı. 1958 Şubat ayında Birleşik Arap Cumhuriyeti ilan edildi, ama daha önce yazdığımız gibi Mısır öylesine hâkim oldu ki, Baasçılara hükümette fazla bir iş kalmadı ve birlik 1961'de dağıldı.
BAC bir başarısızlık olsa da 1958'de yaratılması önemli ve dramatik bir gelişme olarak kabul edilmişti. Baasçı ideoloji ve Nasır'ın liderliği diğer Arap Devletlerini birliğe çekebilir ve Eflak'ın yazılarında dile getirilen Arap “yeniden doğuşunu” gerçekleştirebilirdi. Bu yüzden, BAC'nin ilanı Arap militanları ve muhafazakârları arasında yaygın bir tepki yaratmıştı.
ALTI GÜN SAVAŞI/HAZİRAN SAVAŞI
SAVAŞIN KÖKENLERİ
Arap-İsrail çatışması, fiili savaşın olmadığı dönemlerde bile tarafların davranışlarını şekillendirmiştir. İsrailliler birleşik bir Arap milletinin muhtemel askeri gücünün korkusuyla sürekli güvensizlik içinde yaşıyorlardı. Arap Devletlerindeyse İsrail'in 1948 zaferi ve 1956'da Mısır'ı işgalleri, siyasal bilincin aktif bir parçasıydı. Nasırcılık söyleminin büyük bir kısmı, Filistin'i Siyonist işgalcilerin elinden kurtarma vaatleriydi. İsrail karşısında askeri bir zafer kazanacak güç, ancak Arapların birleşmesiyle mümkün olabilirdi. Araplar açısından İsrail, batı emperyalizminin yayılmacı koluydu ve İsrail'in Yahudi yerleşimine daha fazla toprak sağlamak için er geç Araplara saldıracağına inanılıyordu. İsrail ise Sovyetler'in Mısır, Suriye ve Irak'a silah yağdırmasını korkuyla seyretmekteydi. Arap liderleri propagandalarına kıyasla çok daha temkinli hareket ediyorlarsa da 1960'larda Ürdün-İsrail sınırında çatışmalar sıklaşmıştı. Bu çatışmaları 1950'lerin sonlarında kurulmaya başlayan Filistin Direniş Örgütleri başlatmaktaydı. Suriye'de üslenen Filistinli gerillalar, Ürdün topraklarından geçerek İsrail'e baskınlar düzenliyorlardı, bunun üzerine de İsrail Ürdün'deki hedeflere misillemeye girişiyordu. Bu olaylara rağmen 1967 başlarında Doğu Arap Devletleri, İsrail'den ziyade Araplar arası sorunlarla uğraşmaktaydılar. Monarşiler ile sosyalist devletler arasındaki kavgaların silahlı çatışmaya dönüşmesi, İsrail'le komşuları arasındaki gerginliklerden çok daha ihtimal dahilindeydi. Kalıcı bir Arap Birliğini başaramaması ve Yemen'e müdahalesiyle prestiji azalan Nasır, Arap Devletlerinin reformcu blokunun liderliğini elde tutmak ve Mısır'ın gerileyen ekonomisini canlandırmaya çalışmakla meşguldü.
1967 Mayıs ayında Sovyet ve Suriye istihbaratları İsrail'in Filistin gerillalarının faaliyetini desteklemesi nedeniyle büyük çaplı bir askerî harekât hazırlığında olduğunu bildirdiler. Raporlar yanlıştı, ama o sırada doğru olarak kabul edildi. Nasır, Pan-Arap liderliği rolünü güçlendirmek için Suriye'ye yönelik bu tehdide Sina Yarımadası'na asker göndermekle karşılık verdi. Bu, Arap dünyasına Mısır'ın ortak düşmanlarına karşı kendilerinin yanında olduğunu gösterme çabasıydı. Jest başarılı oldu ve pek çok Arap kentinde nasır yanlısı ve İsrail karşıtı gösteriler başladı. Bunun üzerine Nasır, usta diplomatlığını tırmandırmaya heveslendi. Sina'dan bütün BM güçlerinin çekilmesini istedi. Bu istek, Nasır’ı şaşırtan bir davranışla hemen yerine getirildi ve İsrail ile Mısır arasında bir kalkan oluşturan BM güçleri yarımadayı boşalttılar. Nasır durumun kendi lehine olduğunu görerek bir adım daha attı ve Şarm El-Şeyh'deki BM mevzilerini işgal ederek Tiran Boğazı'ndan geçecek İsrail gemilerine abluka uygulayacağını bildirdi.
Geriye bakıldığında Nasır'ın blöf yaptığı anlaşılmaktadır. Ordusunun büyük kısmı Yemen'deyken Mısır, İsrail'le savaşa girecek durumda değildi. Nasır büyük ihtimalle krizi sakinleştirmek ve kendisine ünü yenilenmiş olarak kaçma fırsatı verecek bir ABD-Sovyetler müdahalesi beklemekteydi. Ancak artık kendi kontrolü dışındaki güçleri ortalığa salıvermişti. İsrail'le son bir güç gösterisine hazırlandığı görüntüsü verince diğer Arap liderleri de kendisine arka çıktılar. Daha birkaç gün önce Mısır basınında karalanan Ürdün Kralı Hüseyin, Mısır'la karşılıklı savunma anlaşması imzalamak için Kahire'ye gitti. Irak hükümeti de birkaç gün sonra ittifaka katıldı.
Başbakan Levi Eşkol'un İsrail hükümeti, Tiran Boğazı'nın kapatılmasına da, kontrol altına alınmazsa İsrail'i uzun vadeli baskılara sokacak Nasır çevresindeki dayanışmaya da izin veremezdi. İsrail kabinesi bu tabloya askerî harekâtla karşılık verilmesini kararlaştırdı. 5 Haziran 1967 sabahı İsrail Hava Kuvvetleri Mısır boyunca hava üslerine saldırdılar ve Mısır Hava Kuvvetlerinin büyük kısmını henüz havalanamadan imha ettiler. Aynı gün Suriye ve Ürdün de savaşa girince Israil pilotları, onların da hava kuvvetlerini saf dışı bıraktılar. Hava üstünlüğü tartışmasız kendilerinde olan İsrail birlikleri, Mısır ordusunu Sina'da yenip Süveyş Kanalı'nın doğu kıyısına kadar yürüdüler. Aslında Mısırlılar Sina’da o kadar kötü durumda değillerdi. Abdülhekim Amir, Sina’daki birlikleri İsrail’in hava saldırısı sonrasında gördüğünde İsrail ordusu ile çarpışacak halde bulunmalarına karşın Sina’nın tahliyesini emretmişti.
İki ülke 9 Haziran'da ateşkes imzaladı. Bu arada 5 Haziran'da Kudüs bölgesinde İsrail kuvvetleriyle çarpışmaya giren Ürdün, Doğu Kudüs'ten ve Şeria nehrinden çekilerek Batı Şeria'yı İsraillilere bıraktı. İsrail ondan sonra bütün gücüyle Suriye'ye yüklenerek Golan Tepeleri'ni Suriye'nin kontrolünden çıkardı.
11 Haziran'da Golan cephesinde ateşkes imzalandı. İsrail, altı gün içinde üç Arap Devletini yenmişti. Savaş İsrail Ordusu adına büyük bir zafer, Arap Devletleri adına küçültücü bir felaket ve Nasırcılığa ağır bir darbe olmuştu.
HAZİRAN SAVAŞI'NIN SONRASI
Arap yenilgisi hem maddi hem de psikolojik açıdan çok pahalıya mal olmuştu. Üç Arap saldırganın hepsi de Israil'e toprak kaybetmişlerdi.
Mısır, Sina petrol kuyularının ve 1967'den 1975'e kadar ulaşıma kapalı olan Süveyş Kanalı'nın gelirini kaybetmişti. Bu aşağılanmayı daha da arttıran bir etken, Mısır'ın bu gelir kaybını gidermek için Nasır'ın yakın zamanlara değin eleştirdiği Suudi Arabistan ve Kuveyt'ten yardım kabul etmesi olmuştu. Ürdün sadece en verimli tarım bölgesi olan Batı Şeria'yı değil, Kudüs ve Beytüllahim turizm merkezlerini de kaybetmişti. Golan Tepeleri, Suriye adına büyük bir ekonomik kayıp değildi gerçi, ama İsrail'in bu bölgeleri işgal etmesi Şam’ı vuruş menziline sokuyordu. Mısır 12.000 asker ve hava ve zırhlı kuvvetlerinin yüzde 80'ini kaybetmişti; Suriye'nin kaybı 25.000 kişiydi ve Ürdün ordusu geçici süreliğine savaşçı bir birim olarak saf dışı bırakılmıştı. Filistin'i kurtarmaya yemin etmiş olan Arap rejimleri askeri bakımdan çökmüşlerdi ve silahlı güce ilişkin bütün pazarlık güçlerini kaybetmişlerdi.
Savaş sadece Altı Gün sürmesine rağmen yeni bir Arap mülteci faciası yaratmış ve İsrail adına gayet karmaşık bir demografik ikilem oluşturmuştu. Ürdün, Batı Şeria'yı vererek yerleşik Filistin nüfusunun büyük kısmından kurtulmuş, ancak aynı zamanda Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nden 300.000 yeni mülteci almıştı. Suriye'de 80.000 kadar nüfus Golan Tepeleri'nden çıkarılmıştı ve Mısır'da Süveyş Kanalı boyunca devam eden savaş, kanal bölgesi kentlerini harabeye çevirmiş ve oralarda yaşayan nüfusun ülkenin başka yerlerine göç etmelerine sebep olmuştu. İsrail Doğu Kudüs'ü, Batı Şeria'yı, Gazze Şeridi'ni, Sina'yı ve Golan Tepeleri'ni alınca 1.5 milyonluk yeni bir Arap nüfusa sahip olmuştu. Bu durum dini bileşimi ve demokratik gelenekleri açısından İsrail Devletinin karakteri konusunda önemli sorular doğurdu.
Savaşın ortaya çıkardığı gerçeklerden birisi, Arap ve İsrail silahlı kuvvetleri arasındaki eşitsizlikti. İsrail zaferinin sürati ve bütünlüğü İsrail ordusuna adeta bir yenilmezlik havası vermişti. Ariel Şaron gibi genç generaller milli kahramanlar oldular ve İsrail Silahlı Kuvvetlerinin bütün birimlerinin neredeyse kusursuz denecek performansı, dünyadaki pek çok askeri kurumun araştırma konusu oldu. İsraillilerin belirgin üstünlüğü kibirlerini arttırırken, büyük zaferlerinin ardından uzlaşma ve pazarlık için aceleleri kalmadı. Buna karşılık Arap Silahlı Kuvvetleri ve özellikle de Mısır'ın birlikleri çok beceriksiz bir görüntü vermişti.
Savaş sonrasında yapılan soruşturmalar Mısır ordusundaki yolsuzluklara ve kötü yönetimi ortaya çıkarınca bundan Nasır rejiminin tümü zarar gördü. Savaşın belki de en büyük etkisi, yeni Arap rejimlerinin kofluğu karşısında duyulan psikolojik şok oldu. 1948 yenilgisi toprak sahibi seçkinlerin, kent eşrafının ve zengin hükümdarların eski rejimlerini gözden düşürmüştü, 1967 hezimeti de 1950'lerde sosyal reform programları ve Arap Birliği aracıyla güçlü olacakları vaatleriyle iktidara gelen askeri rejimleri lekeledi. 11 Haziran 1967'de yeni rejimlerin de selefleri kadar yozlaşmış, işlevsiz ve beceriksiz oldukları ortaya çıkmıştı. Tarihçi Hana Batatu'nun 1967 Haziran ayından sonra Irak rejimine karşı tutumlar hakkında yazdıkları, Suriye ve bir ölçüde Mısır açısından da geçerlidir:
Batatu, analizini şu gözlemle tamamlamaktadır:
"Derin ve temel toplumsal ve siyasal değişiklikler, uzun ve sürekli çabalar, fedakârlıklar ve çok büyük halk katılımı olmadan gerçekleştirilemez; başka bir deyişle, ilerici ideolojik söylemler yeterli değildir."
Batatu'nun sözünü ettiği düş kırıklığı yaygın bir şekilde hissedilmekteydi. Arif’in Irak rejimi 1968 Temmuz ayında bir Baasçı darbeyle devrildi; Suriye rejimi bir süre devam ettiyse de, 1970 Kasım ayında o da devrildi ve Hafız El-Esad'ın Şam'da uzun sürecek iktidarı başladı.
Mısır'da Nasır, savaş sonrasında otoritesini ve kişisel popülerliğini büyük ölçüde muhafaza etti. Ancak temizlik hareketleri, darbe girişimleri ve Nasır'ın sırdaşı ve Genelkurmay Başkanı Feldmareşal Abdülhekim Amir'in altı gün savaşında Sina’yı tahliye emri üzerine yenilgide önemli rol oynaması hasebiyle tutuklanması ve sonra da intiharı sonunda, rejimin üzerine inşa edildiği subay kadrosunun dayanışması çöktü. Sovyetler'in büyük çabasıyla Mısır'ın Hava ve Zırhlı Kuvvetleri 1967 sonunda savaş öncesi düzeye getirildi. Aynı zamanda Sovyet askeri danışmanlarının sayısı birkaç bine çıkarılarak, Mısır askeri varlığı bakımından tamamen Sovyetler Birliği'ne bağlanmış oldu. Savaşları genelde izleyen barış dönemi, 1967'den sonra Ortadoğu'ya uğramadı. Ürdün'deki Filistin gerillalarının giderek artan faaliyetleri İsrail'in misillemesiyle karşılaştı. Süveyş Kanalı Cephesinde zaman zaman patlak veren topçu ateşi, 1969'da Nasır'ın mısır gururunu kurtarmak ve ülkenin savaş yeteneğinin kaybolmadığını kanıtlamak amacıyla başlattığı yıpratma savaşına dönüştü. Ağır topçular İsrail mevzilerine ateşe başlayınca İsrailliler karşılık verdiler ve Süveyş kenti harabeye döndü. 1970'de yıpratma savaşı İsrail'in günde 150 hava saldırısı yaptığı ve çoğu zaman da Mısır'ın içlerindeki hedefleri vurduğu bir savaş halini almıştı.
Arabulucuların sorunu Arap Devletlerinin zayıf durumdayken görüşmeye yanaşmamaları ve İsrail'in güçlü durumundan ödün vermek için bir gerek görmemesiydi. 22 Kasım 1967'de BM Güvenlik Konseyi ünlü 242 sayılı kararını kabul etti. Karar, ‘’Savaşla toprak elde etmenin kabul edilemezliğini vurguluyor ve İsrail kuvvetlerinin Haziran Savaşı'nda işgal ettiği bölgelerden çekilmesine dayanan adil ve kalıcı bir barış çağrısında bulunuyor, ayrıca bölgedeki her devletin güvenli ve tanınmış sınırları ardında barış içinde yaşama hakkı olduğunu dile getiriyordu.’’ Karar ‘'mülteci sorununun adil çözümü’’ ihtiyacını da belirtmekteydi. Mısır, Ürdün ve İsrail 242 sayılı kararı onayladılar, Suriye ile Filistin örgütleriyse reddettiler. Karar çok müphem ve ucu açık olduğundan, kabul eden taraflar bile farklı yorumluyorlardı. Böylece karar, bir barış anlaşması için herkesin uyuştuğu bir temel oluşturamadı.
Ancak ABD Dışişleri Bakanı William Rogers sonunda Mısır, Ürdün ve İsrail'in desteklediği bir barış planı yapmayı başardı. Planın öngördüğü doksan günlük ateşkes 1970 Temmuz ayında yürürlüğe girdi. Ateşkes birkaç kere yenilenip yıpratma savaşına son vermekte başarılı olduysa da ABD, Mısır'ı İsrail'le barış anlaşması imzalamaya ikna edemediği gibi, İsrail'i de işgal ettiği Mısır topraklarından çekilmeye ikna edemedi. Ama Rogers Planı hiç olmazsa Süveyş Kanalı boyunca topları susturmuş ve herkese durumlarını değerlendirmek adına bir fırsat sağlamıştı.
Haziran Savaşı'nın bir başka önemli sonucu, Filistin askeri ve siyasal örgütlerinin ortaya çıkmasını sağlamasıdır. 1970 Eylül ayında Ürdün'de Filistinlilerle Ürdün ordusu arasında çıkan çatışmada Nasır krize bizzat aracılık etmek istedi. Kahire'de toplanan Arap Zirvesi Filistinlilerce ve Kral Hüseyin'de kabul edilebilir bir ateşkes sağladı.
Konferansın ertesi günü -28 Eylül'de- Nasır geçirdiği bir kalp krizi sonunda öldü. Prestijine inen darbelere rağmen Nasır'ın ölümü gerçek bir şok ve yas doğurdu. Ciddi bir kriz ve kararsızlık anında son on beş yılın hâkim Arap şahsiyeti böylece sahneden çekilmiş oluyordu. Arap Dünyası, Abdülnasır’ın yasını tutmak ve onsuz geleceği düşünmek için kendi aralarındaki rekabeti geçici olarak durdurdu. Abdülnasır’ın Mısır’daki cenazesine milyonlarca kişinin katıldığı söylenir.
Allenby Kudüs'e girerken. 11 Aralık 1917. |
Faysal kurduğu hükumetin, din farkı gözetmeksizin, tüm Araplar için adalet ve eşitlik temelinde kurumuş bir hükûmet olacağını açıkladı. Fransız başbakan Georges Clemenceau büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. Uluslararası toplumda tanınırlığı olmadan, sadece İngiltere'nin himayesinde, böylesine yarı bağımsız bir devlet kurulması, Fransa için endişe vericiydi. Allenby tarafından, bu siyasi durumun geçici olduğu yönünde verilen teminatlar da Araplar, Fransızlar ve İngilizler arasında alttan alta yükselen tansiyonu azaltmaya yetmedi. Arap milliyetçileri ve Arap isyanlarında savaşan Arapların birçoğu için bu durum, uzun süren ve zorlu bir mücadelenin semeresinin elde edilmesiydi.
Harb-i umumiden sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda Faysal, Arap bağımsızlığı için mücadele vermekteydi. Muzaffer devletler bu konferansta, mağlup İttifak Devletleri’nin akıbetini ve bu devletlerin topraklarının nasıl paylaşılacağını karara bağlıyorlardı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'daki topraklarının paylaşımı tartışma konusuydu. Ortadoğu'da Arap nüfusun yaşadığı toprakların statüsü konusunda, İngiltere ve Fransa Devletleri arasında yoğun münakaşalar yaşanıyordu. Mayıs 1919'da Fransa ve İngiltere başbakanları, Ortadoğu'daki topraklara veya nüfuz alanlarına ilişkin taleplerini karara bağlamak üzere, Paris'te Quai D'Orsay'da bir araya geldiler. Toplantıda, İngilizlerin Suriye'de Fransız kontrolünü kabul etmeleri karşılığında, Musul ve Filistin İngiliz mandasına bırakılacaktı .
Georges Clemenceau |
Aynı zamanda ABD öncülüğünde, bölgede yaşayan halkın taleplerini dinlemek üzere, King-Crane komisyonu adıyla anılacak bir uzlaşma komisyonu kuruldu.
Başlangıçta hem İngiltere, hem de Fransa tarafından desteklenen bu komisyonda, en sonunda Amerikalılar kendi başına kalacak, komisyon amacına ulaşamayacaktı. Komisyonun ulaştığı sonuçlar, Milletler Cemiyeti'nde manda konusunda 1922 yılında yapılan oylamaya kadar açıklanmadı. Rapor, Arapların bağımsızlık yanlısı olduğunu ve Fransız varlığına şiddetle karşı çıktığını söylüyordu.
İngilizler iki Dünya Savaşı arası dönemde Ortadoğu'daki durumlarını dolaylı yönetimle garanti altına almışlardı; Fransızlarsa farklı bir politika izlediler. Osmanlı’nın Ortadoğu topraklarından Fransa’nın payına düşen Suriye ve Lübnan’dı.
General Gouraud'nun güçleri 1920'de Faysal'ı Şam'dan çıkarttıktan sonra, Fransa'nın Suriye ve Lübnan'daki denetimi büyük bir askeri birlik ve karmaşık bir Fransız sivil idareciler hiyerarşisiyle desteklenmişti. Fransa'nın doğrudan yönetim politikası, karar verme otoritesini yüksek komisere devrediyor ve yerel politikacıların özerklik uygulamalarına pek alan bırakmıyordu. Suriye'deki sonuç ne siyasal liderlerin ne de genel olarak halkın, Fransız zoruyla getirilen parlamenter sistemin korunmasından fazla bir çıkarlarının olduğu şeklindeydi. Sistemin yerel düzlemde meşruluğu yoktu ve 1946'da Fransızların çekilmesinden sonra fazla ayakta kalamadı. Lübnan'da durumsa biraz farklıydı: yerel liderlik pek benzeri olmayan siyasal bir sistemin gelişmesine katkıda bulunmuştu ve sistemin işlemesinde çıkarı vardı. İngiliz ve Fransız mandalarına karşılık yeni Suudi Arabistan devleti, iki büyük savaş arası dönemde tam bağımsızlığını elde edebilmişti. Türkiye gibi Suudi Arabistan'ın genel manzarası da otoriter hükümdarı İbn Suud'un imajıyla şekillenecekti. Ancak Atatürk iki savaş arasında Türkiye'de laiklik ilkesini uygularken, İbn Suud yeni devletini vehhabi islamiyeti doktrinleri üzerine kurdu. Diriye emirliği ve vehhabi islam’ın ayaklanmaları zamanından beri Suud hanedanı, vehhabilikle özdeşti.
Arapların iki büyük savaş arası yıllarda yeni topluluk sadakati bağları geliştirme önerileri, bölgesel kimliklerin vurgulanmasından Arap ve İslam Birliği çağrılarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. 1. Dünya Savaşı'ndan önce olduğu gibi, tek bir düzenleyici ilkenin belirleyiciliği söz konusu değildi. Arap birliği nosyonunun büyük bir cazibesi vardı elbette, ancak İngiltere ve Fransa'nın Arap Ortadoğu’su haritasında çizdiği sınırlar, birçok Arap liderin arzu edeceğinden daha kalıcı olacaktı.
SURİYE VE LÜBNAN'DA FRANSIZ MANDASI
SURİYE'DE BÖL VE YÖNET POLİTİKASI
Suriye vilayetleri 1. Dünya Savaşı'nda Anadolu gibi çok büyük sıkıntılar çekmişti. Açlık ve hastalık sivil nüfusu kırmış, binlerce yerel asker uzak Osmanlı cephelerinden geri dönmemişti. Maddi sıkıntı, nüfus kaybı ve sosyal travmaya bir de Fransız yönetimi ve onunla birlikte savaş öncesi hayat tarzının tamamen altüst olması eklenebilir. Fransızların Suriye üzerindeki iddiaları bir dini, ekonomik ve stratejik çıkarlar karışımına dayanıyordu. Levant'daki Hıristiyan toplulukların (özellikle de Lübnan Dağı'nın Katolik Marunilerinin) koruyuculuğunu kendi kararıyla üstlenmiş olan Fransa, bölgedeki uzun geçmişi olan dini ve eğitim faaliyetlerine devam etmeyi ahlaki bir görev saymaktaydı. Müdahale için uydurulan böylesi bir dini mazeret, Müslüman çoğunluğun Fransa'ya karşı hissettiği yabancılaşmayı iyice arttırıyordu.
Levant'da Fransız varlığının ekonomik sebebi, Osmanlı'nın son on yıllarında Fransız şirketlerinin demiryollarına, liman tesislerine ve ticarete yaptığı çok büyük yatırımlardı. Ortadoğu'da İngiliz etkisine bir karşı denge kurmayı gerektiren stratejik ihtiyacın yanı sıra, etkili Fransız İmparatorluk yanlısı çevrelerde Fransa'nın Kuzey Afrika imparatorluğunun yanında Levant'da da bir yer elde etmediği takdirde gerçek bir Akdeniz Devleti olamayacağı inancı vardı. Daha önce de Fransa bu iddialarını Faysal'ın Arap hükümetini Şam'dan atan bir askeri seferle de desteklemiş ve Suriye'de Milletler Cemiyeti'nin onayıyla bir manda idaresi kurmuştu.
Fransızlar Suriye'yi bağımsızlığa hazırlayacak yerli idari kurumlar oluşturulmasını teşvik edecek yerde kendi idarelerini uzatacak koşullar yarattılar. Bunu Suriye içinde var olan dini, etnik ve bölgesel farklılıkları teşvik edip vurgulayan bir böl ve yönet politikasıyla uyguladılar.
Böylece, Fransa milli birlik yaratacak yerde bölgesel ve etnik parçalanmayı başardı.
Fransa'nın getirdiği ilk siyasal bölünme 1920'de Büyük Lübnan'ın yaratılması oldu. Fransa eski Lübnan dağı mutasarrıflığına Trablus, Sayda, Sidon ve Beyrut kıyı şehirlerini ekledi. Verimli Bekaa Vadisi'ni Suriye'den alıp, genişletilen Lübnan sınırları içine koydu. Bu durumdan yararlananlar, yeni Lübnan'da en büyük dini topluluk olan Maruni Hıristiyanlar oldu. Fransız politikası mezhep çatışmaları çıkması ihtimalini arttırmıştı. Beyrut dışında Lübnan'a eklenen bölgelerin nüfusu ezici çoğunlukla Müslümandı ve bunlar da Hıristiyan hakimiyetinde bir devlete sokulmaya itiraz ediyorlardı.
Suriye mandasında Fransa bir dizi ayrı siyasal birim yarattı ki, bunların varlığı Suriye milli kimliğinin gelişmesini geciktirmeye yaradı. Böylece 1920'de Şam ve Halep, her biri kendi valisi ve Fransız danışmanlarıyla iki ayrı devlete bölündüler. Siyasal parçalanmayı daha da arttırmak için Fransa, Suriye'nin iki bölgesel azınlık grupları olan Aleviler/Nusayriler ve Dürzilerin farklılıklarını, her birine ayrı birer devlet vererek vurguladı. Alevi Devleti kuzeyde kıyı şehri Lazkiye çevresinde, Cebel Dürzi Devleti de Şam'ın Güneyinde Dürzilerin çoğunlukta oldukları bir bölgedeydi. 1936 ve 1939 yılları arasında kısa bir süre dışında iki devlet de 1942'ye kadar Suriye'den idari bakımdan ayrıydı. Fransa 1924'te Şam ve Halep Devletlerini Suriye Devleti adıyla birleştirerek yeni bir siyasal düzenlemeye gitti. Suriye Devleti, Şam ve Halep dışında mandanın ondan sonraki en büyük iki kenti olan Hama ile Humus'u da kapsamaktaydı. Bu dört şehirde toplumsal ve siyasal hayat, Sünni Müslüman tüccar ve toprak sahiplerinin hakimiyetindeydi. Kısacası Fransa, Dürzilerle Alevileri milli politikadan çıkarmış ve Suriye siyasal hayatının mülk sahibi ve muhafazakâr şehirli Sünni Müslümanların hakimiyetinde olmasını güvence altına almıştı. 1946'daki bağımsızlığından sonra Suriye'nin karakteristiği olan yıkıcı siyasal istikrarsızlık, kısmen Fransız manda yetkililerinin bu kurumsallaşmış bölme uygulamasında aranmalıdır.
II.Dünya Savaşı yıllarında Suriye, Banyas'ta çekilmiş bir fotoğraf. Tam Tarih bilinmiyor, Suriyeli Nusayriler. |
Fransa'nın Suriye'deki politikası büyük, masraflı ve çoğunlukla epey hantal bir bürokrasiyle uygulanıyordu; bunu her alana giren bir istihbarat servisi ve 15.000 mevcutlu Armee Du Levant Garnizonu desteklemekteydi. İdari yapının en tepesinde, merkezi Beyrut'ta olan Suriye ve Lübnan yüksek komiseri vardı. Fransız mandasının ilk yıllarını belirleyen politika değişimleri, çok kudretli yüksek komiserlik makamının sık sık el değiştirmesinden kaynaklanıyordu: 1923 ile 1926 yılları arasında dört ayrı yüksek komiser görev almıştı.
Fransızların Suriye'yi yönetme usulü, yerel halkın siyasal sorumluluk ve idari deneyim elde etmesini engelliyordu. Yüksek komiserlikte üst düzey bürokratik mevkiler Fransızlara veriliyordu. Ayrıca, yerel Suriyeli vali ve bölge komiserleri varsa da, bunlara bağımsız karar verme yetkisi tanımamıştı. Her Suriyeli yetkilinin başında en küçük ayrıntılar üzerinde bile veto hakkı olan bir Fransız danışman duruyordu. Ancak yerli Suriyeli Subay yetiştirilmesine, bürokrasiden daha çok önem verildiği görülmekteydi. Mandanın ilk yılı olan 1920'de bir askeri akademi kurulmuştu. Fransız eğitmenlerin bulunduğu akademi, yeni kurulan Suriye Lejyonu'na Suriyeli Subaylar yetiştirdi. Lejyonun mevcudu 1930'ların ortalarında 6.000'e ulaşmıştı. Lejyon subaylarının sosyal yapısının Suriye politika alanında uzun vadeli etkisi olacaktı. İleri gelen Sünni şehirli aileler subaylığı hor gördüklerinden oğullarını harp okuluna göndermedikleri için diğer sosyal ve dini grupların önü açılmış oluyordu. Bunların gözünde subaylık, yukarı doğru birer çıkış, subay kadrosuna hâkim olma yoluydu. 1946'daki bağımsızlıkla azınlık dini gruplarından olan bu subaylar orduyu siyasal hayatın içine soktular ve Sünni hakimiyeti örneğini değiştirdiler.
Homs'taki Harp Okulu'ndan mezun olan Suriyeli Subaylar. |
Fransızların zorla kurdukları otorite, mandanın ilk iki yılında Suriye'nin çeşitli bölgelerinde direnişle karşılaşmıştı. Ancak Fransız Ordusu bu ayaklanmaları birbirinden tecrit ederek ülkenin başka taraflarına yayılmadan bastırdı. Fakat 1925-1927 büyük isyanında bunu yapamadı. Yerel bir ayaklanma olarak başlayan isyan çok geçmeden Suriye'nin tamamını sardı; manda ve bütün temsil ettiklerine karşı ortak Suriye itirazının sembolü oldu.
İsyan 1925 Temmuz ayında, Cebel Dürzi Devletinde Fransız valisinin Dürzi siyasal ilişkilerini ve toprak sahibi olma tarzlarını yeniden yapılandırmaya kalkıştığı sırada başladı. Dürzi reisi Sultan Atraş liderliğindeki silahlı grup, Fransızları Cebel Dürzi'den atmayı başardı. Atraş'ın askeri zaferlerinin haberleri Suriye'nin şehir merkezlerinde heyecan yaratınca genelde pek dikkatli olan şehir eşrafı da isyancılarla birlik olmaya karar verdi. 1925 sonbaharında Humus ve Şam şehirlerinin siyasal liderleri de kırsal güneyin Dürzi Aşiret Reislerine katılınca milli çapta bir direniş hareketi başladı. İsyanı önleyemeyen Fransız Askeri Komutanları yanlış bir güç gösterisine giriştiler; 18 Ekim 1925 tarihinden başlayarak Şam'ı 48 saat boyunca karadan ve havadan bombaladılar. Bu olayda 1400 kişi öldü. Bu tür önlemlere rağmen isyan Fransızlara büyük destek kuvvetinin geldiği 1927 yılına kadar sürdü. İsyan insani ve ekonomik açıdan yıkıcı bir miras bıraktı; 6.000 Suriyeli öldü, binlercesi evsiz kaldı, Şam'ın ticaret merkezi kısmen bir harabeye dönmüştü. Fransa'da insan ve para olarak büyük bedel ödemişti; isyan Fransız politikacılarını Suriye'yi kontrol vazgeçirtmedi, ama planlarını değiştirmelerine yol açtı.
Atraş İsyanından bir fotoğraf. Sultan Atraş. |
İsyandan sonra asılan isyancı komutanlardan biri. |
İSYANIN SONUNDA 1939'A KADAR SURİYE POLİTİKALARI
Büyük isyanın sonrasında ileri gelen Suriyeli liderlerin kurduğu yeni siyasal örgüt olan, "Milli Blok", mandanın sonuna kadar Suriye siyasal hayatının odak noktası oldu. Milli Blok'un kurucu üyelerinin sosyal geçmişlerini incelemek, Osmanlı ve manda dönemleri arasında yerel siyasal güce sahip olmakta güçlü bir süreklilik unsuru olduğunu gösterir. Milli Blok liderleri Osmanlı döneminde yetkiye sahip aileler ve çoğu zaman da aynı kişilerdi. Bunlar tıpkı Fransız hakimiyetinde olacağı gibi, Osmanlı döneminde eşraf politikası olarak bilinen siyasal davranışları benimsemiş, toprak sahibi kentli ileri gelenler ve yerel devlet memurları sınıfının temsilcileriydi. Milli Blok liderlerinin "Şeref İşbirliği" adını verdikleri bu siyasal tarz, eşrafın yerel temelleri üzerinde etkilerini sürdürmelerini gerektiriyordu. Bunun için de Suriye'nin şehirli nüfusu arasında giderek yaygınlaşan Fransız karşıtı duyguları benimsemek zorundaydılar. Aynı zamanda, Fransızları kendi idarelerini kontrol ve onları Suriye bağımsızlığı sorununda ödün vermeyi kabule ikna edebileceklerine inandırmaları gerekiyordu. Kısacası, bu sınıf Osmanlılara olduğu gibi Fransızlara kendilerini yönetim sürecinde aracı olarak sundu. 1925-27 İsyanının tekrarlanmasından kaçınmak isteyen manda idaresi, belirli sınırlar dahilinde Milli Blokla birlikte çalışmaya hazırdı.
Milli Blok liderleri, Suriye'nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü istemek açısından milliyetçiydiler. Ancak milliyetçilikleri toplumsal ve siyasal bakımdan muhafazakâr türdendi. Servetleri ve güçlerini borçlu oldukları mevcut toplumsal, ekonomik ve siyasal ilişkileri örnek olarak almak istiyorlardı. Böylece, Fransızların çekilmesini istemelerine rağmen, zamanı gelince onların yerine geçebilmek için hâkim yerel mevkilerini de elde tutmayı istemekteydiler. Bu da hapse atılmak ya da sürgüne gönderilmekten kurtulmak için Fransız karşıtı söylemlerini yeterli bir işbirliğiyle dengelemelerini gerektiriyordu. Toplumsal hedefleri ve siyasal davranışları bakımından Mısırlı Vefdçilerden ya da yeni Irak seçkinlerinin Nuri El-Said kanadından pek farklı değillerdi.
Milli Blok liderleri manda döneminde pek az idare deneyimi elde edebildiler. Fransa'nın Suriye için gelecekteki niyetlerini belirten bir anlaşmaya yanaşmamaları ve yerel özerklik kurumlarının gelişmesine izin vermekteki isteksizlikleri, Suriye siyasal çevrelerinde düş kırıklığı ve kararsızlık uyandırıyordu. Seçilen Suriye Kurucu Meclisi 1929'da bir Anayasa hazırlamıştı, ama Fransa bu belgeyi reddetmişti. Fransa bir yıl sonra Suriye'ye kendisi bir anayasa hazırladı; buna göre, Fransa'nın manda yetkisi devam ediyordu ve böylece Suriye'nin Fransız manda ayrıcalıklarına müdahale edecek herhangi bir önlem almasının yolu kesilmiş oluyordu. Bundan sonraki altı yıl boyunca Suriye Cumhurbaşkanları ve Başbakanları makamlarını korudular ve Suriye Meclisi yıllık toplantılar yaptı.
Ancak Fransa'nın yasaları veto etme yetkisi Suriye'deki siyasal hayatı bir komediye çevirmiş ve ona bir gerçek dışılık havası vermişti. Fransız-Suriye ilişkilerindeki bu açmazın 1936 Fransa seçimlerinde Leon Blum'un Halk Cephesi Koalisyonunun zaferiyle çözüleceği umudu belirdi. Hatta bu umutlar gerçekleşir gibi oldu; yıl sonunda iki ülkenin temsilcileri bir anlaşma taslağı imzaladılar. Anlaşma 1930 İngiliz-Irak Anlaşmasının benzeriydi; Fransa ile Suriye arasında ittifak yapılıyor, Fransa'ya Suriye'nin egemenliğini savunma ve Suriye topraklarında hava üsleri askeri garnizonlar bulundurma hakkı tanınıyordu.
Suriye aynı zamanda Milletler Cemiyeti'ne kabul edilecekti. Anlaşma taslağının 1936'da Suriye parlamentosunda onaylanması üzerine Milli Blok yarı bağımsız ülkede iktidarı almaya hazırlandı. Ancak Suriye'nin egemenlik beklentileri düş kırıklığına uğradı. Blum'un solcu koalisyonu 1938'de bozuldu ve Fransız Meclisi Fransa-Suriye Anlaşmasını onaylamadı. Suriye bağımsızlığı elde etmek yerine daha sıkı bir Fransız kontrolüne girdi. Yüksek komiser 1939'da Suriye anayasasını askıya alıp, Alevi ve Dürzi Devletlerinin özerkliğini yeniden kabul etti. Fransızlar Hatay bölgesini de Türkiye'ye ilhak ederek Suriye kamuoyunu iyice kızdırdılar.
Yirmi yıllık manda idaresinden sonra Suriye bağımsızlık elde edememişti, özerk kurumları ve toprak bütünlüğü yoktu. Üstelik başlıca siyasal örgütü olan milli blok liderleri, ılımlı yaklaşımlarının başarısızlığı yüzünden gözden düştüklerini gördüler. Fransa'nın Suriye'ye mirası hemen hemen kesin bir siyasal istikrarsızlık garantisiydi.
2. DÜNYA SAVAŞINDA SURİYE VE LÜBNAN: BAĞIMSIZLIĞA GİDEN SIKINTILI YOL
Fransa'nın 1940'ta Almanlarca yenilgisi ve Mareşal Petain liderliğinde Vichy rejiminin kuruluşu, Fransa'nın bütün denizaşırı topraklarında tepkiler yarattı. Suriye ve Lübnan'da yönetim Petain hükümetine sadık yetkililerin eline geçince, iki Levant Devleti Mihver etki alanına girdi ve Vichy rejimi, İngiliz hükümeti ve General Charles De Gaulle liderliğindeki Özgür Fransa hareketinin işe karıştığı karmaşık bir diplomatik mücadelenin merkezi oldu. Dış güçler arasında bu mücadele devam ederken, yerel halk ekonomik sıkıntılar, silahlı işgal ve siyasal baskı altında eziliyordu. Savaşın ilk iki yılında iç siyaset hemen hemen durma noktasına gelmişti. Her iki ülkede anayasaların askıya alınmasının yarattığı düş kırıklığı, giderek kötüleşen ekonomik koşullar yüzünden iyice ağırlaşmıştı; İngilizlerin Vichy kontrolündeki Doğu Akdeniz'i ablukaya almasıyla gıda maddeleri kıtlığı baş göstermişti. Bunun üzerine belli başlı Suriye şehirlerinde açlık yürüyüşleri patlak verdi ve 1941 baharında bunlara siyasal hayatın yeniden başlamasını talep eden gösteriler eklendi. Bu gösteriler hızla Lübnan'ın kıyı şehirlerine yayılıp, Levant'ı ekonomik sıkıntılarla ağırlaşan bir siyasal huzursuzluk kazanına dönüştürdü.
Bu arada Rommel'in Mısır'a doğru ilerlemesi ve Raşid Ali'nin Irak'taki isyanı ile Levant'da Vichy komutasındaki Fransız ordusunun varlığı, İngiltere'nin Ortadoğu'daki durumuna bir tehlike oluşturuyordu. İngiltere, Suriye ile Lübnan'ın alman faaliyetleri için bir üs olmasına engel olmaya kararlı olarak Raşid Ali İsyanını bastırdıktan hemen sonra, iki ülkeyi özgür Fransa'yla birlikte işgale kalkıştı. 1941 Temmuz ayı sonunda Vichy güçleri yenilmişti ve kontrolü De Gaulle öncülüğünde “Özgür Fransa” almıştı. İşgalin arifesinde İngiltere ile Özgür Fransa lideri De Gaulle, iki devletin gelecekteki statüsü konusunda anlaşmışlardı: Suriye ve Lübnan'a derhal ve koşulsuz olarak bağımsızlık verilecekti. De Gaulle'un temsilcisi Beyrut'a geldiğinde, Suriye ve Lübnan halkları bir kere daha bağımsızlığa hazırlandılar. Ancak yine düş kırıklığına uğrayacaklardı.
Özgür Fransa rejimi de iki Levant devletine egemenlik tanımak istemiyordu. De Gaulle'ün Fransa'nın İmparatorluk görkemine olan inancı ve İngiltere'nin Ortadoğu emellerine duyduğu güvensizlik, onu manda yönetiminin devamına ve 1941 yazında onayladığı bağımsızlık ilanını göz ardı etmeye yöneltti. Böylece Özgür Fransa yönetimi sadece Suriye ve Lübnan halkıyla değil, İngilizlerle de çatışmaya girdi. Halkın huzursuzluğu ve İngiltere'nin baskısı, sonunda Fransızları her iki ülkenin anayasalarını yeniden yürürlüğe koymaya ve 1943'te seçim yapmaya götürdü. Sonuçlar Fransız karşıtları ve bağımsızlık yanlıları adına büyük bir zafer oldu. Suriye'de eski Milli Blok iktidara geldi ve Şükrü El-Kuvvetli Cumhurbaşkanı seçildi.
El-Kuvvetli (1891 doğumlu) Şamlı zengin bir tüccar-toprak sahibi aileden geliyordu ve Suriye'nin siyasal hayatına on yıllardır hâkim olan eşrafın temsilcisiydi. İki dönemi de yaşamış bir insandı: İstanbul'da eğitim görmesiyle Osmanlı düzeninin bir bireyiydi; Arap İsyanı'na katılmış olması ve manda döneminde milliyetçi politikalara karışmış olmasıyla da milli dönemin aktörüydü. Lübnan seçimleri de kurulu düzen politikacılarını iktidara getirmişti; Maruni Bişara El-Huri cumhurbaşkanı olmuş ve başbakanlığa savaşlar arası dönemden Sünni Müslüman müttefiki Riyad El-Sulh'u getirmişti. Bu ikisi birlikte çalışarak Lübnan'ın mezhepçiliğine ve bölgesel kimliğine bir çözüm buldular. 1943 Milli Paktı olarak anılan anlaşma, Lübnan'ı ayrı bir devlet olarak tanıyarak Hıristiyanların daha büyük bir Arap-İslam Devleti içinde erime korkusunu gidermeyi ve aynı zamanda Lübnan'ın bir Arap kimliği olduğunu, Arap dünyasının bir parçası olarak var olacağını ilan ederek Müslümanları tatmin etmeyi amaçlıyordu. Bu uzlaşmayla Hıristiyan toplumu Lübnan'ın Araplığını kabul ediyordu ve Müslümanlar da ülkeyi ayrı bir devlet olarak tanıyıp, diğer Arap devletleriyle birleşme planlarını kesinlikle reddediyorlardı. 1920'lerin sonundaki anayasal anlaşmalar ve 1930'larda başlayan uygulamalarla birleşen milli Pakt, 1975 İç Savaşı tarafından baltalanana kadar Lübnan'ın bölgesel durumu ve iç siyasal yapısı açısından uygulanabilir bir çerçeve oluşturmuştur.
Milli Pakt bunun dışında temsilciler meclisinde dini temsil için de bir formül getirmişti. Formül, Lübnan siyasal hayatında anayasa kadar önemli bir belge olan 1932 nüfus sayımına dayanmaktaydı. Ondan sonra resmi nüfus sayımı yapılmamış ve daha sonra yer alan büyük demografik değişikliklere rağmen siyasal temsil 1932 rakamlarında dondurulmuştu. Nüfus sayımına göre, Hıristiyan nüfusu Dürziler dahil Müslüman nüfusundan altıya beş oranında daha fazlaydı. Siyasal güç bu orana göre düzenlenecekti. Dolayısıyla, mecliste her altı Hıristiyan milletvekiline karşılık beş Müslüman milletvekili oluyordu. Kabinede de durum aynıydı; Marunilere ve Sünni Müslümanlara iki ve bazen üç bakanlık, diğer dinlere birer bakanlık veriliyordu. Böylece dini politika Lübnan sisteminin temelini oluşturdu. Nüfusun yüzde 20'sini oluşturan Şiiler, daha ilk baştan iktidar paylaşımı yapısında tam olarak temsil edilmiyorlardı.
1943 seçimleri Fransa'nın Suriye ve Lübnan'ın içişlerine müdahalesinin halkça reddedilmesiyse de, Fransız otoriteleri, iktidarı yeni yerel hükümetlere devretmeyi kabul etmediler. Fransa bu tutumuyla 1945'e kadar sona ermeyecek bir çatışma başlatmış oldu. General De Gaulle, Fransa'nın Levant'daki varlığının sona ermesi ihtimalini kabul edemediğinden, temsilcileri Suriye ile Lübnan hükümetlerine baskı yaparak iki ülkenin de Fransız çıkarlarının önceliğini güvenceye alacak anlaşmalar imzalamasını istediler. Avrupa savaşı sona erdikten birkaç gün sonra, 17 Mayıs 1945'te Fransa Levant'daki garnizonlarını genişletmeye başladı. Eğer bu Beyrut ve Şam'ı uygun anlaşmalar yapmaya zorlayıcı bir hareketse, başarısızlığa uğramıştı. Fransız askerlerinin Lübnan kıyılarına çıkışı 1920'nin anılarını canlandırdı ve Fransız karşıtı şiddet olaylarıyla karşılandı.
Fransızlar şiddete şiddetle karşılık verdiler, Şam'ı havadan ve karadan bombaladılar, 400 kadar sivil öldü. İngiltere'nin aktif müdahalesi ateşkesi sağladı, Fransızlar anlaşmada ısrar etmekten vazgeçerek askerlerini çekmeyi kabul ettiler. Suriye 1946 baharında boşaltıldı ve aynı yılın Aralık ayında son Fransız askeri de Lübnan'dan çekildi. 1941'de resmen bağımsızlıkları tanınan Suriye ve Lübnan, egemenliklerini Fransa'nın elinden kopartıp almak zorunda bırakılmışlardı. De Gaulle'ün manda yapısını sürdürme çabaları, iki devleti bağımsızlıklarını mutlaka elde etme kararlılığına itmişti.
Her iki ülke de savaş sonrası döneme eski seçkinlerin iktidarında (Lübnan'da El-Huri ve El-Sulh, Suriye'de El-Kuvvetli) girmişlerse de, Fransa'nın manda kurulduğundan bu yana iç politika oyunlarıyla bu kişiler, özerklik uygulamasında fazla deneyim elde edememişlerdi ve anlatacağımız üzere önlerinde kendilerini bekleyen olaylarla başa çıkmaya hazır değillerdi...
Burada Suriye’den uzaklaşıp Mısır’a gidelim. Mısır’da Kavalalı Hanedanından süregelen monarşi rejimi Cemal Abdülnasır, Enver Sedat, Abdülhekim Amir gibi subayların gerçekleştirdiği 1952 Mısır Devrimi ile önce kontrol altına alınacak, daha sonra da monarşi kaldırılıp cumhuriyet ilan edilecekti. Hür Subaylar Hareketi’ni oluşturan subaylardan tam üç tane Mısır Cumhurbaşkanı çıkmıştır. Ve Abdülnasır, belki de Ortadoğu’da saygıyı hak eden tek liderdi bana göre. Yoksul bir postane görevlisinin oğluydu. Babası büyük bir İngiliz karşıtıydı, dahası kendisine Cemal Paşa’ya ithafen “Cemal” adı verilmişti. Kendisine yazılmış olan “Yetimlerin Babası Ya Cemal” olarak çevirebileceğimiz türkü, Mısır’da hala dillerden düşmez. Arap dünyasına belki de şimdiye kadar Abdülnasır kadar sevilen bir lider daha gelmemiştir. Kendisi benim de saygı ve sevgimi kazanmış, gerçekten halkı adına çalışmış, Mısır’ı değiştirmiş olan yegane liderdir. Araplardan çıkan tek büyük adamdır hatta.
Cemal Abdülnasır. |
Neyse devam edelim. 1952 Devriminden söz etmek gerekirse
Cemal Abdülnasır öncülüğünde kurulmuş ve bazı genç subayların katılımıyla büyümüş Hür Subaylar Hareketi'nin gerçekleştirdiği ve mevcut hükûmeti devirdiği ve kan dökmeden gerçekleştirdiği askeri darbedir.
Halktan da destek sağlamak için prestijli bir general olan Muhammed Necib'i hareketin göstermelik olarak liderliğine getirmişlerdir. Devrimin başlangıçtaki amacı mevut hükûmeti devirmekti ancak bunun ötesinde Mısır Milliyetçiliği görüşüne sahip genç subaylar, sömürgecilik kalıntılarının tasfiyesini, Mısır'daki İngiliz varlığına ve nüfuzuna son verilmesini ve ülkenin bağımsızlığın gerçekten sağlanmasını amaçlamaktaydılar. Abdülnasır, ayrıca Süveyş Kanalını millileştiren kişiydi.
Muhammed Necib. Mısır'ın ilk Cumhurbaşkanı. |
Darbenin ardından 26 Temmuz 1952'de Kral Faruk tahttan çekilmeye zorlandı ve İtalya'ya gitmesine müsaade edildi. Yerine 6 aylık oğlu Fuad, Kral 2. Fuad olarak tahta geçirildi. Kundaktaki 2. Fuad için Prens Muhammed Abdülmünim başkanlığında üçlü bir kral naipliği oluşturuldu. 1953 yılında monarşinin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı sonrasında devrimin göstermelik lideri General Muhammed Necib, Mısır Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur.
Teferruatına inmek gerekirse,
ALBAY ABDÜLNASIR’IN ORTADOĞU’SU : BİRLEŞİK ARAP CUMHURİYETİ
Abdülnasır, ihtilalin felsefesi adlı kitabında şöyle yazıyordu:
“Tarih sayfaları kendileri için önemli anlarda oynadıkları görkemli rolleri yaratmış kahramanlarla doludur. Ve yine tarih sayfaları, uygulayacak kahramanın asla bulunmadığı kahramanca ve görkemli rollerle doludur. Her nedense bana, Arap çevresinde kahramanını arayan bir rol amaçsızca dolaşıyormuş gibi geliyor. Dolaşmaktan yorgun düşmüş olan bu rolün neden sonunda bizim ülkemizin sınırları yakınına konup, onu oynayacak başka kimse olmadığından bizi harekete çağırdığını, repliklerini ezberlememizi, kostümünü giymemizi istiyormuş gibi geldiğini bilemiyorum.”
Cemal Abdülnasır, ihtilalin felsefesi, SF : 87-88
Nasır, Süveyş Krizi’nin sonrasındaki zaferinin sonucu olarak tanımladığı bu kahraman rolüne soyundu. Başka hiçbir Arap lideri onun statüsüne yaklaşmamıştı ve başka hiçbir Arap lideri böylesine yüksek bir beklenti yaratmamıştı. Bu rol, bir fırsat olduğu kadar yüktü de. Ancak o, prestijini korumak için dış politika başarılarını sürdürmek ve mısır dışında milyonlarca Arabın kendisine bağladığı umudu gerçekleştirmek zorundaydı.
Mısır'ın Arap mirası reddedilemez bir gerçekse de, iki büyük savaş arası dönemin önemli yazarları, ülkenin Yunan ve Firavun geçmişini vurgulayarak laik batı kültürüne bağlamaya çalışmışlardı. Nasır'ın Mısır'ı Arapçılığın merkezi yapma isteği, belirli ölçülerde kültürel yöneliş gerektiriyordu. 1952 öncesi aydınlarının çok katmanlı kimlik parçaları yerine Nasır Rejimi, Arapçılığı ve Pan-Arap Birliğini kuvvetle vurguladı. Örneğin, 1956 anayasası Mısır'ın bir Arap ülkesi ve Arap milletinin parçası olduğunu belirtiyordu. 1923 anayasasında böyle bir yaklaşım yoktu. Nasır'ın popülerliği, Arap birliğini benimsemesi ve diğer Arap meselelerini desteklemesi, Mısır'ın Arap kimliğinin yerleşmesini ve Pan-Arap hareketinin başına geçmesini sağladı. Nasır, Arap Birliğinden ve Mısır hegemonyasından oluşan ikili hedefine varmak için diğer Arap ülkelerinin siyasal gelişmelerine müdahale etti. Süveyş Krizi’nin ardından dış politika serüvenlerine atılması kendisine daha fazla saygı kazandırdı, ama hükümetinin dikkatini de acil çözüm bekleyen iç sorunlardan uzaklaştırdı.
1958 yılı başlarında Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin (BAC) kurulması, Arap Birliği yolunda önemli bir adım olarak göründü. BAC, Suriye ile Mısır'ın tek bir devlet olarak birleşmesiydi. Birlik isteği, hâkim Baas Partisi üyesi olan bir grup Suriyeli politikacıdan geldi. Bunlar Suriye içindeki küçük ama iyi örgütlenmiş bir komünist hareketin hükümeti devirme arefesinde olmasından korkuyorlardı. Bu yüzden, komünist darbeyi önleyeceği ve kendi hakimiyetlerini koruyacağını düşünerek bir Suriye-Mısır Birliği hedefiyle Nasır'a yaklaştılar. Nasır teklifi kabul etti ve aradan bir ay geçmeden BAC ilan edildi. Nasır, Şam'da kendisini alkışlayan kalabalıklar tarafından karşılandı.
Yaratılma zamanında gördüğü takdire rağmen BAC garip bir varlıktı. Suriye'nin bir iç sorununun varlığı ve Nasır'ın reddedemeyeceği bir teklifi kabul etmesiyle alelacele kotarılmıştı. Yeni devlet, iki katılımcı ülke arasında tam bir birleşme olacaktı, ama Mısır hemen hakim duruma geçti. Birleşmeyi isteyen Suriyeli liderler Kahire'de yaşamak zorundaydılar ve kendi yurtlarındaki gelişmeler üzerinde herhangi bir etkinlikleri yoktu. BAC'nin başkanı olan Nasır, Mısır'da çok iyi işleyen tek parti askeri rejimini Suriye'ye de kabul ettirdi. Mısırlı asker ve sivil personel Suriye'ye dolarak önemli görevlerdeki Suriyeli karşıtlarının yerine geçtiler ve Suriyelileri kızdıran bir küstahlık sergilemeye başladılar. Bir Suriyeli general daha sonraları, "Suriye'deki her Mısır Subayı, sanki Cemal Abdülnasır gibi davranıyordu," diyecekti. Suriye'deki siyasal partilerin kapatılması, Suriyeli subayların görevlerinden alınması ve mısır toprak reformu yasalarının değişik bir şeklinin zorla uygulanması, Suriye toplumu içindeki güçlü kesimleri yabancılaştırmıştı. İsyan Ordusu birlikleri 1961 Eylül ayında Mısırlı komutanlarına isyan ederek, BAC'nin ve Arap Birliği çerçevesindeki ilk deneyimin sonunu getirdiler.
BAC'nin dağılması Nasır'ın prestijine indirilmiş bir darbeydi ve hedeflerini yeniden değerlendirmeye yöneltti. Rejim 1961'den sonra içe dönerek yeni bir dizi iç reform yaptı. Ancak Nasır, Arap Birliği savunucusu rolünden vazgeçmemişti ve amacına uygun düştüğünde diğer Arap Devletlerinin iç işlerine karışmaktan geri kalmıyordu. Bu inisiyatifi, bütün felaketli sonuçlarıyla Yemen İç Savaşında isyancıların tarafını tutmasıyla kendini gösterdi. Askerler 1962'de Yemen Hükümdarını devirerek bir Cumhuriyet ilan ettiler. Ancak hükümdar İmam Muhammed El-Bedr dağlara kaçtı, davasına sadık aşiretleri etrafına topladı ve tahtını yeniden ele geçirmek amacıyla bir silahlı mücadele başlattı. İmam Muhammed, diğer iki hükümdar olan Ürdün ve Suudi Arabistan krallarından bol miktarda yardım aldı. Abdullah El-Sallel liderliğindeki yeni askeri rejimin yardım için Nasır'a başvurması doğaldı ve o da eski düzenin düşmanı olarak bu isteği geri çevirmeyecekti. 1965'te yaklaşık 70.000 mısır askeri Yemen'de askeri rejim saflarında savaşıyordu. Mısır kuvvetleri engebeli arazide tıkılıp kaldılar ve gerillaların verdirdiği ağır kayıplar sonunda 1968'de geri çekildiler. Mısır'ın bu müdahalesi Arapları birleştireceği yerde böldü; Araplar Araplarla savaşmıştı. Suudi Arabistan ve Mısır devlet başkanları birbirlerine hakaretler yağdırıyorlardı. Mısır ordusunun altı gün savaşında yaşayacağı skandallar ve içler acısı durum Yemen’de uğradığı yıpranmanın da bir sonucuydu.
Mısır, Pan-Arap hareketi liderliğini daha ustaca yollarla yeniden aldı. Kahire radyosunun Arapların Sesi Kanalı, bütün Arap dünyasına ve ötesine propaganda yayınına başladı. Mısır sinema endüstrisi Arap Ortadoğusu'nun en büyüğüydü ve bütün bölgeye dağıtılan filmler üretiyordu. Dönemin en popüler Arap şarkıcısı Ümmü Gülsüm de, bütün Arap ülkelerinde konser salonlarını dolduran ve dinleyeni büyüleyen bir kadındı. Nasır ve mısır sürekli olarak kamuoyunun gözleri önündeydiler ve ikisinden de çok şey bekleniyordu.
Mısır ile birleşme tecrübesinin ardından ve Nasır’ı da biraz anladığımıza göre tekrar Suriye’ye dönelim.
SURİYE: ORDU POLİTİKADA
Suriye, savaş sonrası yıllara denenmemiş parlamenter kurumlar ve yönetme görevlerine alışkın olmayan bir siyasal liderlikle girdi. Sağlıklı bir siyasal hayatın gelişmesinin önündeki bu engeller, ülke içinde bölgesel ve dini bölünmeleri vurgulayan Fransız manda politikaları mirasıyla daha da ağırlaşıyordu. Bağımsız Suriye'nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçilen Şükrü El-Kuvvetli, deneyimsiz Suriye silahlı kuvvetlerini 1948'de İsrail'le savaşa sokarak makamının yükünü daha da arttırmıştı. Subaylar Suriye'nin yenilgisi için yozlaşmış sivil rejimi suçluyorlardı. Yazının başında belirttiğim gibi, amaç burada savaşlara bir askeri yorum yapmak değildir. Askeri yorumu için : (bkz: 1948 arap israil savaşı/@anglachelm)
Ordu 1949 Mart ayında arkası gelecek askeri darbelerin ilkiyle işi ele aldı. Albay Hüsnü Zaim liderliğindeki darbe, Cumhurbaşkanı Kuvvetli'yi indirerek kentli eşraf sınıfının siyasal hakimliğine son verdi. Osmanlı ve Avrupa okullarında eğitim görmüş zengin kentli politikacılar, yerlerini Suriye Askeri Akademisinde okumuş köylü kökenli gençlere bıraktılar. Zaim'in iktidarı ele geçirmesi, yıl sona ermeden iki ilave darbeyle belirlenen aşırı bir siyasal istikrarsızlık dönemi başlattı. Bu darbelerden ikincisinin başında Albay Edip Şişekli vardı ve Şişekli, 1954'e kadar iktidarda kalmayı başaracaktı.
Albay Edip Şişekli. |
Şişekli, merkezi bir askeri diktatörlük kurdu ve subaylar arasındaki hizipçiliğe son verdi. İktidarının ilk iki yılında Suriye siyasal hayatına getirdiği düzen ve disiplin halk tarafından tutulmuştu. Şişekli, tarafsız bir dış politika benimsemekte ve batı sponsorluğundaki savunma paktlarına katılmayı reddetmekte Nasır'dan önce davranmıştır. Onun bölgesel politikası Suriye'nin Araplığını öne çıkarıyordu ve Suriye'nin, gelecekteki bir Pan-Arap birliğinin çekirdeği olacağı inancına dayanıyordu. Şişekli'nin popülerliği, bütün diktatörler gibi iktidarda kalmak için baskıcı önlemlere yöneldiğinde sona erdi. Rejimine duyulan yaygın hoşnutsuzluğun arasında 1954'te askeri bir grup tarafından devrildi.
Suriye, sivil parlamenter hükümete döndüyse de askerler politikaya müdahale etmeyi sürdürüyorlardı ve 1954'ten 1958'de Mısır'la birleşene kadar Suriye, siyasal yapısı hükümetin hiç iş göremeyeceği kadar bölünmüştü. Suriye'nin siyasal istikrarsızlığının pek çok sebebi bulunmaktadır.
Birincisi, Fransızların böl ve yönet politikaları Suriyelileri Suriye’ye bir bütün olarak inanmak yerine bölgesel, dini ya da etnik toplumlarıyla özdeşleşmeye teşvik etmişti. Bağımsızlıktan sonra insanlar silahlı kuvvetler ya da devlet memurluğu gibi milli kurumların üyeleri olmalarına rağmen mensup topluluklarına sadakatlerini korumuşlardır. Bu durum hala sürmektedir ki, Suriye İç Savaşında muhalif gruplar arasında Esad rejimi ordusunda firar edip silahlanan birçok subay olmuştur örneğin. Suriye’nin milli birliğinin bu kadar dağılması da bunun kanıtı olarak görülebilir.
İkinci bir istikrarsızlık kaynağı da subayların siyasallaşmaları ve hizipleşmeleridir. Hüsnü Zaim'in 1949 darbesi, eski düzeni zayıflatmış ve orduyu ülkenin birinci siyasal gücü haline getirmişti. Ancak Mısır'daki Hür Subaylar'ın aksine Suriye Ordusu içinden bütün silahlı kuvvetlerin sadakatini uzun süre alacak bir kişi çıkamadı. Askerlerin arasındaki hizipleşmeler hep en son iktidarı ele geçiren subaya karşı birleşti ve böylece güçlü bir askeri rejimin pekişmesini siyasal partilerin ortaya çıkması da Suriye siyasal hayatının bölünmesine katkıda bulundu. İleri gelen kişiler arasında değişen ittifakları ve gayri resmi anlaşmalarıyla kentli eşrafın siyasal tarzının yerine, belirli programları ve ideolojileri olan geniş tabanlı partiler geçti. 1950'lerin ortalarında Suriye Komünist Partisi pek büyük olmasa da askerler ve azınlık grupları arasında taraftar bulunca siyasal hayatta önemli bir güç haline geldi. Parti lideri Halit Bektaş usta bir örgütleyici ve hatipti. 1954'te parlamentoya seçilince Arap dünyasının ilk Komünist Parti Milletvekili oldu.
1954 seçimlerinde Baas Partisi de gücünü gösterdi. Parti, savaş sonrası dönemin en önemli ideolojik Arap Partisi olacak ve etkisini Nasır ile Suriye dışındaki diğer ileri gelen kişiler üstünde gösterecekti. BAAS (düz anlamıyla, DİRİLİŞ), Ortodoks Hıristiyan olan Mişel Eflak (1912 doğumlu) ve Sünni Müslüman olan Salahaddin El-Bitar (1911 doğumlu) tarafından kurulmuştu. Bu iki politikacı 1930'larda Paris'teki öğrencilik günlerinde milliyetçilik ile sosyalizmin çeşitli yanlarını bir araya getiren bir doktrin geliştirmişlerdi. Suriye'ye döndüklerinde Şam liselerinde yıllarca öğretmenlik yapmışlar ve öğrenciler arasında kendilerine sadık bir taraftar kitlesi bulmuşlardı.
Suriye'nin 1946'da bağımsızlığı sırasında Baas da resmi bir parti olmuştu. Partinin ideoloğu olan Eflak'ın yazılarında Baas, Arap toplumunun tam bir dönüşümünü hedefleyen devrimci faaliyete adanmıştı. Platformunun unsurlarından biri de tek Arap Milletinin varlığına inanç ve Arap Birliğini sağlamaya bağlılıktı. Bu birlikten, “Arap onurunun yenilenmesi ve Arap erdemlerinin tekrar uyanışı” dogacaktı. Eflak'ın kendisi Hristiyan’sa da İslamiyet'i Baas ideolojisinin ayrılmaz bir parçası yapmıştı. İslamiyet'le Arapçılığı eş tutuyor, ikisini de Arap ruhunun ifadeleri olarak görüyordu.
Eflak'ın doktrini Arap Birliğinin yararlarının muğlak tanımlarıyla sınırlı değildi. Onun yazılarında Baas'a sosyal adaletsizliği, sınıf sömürüsünü ve tiranlığı sona erdirecek ve özgürlük, demokrasi ve sosyalizmi getirecek devrimci bir görev verilmekteydi. Eflak, emperyal kontrolden bağımsızlığın değerli olması için tutum değişikliği ve sosyal reform değişikliğinin şart olduğunu iddia ediyordu; yani, “milli yeniden doğuş” gerekiyordu. Böyle bir yeniden doğuş sadece toplumsal bir devrimle gerçekleşebilirdi. Baas sosyalist vizyonu, Arap Birliği çağrısı ve bütün Araplara yönelik milli bir yeniden doğuş söylemiyle, genç Araplar arasında Suriye'nin sınırları ötesine uzanan bir taraftar kitlesi buldu. Nasır daha sonra partinin birlik, özgürlük ve sosyalizm sloganını Mısır'a taşıdı.
Suriye'nin siyasal istikrarsızlığı, ülkenin doğu Arap dünyasına hakim olma mücadelesiyle de besleniyordu. 1950'lerin ortasında Mısır ve ırak, Araplar arasında üstünlüğü elde etme bakımından başlıca rakiplerdi. Haşimi monarşisi altında Irak muhafazakâr ve batı yanlısıyken, Nasır'ın Mısır'ı, reformu ve büyük devletlerle ittifaktan kurtulmayı savunuyordu. Bu devletlerin ikisi de Suriye'yi kendi yörüngesine çekerek bölgesel gücünü arttırmak istiyordu. Suriyeli politikacılar ve subaylar iki devletten hangisinin daha iyi müttefik olacağı konusunda fikir ayrılığı içinde olduklarından, mısır ve ırak bile isteye bu ayrılığı körüklediler ve ülke içinde siyasal kargaşaya katkıda bulundular.
Birleşik Arap Cumhuriyetinin Suriye tarafında olayı neydi peki?
Suriye'deki Baasçı liderler 1957 yılı sonunda ülkeyi kontrolleri altına alacak kadar güçlü olmadıklarını anlayarak ve bu süregelen kaosun sadece komünistlere yarayacağından korkarak, birleşmek için Nasır'a yanaştılar. Reformcu olan Nasır'ın etkisini kullanarak kendilerini iktidarda tutacağını umuyorlardı. 1958 Şubat ayında Birleşik Arap Cumhuriyeti ilan edildi, ama daha önce yazdığımız gibi Mısır öylesine hâkim oldu ki, Baasçılara hükümette fazla bir iş kalmadı ve birlik 1961'de dağıldı.
BAC bir başarısızlık olsa da 1958'de yaratılması önemli ve dramatik bir gelişme olarak kabul edilmişti. Baasçı ideoloji ve Nasır'ın liderliği diğer Arap Devletlerini birliğe çekebilir ve Eflak'ın yazılarında dile getirilen Arap “yeniden doğuşunu” gerçekleştirebilirdi. Bu yüzden, BAC'nin ilanı Arap militanları ve muhafazakârları arasında yaygın bir tepki yaratmıştı.
ALTI GÜN SAVAŞI/HAZİRAN SAVAŞI
SAVAŞIN KÖKENLERİ
Golan Tepeleri'nde İsrail Tankları. |
Arap-İsrail çatışması, fiili savaşın olmadığı dönemlerde bile tarafların davranışlarını şekillendirmiştir. İsrailliler birleşik bir Arap milletinin muhtemel askeri gücünün korkusuyla sürekli güvensizlik içinde yaşıyorlardı. Arap Devletlerindeyse İsrail'in 1948 zaferi ve 1956'da Mısır'ı işgalleri, siyasal bilincin aktif bir parçasıydı. Nasırcılık söyleminin büyük bir kısmı, Filistin'i Siyonist işgalcilerin elinden kurtarma vaatleriydi. İsrail karşısında askeri bir zafer kazanacak güç, ancak Arapların birleşmesiyle mümkün olabilirdi. Araplar açısından İsrail, batı emperyalizminin yayılmacı koluydu ve İsrail'in Yahudi yerleşimine daha fazla toprak sağlamak için er geç Araplara saldıracağına inanılıyordu. İsrail ise Sovyetler'in Mısır, Suriye ve Irak'a silah yağdırmasını korkuyla seyretmekteydi. Arap liderleri propagandalarına kıyasla çok daha temkinli hareket ediyorlarsa da 1960'larda Ürdün-İsrail sınırında çatışmalar sıklaşmıştı. Bu çatışmaları 1950'lerin sonlarında kurulmaya başlayan Filistin Direniş Örgütleri başlatmaktaydı. Suriye'de üslenen Filistinli gerillalar, Ürdün topraklarından geçerek İsrail'e baskınlar düzenliyorlardı, bunun üzerine de İsrail Ürdün'deki hedeflere misillemeye girişiyordu. Bu olaylara rağmen 1967 başlarında Doğu Arap Devletleri, İsrail'den ziyade Araplar arası sorunlarla uğraşmaktaydılar. Monarşiler ile sosyalist devletler arasındaki kavgaların silahlı çatışmaya dönüşmesi, İsrail'le komşuları arasındaki gerginliklerden çok daha ihtimal dahilindeydi. Kalıcı bir Arap Birliğini başaramaması ve Yemen'e müdahalesiyle prestiji azalan Nasır, Arap Devletlerinin reformcu blokunun liderliğini elde tutmak ve Mısır'ın gerileyen ekonomisini canlandırmaya çalışmakla meşguldü.
1967 Mayıs ayında Sovyet ve Suriye istihbaratları İsrail'in Filistin gerillalarının faaliyetini desteklemesi nedeniyle büyük çaplı bir askerî harekât hazırlığında olduğunu bildirdiler. Raporlar yanlıştı, ama o sırada doğru olarak kabul edildi. Nasır, Pan-Arap liderliği rolünü güçlendirmek için Suriye'ye yönelik bu tehdide Sina Yarımadası'na asker göndermekle karşılık verdi. Bu, Arap dünyasına Mısır'ın ortak düşmanlarına karşı kendilerinin yanında olduğunu gösterme çabasıydı. Jest başarılı oldu ve pek çok Arap kentinde nasır yanlısı ve İsrail karşıtı gösteriler başladı. Bunun üzerine Nasır, usta diplomatlığını tırmandırmaya heveslendi. Sina'dan bütün BM güçlerinin çekilmesini istedi. Bu istek, Nasır’ı şaşırtan bir davranışla hemen yerine getirildi ve İsrail ile Mısır arasında bir kalkan oluşturan BM güçleri yarımadayı boşalttılar. Nasır durumun kendi lehine olduğunu görerek bir adım daha attı ve Şarm El-Şeyh'deki BM mevzilerini işgal ederek Tiran Boğazı'ndan geçecek İsrail gemilerine abluka uygulayacağını bildirdi.
Geriye bakıldığında Nasır'ın blöf yaptığı anlaşılmaktadır. Ordusunun büyük kısmı Yemen'deyken Mısır, İsrail'le savaşa girecek durumda değildi. Nasır büyük ihtimalle krizi sakinleştirmek ve kendisine ünü yenilenmiş olarak kaçma fırsatı verecek bir ABD-Sovyetler müdahalesi beklemekteydi. Ancak artık kendi kontrolü dışındaki güçleri ortalığa salıvermişti. İsrail'le son bir güç gösterisine hazırlandığı görüntüsü verince diğer Arap liderleri de kendisine arka çıktılar. Daha birkaç gün önce Mısır basınında karalanan Ürdün Kralı Hüseyin, Mısır'la karşılıklı savunma anlaşması imzalamak için Kahire'ye gitti. Irak hükümeti de birkaç gün sonra ittifaka katıldı.
Başbakan Levi Eşkol'un İsrail hükümeti, Tiran Boğazı'nın kapatılmasına da, kontrol altına alınmazsa İsrail'i uzun vadeli baskılara sokacak Nasır çevresindeki dayanışmaya da izin veremezdi. İsrail kabinesi bu tabloya askerî harekâtla karşılık verilmesini kararlaştırdı. 5 Haziran 1967 sabahı İsrail Hava Kuvvetleri Mısır boyunca hava üslerine saldırdılar ve Mısır Hava Kuvvetlerinin büyük kısmını henüz havalanamadan imha ettiler. Aynı gün Suriye ve Ürdün de savaşa girince Israil pilotları, onların da hava kuvvetlerini saf dışı bıraktılar. Hava üstünlüğü tartışmasız kendilerinde olan İsrail birlikleri, Mısır ordusunu Sina'da yenip Süveyş Kanalı'nın doğu kıyısına kadar yürüdüler. Aslında Mısırlılar Sina’da o kadar kötü durumda değillerdi. Abdülhekim Amir, Sina’daki birlikleri İsrail’in hava saldırısı sonrasında gördüğünde İsrail ordusu ile çarpışacak halde bulunmalarına karşın Sina’nın tahliyesini emretmişti.
İki ülke 9 Haziran'da ateşkes imzaladı. Bu arada 5 Haziran'da Kudüs bölgesinde İsrail kuvvetleriyle çarpışmaya giren Ürdün, Doğu Kudüs'ten ve Şeria nehrinden çekilerek Batı Şeria'yı İsraillilere bıraktı. İsrail ondan sonra bütün gücüyle Suriye'ye yüklenerek Golan Tepeleri'ni Suriye'nin kontrolünden çıkardı.
11 Haziran'da Golan cephesinde ateşkes imzalandı. İsrail, altı gün içinde üç Arap Devletini yenmişti. Savaş İsrail Ordusu adına büyük bir zafer, Arap Devletleri adına küçültücü bir felaket ve Nasırcılığa ağır bir darbe olmuştu.
HAZİRAN SAVAŞI'NIN SONRASI
Arap yenilgisi hem maddi hem de psikolojik açıdan çok pahalıya mal olmuştu. Üç Arap saldırganın hepsi de Israil'e toprak kaybetmişlerdi.
Mısır, Sina petrol kuyularının ve 1967'den 1975'e kadar ulaşıma kapalı olan Süveyş Kanalı'nın gelirini kaybetmişti. Bu aşağılanmayı daha da arttıran bir etken, Mısır'ın bu gelir kaybını gidermek için Nasır'ın yakın zamanlara değin eleştirdiği Suudi Arabistan ve Kuveyt'ten yardım kabul etmesi olmuştu. Ürdün sadece en verimli tarım bölgesi olan Batı Şeria'yı değil, Kudüs ve Beytüllahim turizm merkezlerini de kaybetmişti. Golan Tepeleri, Suriye adına büyük bir ekonomik kayıp değildi gerçi, ama İsrail'in bu bölgeleri işgal etmesi Şam’ı vuruş menziline sokuyordu. Mısır 12.000 asker ve hava ve zırhlı kuvvetlerinin yüzde 80'ini kaybetmişti; Suriye'nin kaybı 25.000 kişiydi ve Ürdün ordusu geçici süreliğine savaşçı bir birim olarak saf dışı bırakılmıştı. Filistin'i kurtarmaya yemin etmiş olan Arap rejimleri askeri bakımdan çökmüşlerdi ve silahlı güce ilişkin bütün pazarlık güçlerini kaybetmişlerdi.
Savaş sadece Altı Gün sürmesine rağmen yeni bir Arap mülteci faciası yaratmış ve İsrail adına gayet karmaşık bir demografik ikilem oluşturmuştu. Ürdün, Batı Şeria'yı vererek yerleşik Filistin nüfusunun büyük kısmından kurtulmuş, ancak aynı zamanda Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nden 300.000 yeni mülteci almıştı. Suriye'de 80.000 kadar nüfus Golan Tepeleri'nden çıkarılmıştı ve Mısır'da Süveyş Kanalı boyunca devam eden savaş, kanal bölgesi kentlerini harabeye çevirmiş ve oralarda yaşayan nüfusun ülkenin başka yerlerine göç etmelerine sebep olmuştu. İsrail Doğu Kudüs'ü, Batı Şeria'yı, Gazze Şeridi'ni, Sina'yı ve Golan Tepeleri'ni alınca 1.5 milyonluk yeni bir Arap nüfusa sahip olmuştu. Bu durum dini bileşimi ve demokratik gelenekleri açısından İsrail Devletinin karakteri konusunda önemli sorular doğurdu.
Savaşın ortaya çıkardığı gerçeklerden birisi, Arap ve İsrail silahlı kuvvetleri arasındaki eşitsizlikti. İsrail zaferinin sürati ve bütünlüğü İsrail ordusuna adeta bir yenilmezlik havası vermişti. Ariel Şaron gibi genç generaller milli kahramanlar oldular ve İsrail Silahlı Kuvvetlerinin bütün birimlerinin neredeyse kusursuz denecek performansı, dünyadaki pek çok askeri kurumun araştırma konusu oldu. İsraillilerin belirgin üstünlüğü kibirlerini arttırırken, büyük zaferlerinin ardından uzlaşma ve pazarlık için aceleleri kalmadı. Buna karşılık Arap Silahlı Kuvvetleri ve özellikle de Mısır'ın birlikleri çok beceriksiz bir görüntü vermişti.
Savaş sonrasında yapılan soruşturmalar Mısır ordusundaki yolsuzluklara ve kötü yönetimi ortaya çıkarınca bundan Nasır rejiminin tümü zarar gördü. Savaşın belki de en büyük etkisi, yeni Arap rejimlerinin kofluğu karşısında duyulan psikolojik şok oldu. 1948 yenilgisi toprak sahibi seçkinlerin, kent eşrafının ve zengin hükümdarların eski rejimlerini gözden düşürmüştü, 1967 hezimeti de 1950'lerde sosyal reform programları ve Arap Birliği aracıyla güçlü olacakları vaatleriyle iktidara gelen askeri rejimleri lekeledi. 11 Haziran 1967'de yeni rejimlerin de selefleri kadar yozlaşmış, işlevsiz ve beceriksiz oldukları ortaya çıkmıştı. Tarihçi Hana Batatu'nun 1967 Haziran ayından sonra Irak rejimine karşı tutumlar hakkında yazdıkları, Suriye ve bir ölçüde Mısır açısından da geçerlidir:
“Halkın gözünde 'Subaylar Devleti' kavramının bir değeri kalmamıştır. Subayların politikaya girmeleri ve hiziplere bölünmeleri sadece hükümeti karıştırmakla ya da bir siyasal istikrarsızlık yatağı haline getirmekle kalmayıp askeri sistemin etkinliğini de ciddi bir şekilde azaltmıştır. Ayrıca ordunun, kendisini ayrıcalıklı bir tarikat haline dönüştürerek, psikolojik olarak halkın geri kalanından uzaklaştığı unutulmamalıdır.”
Batatu, analizini şu gözlemle tamamlamaktadır:
"Derin ve temel toplumsal ve siyasal değişiklikler, uzun ve sürekli çabalar, fedakârlıklar ve çok büyük halk katılımı olmadan gerçekleştirilemez; başka bir deyişle, ilerici ideolojik söylemler yeterli değildir."
Batatu'nun sözünü ettiği düş kırıklığı yaygın bir şekilde hissedilmekteydi. Arif’in Irak rejimi 1968 Temmuz ayında bir Baasçı darbeyle devrildi; Suriye rejimi bir süre devam ettiyse de, 1970 Kasım ayında o da devrildi ve Hafız El-Esad'ın Şam'da uzun sürecek iktidarı başladı.
Mısır'da Nasır, savaş sonrasında otoritesini ve kişisel popülerliğini büyük ölçüde muhafaza etti. Ancak temizlik hareketleri, darbe girişimleri ve Nasır'ın sırdaşı ve Genelkurmay Başkanı Feldmareşal Abdülhekim Amir'in altı gün savaşında Sina’yı tahliye emri üzerine yenilgide önemli rol oynaması hasebiyle tutuklanması ve sonra da intiharı sonunda, rejimin üzerine inşa edildiği subay kadrosunun dayanışması çöktü. Sovyetler'in büyük çabasıyla Mısır'ın Hava ve Zırhlı Kuvvetleri 1967 sonunda savaş öncesi düzeye getirildi. Aynı zamanda Sovyet askeri danışmanlarının sayısı birkaç bine çıkarılarak, Mısır askeri varlığı bakımından tamamen Sovyetler Birliği'ne bağlanmış oldu. Savaşları genelde izleyen barış dönemi, 1967'den sonra Ortadoğu'ya uğramadı. Ürdün'deki Filistin gerillalarının giderek artan faaliyetleri İsrail'in misillemesiyle karşılaştı. Süveyş Kanalı Cephesinde zaman zaman patlak veren topçu ateşi, 1969'da Nasır'ın mısır gururunu kurtarmak ve ülkenin savaş yeteneğinin kaybolmadığını kanıtlamak amacıyla başlattığı yıpratma savaşına dönüştü. Ağır topçular İsrail mevzilerine ateşe başlayınca İsrailliler karşılık verdiler ve Süveyş kenti harabeye döndü. 1970'de yıpratma savaşı İsrail'in günde 150 hava saldırısı yaptığı ve çoğu zaman da Mısır'ın içlerindeki hedefleri vurduğu bir savaş halini almıştı.
Arabulucuların sorunu Arap Devletlerinin zayıf durumdayken görüşmeye yanaşmamaları ve İsrail'in güçlü durumundan ödün vermek için bir gerek görmemesiydi. 22 Kasım 1967'de BM Güvenlik Konseyi ünlü 242 sayılı kararını kabul etti. Karar, ‘’Savaşla toprak elde etmenin kabul edilemezliğini vurguluyor ve İsrail kuvvetlerinin Haziran Savaşı'nda işgal ettiği bölgelerden çekilmesine dayanan adil ve kalıcı bir barış çağrısında bulunuyor, ayrıca bölgedeki her devletin güvenli ve tanınmış sınırları ardında barış içinde yaşama hakkı olduğunu dile getiriyordu.’’ Karar ‘'mülteci sorununun adil çözümü’’ ihtiyacını da belirtmekteydi. Mısır, Ürdün ve İsrail 242 sayılı kararı onayladılar, Suriye ile Filistin örgütleriyse reddettiler. Karar çok müphem ve ucu açık olduğundan, kabul eden taraflar bile farklı yorumluyorlardı. Böylece karar, bir barış anlaşması için herkesin uyuştuğu bir temel oluşturamadı.
Ancak ABD Dışişleri Bakanı William Rogers sonunda Mısır, Ürdün ve İsrail'in desteklediği bir barış planı yapmayı başardı. Planın öngördüğü doksan günlük ateşkes 1970 Temmuz ayında yürürlüğe girdi. Ateşkes birkaç kere yenilenip yıpratma savaşına son vermekte başarılı olduysa da ABD, Mısır'ı İsrail'le barış anlaşması imzalamaya ikna edemediği gibi, İsrail'i de işgal ettiği Mısır topraklarından çekilmeye ikna edemedi. Ama Rogers Planı hiç olmazsa Süveyş Kanalı boyunca topları susturmuş ve herkese durumlarını değerlendirmek adına bir fırsat sağlamıştı.
Haziran Savaşı'nın bir başka önemli sonucu, Filistin askeri ve siyasal örgütlerinin ortaya çıkmasını sağlamasıdır. 1970 Eylül ayında Ürdün'de Filistinlilerle Ürdün ordusu arasında çıkan çatışmada Nasır krize bizzat aracılık etmek istedi. Kahire'de toplanan Arap Zirvesi Filistinlilerce ve Kral Hüseyin'de kabul edilebilir bir ateşkes sağladı.
Konferansın ertesi günü -28 Eylül'de- Nasır geçirdiği bir kalp krizi sonunda öldü. Prestijine inen darbelere rağmen Nasır'ın ölümü gerçek bir şok ve yas doğurdu. Ciddi bir kriz ve kararsızlık anında son on beş yılın hâkim Arap şahsiyeti böylece sahneden çekilmiş oluyordu. Arap Dünyası, Abdülnasır’ın yasını tutmak ve onsuz geleceği düşünmek için kendi aralarındaki rekabeti geçici olarak durdurdu. Abdülnasır’ın Mısır’daki cenazesine milyonlarca kişinin katıldığı söylenir.
SURİYE’DE TEKRAR BİR DARBE : HAFIZ ESAD VE ESAD
İKTİDARI
Arapların Haziran Savaşı'nda İsrail karşısında aldıkları yenilgi, Arap dünyasında bir içe dönme dönemine girilmesine ve Suriye ile Irak'ta mevcut rejimlerin devrilmesine yol açmıştı. Bu iki devlet 1967'den önce siyasal istikrarsızlıklarıyla ün salmışlarsa da 1967 sonrasında şaşırtıcı derecede kalıcı rejimler geliştirdiler. Suriye'de Hafız Esad 1970'de iktidarı ele geçirdi ve 2000'de ölene değin Cumhurbaşkanı olarak kaldı. Irak'ta Saddam Hüseyin 1968'de siyasetin güçlü adamı olarak ortaya çıktı, 1979'da resmen Cumhurbaşkanı ilan edildi ve 1991 Körfez Savaşı'nda ülkesinin yenilgisinden 2003 Amerikan İşgaline kadar devam eden ekonomik ambargoya rağmen iktidarda kalmayı başardı.
İkisi de ülkelerini Nasır'ın Mısır'ı yönettiğinden daha uzun süre yönettiler. İkisi de birbirlerine güvenmezlerdi ve 1970’lerde bölgesel hakimiyet uğruna ateşli bir rekabete girmişlerdi. Ancak dış politika üzerindeki çatışmalarına rağmen iki rejimin pek çok ortak yanı bulunuyordu. Her iki devlet, Esad ve Hüseyin'in kişilikleri ve rejimlerinde kırsal kökenli yeni seçkinlerin yükselişini temsil etmekteydi. Her iki rejim de otoriteryandı, güçlerini ordudan ve Baas Partisi'nden alıyorlardı. Her ikisinde de tek kişinin mutlak gücü hakimdi ve her iki lider de kişisel kült nesnesi olmuştu. Her iki rejim de sosyalist ekonomik politikaları benimsemişlerdi ve eşitlikçi reformlardan yanaydılar. Ancak milli servet bakımından iki devlet arasında bir tezat göze çarpıyordu. Suriye, sonunda Esad döneminde petrol ihraç eden bir ülke olduysa da, petrol gelirleri Irak'ınkiler yanında çok azdı. Irak'ın petrol üretimi bütün Basra Körfezi'nin petrol üreten ülkeleri içinde Suudi Arabistan'dan sonra ikinci geliyordu. Hafız Esad, Saddam Hüseyin ve her iki ülkedeki arkadaşları Arapların durumunu anlamadaki başarısızlığı ve İsrail'i desteklemesi nedeniyle ABD'ye karşı öfke duyuyorlardı. Her iki rejim de bölgesel hakimiyet iddialarını desteklerken, başlıca bölgesel düşmanlarına (Suriye'nin İsrail, Irak'ın İran) karşı 1970'ler ve 1980'lerde askeri harcamalara büyük meblağlar yatırmışlardı.
Artan askeri imkanlar, onlara diplomaside artan bir öncelik sağlayabilirdi, ama bu aynı zamanda Irak'ı hiç de iyi planlanmamış askeri serüvenlere sürüklemişti. Esad ve Hüseyin'in kariyerleri üzerinde durmak, bir devletin toplumsal ve siyasal dinamiklerine tek başına liderlerin şekil vereceği anlamına gelmez. Ancak bu iki lider, ülkelerinin karar meclislerinde öyle bir hakimiyet elde etmişler ve bunu öyle uzun bir süre korumuşlardır ki, onları ve politikalarını şekillendiren güçlerin bilinmesinin bölge tarihini anlamakta büyük önemi vardır.
ESAD DÖNEMİNDE SURİYE
HAFIZ EL-ESAD: İKTİDARA YÜKSELİŞ
Esad, 1930'da kuzeybatı Suriye'nin yoksul ve ücra alevi bölgesinde doğdu. Suriye nüfusunun yüzde 10'unu oluşturan Alevilerin (Nusayri/Arap Alevisi), Suriye toplumunun geri kalanından yabancılaşma ve özerklik gelenekleri vardır. Esad, toplumunu niteleyen yoksulluk ve tecritten kurtulmaya kararlıydı. Lazkiye'de bir ortaokula girmeyi başarmıştı ki, ailesinde ilkokuldan sonra okuyan ilk kişiydi. Sınıflarını birincilikle bitiren Esad kuşağının pek çok genci gibi, Baas Partisinin milli canlanma ve sosyal reform doktrinini cazip bulmuştu. On altı yaşında partiye girdi ve aktif bir öğrenci politikacı ve örgütleyici oldu.
Liseden sonra kırsal kökenli pek çok genç Suriyelinin sorunuyla o da karşı karşıya kaldı; yeteneği ve hırsı vardı, ama ailesi üniversite öğrenimini destekleyecek güçte değildi. Esad ve bazı Alevi arkadaşları için tek yol, parasız eğitimle Humus'ta bulunan Harp Okulu idi. Akademide yoksul bir köy çocuğu lise üstü eğitim görebilir, Silahlı Kuvvetlerde devleti adına çalışabilirdi. Esad 1951'de Harp Okuluna girdi ve yeni kurulmakta olan havacılık bölümüne ayrıldı. Çok üstün bir öğrenci olduğu söylenen Hafız Esad, Sovyetler Birliği'ne savaş pilotu olmak için gönderildi. 1950'lerin sonunda artık Alevi köylülüğünden usta pilotluğa ve subaylığa geçmişti. Ancak gayet politize olan Suriye Silahlı Kuvvetleri'nde subaylar, askerlikle olduğu kadar devlet işleriyle de uğraşmaktaydılar. Esad da bu bakımdan istisna değildi. Subaylığı ve pilotluğunun yanı sıra Baas Partisi için örgütleme faaliyetlerine başlamıştı.
Esad'ın siyasal görüşüne sahip olan biri için Birleşik Arap Cumhuriyeti dönemi (1958-61) çok sıkıntılıydı. Esad, Abdülnasır'a hayrandı ve Arap Birliği fikrini destekliyordu. Ancak Mısır'ın birliğe hâkim olmasından ve özellikle Abdülnasır'ın Baas Partisi'nin dağıtılmasında ısrar etmesinden rahatsız oluyordu. Mısır makamlarının kendisini muhtemel bir bela olarak gördüklerinden olacak, Kahire'de anlamsız bir göreve getirildiğinde bu görüşü değişmemişti. Kahire'de kendisi gibi düşünen genç Suriyeli Subaylarla ülkelerinde Baas Partisi'ni yeniden kurmak amacıyla gizli bir örgüt kurdu. Aradıkları fırsat, Suriye'nin 1961'de BAC'den ayrılmasını izleyen iki yıllık siyasal karışıklık döneminde ellerine geçti.
Esad ve diğer subay arkadaşları 1963'te bir darbeyle Baas'ı tekrar iktidara getirdiler. Darbe, birbirine sıkıca bağlı alevi subayları da iktidara getirdi ve bunlar Suriye'nin siyasal hayatı üzerindeki kontrollerini pekiştirmeye giriştiler. Keza 1963 devrimine kadar Suriye'nin siyasal hayatında Arap Alevileri tecrit ve dışlanmış bir haldeydi. Grupta 33 yaşında Suriye Hava Kuvvetleri Komutanı olan Esad'dan başka, her ikisi de onun gibi köylü kökenli olan Muhammed Umran ve Salah Cedit bulunuyordu. Devlet başkanı Emin El-Hafız, Sünni bir Müslüman olduğu halde iktidar artık üç alevi gencin elindeydi. İç politikalarının esası, Baas yönetimini pekiştirmek ve Suriye toplumunu daha eşitlikçi bir temelde yeniden oluşturmaktı.
Yeni Baasçı rejimin toplumsal reformları kent eşrafına karşı siyasal ve ekonomik kampanyaya sürdürdü. Rejim 1965'te 100 şirketi millileştirdi, büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyup dağıtmaya başladı. Ertesi yıl eski etkin ailelerin bütün üyeleri devlet memurluklarından çıkarıldı. Yeni askeri rejim, Baas'ın omurgasını oluşturan köylü kökenlilerle orta sınıf kentliler, öğretmenler, memurlar ve üniversite öğrencileri arasında bir ittifak kurarak Suriye siyasal seçkinlerini yeniden yapılandırıyordu.
Esad'ın genç subaylar grubu 1966'da bir iç darbeyle Emin El-Hafız'ı ve rejimi Baas'ın ilk destekçilerinin çoğundan temizlediler. Bunlar arasında partinin kurucuları Eflak ve El-Bitar da vardı ve onların ikisi de bir daha dönmemek üzere yurtlarına terk ettiler. Daha sonra Saddam, Baas'ı sahiplendiğini göstermek için Eflak'ı Irak'a davet etmiştir. Darbeden çıkan rejim görünüşte sivillerin yönetimindeydi, oysa gerçekte darbeyi planlayan askerlerin kontrolü altındaydı. Esad artık, hava kuvvetleri komutanlığından başka savunma bakanı olarak silahlı kuvvetlerin hâkim kişisi olmuştu. Arkadaşı Cedit, Baas Partisi'ni kontrol ediyordu. İsrail'in Suriye Hava Kuvvetlerini Golan semalarında yok eden ve Suriye topraklarını işgaliyle sonuçlanan altı gün savaşı, rejimi ve özellikle de savunma bakanını gözden düşürdü. Ancak Esad yenilginin arkadaşlarının yanlışlarından kaynaklandığına inanıyordu; bunun üzerine Suriye'de bütün karar mekanizmasını kendi eline almaya karar verdi. 1970 Kasım ayında Cedit ile hükümet üyelerinin tutuklanmasını emrederek hedefine ulaştı. Esad ertesi yıl yedi yıllığına cumhurbaşkanı seçildi. Hafız Esad, Suriye'de iktidarın zirvesindeydi artık; peki, bu yeni gücüyle neler yapacaktı?
İKTİDAR ARAÇLARI
Araştırmacıların çoğu Esad'ı tedbirli, hesapçı ve pragmatik bir siyasetçi olarak tanımlar. Pragmatikliği Baasçı ilkeleri uygulamasındaki ılımlılık ve rejim için halk desteği tabanını genişletme çabalarında kendini gösteriyordu. Esad'ın hükümeti Baasçı doktrinde yer alan sosyalist politikaları izlemekle birlikte özel girişimcilik konusunda 1960'ların radikal askeri rejimlerinden daha hoşgörülüydü. Esad'ın rejimine destek sağlamak için pragmatik bir jesti de Suriye'nin on yıldan uzun süredir görmediği geniş tabanlı ve daha şeffaf siyasal katılım kurumları oluşturmak oldu. Hükümet 1973'te Halk Konseyi denen seçilmiş bir meclisi sağlayan yeni bir anayasa getirdi. Ancak Anayasa, Cumhurbaşkanına o kadar geniş yetkiler veriyordu ki, meclis demokratik yönetim sembolünden başka bir şey değildi. Anayasanın en tartışmalı maddesi, cumhurbaşkanının Müslüman olması şartını kaldırmış olmasıydı. Suriye'deki Sünni çoğunluk gözünde bu, alevi başkanın rejiminin hem laik hem de mezhepçi olması anlamına geldiğinden büyük kentlerde gösteriler düzenlediler. Esad hemen geri adım atarak, maddeyi Cumhurbaşkanının Müslüman olması şeklinde değiştirdi. Aynı zamanda Şii ulemasının ileri gelenlerinden, "Alevilerin Müslüman olduğuna dair" fetva aldı. Protestolar ve Esad'ın bunlara tepkisi, mezhep gerilimlerinin Suriye'nin siyasal hayatında hala rol oynamakta olduğunu gösteriyordu.
Esad pragmatik olduğu kadar hesapçı bir adamdı ve hesapları arasında elde etmek için o kadar ter döktüğü iktidarı elden kaçırmamak da vardı. Esad başkanlığa yükselmek için orduyu ve Baas Partisi'ni kullanmış, iktidarı eline aldıktan sonra bunları rejiminin temeli olarak yerleştirmişti. Kendisi Baas'ın Genel Sekreterliğini üstlenerek devletin ve partinin başına geçmiş oldu. Baas'ın hassas hiyerarşisi, kendisine bağlı halk komiteleri ağı ve silahlı kuvvetlerde şubeleriyle etkili bir siyasal denetim aracına dönüştü. Rejimin diğer dayanakları olan ordu ve iç güvenlik güçleri, devlet otoritesini hâkim kılıyor ve gerektiği zaman muhalefeti eziyordu.
Esad kendi rejimine sadakati, iktidar hiyerarşisine akrabalarını ve güvenilir yardımcılarını getirerek sağlıyordu. Bu bakımdan Esad'ın başkanlığı elde etmedeki kişisel zaferi, alevi toplumu adına da bir zaferdi. Alevi subaylar orduda ve güvenlik örgütlerinde en önemli mevkilere getirilmişler, böylece rejimin devamında çıkar sahibi olmuşlardı. Buna ilaveten Esad'ın aile üyeleri, düzenli ordu yapısının dışındaki özel kuvvetlerin başına getirilmişlerdi. Bunlardan en önemlisi olan ve savunma bölükleri olarak anılan seçkin Muhafız Birliğinin başında, Cumhurbaşkanının küçük kardeşi Rıfat bulunmaktaydı. Rejimin belirgin bir "alevi görüntüsü alması", Sünni çoğunlukta kuşku uyandırmaya başlamıştı.
Yeni rejim, Aleviliğin yanı sıra kesinlikle köy kökenliydi ve kent temelli eşraf ailelerinin aleyhine taşranın yükselişini temsil ediyordu. Esad'ın Devletinin yeni seçkinleri, 1940 ve 50'lerde Baas Partisi'ni kuran reformculardan farklıydılar. Partinin kurucuları Eflak ve El-Bitar, Şam kökenliydiler ve fikirlerini Paris'te Avrupa edebiyatı ve felsefe okurken oluşturmuşlardı. Bir dereceye kadar 19. yüzyılın yüksek öğrenimi Avrupa'da arama uygulamasının devamını simgeliyorlardı. Ancak Esad'ın rejiminin yetkilileri köylerden ve kasabalardan geliyorlardı; eğitimlerini ya basit köy okullarında ya da harp okulunda almışlardı. Avrupalı filozofların soyut fikirlerinden veya Batı Avrupa'da uzun süreli deneyimlerden elde etmiş değillerdi. Mısır'ın Hür Subaylar'ı gibi pragmatik askerler ve yöneticiler olarak asıl hedefleri, ülkelerinin orta doğu bağlamında ihtiyaçlarına ve ele geçirdikleri gücü kaybetmemeye odaklanmıştı.
Hafız Esad, Suriye Hava Kuvvetleri'nde subay olduğu yıllardan. |
Arapların Haziran Savaşı'nda İsrail karşısında aldıkları yenilgi, Arap dünyasında bir içe dönme dönemine girilmesine ve Suriye ile Irak'ta mevcut rejimlerin devrilmesine yol açmıştı. Bu iki devlet 1967'den önce siyasal istikrarsızlıklarıyla ün salmışlarsa da 1967 sonrasında şaşırtıcı derecede kalıcı rejimler geliştirdiler. Suriye'de Hafız Esad 1970'de iktidarı ele geçirdi ve 2000'de ölene değin Cumhurbaşkanı olarak kaldı. Irak'ta Saddam Hüseyin 1968'de siyasetin güçlü adamı olarak ortaya çıktı, 1979'da resmen Cumhurbaşkanı ilan edildi ve 1991 Körfez Savaşı'nda ülkesinin yenilgisinden 2003 Amerikan İşgaline kadar devam eden ekonomik ambargoya rağmen iktidarda kalmayı başardı.
İkisi de ülkelerini Nasır'ın Mısır'ı yönettiğinden daha uzun süre yönettiler. İkisi de birbirlerine güvenmezlerdi ve 1970’lerde bölgesel hakimiyet uğruna ateşli bir rekabete girmişlerdi. Ancak dış politika üzerindeki çatışmalarına rağmen iki rejimin pek çok ortak yanı bulunuyordu. Her iki devlet, Esad ve Hüseyin'in kişilikleri ve rejimlerinde kırsal kökenli yeni seçkinlerin yükselişini temsil etmekteydi. Her iki rejim de otoriteryandı, güçlerini ordudan ve Baas Partisi'nden alıyorlardı. Her ikisinde de tek kişinin mutlak gücü hakimdi ve her iki lider de kişisel kült nesnesi olmuştu. Her iki rejim de sosyalist ekonomik politikaları benimsemişlerdi ve eşitlikçi reformlardan yanaydılar. Ancak milli servet bakımından iki devlet arasında bir tezat göze çarpıyordu. Suriye, sonunda Esad döneminde petrol ihraç eden bir ülke olduysa da, petrol gelirleri Irak'ınkiler yanında çok azdı. Irak'ın petrol üretimi bütün Basra Körfezi'nin petrol üreten ülkeleri içinde Suudi Arabistan'dan sonra ikinci geliyordu. Hafız Esad, Saddam Hüseyin ve her iki ülkedeki arkadaşları Arapların durumunu anlamadaki başarısızlığı ve İsrail'i desteklemesi nedeniyle ABD'ye karşı öfke duyuyorlardı. Her iki rejim de bölgesel hakimiyet iddialarını desteklerken, başlıca bölgesel düşmanlarına (Suriye'nin İsrail, Irak'ın İran) karşı 1970'ler ve 1980'lerde askeri harcamalara büyük meblağlar yatırmışlardı.
Artan askeri imkanlar, onlara diplomaside artan bir öncelik sağlayabilirdi, ama bu aynı zamanda Irak'ı hiç de iyi planlanmamış askeri serüvenlere sürüklemişti. Esad ve Hüseyin'in kariyerleri üzerinde durmak, bir devletin toplumsal ve siyasal dinamiklerine tek başına liderlerin şekil vereceği anlamına gelmez. Ancak bu iki lider, ülkelerinin karar meclislerinde öyle bir hakimiyet elde etmişler ve bunu öyle uzun bir süre korumuşlardır ki, onları ve politikalarını şekillendiren güçlerin bilinmesinin bölge tarihini anlamakta büyük önemi vardır.
ESAD DÖNEMİNDE SURİYE
HAFIZ EL-ESAD: İKTİDARA YÜKSELİŞ
Esad, 1930'da kuzeybatı Suriye'nin yoksul ve ücra alevi bölgesinde doğdu. Suriye nüfusunun yüzde 10'unu oluşturan Alevilerin (Nusayri/Arap Alevisi), Suriye toplumunun geri kalanından yabancılaşma ve özerklik gelenekleri vardır. Esad, toplumunu niteleyen yoksulluk ve tecritten kurtulmaya kararlıydı. Lazkiye'de bir ortaokula girmeyi başarmıştı ki, ailesinde ilkokuldan sonra okuyan ilk kişiydi. Sınıflarını birincilikle bitiren Esad kuşağının pek çok genci gibi, Baas Partisinin milli canlanma ve sosyal reform doktrinini cazip bulmuştu. On altı yaşında partiye girdi ve aktif bir öğrenci politikacı ve örgütleyici oldu.
Liseden sonra kırsal kökenli pek çok genç Suriyelinin sorunuyla o da karşı karşıya kaldı; yeteneği ve hırsı vardı, ama ailesi üniversite öğrenimini destekleyecek güçte değildi. Esad ve bazı Alevi arkadaşları için tek yol, parasız eğitimle Humus'ta bulunan Harp Okulu idi. Akademide yoksul bir köy çocuğu lise üstü eğitim görebilir, Silahlı Kuvvetlerde devleti adına çalışabilirdi. Esad 1951'de Harp Okuluna girdi ve yeni kurulmakta olan havacılık bölümüne ayrıldı. Çok üstün bir öğrenci olduğu söylenen Hafız Esad, Sovyetler Birliği'ne savaş pilotu olmak için gönderildi. 1950'lerin sonunda artık Alevi köylülüğünden usta pilotluğa ve subaylığa geçmişti. Ancak gayet politize olan Suriye Silahlı Kuvvetleri'nde subaylar, askerlikle olduğu kadar devlet işleriyle de uğraşmaktaydılar. Esad da bu bakımdan istisna değildi. Subaylığı ve pilotluğunun yanı sıra Baas Partisi için örgütleme faaliyetlerine başlamıştı.
Esad'ın siyasal görüşüne sahip olan biri için Birleşik Arap Cumhuriyeti dönemi (1958-61) çok sıkıntılıydı. Esad, Abdülnasır'a hayrandı ve Arap Birliği fikrini destekliyordu. Ancak Mısır'ın birliğe hâkim olmasından ve özellikle Abdülnasır'ın Baas Partisi'nin dağıtılmasında ısrar etmesinden rahatsız oluyordu. Mısır makamlarının kendisini muhtemel bir bela olarak gördüklerinden olacak, Kahire'de anlamsız bir göreve getirildiğinde bu görüşü değişmemişti. Kahire'de kendisi gibi düşünen genç Suriyeli Subaylarla ülkelerinde Baas Partisi'ni yeniden kurmak amacıyla gizli bir örgüt kurdu. Aradıkları fırsat, Suriye'nin 1961'de BAC'den ayrılmasını izleyen iki yıllık siyasal karışıklık döneminde ellerine geçti.
Esad ve diğer subay arkadaşları 1963'te bir darbeyle Baas'ı tekrar iktidara getirdiler. Darbe, birbirine sıkıca bağlı alevi subayları da iktidara getirdi ve bunlar Suriye'nin siyasal hayatı üzerindeki kontrollerini pekiştirmeye giriştiler. Keza 1963 devrimine kadar Suriye'nin siyasal hayatında Arap Alevileri tecrit ve dışlanmış bir haldeydi. Grupta 33 yaşında Suriye Hava Kuvvetleri Komutanı olan Esad'dan başka, her ikisi de onun gibi köylü kökenli olan Muhammed Umran ve Salah Cedit bulunuyordu. Devlet başkanı Emin El-Hafız, Sünni bir Müslüman olduğu halde iktidar artık üç alevi gencin elindeydi. İç politikalarının esası, Baas yönetimini pekiştirmek ve Suriye toplumunu daha eşitlikçi bir temelde yeniden oluşturmaktı.
1963 Devrimi'nden sonra "Baas'ın Zaferi"ni müjdeleyen Mişel Eflak. |
Yeni Baasçı rejimin toplumsal reformları kent eşrafına karşı siyasal ve ekonomik kampanyaya sürdürdü. Rejim 1965'te 100 şirketi millileştirdi, büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyup dağıtmaya başladı. Ertesi yıl eski etkin ailelerin bütün üyeleri devlet memurluklarından çıkarıldı. Yeni askeri rejim, Baas'ın omurgasını oluşturan köylü kökenlilerle orta sınıf kentliler, öğretmenler, memurlar ve üniversite öğrencileri arasında bir ittifak kurarak Suriye siyasal seçkinlerini yeniden yapılandırıyordu.
Esad'ın genç subaylar grubu 1966'da bir iç darbeyle Emin El-Hafız'ı ve rejimi Baas'ın ilk destekçilerinin çoğundan temizlediler. Bunlar arasında partinin kurucuları Eflak ve El-Bitar da vardı ve onların ikisi de bir daha dönmemek üzere yurtlarına terk ettiler. Daha sonra Saddam, Baas'ı sahiplendiğini göstermek için Eflak'ı Irak'a davet etmiştir. Darbeden çıkan rejim görünüşte sivillerin yönetimindeydi, oysa gerçekte darbeyi planlayan askerlerin kontrolü altındaydı. Esad artık, hava kuvvetleri komutanlığından başka savunma bakanı olarak silahlı kuvvetlerin hâkim kişisi olmuştu. Arkadaşı Cedit, Baas Partisi'ni kontrol ediyordu. İsrail'in Suriye Hava Kuvvetlerini Golan semalarında yok eden ve Suriye topraklarını işgaliyle sonuçlanan altı gün savaşı, rejimi ve özellikle de savunma bakanını gözden düşürdü. Ancak Esad yenilginin arkadaşlarının yanlışlarından kaynaklandığına inanıyordu; bunun üzerine Suriye'de bütün karar mekanizmasını kendi eline almaya karar verdi. 1970 Kasım ayında Cedit ile hükümet üyelerinin tutuklanmasını emrederek hedefine ulaştı. Esad ertesi yıl yedi yıllığına cumhurbaşkanı seçildi. Hafız Esad, Suriye'de iktidarın zirvesindeydi artık; peki, bu yeni gücüyle neler yapacaktı?
İKTİDAR ARAÇLARI
Araştırmacıların çoğu Esad'ı tedbirli, hesapçı ve pragmatik bir siyasetçi olarak tanımlar. Pragmatikliği Baasçı ilkeleri uygulamasındaki ılımlılık ve rejim için halk desteği tabanını genişletme çabalarında kendini gösteriyordu. Esad'ın hükümeti Baasçı doktrinde yer alan sosyalist politikaları izlemekle birlikte özel girişimcilik konusunda 1960'ların radikal askeri rejimlerinden daha hoşgörülüydü. Esad'ın rejimine destek sağlamak için pragmatik bir jesti de Suriye'nin on yıldan uzun süredir görmediği geniş tabanlı ve daha şeffaf siyasal katılım kurumları oluşturmak oldu. Hükümet 1973'te Halk Konseyi denen seçilmiş bir meclisi sağlayan yeni bir anayasa getirdi. Ancak Anayasa, Cumhurbaşkanına o kadar geniş yetkiler veriyordu ki, meclis demokratik yönetim sembolünden başka bir şey değildi. Anayasanın en tartışmalı maddesi, cumhurbaşkanının Müslüman olması şartını kaldırmış olmasıydı. Suriye'deki Sünni çoğunluk gözünde bu, alevi başkanın rejiminin hem laik hem de mezhepçi olması anlamına geldiğinden büyük kentlerde gösteriler düzenlediler. Esad hemen geri adım atarak, maddeyi Cumhurbaşkanının Müslüman olması şeklinde değiştirdi. Aynı zamanda Şii ulemasının ileri gelenlerinden, "Alevilerin Müslüman olduğuna dair" fetva aldı. Protestolar ve Esad'ın bunlara tepkisi, mezhep gerilimlerinin Suriye'nin siyasal hayatında hala rol oynamakta olduğunu gösteriyordu.
Esad pragmatik olduğu kadar hesapçı bir adamdı ve hesapları arasında elde etmek için o kadar ter döktüğü iktidarı elden kaçırmamak da vardı. Esad başkanlığa yükselmek için orduyu ve Baas Partisi'ni kullanmış, iktidarı eline aldıktan sonra bunları rejiminin temeli olarak yerleştirmişti. Kendisi Baas'ın Genel Sekreterliğini üstlenerek devletin ve partinin başına geçmiş oldu. Baas'ın hassas hiyerarşisi, kendisine bağlı halk komiteleri ağı ve silahlı kuvvetlerde şubeleriyle etkili bir siyasal denetim aracına dönüştü. Rejimin diğer dayanakları olan ordu ve iç güvenlik güçleri, devlet otoritesini hâkim kılıyor ve gerektiği zaman muhalefeti eziyordu.
Esad kendi rejimine sadakati, iktidar hiyerarşisine akrabalarını ve güvenilir yardımcılarını getirerek sağlıyordu. Bu bakımdan Esad'ın başkanlığı elde etmedeki kişisel zaferi, alevi toplumu adına da bir zaferdi. Alevi subaylar orduda ve güvenlik örgütlerinde en önemli mevkilere getirilmişler, böylece rejimin devamında çıkar sahibi olmuşlardı. Buna ilaveten Esad'ın aile üyeleri, düzenli ordu yapısının dışındaki özel kuvvetlerin başına getirilmişlerdi. Bunlardan en önemlisi olan ve savunma bölükleri olarak anılan seçkin Muhafız Birliğinin başında, Cumhurbaşkanının küçük kardeşi Rıfat bulunmaktaydı. Rejimin belirgin bir "alevi görüntüsü alması", Sünni çoğunlukta kuşku uyandırmaya başlamıştı.
Yeni rejim, Aleviliğin yanı sıra kesinlikle köy kökenliydi ve kent temelli eşraf ailelerinin aleyhine taşranın yükselişini temsil ediyordu. Esad'ın Devletinin yeni seçkinleri, 1940 ve 50'lerde Baas Partisi'ni kuran reformculardan farklıydılar. Partinin kurucuları Eflak ve El-Bitar, Şam kökenliydiler ve fikirlerini Paris'te Avrupa edebiyatı ve felsefe okurken oluşturmuşlardı. Bir dereceye kadar 19. yüzyılın yüksek öğrenimi Avrupa'da arama uygulamasının devamını simgeliyorlardı. Ancak Esad'ın rejiminin yetkilileri köylerden ve kasabalardan geliyorlardı; eğitimlerini ya basit köy okullarında ya da harp okulunda almışlardı. Avrupalı filozofların soyut fikirlerinden veya Batı Avrupa'da uzun süreli deneyimlerden elde etmiş değillerdi. Mısır'ın Hür Subaylar'ı gibi pragmatik askerler ve yöneticiler olarak asıl hedefleri, ülkelerinin orta doğu bağlamında ihtiyaçlarına ve ele geçirdikleri gücü kaybetmemeye odaklanmıştı.
İÇ POLİTİKA : EKONOMİ VE TOPLUM
Esad 1970'lerde iktidarı ele aldığında, Suriye'nin ekonomisi tarıma dayalıydı ve ülkenin en çok gelir getiren ihraç malı pamuktu. Esad iktidarının ilk on yılında ekonomi hizmet, sanayi ve ticari sektörlerin hakimiyetine girdi ve petrol başlıca döviz kaynağı olarak pamuğun yerine geçti.
1960'ların Baasçı rejimleri, Suriye'nin mevcut özel girişim ekonomisini devlet kontrolüne dayanan bir ekonomiye dönüştürmüşlerdi. Bu dönüşüm büyük şirketlerin, bankaların, sanayi kuruluşlarının ve ulaşım şirketlerinin millileştirilmesi yoluyla sağlanmıştı. Ayrıca, ekonomiye kamu sektörünün hakimiyeti ilkesini korudu, ama seleflerinden çok daha az doktrinciydi. Ekonomiyi liberalleştirip özel sektör faaliyetlerindeki kısıtlamaların bazılarını gevşeterek Sünni kentli işadamlarına karşı uzlaşma jestlerinde bulundu.
Kamu sektörü hakimiyeti ve özel sektör katılımı bir süre başarılı oldu ve Suriye 1970'lerde ekonomik bir patlama yaşadı. Petrol üreten Arap ülkelerinden mali yardım, diğer ülkelerden krediler ve Suriye'nin kendi mütevazı petrol sanayisinden gelen gelir, hükümete büyük kalkınma projelerine başlama ve devlet hizmetlerini artırma imkânı tanıdı. Ancak Suriye'nin ekonomik refahı Ortadoğu'nun siyasal durumuna bağlıydı ve Esad'ın politikaları petrol zengini devletleri kendisine yabancılaştırınca, ülkenin ekonomisi baş aşağı gitti ve hükümet, kemer sıkma önlemleri almaktan başka çare bulamadı.
Suriye'nin ekonomik kalkınması iç sorunlardan da etkileniyordu. Eğitimli yönetici ve teknisyen sayısı, hızla genişleyen devlet kurumlarına yetmiyordu. Ayrıca, en üst idari görevler genelde liyakatten çok Baas Partisi'ne sadakate göre dağıtıldığı için verimsizliğe yol açılmaktaydı. Son olarak, rejimin ekonomik kalkınması bir yolsuzluk ağı içinde kalmıştı. Esad'ın mütevazı bir hayatı olmasına rağmen, onun eteğine yapışarak iktidara gelen bazı yüksek düzey yetkililer lüks içinde yaşamaktaydılar. Bazı subayların, devlet memurlarının ve parti yöneticilerinin lüks tüketimi, rüşvet ve karaborsacılıkla finanse edilmekteydi. Bu işleri yapanların başında gelen cumhurbaşkanının kardeşi Rıfat'ın pahalı zevkleri herkesçe bilinmekteydi.
Esad belki de kendisinin köy kökenli olmasından dolayı köylülerin hayat standartlarının düzeltilmesine büyük öncelik vermekteydi. Hükümeti kırsal kesimde eğitim ve sağlık hizmetlerini yaygınlaştırmış, ulaşım ve sulama sistemleri kurmuş, tarımla uğraşanlara tohum, makine ve kredi sağlamak üzere köy kooperatiflerini kurmuştu. Bu önlemlerle kırsal hayat koşulları düzeltilmişse de rejimin tarımsal üretimi artırma girişimleri pek başarılı olamadı. Toprak dağıtım planları uygulamaya konmuştu ama Suriye köylülerinin çoğunluğu topraksız kalmışlardı. Ayrıca, merkezi planlamanın getirilmesi tarımsal kararların bürokratlaştırılmasına yol açmış, Baas Partisi'nin tarımdan anlamayan bir takım yetkilileri ürün rotasyonu, pazarlama ve bunun gibi konularda karar verme noktasına gelmişlerdi. 1970'ler ve 1980'lerde pamuk üretimi önemli ölçüde artmışsa da gıda ürünleri tüketici ihtiyacına ayak uyduramamıştı ve Suriye giderek artan miktarda gıda maddesi ithalatına başlamıştı.
Esad iktidara geldiğinde ülkenin okuryazar oranı %60 civarındaydı. Hükümetinin cehaleti on yılda ortadan kaldıracağını ilan etmişse de okula devam eden öğrenci sayısında büyük sıçrama kaydedilmesine rağmen on yıl sonra bu oran hala %50 civarındaydı. Suriye yılda %3,7 oranında dünyanın nüfus artışı en yüksek ülkelerinden biri olduğundan ve devletin öğretmen ve derslik sağlama oranı buna yetişemediğinden sorun çözümsüz görünüyordu. Orta eğitimini tamamlayabilen öğrencilere parasız eğitim ve serbest giriş politikasıyla yüksek öğrenim imkânı sağlanıyordu. Bu politikayla Suriye, toplumun bütün kesimlerine üniversite öğrenimi görme fırsatı yaratmışsa da bu sürenin kalabalık sınıflar ve düşük eğitim standartları gibi olumsuz sonuçları da olmuştur.
Esad rejiminde eğitim sisteminin her düzeyi merkezi hükümetin sıkı denetimi altındaydı ve hükümet, sınıfı öğrencilere Baas ideolojisini aşılamak adına bir forum olarak da kullanıyordu. Sistem, otoriteye itaat ve parti ilkelerine bağlılık yerleştirmek üzere düzenlenmişti. Rejimin eğitimi kullanması özellikle üniversite düzeyinde çarpıcıydı : parti ve güvenlik güçleri öğretmen atamalarını titizlikle inceliyorlar ve toplumda ilerleme fırsatı bulacak kişilerin doğru siyasal davranış kurallarına uyum sağlayanlardan olmasını sağlamak için üniversiteye girişi kontrol altına alıyorlardı.
Siyasal ve entelektüel özgürlüklerdeki bütün kısıtlamalarına rağmen Esad rejimi toplumsal reformlara devam etti. Kadınlar lehine eşit haklar ve ayrıcalıkları yasa güvencesine alarak kadın eşitliğini sağladı. Kadınlar parlamentoya girebiliyorlar, çeşitli mesleklerde çalışıyorlar, yargıçlık yapabiliyorlardı ve 1976'da Esad'ın kültür bakanı da bir kadındı. Ancak halk uygulaması mutlaka yasalara uyum içinde değildi ve muhafazakâr sosyal davranışlar yine de kadınların iş gücüne katılmasını kısıtlamaya devam ediyordu. Ayrıca, Esad'ın muhalifleri rejimin kadın özgürlüğünü teşvik etmesini, hükümetin laikliği ve İslami değerlere saygısızlığı olarak vurgulamaktaydılar.
Rejim Baas Partisi'ne özgü toplumsal değişim ilkesini yerleştirmeye çalışırken, siyasal katılık, kültürel tek örneklik ve entelektüel itaat gibi kavramları da getirmekteydi. Bu, bir yandan reform ilkelerini taahhüt eden, diğer yandan otoriter askeri rejimin korunmasını amaçlayan bir hükümetin çelişkisiydi. Suriye'nin değişimi bireylerin yaratıcı enerjisiyle değil, devletin kontrolü altında olacaktı.
ORTADOĞU'DA SURİYE : ÜSTÜNLÜK PEŞİNDE
Esad'ın gözünde İsrail'le çatışma diğer bütün dış politika konularının üstündeydi. Onun görüşünce, İsrail, hedeflerini ABD'nin belirlediği yayılmacı bir devletti. Esad, Suriye'nin görevinin İsrail tehdidine direnmek ve Arap Birliği davası uğruna çalışmak olduğuna inanıyordu. Esad'ın İsrail konusundaki kaygısı, Suriyelilerin çoğunluğunun fikirlerini yansıtmaktaydı. Suriyeliler Filistin'in kaybını diğer daha uzak Arap Devletlerinden daha fazla hissetmekteydiler. Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde, sonraları Filistin mandası olan bölge Güney Suriye'nin parçasıydı ve bunun İsrail devletine dönüşmesi Suriyeliler arasında köklü bir nefret uyandırmıştı.
Esad eğer Suriye Arapların İsrail'e karşı mücadelesine önderlik edecekse, ülkenin silahlı kuvvetlerinin güncelleştirilmesi gerektiğinin farkındaydı. Bunun için Sovyetler Birliği'nden sağladığı silahların miktar ve kalitesini yükseltmesini istedi. Sonunda Suriye Silahlı Kuvvetleri'nin mevcudu 1967'de 50.000'den 1973'te 225.000'e ve 1980'lerin başında 400.000'e çıkarıldı. Fakat ordunun böyle daha önce hiç görülmemiş şekilde büyümesi de pahalıya mal olmak zorundaydı. 1980'lerin başında Suriye gayrisafi milli hasılasının %20'sinden fazlasını orduya harcıyordu. Silah alımları ülkenin ekonomisini zora soktu ve iç projelere yatırılacak fonların bir kısmını da tüketti.
Esad'ın en büyük arzusu Suriye'nin 1967 savaşında İsrail'e kaptırdığı Golan Tepeleri'ni geri almaktı. Bu isteğinin ancak savaşla gerçekleşebileceğine inanıyordu. Araplar "askeri yeteneklerini" gösterdikleri taktirde uluslararası toplumda ciddiye alınabilirlerdi. Esad kendisine müttefik olarak Abdülnasır'ın halefi Enver Sedat'ı buldu. Birlikte 1973 ekim askeri harekâtını planladılar. (bkz: yom kippur savaşı) / (bkz: 1973 arap israil savaşı)
Savaş iki Arap ülkesi adına iyi başladıysa da, Suriye için yenilgiyle sonuçlandı. Ancak Suriye Ordusu iyi performans göstermiş Esad'ın bir Arap koalisyonunun zamanla İsrail'in elindeki toprakları geri alacağına inanması için artık somut bir sebebi vardı. Ne var ki Mısır, İsrail'e karşı askeri harekatlardan vazgeçince böyle bir koalisyon için inanılır ortak bulma imkanını kaybetti.
Enver Sedat, 1979'da Washington'da Mısır-İsrail barışını imzalamak için çok çetin görüşmeler yapmıştı. Esad'a göre, Sedat, Ortadoğu'da bir ABD-İsrail düzenine taraf olarak Arap davasına ihanet etmişti. Suriye başkanı bu düzenin devam etmesine izin verilmemesinde kararlıydı. Buna direnecek güvenilir Arap müttefik de olmayınca Esad, Suriye'nin bunu İsrail'le askeri eşitlik elde ederek yapmasına karar verdi. Bu karar da yukarıda sözünü ettiğimiz muazzam silahlanmanın gerekçesi oldu. Esad, İsrail'le askeri eşitlik elde etmeye çalışırken, aynı zamanda Suriye'yi Arap dünyasının en güçlü devleti konumuna yükseltmeyi düşünüyordu. Aslında Arapların İsrail'in varlığına tepkilerinin Suriye'nin kontrolünde kalmasını sağlayacak bir bölgesel hegemonyaya ulaşma isteği ortaya atmıştı. Bu arzunun yerine getirilmesi pahalıydı, ama ihtiyatsız bir politika da değildi. Esad'ın hesapçı karakterine uygundu. Amacı, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü (FKÖ) olduğu kadar Suriye'nin yörüngesine düşen Lübnan ve Ürdün'e hakim olmaktı. Suriye, askeri gücüyle bu devletleri korkutacak ve Mısır gibi İsrail'le barış yapmalarını önleyecekti. Aynı zamanda, kendi ordusu güçlenmeden onların ve özellikle FKÖ'nün İsrail'i bir misillemeye yöneltecek faaliyetlere girmekten men etmeye çalışacaktı.
Esad'ın bölgesel politikası Suriye içinde pek tutulduğundan, iktidarının ilk yıllarında ülke içinde durumunu sağlamlaştırmasına yardımcı olmuştu. arap dünyası genelinde de Pan-Arap Birliği alanında Abdülnasır'ın muhtemel halefi olarak görülüyordu. Ancak Esad'ın Lübnan iç savaşına karışması ününü baltalamış ve liderliğini hem Suriye'de hem de Arap dünyasında sorgulanır hale getirmişti. Suriye 1976'da Lübnan'da Solcu Müslüman-FKÖ ittifakına karşı Maruni Hıristiyanların yanında yer aldı. Esad iç savaşın sonucunu etkileyeceğini ummuştu. Ama Suriye kuvvetleri pahalı ve kesin olmayan bir askeri işgal içinde saplanıp kaldılar. Esad, ordusunu Filistinlilerin "savunucusu" FKÖ'ne karşı göndererek davalarına sadakati konusunda kuşku uyandırmıştı. Ayrıca Lübnan'da İsrail'in icra ettiği özel ve örtülü operasyonlar, ara sıra yaşanan çatışmalar da Suriye Ordusu'nun yıpranmasında etkili oldu.
Esad, Lübnan'a müdahalesiyle Arapların hoşnutsuzluğunu üstüne çekme riskini göze almışsa da 1980-88 İran-Irak Savaşında bundan daha cüretli bir adım atacaktı. Suriye ile ırak arasında uzun zamandır devam eden rekabet, 70'lerde her iki devletin Baas Partisi'nin farklı gruplarının yönetime girmesiyle daha da sertleşmişti. İki devlet de birbirini gerçek Baasçı ilkelerden sapmakla suçluyordu ve Şam ile Bağdat'ın propaganda makineleri ağır hakaretler yağdırıyordu. Irak Baasının Suriye'dekinden yegâne farkı, Arapçılık ve Sosyalizm yanında Sünniliği referans almasıydı. İran-Irak Savaşı sırasında bu Sünnilik meselesi Saddam'ın propagandalarında daha da bir öne çıkacak, Amerikan işgalinden sonraysa IŞİD'i besleyen şeylerden biri olacaktı.
1979'da Şah'ı deviren Ayetullah Humeyni önderliğinde militan bir Şii İslami rejim gelmesi, Suriye ile Irak arasındaki gerilimi daha da artırdı. Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin, Humeyni'nin İslam Devrimi çağrısının Irak'ın huzursuz Şii çoğunluğunu etkilemesinden korkuyordu. Saddam Hüseyin bunun da etkisiyle İran-Irak Savaşını başlattığında uzun savaşta Arap Devletlerinin çoğu Irak'ı desteklediler. Ancak Suriye, bunlar arasında değildi. Esad, Arap Dünyası ve Sünni fikirlerinden kopup, Arap olmayan Şii İran'ın tarafını tutmuştu. Saddam, Esad'ı "fars tohumu olmakla" suçluyordu.
Esad, Humeyni rejimini ABD-İsrail düzenine bir protesto olarak görüyor ve Arapların Tahran'daki yeni hükümeti desteklemeleri gerektiğine inanıyordu. Esad'ın tutumunda belirli bir mantık olabilirdi, ama diğer Arap liderleri bunu göremeyince Suriye Arap dünyasında giderek tecrit edilmiş konuma düştü. Suriye bu tecrite rağmen, yeni askeri gücü sayesinde Esad'ın aradığı bölgesel etkinliğe kavuştu. 1980'lerin ortalarına gelindiğinde Suriye, kendi katılımı olmadan herhangi bir Arap-İsrail Barış Anlaşması yapılamayacağını ve başkalarından gelebilecek her türlü barış önerisinin Suriye tarafından sabote edileceğini bildirecek güce ulaşmıştı.
Esad 1970'lerde iktidarı ele aldığında, Suriye'nin ekonomisi tarıma dayalıydı ve ülkenin en çok gelir getiren ihraç malı pamuktu. Esad iktidarının ilk on yılında ekonomi hizmet, sanayi ve ticari sektörlerin hakimiyetine girdi ve petrol başlıca döviz kaynağı olarak pamuğun yerine geçti.
1960'ların Baasçı rejimleri, Suriye'nin mevcut özel girişim ekonomisini devlet kontrolüne dayanan bir ekonomiye dönüştürmüşlerdi. Bu dönüşüm büyük şirketlerin, bankaların, sanayi kuruluşlarının ve ulaşım şirketlerinin millileştirilmesi yoluyla sağlanmıştı. Ayrıca, ekonomiye kamu sektörünün hakimiyeti ilkesini korudu, ama seleflerinden çok daha az doktrinciydi. Ekonomiyi liberalleştirip özel sektör faaliyetlerindeki kısıtlamaların bazılarını gevşeterek Sünni kentli işadamlarına karşı uzlaşma jestlerinde bulundu.
Kamu sektörü hakimiyeti ve özel sektör katılımı bir süre başarılı oldu ve Suriye 1970'lerde ekonomik bir patlama yaşadı. Petrol üreten Arap ülkelerinden mali yardım, diğer ülkelerden krediler ve Suriye'nin kendi mütevazı petrol sanayisinden gelen gelir, hükümete büyük kalkınma projelerine başlama ve devlet hizmetlerini artırma imkânı tanıdı. Ancak Suriye'nin ekonomik refahı Ortadoğu'nun siyasal durumuna bağlıydı ve Esad'ın politikaları petrol zengini devletleri kendisine yabancılaştırınca, ülkenin ekonomisi baş aşağı gitti ve hükümet, kemer sıkma önlemleri almaktan başka çare bulamadı.
Suriye'nin ekonomik kalkınması iç sorunlardan da etkileniyordu. Eğitimli yönetici ve teknisyen sayısı, hızla genişleyen devlet kurumlarına yetmiyordu. Ayrıca, en üst idari görevler genelde liyakatten çok Baas Partisi'ne sadakate göre dağıtıldığı için verimsizliğe yol açılmaktaydı. Son olarak, rejimin ekonomik kalkınması bir yolsuzluk ağı içinde kalmıştı. Esad'ın mütevazı bir hayatı olmasına rağmen, onun eteğine yapışarak iktidara gelen bazı yüksek düzey yetkililer lüks içinde yaşamaktaydılar. Bazı subayların, devlet memurlarının ve parti yöneticilerinin lüks tüketimi, rüşvet ve karaborsacılıkla finanse edilmekteydi. Bu işleri yapanların başında gelen cumhurbaşkanının kardeşi Rıfat'ın pahalı zevkleri herkesçe bilinmekteydi.
Esad belki de kendisinin köy kökenli olmasından dolayı köylülerin hayat standartlarının düzeltilmesine büyük öncelik vermekteydi. Hükümeti kırsal kesimde eğitim ve sağlık hizmetlerini yaygınlaştırmış, ulaşım ve sulama sistemleri kurmuş, tarımla uğraşanlara tohum, makine ve kredi sağlamak üzere köy kooperatiflerini kurmuştu. Bu önlemlerle kırsal hayat koşulları düzeltilmişse de rejimin tarımsal üretimi artırma girişimleri pek başarılı olamadı. Toprak dağıtım planları uygulamaya konmuştu ama Suriye köylülerinin çoğunluğu topraksız kalmışlardı. Ayrıca, merkezi planlamanın getirilmesi tarımsal kararların bürokratlaştırılmasına yol açmış, Baas Partisi'nin tarımdan anlamayan bir takım yetkilileri ürün rotasyonu, pazarlama ve bunun gibi konularda karar verme noktasına gelmişlerdi. 1970'ler ve 1980'lerde pamuk üretimi önemli ölçüde artmışsa da gıda ürünleri tüketici ihtiyacına ayak uyduramamıştı ve Suriye giderek artan miktarda gıda maddesi ithalatına başlamıştı.
Esad iktidara geldiğinde ülkenin okuryazar oranı %60 civarındaydı. Hükümetinin cehaleti on yılda ortadan kaldıracağını ilan etmişse de okula devam eden öğrenci sayısında büyük sıçrama kaydedilmesine rağmen on yıl sonra bu oran hala %50 civarındaydı. Suriye yılda %3,7 oranında dünyanın nüfus artışı en yüksek ülkelerinden biri olduğundan ve devletin öğretmen ve derslik sağlama oranı buna yetişemediğinden sorun çözümsüz görünüyordu. Orta eğitimini tamamlayabilen öğrencilere parasız eğitim ve serbest giriş politikasıyla yüksek öğrenim imkânı sağlanıyordu. Bu politikayla Suriye, toplumun bütün kesimlerine üniversite öğrenimi görme fırsatı yaratmışsa da bu sürenin kalabalık sınıflar ve düşük eğitim standartları gibi olumsuz sonuçları da olmuştur.
Esad rejiminde eğitim sisteminin her düzeyi merkezi hükümetin sıkı denetimi altındaydı ve hükümet, sınıfı öğrencilere Baas ideolojisini aşılamak adına bir forum olarak da kullanıyordu. Sistem, otoriteye itaat ve parti ilkelerine bağlılık yerleştirmek üzere düzenlenmişti. Rejimin eğitimi kullanması özellikle üniversite düzeyinde çarpıcıydı : parti ve güvenlik güçleri öğretmen atamalarını titizlikle inceliyorlar ve toplumda ilerleme fırsatı bulacak kişilerin doğru siyasal davranış kurallarına uyum sağlayanlardan olmasını sağlamak için üniversiteye girişi kontrol altına alıyorlardı.
Siyasal ve entelektüel özgürlüklerdeki bütün kısıtlamalarına rağmen Esad rejimi toplumsal reformlara devam etti. Kadınlar lehine eşit haklar ve ayrıcalıkları yasa güvencesine alarak kadın eşitliğini sağladı. Kadınlar parlamentoya girebiliyorlar, çeşitli mesleklerde çalışıyorlar, yargıçlık yapabiliyorlardı ve 1976'da Esad'ın kültür bakanı da bir kadındı. Ancak halk uygulaması mutlaka yasalara uyum içinde değildi ve muhafazakâr sosyal davranışlar yine de kadınların iş gücüne katılmasını kısıtlamaya devam ediyordu. Ayrıca, Esad'ın muhalifleri rejimin kadın özgürlüğünü teşvik etmesini, hükümetin laikliği ve İslami değerlere saygısızlığı olarak vurgulamaktaydılar.
Rejim Baas Partisi'ne özgü toplumsal değişim ilkesini yerleştirmeye çalışırken, siyasal katılık, kültürel tek örneklik ve entelektüel itaat gibi kavramları da getirmekteydi. Bu, bir yandan reform ilkelerini taahhüt eden, diğer yandan otoriter askeri rejimin korunmasını amaçlayan bir hükümetin çelişkisiydi. Suriye'nin değişimi bireylerin yaratıcı enerjisiyle değil, devletin kontrolü altında olacaktı.
ORTADOĞU'DA SURİYE : ÜSTÜNLÜK PEŞİNDE
Esad'ın gözünde İsrail'le çatışma diğer bütün dış politika konularının üstündeydi. Onun görüşünce, İsrail, hedeflerini ABD'nin belirlediği yayılmacı bir devletti. Esad, Suriye'nin görevinin İsrail tehdidine direnmek ve Arap Birliği davası uğruna çalışmak olduğuna inanıyordu. Esad'ın İsrail konusundaki kaygısı, Suriyelilerin çoğunluğunun fikirlerini yansıtmaktaydı. Suriyeliler Filistin'in kaybını diğer daha uzak Arap Devletlerinden daha fazla hissetmekteydiler. Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde, sonraları Filistin mandası olan bölge Güney Suriye'nin parçasıydı ve bunun İsrail devletine dönüşmesi Suriyeliler arasında köklü bir nefret uyandırmıştı.
Esad eğer Suriye Arapların İsrail'e karşı mücadelesine önderlik edecekse, ülkenin silahlı kuvvetlerinin güncelleştirilmesi gerektiğinin farkındaydı. Bunun için Sovyetler Birliği'nden sağladığı silahların miktar ve kalitesini yükseltmesini istedi. Sonunda Suriye Silahlı Kuvvetleri'nin mevcudu 1967'de 50.000'den 1973'te 225.000'e ve 1980'lerin başında 400.000'e çıkarıldı. Fakat ordunun böyle daha önce hiç görülmemiş şekilde büyümesi de pahalıya mal olmak zorundaydı. 1980'lerin başında Suriye gayrisafi milli hasılasının %20'sinden fazlasını orduya harcıyordu. Silah alımları ülkenin ekonomisini zora soktu ve iç projelere yatırılacak fonların bir kısmını da tüketti.
Esad'ın en büyük arzusu Suriye'nin 1967 savaşında İsrail'e kaptırdığı Golan Tepeleri'ni geri almaktı. Bu isteğinin ancak savaşla gerçekleşebileceğine inanıyordu. Araplar "askeri yeteneklerini" gösterdikleri taktirde uluslararası toplumda ciddiye alınabilirlerdi. Esad kendisine müttefik olarak Abdülnasır'ın halefi Enver Sedat'ı buldu. Birlikte 1973 ekim askeri harekâtını planladılar. (bkz: yom kippur savaşı) / (bkz: 1973 arap israil savaşı)
Savaş iki Arap ülkesi adına iyi başladıysa da, Suriye için yenilgiyle sonuçlandı. Ancak Suriye Ordusu iyi performans göstermiş Esad'ın bir Arap koalisyonunun zamanla İsrail'in elindeki toprakları geri alacağına inanması için artık somut bir sebebi vardı. Ne var ki Mısır, İsrail'e karşı askeri harekatlardan vazgeçince böyle bir koalisyon için inanılır ortak bulma imkanını kaybetti.
Enver Sedat, 1979'da Washington'da Mısır-İsrail barışını imzalamak için çok çetin görüşmeler yapmıştı. Esad'a göre, Sedat, Ortadoğu'da bir ABD-İsrail düzenine taraf olarak Arap davasına ihanet etmişti. Suriye başkanı bu düzenin devam etmesine izin verilmemesinde kararlıydı. Buna direnecek güvenilir Arap müttefik de olmayınca Esad, Suriye'nin bunu İsrail'le askeri eşitlik elde ederek yapmasına karar verdi. Bu karar da yukarıda sözünü ettiğimiz muazzam silahlanmanın gerekçesi oldu. Esad, İsrail'le askeri eşitlik elde etmeye çalışırken, aynı zamanda Suriye'yi Arap dünyasının en güçlü devleti konumuna yükseltmeyi düşünüyordu. Aslında Arapların İsrail'in varlığına tepkilerinin Suriye'nin kontrolünde kalmasını sağlayacak bir bölgesel hegemonyaya ulaşma isteği ortaya atmıştı. Bu arzunun yerine getirilmesi pahalıydı, ama ihtiyatsız bir politika da değildi. Esad'ın hesapçı karakterine uygundu. Amacı, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü (FKÖ) olduğu kadar Suriye'nin yörüngesine düşen Lübnan ve Ürdün'e hakim olmaktı. Suriye, askeri gücüyle bu devletleri korkutacak ve Mısır gibi İsrail'le barış yapmalarını önleyecekti. Aynı zamanda, kendi ordusu güçlenmeden onların ve özellikle FKÖ'nün İsrail'i bir misillemeye yöneltecek faaliyetlere girmekten men etmeye çalışacaktı.
Esad'ın bölgesel politikası Suriye içinde pek tutulduğundan, iktidarının ilk yıllarında ülke içinde durumunu sağlamlaştırmasına yardımcı olmuştu. arap dünyası genelinde de Pan-Arap Birliği alanında Abdülnasır'ın muhtemel halefi olarak görülüyordu. Ancak Esad'ın Lübnan iç savaşına karışması ününü baltalamış ve liderliğini hem Suriye'de hem de Arap dünyasında sorgulanır hale getirmişti. Suriye 1976'da Lübnan'da Solcu Müslüman-FKÖ ittifakına karşı Maruni Hıristiyanların yanında yer aldı. Esad iç savaşın sonucunu etkileyeceğini ummuştu. Ama Suriye kuvvetleri pahalı ve kesin olmayan bir askeri işgal içinde saplanıp kaldılar. Esad, ordusunu Filistinlilerin "savunucusu" FKÖ'ne karşı göndererek davalarına sadakati konusunda kuşku uyandırmıştı. Ayrıca Lübnan'da İsrail'in icra ettiği özel ve örtülü operasyonlar, ara sıra yaşanan çatışmalar da Suriye Ordusu'nun yıpranmasında etkili oldu.
Esad, Lübnan'a müdahalesiyle Arapların hoşnutsuzluğunu üstüne çekme riskini göze almışsa da 1980-88 İran-Irak Savaşında bundan daha cüretli bir adım atacaktı. Suriye ile ırak arasında uzun zamandır devam eden rekabet, 70'lerde her iki devletin Baas Partisi'nin farklı gruplarının yönetime girmesiyle daha da sertleşmişti. İki devlet de birbirini gerçek Baasçı ilkelerden sapmakla suçluyordu ve Şam ile Bağdat'ın propaganda makineleri ağır hakaretler yağdırıyordu. Irak Baasının Suriye'dekinden yegâne farkı, Arapçılık ve Sosyalizm yanında Sünniliği referans almasıydı. İran-Irak Savaşı sırasında bu Sünnilik meselesi Saddam'ın propagandalarında daha da bir öne çıkacak, Amerikan işgalinden sonraysa IŞİD'i besleyen şeylerden biri olacaktı.
1979'da Şah'ı deviren Ayetullah Humeyni önderliğinde militan bir Şii İslami rejim gelmesi, Suriye ile Irak arasındaki gerilimi daha da artırdı. Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin, Humeyni'nin İslam Devrimi çağrısının Irak'ın huzursuz Şii çoğunluğunu etkilemesinden korkuyordu. Saddam Hüseyin bunun da etkisiyle İran-Irak Savaşını başlattığında uzun savaşta Arap Devletlerinin çoğu Irak'ı desteklediler. Ancak Suriye, bunlar arasında değildi. Esad, Arap Dünyası ve Sünni fikirlerinden kopup, Arap olmayan Şii İran'ın tarafını tutmuştu. Saddam, Esad'ı "fars tohumu olmakla" suçluyordu.
Esad, Humeyni rejimini ABD-İsrail düzenine bir protesto olarak görüyor ve Arapların Tahran'daki yeni hükümeti desteklemeleri gerektiğine inanıyordu. Esad'ın tutumunda belirli bir mantık olabilirdi, ama diğer Arap liderleri bunu göremeyince Suriye Arap dünyasında giderek tecrit edilmiş konuma düştü. Suriye bu tecrite rağmen, yeni askeri gücü sayesinde Esad'ın aradığı bölgesel etkinliğe kavuştu. 1980'lerin ortalarına gelindiğinde Suriye, kendi katılımı olmadan herhangi bir Arap-İsrail Barış Anlaşması yapılamayacağını ve başkalarından gelebilecek her türlü barış önerisinin Suriye tarafından sabote edileceğini bildirecek güce ulaşmıştı.
İÇERDEKİ KRİZ: İSLAMİ MUHALEFET
Suriye halkı Esad'ın Lübnan'da FKÖ'ye karşı müdahalesine ve Irak'la savaşında İran’ı desteklemesine itiraz ediyordu; az daha hükümeti devirecek bir muhalefet hareketi başlamıştı. Dış politikayla hiç ilgili olmayan bazı sebepler de protestoyu haklı göstermekteydi: Bu, açık şekilde laik ve reformcu olan bir alevi rejime karşı muhafazakâr Müslüman ve Sünni protestosuydu; bir zamanların hakim kentli ailelerin aleyhine, kırsal kesime ve azınlık gruplarına hizmet götüren bir rejime karşı kentli protestosuydu.
Muhalefet eski ticari kentler olan Halep, Humus ve Hama'da yoğunlaşmıştı ve Müslüman Kardeşler'in Suriye şubesiyle ilişkili genç militanlar tarafından başlatılmıştı. Baas'ın 1963'te iktidara gelmesinden beri partinin laikleştirme eğilimlerine karşı İslami protesto patlamaları yaşanmıştı. Bu huzursuzluk 1976'da devlet ve parti yetkililerine ve özellikle de ileri gelen Alevilere yönelik şiddetli saldırılar dalgasıyla yeniden ortaya çıktı. Alevi mezhebinin üyelerinin seçilmesi, muhalefetin güçlü Sünni karakterinin göstergesiydi. 1970'lerin sonları boyunca rejim karşıtı güçler, çoğunlukla hükümete karşı kent gerillaları kampanyasıyla faaliyetlerini arttırdılar.
Çeşitli militan örgütler, amacını rejimi devirmek ve Suriye'de bir İslam Devleti kurmak olarak açıklayan bir İslami Cephe'de birleştiler. Cephe, Esad'ın Alevi kökenini vurguluyor ve onu bir kâfir olarak niteliyordu. Rejimden memnun olmayanlardan tutun da Baas içerisinde konumundan memnun olmayan subaylar, bugünkü kafa kesen tiplerin İslam Devleti gibi ıslak rüyalarla yanıp tutuşan dedelerine kadar hepsi bu İslami Cephede toplanmıştı.
Esad'ın güvenlik güçleri yüzlerce kişiyi tutukladıysa da şiddet olayları yayılmaya devam etti. İslami Cephe 1980'de Şam'da hükümet tesislerini imha etti ve protesto hareketi büyük bir isyan niteliklerini almaya başladı. Rejim karşıtı güçler en büyük zaferlerini 1982 şubat ayında Hama kentinin bazı kısımlarını ele geçirip, bütün Suriyelileri hükümete karşı cihada çağırdıkları zaman elde ettiler. Esad, hama ayaklanmasına acımasız bir sertlikle karşılık verdi. Küçük kardeşi Rıfat Esad'ın komutasındaki Suriye Ordusu, kente ve sivil halkına karşı öldürücü bir saldırı başlattı. İsyancıların saklandığı eski kent ağır topçu ateşine tutuldu, tanklar yıkıntılar arasından geçerek ayakta kalan her şeyi ezdiler. Kiliseler, camiler ve evler yıkıldı, mahalleler dümdüz edildi. İki hafta sonra askeri operasyon durdurulduğunda Esad rejimi kendini kurtarmış ve ayaklanmayı bastırmıştı, ama bunun maliyeti çok büyük olmuştu.
Hama Katliamı sonrası kent. |
Hama kentinin büyük kısmı yıkıntıya dönüşmüş, en az 10.000 kişi öldürülmüştü. Hama'daki olaylar Suriye toplumunu korkudan ürpertmişti. Hafız Esad diğer muhtemel muhaliflerine, rejiminin iktidarda kalmak için elindeki bütün gücü ne pahasına olursa olsun kullanacağını göstermişti. Esad'ın otoritesine bundan sonraki ciddi meydan okuma, kendi iktidar grubundan geldi. 1983 ve 1984'te Esad bir kalp krizi geçirdikten sonra halkın önüne pek çıkmadı. Bu dönemde seçkin Savunma Bölükleri'nin komutanı olan kardeşi, iktidarı ele geçirmek istedi. Birliklerini Şam içinde ve dışında stratejik yerlere yerleştirdi; Cumhurbaşkanına sadık diğer generaller de Rıfat'a karşı çıkmak için kendi güçlerini başkente taşıdılar. Suriye bir kere daha silahlı kuvvetler içindeki bölünme yüzünden çatışmanın eşiğine geldi.
Ancak Esad'ın krizi ustaca yönetmesi, şiddeti önleyip otoritesini tekrar kurmasını sağladı. Rıfat iktidar çevrelerinden ve daha sonra Suriye'den uzaklaştırıldı. Esad yine baştaydı, ama Hama'daki isyancılara, Şam'daki kardeşine pabuç bırakmaması, otoritesinin halkın onayına veya sivil kuruluşlara değil, silahlı kuvvetlerin sadakatine dayandığını göstermişti. Bu iki krizin sonrasında rejim baskısını arttırdı, halktan biraz daha uzaklaştı ve Esad daha önce olmadığı kadar 'toplu hayranlık nesnesi' oldu. Cumhurbaşkanının çevresinde bir kişilik kültü yaratılması, Esad ile danışmanlarının belirli ölçülerde duydukları güvensizliği, rejim politikalarının halk tarafından benimsenmediğini düşündürtse de hala bir mutabakata varmak zordur. Dolayısıyla bu olaylar sonucunda Suriye'deki Baas iktidarı da pekiştirilmiş olmaktaydı.
Hafız Esad'ın 2000'de akciğerden gitmesi (çok sigara içerdi) ve oğlu Beşşar Esad başa gelinceye dek tabii ki.
Winston Churchill, "Balkanlar tükettiğinden daha fazla tarih üretiyor" demiş.
Ancak asıl doğru olan,
"Ortadoğu, tükettiğinden daha fazla tarih üretiyor."
2 Yorumlar
Hocam selamlar, sanırım Irak, Mısır ve bu yazı ile yavaş yavaş bir Ortadoğu tarihi kitabı oluşmaya başladı :) sanırım sıra ile gidiyorsunuz Ortadoğu ülkelerinden ve bende sıra ile okuyorum hepsini elinize sağlık yine efsane olmuş :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim, aslında yeni bir yazı değil. Ekşi Sözlük'te yayınlamıştım. Değerli bir ağabeyimin ricasıyla blogta görsel destekli olarak paylaştım. Diğerlerine istinaden görsel biraz zayıf oldu, ama önemli olan işinize yaraması tabii. :)
Sil