Petrol üretimi yapan ülkeler üzerinde hakim ve söz sahibi olmanın günümüzde olduğu kadar yakın tarihimizde de dünyaya egemen güçler tarafından ne kadar mühim bir mesele olduğunu Amerika ve İngiltere’nin, İran üzerinde gerçekleştirdiği ‘’Ajax Operasyonu’’ ile daha iyi anlayabiliriz. Ajax örtülü operasyonu İran’ın başında bulunan başbakan Muhammed Musaddık’ın iktidardan düşürülmesi için gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla İran siyasi tarihinde en kritik dönemeçlerden biri Muhammed Musaddık’ın başbakan olduğu dönem olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. 1940’lı yıllarda İran’da siyasi manada bir milliyetçi dalga süregelmekteydi. Bu siyasi dalga 1940’ların sonunda Milli Cephenin kurulması ile sonuçlanmıştır. Bu siyasi dalga neticesinde, toplumun farklı kesimleri Musaddık’ın liderliği altında Milli Cephe içerisinde bir araya gelmiştir. Milli Cephe’nin kampanyası ile birlikte 1951 yılında İran petrolleri millileştirilmiş ve Musaddık Başbakan olmuştur. Musaddık ve hareketi CIA-MI6 tarafından 1953’te düzenlenen darbeye kadar İran siyasetinde etkili bir rol oynamıştır. 1953 Darbesi / Ajax Operasyonu olayını daha iyi anlayabilmek adına 1951-1953 arasında İran’da gelişen hem iç hem de dış siyasi süreçleri analiz etmek önemlidir. Son olarak bu dönemin analizi İran toplumunun yabancı güçler karşısındaki kuşkuculuğunu, düşmanlığını ve 1979 Devrimi sürecini daha iyi kavrayabilmemizi sağlayacaktır.

MUSADDIK İKTİDARI ÖNCESİ İRAN’IN SİYASİ DURUMU

Musaddık, İsviçre’de okumuş ve doktora yapmış, batı hukuk sisteminin tümüyle İran’a aktarılmasını savunan bir tez yazmış bir hukukçuydu. 1913 yılında eğitiminin bitmesinin ardından Tahran Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesinde ders vermeye başlayan Musaddık, 1920 Senesinde Fars eyaletine vali olarak atandı ve ertesi sene yani 1921’de Ahmed Kavam hükümetinde Maliye Bakanı, 1923’te Muşir-Ed-Dovle hükümetinde Dışişleri Bakanı olarak görev aldı. 1925’te Rıza Han Pehlevi’nin kendi hanedanını ilan etmesiyle birlikte İran’ın başına geçmesi İran siyasi hayatında tüm taşları yerinden oynatmıştır. Bu dönemde İran parlamentosunda yer alan Musaddık ve arkadaşları Rıza Şah’a karşı ciddi bir muhalefet direnci göstermişti. Ancak Şah’ın gücünü arttırmasıyla Musaddık ve arkadaşları Şah’a karşı muhalefetlerinin bedelini ödemek durumunda kalacaktı. 1925’ten itibaren Rıza Şah’ın otoritesini arttırmasıyla bu isimlerin çoğu sürgün edilmiş, tutuklanmış ya da öldürülmüştü. Musaddık ise bir süre Ahmedabad’daki evinde zorunlu ikamet altında tutulmuş, 1940 yılında ise Birjand’da hapse atılmıştı. Ancak 1941’de Müttefiklerin 2. Dünya Savaşı’nda Nazi yanlısı olduğunu ileri sürerek Rıza Şah’ı devirmesiyle Musaddık diğer tutuklu arkadaşları ile birlikte serbest bırakıldı. Müttefikler tarafından Rıza Şah’ın oğlu Muhammed Rıza Şah ise yeni hükümdar olarak İran’ın başına getirildi. Diğer yandan, hapisten çıkan Musaddık yeniden siyasete dönmüş ve 1943 seçimlerinde Tahran şehrinden milletvekili seçilerek meclise girmeyi başarmıştı.


MUSADDIK
1920 SENESİNDE MUSADDIK VALİLİK GÖREVİNDEYKEN
Rıza Şah Pehlevi
 
Muhammed Rıza Şah Pehlevi

1941’deki Şah değişimi ile Muhammed Rıza Pehlevi’nin babası Rıza Şah yerine iktidara gelmesi siyasal alandaki muhalefeti yeniden canlandırdı. Tahta çıktığında ülkesi işgal altında olan Muhammed Rıza Şah henüz sağlam bir iktidar yapısı kurmuş değildi. Bu nedenle iktidarını çeşitli çevrelerin desteği için paylaşmak durumundaydı. Bu ortamda Şah’ın baskısı altında kalan gruplar yeniden gün yüzüne çıkıyordu. Şah’ın iktidarı paylaştığı gruplar ise Ulema, aşiret liderleri, toprak sahiplerinden oluşuyordu. Bunların yanında işçi sınıfının çıkarlarını savunan henüz yeni doğmuş Tudeh Partisi ve 1905 İran Meşrutiyet Devrimi’nin taşıyıcısı olan meşrutiyetçi liberallerde bulunuyordu. Bu dönemde Rıza Şah’ın halkın isteklerine daha ılımlı yaklaşması bekleniyordu. Çünkü ülke stratejik öneme sahipti ve petrol yataklarından ötürü ciddi bir zenginliğe sahipti. Ancak bu dönemde ülke dış güçlerin etkisi altındaydı. Aslında İran monarşisi ülkeye İngilizler tarafından getirilmiş ve güç Şah’a verilmişti. Bu nedenle ulusalcıların İran üzerinde kontrolü ele geçirebilmeleri için öncelikle monarşiyi devirmeleri gerekiyordu. Bununla birlikte dış güçler çeşitli çevrelerle işbirliği yaparak ülke içerisindeki etkinliklerini devam ettirmek istiyordu. Örneğin İngiltere, monarşi, aşiret ve toprak sahipleri arasındaki ittifakı teşvik ederken, Sovyetler Birliği, Tudeh Partisi’nin çalışmalarını destekliyordu. ABD ise silahlı kuvvetler ile temas kurmak konusunda çaba göstermekteydi. Bu durum ise İran monarşisinin zayıf noktasını oluşturuyordu. Çünkü büyük güçlerin İran üzerindeki bu mücadelesi İran halkını derinden etkilemekteydi. Bununla birlikte aynı dönemde İran’daki hükümetlerin kısa süreli olması hoşnutsuzluğu arttırıyordu. 1941-1951 arası İran’daki hükümetlerin ayakta kalma ortalaması yalnızca 7 ay idi. Zayıf parlamento desteği ve hükümeti kuran meclis grupları arasındaki ittifakların kaygan bir zemine sahip olması böyle bir sonucu beraberinde getirmekteydi. Bundan dolayı ülkede herhangi bir kriz ortaya çıktığında hükümetin dağılması gündeme geliyor ve neredeyse her zamanda gerçekleşiyordu. Tudeh’in 1940’ların sonundaki gerilemesi, 1950’li yılların başlarında İran’da ortaya çıkan milliyetçi harekete fırsat yarattı. Hareketin başında 1906 meşrutiyet devriminden beri ulusal politikada öne çıkmış isimlerden Muhammed Musaddık vardı. Musaddık, Parlamento üyesi, bölge valisi ve Rıza Şah tarafından istifaya zorlanmadan önce kabinede bakan olarak görev yapmıştı.

Tudeh Iran by RedAmerican1945
TUDEH PARTİSİ'NİN AMBLEMİ

Musaddık, iç ilişkilerde katı bir anayasacı olarak biliniyordu. Ayrıca Şah’ın saltanat sürmek yerine ülkenin tıpkı Belçika ve İngiltere’deki muadilleri gibi, yönetmesi gerektiğini savunuyordu. Silahlı kuvvetlerin kontrolünü elinde tuttuğu, böylelikle anayasa hukukunun ilkelerini olduğu kadar ruhunu da zedelediği, parlamento seçimlerine müdahale etmek amacıyla orduyu kullandığı ve asıl sahiplerine iade edileceğine söz verilmiş hanedanlık arazilerinin denetimini yeniden eline aldığı için genç Şah’ı topa tutmaktan geri kalmayan Musaddık, seçimlere hile karıştığı gerekçesiyle 1949 kurucu meclisinin meşruiyetini de sorguluyordu. Aynı zamanda seçim yasasında ordunun sandıkların çevresinde boy göstermesini yasaklayan, seçim kurullarının bağımsızlığını güvence altına alan ve başta Tahran olmak üzere mecliste şehirlere daha çok sandalye ayrılmasını sağlayan esaslı değişiklikler yapılmasından yanaydı. Hatta okuryazar olmayanların oy haklarının kaldırılması gerektiğini bile savunuyordu. Çünkü Musaddık’a göre;

“Toprak oligarşisinin değişmeyen iktidarını zayıflatmanın en iyi yolu bu olacaktı.” Düsturu esastı.


1953 DARBESİ’NİN NEDENİ: ANGLO-IRANİAN OİL COMPANY

Musaddık, Geleneksel politikacıların “olumlu denge” ve büyük devletlere “taviz verme” gibi yanlış politikalarıyla İran’ın varlığını tehlikeye attıklarını ileri sürüyordu.

Musaddık “Böyle bir politika başka devletlerin de eşit ayrıcalıklar talep etmelerine yol açarak ulusal egemenliği tehlikeye sokacaktır.” diyerek diğer politikacıları da uyarmaktan geri kalmamıştı.

Bu nedenle 1919 İngiliz-İran Antlaşmasını ve hem Amerika hem de Sovyetlerle yapılan 1945-1946 petrol pazarlıklarını kınamıştı. Aynı gerekçelerle petrolün devletleştirilmesi davasına sarılarak hükümetin Anglo-Iranian Oil Company’ye (AIOC) el koyması gerektiğini iddia ediyordu. Musaddık, İran’ın kendi petrol kaynaklarının üretiminde, satışında ve ihracatında tam denetimi elinde bulundurma hakkının vazgeçilmez olduğunda ısrarcıydı.

İngiliz petrol devi Anglo-Iranian Petrol Company (AIOC) İran’da dünyanın en büyük petrol rafinerisine sahipti. Bu şirket İran’da sahip olduğu petrol yatakları ile dünyanın ikinci en büyük ham petrol ihracatçısıydı. Ayrıca şirket dönemin üçüncü en büyük petrol rezervini elinde bulunduruyordu. İran’daki petroller AIOC’un yıllık karının %75’ini oluşturuyordu. Bu karların çoğu şirketin İngiltere’deki hissedarlarına aktarılıyor ve aynı zamanda Irak, Endonezya ve Kuveyt’teki yatırımlara harcanıyordu. Diğer yandan İngiliz donanmasının petrol ihtiyacının %85’i AIOC tarafından karşılanmaktaydı. Dolayısıyla AIOC o dönemde gerek İngilizler için gerekse İranlılar için büyük bir anlam ifade etmekteydi. Bununla birlikte Abadan’da bulunan petrol sahalarında çalışan İranlı halk sefalet içerisinde yaşarken, diğer yanda İngiliz çalışanlar lüks bir hayat sürüyordu. Anglo-Iranian Petrol Company şirketi bünyesinde çalışan Perviz Mina o dönemi şu şekilde anlatmaktadır;

’Bir şeyler almak için şehre giderdim. Şirket tarafından işletilen otobüs hattındaki durakta yazın ortasında 50 derecelik sıcakta yarım saat otobüsün gelmesini beklerdik. Ama o sırada bir sürü otobüs gelirdi. Ancak bu otobüslerin üzerinde kırmızı bir şerit bulunmaktaydı. Bu otobüsler yalnızca İngiliz çalışanların binebileceği otobüslerdi. Bizim bu otobüslere binmemiz yasaktı. Biz sadece İranlıları taşıyan köhne ve eski otobüslere binebiliyorduk. Abadan’da İngiliz çalışanların gittiği meşhur bir kulüp vardı. Kulübün kapısında ‘’köpekler ve İranlılar giremez.’’ Diye bir tabela bulunuyordu.’’

Yukarıda gördüğümüz gibi İranlı rafineri çalışanlarının uğradığı bu ayrımcılık bize aynı dönemlerde ABD’nin siyahi vatandaşlarına uyguladığı ayrımcılığı pek ala hatırlatmaktadır. İran gibi derin bir kültürü ve yüksek bir milli bilinci olan ülkede halkın yukarıda zikredilen şekilde bir ayrımcılık ile karşı karşıya kalması batılı devletlere karşı ileride yaşanacak düşmanlığın temellerinin nereden geldiğini de göstermektedir. Bununla birlikte yaşanan bu ayrımcılık siyasi manada Şah’ın ilerleyen dönemde halkın gözünden ve gönlünden düşüşünün de etkenlerinden birisidir. Bu yaşanan olaya Şah, Musaddık gibi yaklaşmış olsaydı, belki tarih başka şekilde yazılmış olacaktı. Ancak her daim dediğimiz gibi maalesef tarih öyle olsaydılar ile veya böyle yapsaydılar ile yazılmıyor.

AIOC Şirketi İran ile daha evvel yapılan antlaşmalar sayesinde bu ayrıcalığa ve güce ulaşmıştı. 1933 Petrol Antlaşması ile İran yönetimi AIOC’un yıllık gelirlerinin yalnızca %17’sini elde etmişti. 1940’lı yılların sonlarına doğru bu durum tartışılmaktaydı. Bu konuda yürütülen gizli pazarlıklarda İngilizler İran’ın kardaki payını %24’e çıkararak bir ek antlaşma yapmayı teklif etmişti. 1949 yılında Şah’ın İngilizler lehine yapılan antlaşmayı kamuoyuna açıklaması ve seçimlere müdahale etmesi İran’da yeni gelişmeler yaşanmasına sebep oldu. Musaddık’a göre İran halkı İngilizlerin kendilerini sömürdükleri konusunda son derece haklıydı ve önlerinde bir örnek vardı. Bu örnek ise 1944’te Suudi Arabistan’a giren Arap-Amerikan Petrol Şirketi (ARAMCO) petrolün yüzde 50’sinin çıkarıldığı ülkeye, yüzde 50’sinin ise rafineriyi kuran şirkete ait olduğu şekilde adil bir anlaşma olmuştu. Oysa Anglo-İran Petrol Şirketi, İran’a petrol gelirlerinden çok az bir pay veriyordu. 1912 ile 1933 yılları arasında AIOC 200 milyon İngiliz Sterlini kâr elde ederken; İran hükümetine yalnızca 16 milyon Sterlin ödenti (royalty) vermişti. Bu duruma öfkelenen muhalefet ortak bir çatı altında bir araya geldi. Musaddık’ın fiili lider olarak ön plana çıktığı Milli Cephe Hareketi bu şekilde kuruldu. Hem İngiltere’ye hem Şah’a karşı kampanya yürüten Musaddık, Milli Cephe’yi (Cebbe-i Milli) kurarak orta sınıf partileriyle derneklerini geniş bir yelpazede harekete geçirdi. Bu nedenle Musaddık’ın yalnızca petrol şirketiyle İngiliz İmparatorluğu’nu değil, aynı zamanda Şah’ı ve onun silahlı kuvvetler üzerinde devam eden kontrolünü tehdit eden çift taraflı bir kılıç diye görülmesine şaşmamak gerekir.


Milli Cephe tabanı çoğunlukla kentli orta ve alt sınıflara dayanan bir hareketti. Ancak bu hareket Şah ve İngiliz İmparatorluğu’na karşı kurulmuş geniş tabanlı gevşek bir koalisyondu. İran Partisi, Ulusal Parti, Emekçiler Partisi, Tahran Pazar Ticareti Derneği cephe içerisinde yer alan en önemli örgütler olarak öne çıktılar. Musaddık ve hareketi geleneksel ‘’Pazar’’ ile bağlantısı olan ulemadan da önemli bir destek sağlamaktaydı. Ulema içerisinde dönemin en önemli siyasi figürlerinden Ayetullah Abdülkasım Kaşani bu desteğin başını çekmekteydi. Kaşani dışında mecliste de yer alan Şemsettin Quanatabadi, Ahmed Safai, Bekir Celil Musavi bu hareketi destekleyen isimlerdi. Ayrıca Ebu Fazıl Zencani ve kardeşi Rıza Zencani de meclis dışında hareketi destekleyen din adamları arasında yer alıyordu. Ancak Ulemanın genel tutumuna bakıldığında bu dönemde siyasetten uzak bir tavır sergilediği ifade edilmektedir.

Ayetullah Abdülkasım Kaşani 

Milli Cephe, siyasi kampanyasının temeline İngiliz kontrolündeki AIOC’u yerleştirmişti. Şirket hisselerinin çoğu İngilizlerin elinde bulunuyordu. İranlılar açısından bu şirket ülkedeki İngiliz nüfuzunun açık bir örneğini oluşturmaktaydı. Milli Cephe ve Musaddık bu petrol şirketini İngilizlerin İran’daki kolu olarak damgalayarak petrol sanayisinin millileştirilmesini talep etmeye başladılar. Ardından kamuoyunu ikna etmek adına çeşitli gösteriler düzenlediler. Ayrıca Ulema vaazlar aracılığıyla bunun İslami bir mücadele olduğunu yayarak Milli Cephe’ye destek çağrısında bulundu. Aynı dönemde Milli Cephe mecliste mevcut temsilcileri ile bu meseleyi gündeme getirdi. Diğer yandan bu dönemde Irak ve Suudi Arabistan petrolleri konusunda yaşanan gelişmeler de İran’ı da etkiliyordu. Suudi yetkililer ABD petrol şirketi ARAMCO ile karın %50-50 bölüşülmesi hususunda bir antlaşma yapmışlardı. Böylece 1949’da 38 milyon dolar olan Suudi Arabistan’ın yıllık petrol geliri 1950’de 111,7 milyon dolara çıkmıştı. Ayrıca İngiliz şirketinin karşı çıkmasına rağmen Irak hükümeti ile de yeni bir kar paylaşım antlaşması imzalanmıştı. Bu gelişmelerden etkilenen Musaddık’ın Başkanı olduğu Petrol Komitesi de yeni bir petrol antlaşması konusunda çalışmalarını hızlandırdı.



Milli Cephe Amblemi

MİLLİ CEPHE HÜKÜMETİ VE İRAN PETROLLERİNİN MİLLİLEŞTİRİLMESİ


17 Aralık 1950’ye gelindiğinde Parlamento Petrol Komisyonu ülkedeki petrol sanayisinin millileştirilmesi gerektiğine dair tavsiye kararı aldı. Bu kritik karara Ayetullah Kaşani bir fetva yayımlayarak destek verdi ve insanları 24 Aralık’ta Kraliyet Camisine davet etti. Burada çeşitli konuşmacılar tarafından millileştirmenin doğruluğuna dair binlerce kişilik kalabalığa vaazlar verildi. Yürütülen bu kampanyayı değerlendiren dönemin İran Başbakanı Razmara millileştirme konusunda çekinceleri olduğunu belirtti. Razmara İran’ın henüz kendi petrolünü çıkaracak ve uluslararası pazarlara aktaracak kapasitesi olmadığını düşünüyordu. Ancak Başbakan’ın bu tavrı kampanyayı daha da sertleştirdi. Şubat ayının sonuna doğru İngilizler yumuşadılar. Ancak pazarlık masasına oturmak için çok geç kalmışlardı. 7 Mart 1951’de gergin siyasi atmosferde Başbakan Razmara suikasta uğradı ve hayatını kaybetti. Olay sonrası suikastı yapan kişi Halil Tahmasebi başta Kaşani olmak üzere çok sayıda isim tarafından açık bir şekilde tebrik ediliyor ve suikast onaylanıyordu. 


Haj Ali Razmara.jpg
Haj Ali Razmara
Khalil Tahmasebi
SUİKASTİN BATI BASININDA YANSIMASI


Oluşan bu atmosferde millileştirme tasarısı 15 Mart 1951’de meclise getirildi. Yapılan açık oylama sonucu tasarı oybirliği ile kabul edildi, yasalaştı ve İran petrol sanayisi millileştirildi. İran’ın bütün kentlerinde halk tarafından zafer havası içinde kutlanan bu olay, İran’ın despotizme ve kolonyal tahakküme başkaldırısının zaferi olarak İran tarihine geçti. 20 Mart günü Şah, Hüseyin Ala’yı Başbakan olarak atadı. Ala, parlamento desteği olan milliyetçi, ılımlı ve Batı yanlısı bir devlet adamı olarak bilinmekteydi. Hızlı bir şekilde kabinesini meclise sundu. Meclis petrol konusundaki kararın hemen uygulanmasını ve AIOC’un petrol endüstrisindeki varlıklarının hükümete devredilmesini istiyordu. Bu konuda yapılan baskılara daha fazla dayanamayan Ala, 28 Nisan 1951’de istifasını verdi. Hemen ardından Muhammed Musaddık meclis tarafından halihazırdaki 100 vekilin 79’unun onayını alarak Başbakanlığa aday gösterildi. Meclis dışındaki Ayetullah Kaşani, Musaddık’a desteğini kamuoyuna açıkladı. Milli Cephe ve Kaşani taraftarları Musaddık’a destek vermek adına sokakları doldurdular. Sürecin sonunda 30 Nisan 1951’de Şah, Musaddık’ı Başbakan olarak atamak durumunda kaldı. Böylece İran’da Milli Cephe’nin kampanyası başarıya ulaştı ve Musaddık İran Başbakanı olarak göreve başladı.

MUSADDIK
MUSADDIK BAŞBAKANLIK KONUTUNDA ÇALIŞIRKEN

Musaddık çoğu zaman “İngiliz düşmanı” olarak nitelense de, aslında 19. Yüzyılın İngiliz liberal parlamenter hükümetinin hayranıydı. Demokrasiye ve sekülerizme yürekten inanan bir insandı. Kendisi aristokrat bir aileden gelmesine rağmen, Musaddık’ı destekleyenlerin çoğu orta sınıftı. Seçkin Mustavfilerle Feth Ali Şah’ın baş veziri ünlü Muhsin Aştiyani’nin birinci göbekten torunu olan Musaddık, ayrıca kan ve evlilik bağıyla daha nice ayanla akrabaydı. Orta sınıf tarzı bir yaşam sürdüğü için “dürüst ve namuslu” olmakla ün salmıştı. Es-sultani unvanını kullanmaktan kaçınıyor, onun yerine Avrupa’da yaptığı lisansüstü öğrenimle ilişkili olarak doktor diye hitap edilmesini tercih ediyordu. Çağdaşları arasında yüksek eğitim görmüş kimselerden doktor ya da mühendis diye söz etme alışkanlığı vardı. Başbakan seçildikten sonra da Musaddık kendisine ekselansları diye hitap edilmesine karşı çıktı. İngiltere büyükelçiliğine göre bu tavrı onun demagog, mantıksız ve öngörülemez yanlarının kanıtıydı. İranlılarsa onun diğer ileri gelenlerden farklı olduğunun bir kez daha doğrulandığını düşündüler.

Petrolün millileştirilmesi yasası parlamento onayından geçtikten sonra Musaddık kabinesini oluşturdu ve Milli cephedeki arkadaşlarını kilit bakanlıklara ve parlamento komisyonlarına yerleştirdi. Musaddık liderliğindeki yeni hükümet programında iki ana husus amaç olarak belirlenmişti. İlki petrolün millileştirilmesi yasasını uygulamaya geçirmek ve buradan sağlanacak gelirle ekonomiyi canlandırmaktı. İkincisi ise parlamento ve belediye seçimlerine yönelik bir seçim yasası reformu gerçekleştirmekti. Musaddık hükümeti ilk olarak petrolün millileştirilmesi meselesine odaklandı. Bu doğrultuda Ulusal İran Petrol Şirketi (NIOC) kuruldu ve AIOC ile görüşmeler başladı. Petrol üzerindeki kontrolün İngiliz petrol şirketinden uzlaşı yoluyla alınıp yeni kurulan milli şirketine devredilmesi amaçlanmaktaydı. Musaddık’a göre, AIOC İngiltere’nin İran’ın iç işlerine karışmasının bir aracıydı. İran siyasetinin yozlaşmasına ve İran halkının fakirleşmesine neden oluyordu. Dolayısıyla petrolün millileştirilmesi bir anlamda İran milletinin yeniden doğuşu anlamına gelecek bir adımdı. Bu nedenle Musaddık hükümeti petrolün millileştirilmesi yasasının herhangi bir değişiklik yapılmadan tamamen kabul edilmesini pazarlık sürecinde talep etmekteydi. Petrolün millileştirilmesi yasasının geri döndürülemez olduğunu belirten Musaddık, bu konuda tavizsiz ve sert bir tavır takınıyordu. İngiltere ise ancak petrol üretim süreçlerindeki kontrolünün devam edeceği bir millileştirmeyi kabul edebileceğini vurguluyordu. Sonuçta taraflar arasında yapılan ilk müzakerede anlaşma zemini bulunamadı. Sonrasında ABD devreye girerek Musaddık hükümeti ile anlaşmak üzere Averell Harriman’ı görevlendirdi. Harriman ile yapılan müzakereler sonrası iyimser bir havanın oluşması ile İngiltere de sürece dahil edildi. 1951’in Ağustos ayında İngiliz yetkililer Tahran’a geldiler. İngilizler burada yapılan müzakerelerde petrolden elde edilen karın ancak yarısını verebileceklerini, bundan fazlasını ise veremeyeceklerini ilettiler. ABD yetkilileri de bu görüşü destekledi. Bununla birlikte İngilizlerin öne sürdüğü bir şart daha vardı. Petrol üretim süreçlerinin tamamından sorumlu olacak kişinin bir İngiliz yönetici olmasını talep ettiler. Millileştirme yasasına uymayan bu talep kabul görmeyince görüşmeler tıkandı ve taraflar arası müzakereler başarısızlık ile sonuçlandı. Uzlaşma yoluyla petrol sanayinin milli kuruluşa devri gerçekleşmeyince Eylül ayına gelindiğinde Musaddık yeni bir hamle yaptı. İngiliz petrol şirketinin sahip olduğu petrol kuyuları ve boru hattıyla birlikte NIOC kurumuna devredilmesi adına talimat verdi. Kararın ardından İngiltere İran’daki petrol şirketinin tüm personelini tahliye etti. Ayrıca İran’a hammadde ve materyal ihracatını keserek ülkeye ambargo uygulamaya başladı. İran hükümeti petrol üretimini devam ettirecek eğitimli teknisyen ve mühendislere sahipti. Dolayısıyla personellerin tahliyesi çok büyük bir sorun yaratmadı. Ancak ülke petrolüne uygulanan ambargo, daha sonraki süreçte diğer bazı Avrupa ülkelerinin de buna katılmasıyla, İran ekonomisine zarar veren bir unsur halini alacaktı. Öte yandan İngilizler tarafından Eylül ayında askeri caydırıcılık adına da çeşitli adımlar atıldı. Bölgede bulunan Mauritius adlı İngiliz Kruvazörün yanına 4 Destroyer daha gönderildi. Ardından bu gemiler Abadan yakınlarında atış talimi gerçekleştirdiler. Bununla birlikte bölgedeki İngiliz Kara ve Hava Kuvvetleri de güçlendirildi. Bununla birlikte İngiliz hükümeti konuyu Birleşmiş Milletlere taşıdı. Ulusal güvenlik Konseyi’nin karşısına çıkan Musaddık, uluslararası alanda davasını savunarak İran’ın kendi doğal kaynakları üzerinde denetim hakkı olduğunu vurguladı ve İngiltere’yi yıkıcılıkla suçlayarak diplomatik ilişkileri kopardı. Diplomatik ilişkilerin tamamen kopmasıyla başta büyükelçilik olmak üzere ülkesindeki bütün temsilciliklerini kapattı. Buna misilleme olarak İngiltere, İran’ın bütün alacaklarını dondurdu ve Basra Körfezindeki donanmasını takviye etmeye devam etti.  Kısaca 1951 yılının sonunda Musaddık kendini İngiltere ile İran arasında patlak vermiş krizin ortasında bulmuştu.

W. Averell Harriman
Averell Harriman

Musaddık ülkeye döndükten sonra yaptığı çalışmaları parlamentoya sunarak meclis ve senatodan güvenoyu aldı. Bu noktada konunun uluslararası bir boyut kazanmasının Musaddık’ı iç politikada güçlendiren bir durum olduğunu söylemek gerekmektedir. Konunun uluslararası kurumlarda ele alınması Musaddık’a davasını dünyaya duyurması için önemli bir fırsat sağlamıştı. Bu durum İngiliz karşıtlığının da etkisiyle İran petrollerine yönelik ilgiyi arttırmıştı. Musaddık’ın muhaliflerine göre ise bu durum Musaddık’ın İran petrolünü yabancı bir güç karşısında millileştiren bir kahraman olarak resmedilmesine sebep olmuştu. Aynı zamanda meselenin uluslararası alanda milli bir meseleye dönüşmesiyle kendisine yönelik muhalefeti imkansız hale getirmişti. Diğer yandan Musaddık’ın uluslararası kurumlardaki bu çalışmalarının kendisinin TIME Dergisi tarafından yılın devlet adamı olarak seçilmesini sağladığını da söylemeden geçmemek lazım. Dolayısıyla İngiltere’nin petrol meselesini uluslararası alana taşımasının konuyu kendisi açısından daha da karmaşık hale getirdiği ve Musaddık’ı güçlendirerek popülaritesini ülke dışına da taşıdığı ifade edilebilir.


Burada bir parantez açarak İran’da Musaddık iktidarına yönelik ABD’nin tutumundan da söz etmeden geçmemek gerekiyor. Musaddık iktidarının ilk döneminde ABD yönetimi Britanya’dan farklı bir tutum takınmıştır. Truman yönetimindeki ABD, Britanya’nın İran’a yönelik askeri bir operasyon yapmasını engellemeye çalışıyordu. Ayrıca ABD, Britanya ile birlikte Musaddık’ın devrilmesi adına bir çalışma yürütmeyi reddetmişti. Truman yönetimi bu dönemde Musaddık meselesini Soğuk Savaş atmosferi çerçevesinde değerlendirerek İran’a karşı yapılacak agresif bir hareketin ülkeyi Sovyetler Birliğine yaklaştırabileceğini düşünüyordu. (Bkz. Soğuk Savaş) İran’ın ‘’İkinci Çin’’ olabileceği endişesini taşıyan Truman yönetiminin İran politikası Musaddık hükümetine destek vermek ve petrol sorununu diplomasiyle çözüme kavuşturmak olmuştur. Amerikalı yetkililer bu politikalarından dolayı zaman zaman İngilizlerle tartışmalar da yaşamışlardır. İngilizler, İran’da derin kökleri olan bir milliyetçilik olmadığını, Musaddık’a destek verilmesinin sadece kendisinin iktidardan düşmesini geciktireceğini ve Musaddık hükümeti düştüğünde yerine komünist bir yönetimin gelmeyeceğini söyleyerek Amerikalıları ikna etmeye çalışmışlardır. Truman yönetimi ise bu itirazları kabul etmemiş, Musaddık’a yönelik politikasını devam ettirmiştir.


 MİLLİ CEPHE HÜKÜMETİNİN 2. DÖNEMİ


1952 yılına gelindiğinde Şah ile Musaddık arasındaki sorunlar da artmaktaydı. Musaddık’ın monarşiyi ve toprak ağalarını zayıflatmak üzere seçim yasasında reform yapma girişimiyle hız kazanmıştı. Reformu çıkaramayınca, şehir merkezlerindeki oylama sona erip de parlamentoda yeterli çoğunluğu sağlayacak kadar milletvekili seçilir seçilmez 16. Meclis’in seçimleri Musaddık tarafından durduruldu. Hemen arkasından Musaddık başbakan olarak kabinenin diğer üyelerini olduğu gibi, savaş bakanını da atama yetkisinin anayasa kapsamında kendinde olduğunu ileri sürerek şaha meydan okudu. Şah için Savaş Bakanını atamak önemliydi. Çünkü ordunun kontrolü Savaş Bakanı üzerinden gerçekleştiriliyordu. Musaddık ise Şah’ın bu bakanlık sayesinde hakim olduğu ordu aracılığıyla seçimlere tesir ettiğini ileri sürüyordu. Ordunun Şah’ın denetiminde olması ilk kez ciddi şekilde tehlike altındaydı. Neticede Şah, Musaddık’ın bu talebine rıza göstermeyince Musaddık 17 Temmuz 1952’de istifa etti.


Musaddık istifasından sonra Bir radyo yayınında menfur güçlerin petrolün devletleştirilmesini engellemesini önlemek adına silahlı kuvvetleri denetimi altında tutması gerektiğini savundu. Bu radyo programından sonra halk sokaklara döküldü. İlk olarak Abadan’daki petrol alanlarında çalışan petrol işçileri tepki gösterdiler ve işlerini bırakıp protesto başlattılar. 19 Temmuz’da, Tahran’da bir protesto gösterisi düzenlendi. Ancak asıl etkili olan eylem 21 Temmuz’da Milli Cephe’nin liderliğinde gerçekleştirilen gösterilerdi. Bu eylemler sırasında İran ordusu ile sivil vatandaşlar arasında kanlı olaylar yaşandı. Açılan ateş sonucu 30 kadar insan hayatını kaybetti. Halkın Musaddık’a verdiği desteği anlayan Şah, bununla başa çıkamayacağını gördü. Milli Cephe yetkilileri ile görüşen Şah, Musaddık’ı yeniden Başbakanlığa getirdiğini açıkladı. Musaddık kısa süre içerisinde Savaş Bakanını da kendisinin belirlediği bir kabine oluşturdu. Meclis ve Senato tarafından onaylanan bu kabine 26 Temmuz’da Şah’a sunuldu. Neticede Musaddık süreci büyük bir destek alarak başarıyla atlatmış oldu. Temmuz 1952’deki Şah-Musaddık krizi sırasında Musaddık’ın galip çıkmasının çeşitli sebepleri vardır. Şah’ın hadiseleri önlemekteki başarısızlığı ve kararsızlığı bu sebeplerden bir tanesidir. Ancak temel sebep Musaddık’a verilen toplumsal destektir. Musaddık liderliğindeki Milli Cephe’nin hegemonyasının, bu cephenin üyelerinin bağlılıklarının ve göstermiş oldukları azmin sürecin başarıya ulaşmasında etkili olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Musaddık’a çeşitli yönlerden muhalefet eden Tudeh Partisi’nin de bu süreçte kendisini desteklemesi sürecin başarıya ulaşmasında etkili olmuştur. Temmuz 1952 protestoları bir anlamda monarşi karşıtlığı üzerinden geliştirilen güçlü bir tepki olarak görülebilir. Üç gün süren genel grevlerin ve dökülen kanın ardından, şah geri adım atmak zorunda kaldı. Bütün bu yaşananlar 30 tır (21 Temmuz) krizi diye bilinir.

30 TIR (21 TEMMUZ) KRİZİNDEN BİR FOTOĞRAF 

Temmuz 1952 Olayları sonrası yeni kabinesini kuran ve Başbakanlık görevine yeniden İktidara gelen Musaddık ilk olarak 30 tır gününü ‘‘Milli Şehitler” ve “Milli Ayaklanma” günü ilan etti. Ayrıca Musaddık, hızlı bir şekilde reform hareketine girişmek arzusundaydı. Bu amaçla hükümeti kurduktan birkaç gün sonra meclisten bir talepte bulundu. Bu talebinde Altı ay süreyle geçerli olmak üzere yasama yetkilerinin kendisine verilmesini istedi. Bunu reformları hızlı bir biçimde gerçekleştirmek amacıyla istediğini belirtmekteydi. Elbette Musaddık’ın bu talebine ilişkin çeşitli eleştiriler getirildi. Ancak nihayetinde, 6 Ağustos’ta Meclis Musaddık’a 6 ay süreyle, ama geçici olmak kaydıyla yasama yetkilerini vermeyi kabul etti. Ardından 11 Ağustos’ta Senato bu kararı onayladı. Böylece 9 maddelik programı uygulamak amacıyla altı aylık bir süre için geçerli olmak üzere Senato ve Meclis Musaddık’a bağlanmış oldu.


Bahsi geçen dokuz maddelik program kapsamında birçok alanda geniş çaplı reformlar yapılması planlanıyordu. Program kapsamında belediye ve meclis seçimleri için seçim reformu, finansal konularda yapılacak düzenlemelerle bütçenin revize edilmesi, üretim artışını sağlamayı ve işsizliği önlemeyi amaçlayan ekonomik reform, millileştirilmiş petrol kaynaklarının çıkarılması noktasında gerekli yasal düzenlemeler yapılması hedeflenmişti. Ayrıca köylerde yerel konseylerin kurulması, yargı reformu, basın reformu, kamu kurumlarında (sivil, askeri, yargısal) düzenlemeler de bu program dahilindeydi. Son olarak eğitim, kamu sağlığı ve iletişim alanında da gerekli reformları yapmak amaçlanmıştı


Musaddık’a geniş yetkiler veren yasa Batı basınından ciddi eleştiriler almaktaydı. Örneğin New York Times’ta çıkan bir haberde Musaddık’a yönelik; ’’Hitler taktikleri uygulayarak bir darbe yürürlüğe koymak’’ suçlaması dile getiriliyordu. Musaddık bu eleştirilere karşı içeride birliği sağlamak amacıyla bu yasayı istediğini söyleyerek cevap vermekteydi.


Sonuçta yasama ve yürütme yetkilerini elde etmiş olan Başbakan Musaddık hızlı bir biçimde reform sürecini başlattı. Kasım ayında çıkarılan kararnameler ile hükümetin toprak reformu politikası yürürlüğe girdi. Buna göre tarım arazilerinden toprak sahiplerinin elde ettiği gelirin %20’si kesilecekti. Bu %20’nin, %10’u toprağı ekip biçen köylülere verilecek, %10’u ise kırsal alanlara yönelik geliştirme ve işbirliği fonuna devredilecekti. Kırsal konseylerin idaresi altında olan bu fon, kırsal alanda yapılacak geliştirmeler amacıyla kullanılacaktı. Diğer yandan toprak sahiplerinin köylülerden mevcut yasanın üzerinde herhangi bir aidat ya da hizmet talep etmesi yasaklanmaktaydı. Bununla birlikte köy kalkındırma programı ve sulama amaçlı baraj projeleri başlatıldı. Yargı alanında da çeşitli düzenlemeler gerçekleştirildi. Askeri mahkemelerinin yetkileri askeri alandaki meseleler ile sınırlandırılırken, özel mahkemeler ise tamamen kaldırıldı. Temyiz Mahkemesi feshedilerek yeniden yapılandırıldı. Benzer şekilde Disiplin Mahkemesi de feshedildi ve yeniden yapılandırıldı. Diğer yandan yargıçların istihdamı konusunda da kritik bir reform gerçekleştirildi.


Bu dönemde yapılan bir diğer reform seçim yasası üzerine oldu. Seçim reformu ile vekil sayısı 136’dan 172’ye çıkarıldı. Oylama süresi bir gün ile sınırlandırıldı. Oy kullanmak için okuryazar olma şartı getirildi. Kadınlara belediye seçimlerinde oy kullanma hakkı tanındı. Bütün bu düzenlemeler mecliste tartışmalara ve hükümete yönelik eleştirilere neden oldu. Eğitim alanında üniversitelerin özerkliği konusunda bir düzenleme gerçekleştirildi. 1934 yılında Tahran Üniversitesi’ne verilen ancak yürürlüğe girmeyen bir özerklik söz konusuydu. Musaddık yetkilerini de kullanarak çıkardığı kararname ile Tahran Üniversitesi’ne finansal özerkliğini verdi.


Kritik reformlardan birisi de orduya yönelik gerçekleştirilen reformlardı. Savaş Bakanlığının adı Savunma Bakanlığı olarak değiştirildi. Musaddık, mecliste savunma silahları satın alacağına dair ant içti ve Genelkurmay Başkanını tayin etti. Askeri bütçe %15 oranında kısıtlandı ve ordudaki 15.000 kişi jandarmaya kaydırıldı.  Ordudan 15’i general olmak üzere toplamda 136 subay tasfiye edildi. Ordudaki terfi süreçlerini incelemek ve ordunun silah satın alma antlaşmalarındaki yolsuzlukları araştırmak amacıyla komisyonlar kuruldu. Diğer taraftan gizli servis bütçesinde de ciddi oranda bir kesinti yapıldı. Bu reformların yanında Musaddık yönetimi sarayın etkisini azaltmak adına da çeşitli adımlar atıyordu. Sarayın bütçesinin azaltılması, Şah’ın yabancı büyükelçiler ile görüşmesinin yasaklanması, Saray ile ilgili bakanlığa Şah karşıtı bir ismin getirilmesi, Şah’a ait arazilere el konulması ve Şah’a yakın yardım kuruluşlarının denetime tabi tutulması yapılan çalışmalar arasındaydı. Yine şahın siyasal açıdan etkin olan kız kardeşi Prenses Eşref Pehlevi’yi sürgüne gitmeye zorladı, sarayı “rüşvet, ihanet ve casusluk batağı” olarak kınayan gazetelerin kapatılmasına karşı çıktı. Böylece Musaddık hem İngiltere’yi hem de Şah’ı karşısına almış oldu.

Prenses Eşref Pehlevi

Sonuçta Şah’ın iktidarının sınırlandırılması ile Saray’ın, orduda yapılan tasfiyeler bir kısım subayların, toprak reformları ile toprak sahiplerinin çıkarları zarar görmüştü. Bu adımlar yerleşik çıkar çevrelerine yönelik atılan adımlardı. Dolayısıyla bu adımların içeride ayrıcalıklı seçkinlerin Musaddık’a yönelik düşmanlığını arttırdığını söylemek mümkündür. Diğer yandan ekonomik ambargo dolayısıyla gerçekleşen ülkedeki işsizlik ve enflasyon artışı hükümeti zor durumda bırakıyordu. Bunun üzerine hükümetin fiyatları düşürmek adına piyasaya müdahale etmesi geleneksel İran Pazarı’nı kızdırdı. Ayrıca yapılan bazı reformların laik yönü (kadınlara oy hakkı verilmesi gibi) Milli Cephedeki Ulemayı rahatsız etmekteydi. Nihayetinde yaşanan bu gelişmeler Milli Cephe içerisindeki geleneksel (Ulema-Pazar) ve modern orta sınıfın arasının açılmasına sebep oldu. Yaşanan ayrışmalar Musaddık’ın 6 ay geçici süreyle kendisine verilen yetkileri uzatmak istemesiyle gün yüzüne çıktı. 8 Ocak 1953’te Musaddık kendisine verilen olağanüstü yetkilerin 1 yıl süreyle uzatılmasını meclisten talep etti. Aralarında Musaddık’ın destekçilerinin de olduğu çok sayıda vekil bu isteğe karşı çıktı. Ayrıca Ayetullah Kaşani’nin başını çektiği Ulema ve bunun yanında geleneksel Tahran Pazarı da bu talebi kabul etmediler. Kaşani bu geniş yetkilerin diktatörlük anlamına geleceğini, anayasaya aykırı olduğunu vurguladı ve İran’a gerçek demokrasinin ancak şeriatın hakkıyla uygulanmasıyla gelebileceğini belirtti. Ulema’dan bir başka isim ise hükümetin bakanlarını Kremlin’e çalışan ateistler olmakla suçlayarak değiştirilmelerini talep etti. Ancak bütün bu itirazlara rağmen tasarı 13 Ocak’ta meclisten geçti. Sonuç ise Musaddık’a olan desteğin azalması oldu. Yaşanan bu hadise sonrası Milli Cephe’de büyüyen çatlak ile birlikte vekillerin bir kısmı Cephe’den ayrılarak İslami Fraksiyon adıyla yeni bir grup kurdular. Musaddık, Milli Cephe içerisindeki geleneksel ve modern kanadın mücadelesinde seçimini modern çizgiden yana yapmıştı. Böylece geleneksel çizginin temsilciliğini yürüten üç grubun desteğini kaybetmiş oldu. Bu gruplar ise Müslüman Savaşçılar Toplumu, Fedayin-i İslam ve Emekçiler Partisi idi. Musaddık’ın elinde sadece modern çizgideki İran Partisi, Ulusal Parti ve Üçüncü Kuvvet adlı grup kalmıştı. Dolayısıyla yaşanan bu bölünme Musaddık’ı mecliste zayıflattı ve Musaddık’ın alt sınıflardaki desteğini kaybetmesine yol açtı.


ADIM ADIM 1953 İRAN DARBESİNE


1952 Temmuz Olayları sonrası Batı ile İran ilişkilerinde de önemli gelişmeler yaşandı. İngiltere ile mevcut gerginlik devam etmekteydi. Musaddık yönetiminin kararıyla Ekim ayında İngiltere ile diplomatik ilişkiler tamamen kesildi ve ardından ülkedeki İngiliz Elçilikleri kapatıldı. Bu noktada ABD’de Truman yönetimi devreye girerek Musaddık’ı ikna edebilmek adına son bir adım attı. Ekim ayının sonunda Birleşmiş Milletler toplantısı için ABD’ye giden Başbakan Musaddık burada toplantı öncesinde Amerikalı yetkililer ile görüştü. Başkan Truman ve diğer üst düzey yetkililer tarafından sıcak karşılanan Musaddık’a son bir teklif sunuldu. Amerikalılar İran petrolü için yapmış oldukları yeni planı Musaddık’a ilettiler. Plana göre, çeşitli petrol şirketlerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir konsorsiyum aracılığıyla NIOC’dan petrol alınacak ve piyasalara aktarılacaktı. Bir başka deyişle, İran petrolleri konusunda bir ortaklık teklif ediliyordu. Ancak 1952’nin sonlarında Musaddık, ABD’nin bu teklifini reddetti. Özü aynı olan benzeri bir teklif darbe sonrası 1954 yılında Şah yönetimi tarafından kabul edilecekti.


1953’ün başından itibaren İran’da iç siyasette yaşanan gelişmelerin darbe amaçlayanların elini güçlendirdiği söylenebilir. Yukarıda sözü edilen Ocak 1953’te Musaddık’ın olağanüstü yetkilerini arttırmak istemesi ve devamında Milli Cephe koalisyonunda yaşanan çözülmeler sonrası içeride gerginlik giderek artmıştır. Şubat ayında gerginliği arttıran olaylar yaşandı. General Fazlullah Zahidi, ordudaki bazı subaylar ile temasa geçerek darbe hazırlığı yapmaktaydı. Hatta ABD yetkililerine, oğlu Ardeşir Zahidi aracılığıyla darbe yapmak üzere olduklarını iletti ve yeni kabine konusundaki planlarını paylaştı. Bu sıralarda Ebu Kasım liderliğindeki bir grup Bahtiyari Aşireti üyesi ve Emekli Subaylar Organizasyonu üyeleri Huzistan’daki askeri birliğe saldırı gerçekleştirdiler. Saldırı sonucu çok sayıda kayıp yaşandı. Musaddık yönetimi Zahidi ve diğerlerini tutuklayarak buna karşılık verdi. Tam bu noktada Şah’ın yurtdışı gezisine çıkacağını duyurması gerginliği daha da arttırdı. Kaşani ve Musaddık karşıtları tarafından organize edilen büyük bir grup kalabalık ve Zahidi yanlısı subaylar Şah’ın Sarayında toplanarak Musaddık’ın uzaklaştırılması talebiyle onun evine yürüdüler. Bu sırada Musaddık yanlısı kalabalık ile karşılaştılar. Burada şiddetli çatışmalar ve olaylar yaşandı. Ardından Musaddık kendisine sadık subaylar ve güvenlik güçleri ile olayları bastırdı ve düzeni sağladı. Şah ülkeden ayrılma kararını geri aldı. General Zahidi’nin tutukluluğu ise uzun sürmedi ve henüz 1 ayı geçmeden serbest bırakıldı. Zahidi’ye yönelik alınan bu kararın sebeplerine dair çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Meclis Başkanı Kaşani’nin yardımıyla kurtulduğunu ifade edenler olduğu gibi, hükümetin muhaliflere jest yapmak adına bu ismi serbest bıraktığını söyleyenler de mevcuttur. Her ne olursa olsun alınan bu karar sonraki süreçte Musaddık’ın kaderini etkileyen kritik bir adım olmuştur.

General Fazlullah Zahidi
Ardeşir Zahidi

1953 İran darbesi genellikle İran’ın uluslararası komünizmden kurtulması için CIA ile ortaklaşa yürütülen bir girişim olarak gösterilmiştir. Oysa uluslararası petrol kartelini kurtarmak adına İngilizlerle Amerikalıların ortak çabasıdır. Kriz boyunca başlıca konu petrol üretiminin, dağıtımının ve satışının kim tarafından yapılacağıydı. Kamuya yapılan açıklamalarda “kontrol” sözcüğünden özenle kaçınılmış olsa da, gerek Londra gerek Washington’da yayımlanan gizli raporlardaki geçerli terim buydu. Londra açısından AIOC, İran’da dünyanın en büyük petrol rafinerisine sahip olmanın yanı sıra, ham petrolün ikinci büyük ihracatçısı ve dünyanın üçüncü büyük petrol rezervlerini elinde tutan bir kurumdu. Ayrıca İngiltere hazinesine 24 milyon Sterlinlik vergi ve 92 milyon Sterlin karşılığında dövizle katkıda bulunuyor, İngiliz donanmasının yakıt ihtiyacının yüzde 85’ini karşılıyor ve ALOC’nin dünya çapındaki yıllık karının yüzde 75’ini getiriyordu. Hoş, bunun çoğu Kuveyt, Irak ve Endonezya’daki petrol arama çalışmalarına ve İngiltere’deki hissedarlara gidiyordu. Washington açısından (bana göre Londra için de öyle) İran’ın kontrolünün pek çok bakımdan yıkıcı sonuçları olabilirdi. Yalnızca İngilizlere karşı doğrudan yapılan bir hamle olmakla kalmazdı. İpleri tümüyle İran’ın eline verirdi. Bu da özellikle Endonezya, Venezuela ve Irak’a emsal teşkil ederek onları aynısını yapmaya kışkırtabilir, böylelikle uluslararası petrol piyasasını batılı petrol şirketlerinin denetiminden alarak petrol üreten ülkelere kaydırabilirdi. Dolayısıyla batılı şirketlerin yanında Amerikan şirketleri de tehlikeye girer, aynı zamanda ABD kadar İngiltere hükümeti de zarar görürdü.


İngilizlerle Amerikalıların çıkarları ve stratejileri, zamanlama ve taktikleri kadar farklılık göstermiyordu. İngilizler en başından beri kararlılıkla ve ısrarla Musaddık’ın kontrol meselesinde asla ödün vermeyeceğini söylerken, Amerikalılar İran’ın kağıt üstünde devletleştirilmiş sanayisini koruyacağı, fakat uygulamada sanayi işletmesini AIOC ve batılı diğer şirketlerden oluşan bir konsorsiyuma devredeceği bir “uzlaşmaya” ikna etmek ya da oyuna getirmek için türlü yolları denemekten geri durmuyordu. Musaddık’la başa çıkmanın tek yolunun onu devirmek olduğunu savunan İngilizlerin görüşünün Washington tarafından kabul edilmesi 1952 Kasım ayına kadar sürdü. ABD’nin tutum değişikliğinin temel nedeni 1952 Kasım ayında yapılan ABD başkanlık seçimlerini Dwight Eisenhower’ın kazanmasıydı. Çünkü bir önceki başkan Harry Truman, Kore Savaşı ve Mc Charty’cilik yüzünden yeterince yıpranmış, başarısız bir darbe girişimi ile İran ile bağların tamamen kopması riskini göze alamamıştı.


Yeni başkanın beyin takımı, Musaddık konusunda Londra ile aynı görüşü paylaşıyordu. Özellikle de Eisenhower’ın Dışişleri Bakanı olarak kabineye alacağı John Foster Dulles ve CIA’nin başına getireceği Allen Dulles İngilizlerle tamamen paralel fikirlere sahipti.


Dwight Eisenhower daha yemin etmemişti ki, Tahran’dan kovulan MI6 ajanı Monthy Woodhouse elinde bir dosyayla Washington’a geldi. Bu sefer Amerikalıları hiç ilgilendirmeyen ‘’petrol sorunu’’ üzerinde konuşmadı. Sıkı bir antikomünist olan Einsenhower’ın yakın çalışma arkadaşlarına Musaddık’ın eğer devrilmezse İran’ın ekseninin Sovyetler Birliği’ne doğru kayacağını, komünist Tudeh Partisi’nin ordudaki adamlarıyla her an darbe yapabileceğini anlattı. Oysa gerçekte asıl sorun komünizm falan değildi. Çünkü Sovyetler Birliği, 1953 Şubat ayında ölen Stalin’in ardından kendi sorunlarıyla boğuşuyordu.


Başkan Eisenhower bir süre sonra Musaddık’ın devrilmesi gerektiğine ikna olmuştu. Ajax Operasyonunu gerçekleştirmek için Tahran’daki CIA merkezine 1 milyon dolar mali yardım gönderildi ve darbenin başrol oyuncusu olarak General Zahidi belirlendi.

Christopher Montague ('Monty') Woodhouse, 5th Baron Terrington, by Bassano Ltd, 13 April 1965 - NPG x172051 - © National Portrait Gallery, London
Monthy Woodhouse

AJAX OPERASYONU’NUN HAZIRLIK EVRESİ


Nisan ayının sonunda CIA ve MI6 ajanları darbe hazırlıkları için Kıbrıs’ın Lefkoşa kentinde bir araya geldi. Yıllar sonra adının “Ajax Operasyonu” (resmi adıyla TP-AJAX) olduğu ortaya çıkacak bu darbe planını uygulamaya koyacak isim oldukça tanınan birisiydi: Theodere Roosevelt’in torunu da olan CIA Ortadoğu Direktörü Kermit Roosevelt.

Kermit "Kim" Roosevelt in 1950
Kermit Roosevelt

Her iki istihbarat da plana en kuvvetli kaynaklarını dahil etmişti, İngilizlerin İran içerisinde eskiye dayanan ve kapsamlı istihbarat ağları bulunmaktaydı. Bazıları otuz yıldan fazla süredir aralıklı olarak İran’da çalışmış Farsça bilen uzmanları vardı. İngilizlerin İran’da askeri kuvvetler içerisinde resmi olmayan bağlantıları da vardı. General Hasan Arfa, Tuğgeneral Timur Bahtiyar, Albay Hidayetullah Gilanşah ve hepsinden öte uzun yıllar Askeri İstihbarat Şefi olarak görev yapan Albay Hasan Akhavi bu isimler arasındaydı. Akhavi gibi bir ismin İngilizlere yakın olması İngilizlerin ordu ve subaylar ile ilgili bilgilere sahip olmasını kolaylaştırmaktaydı. Diğer yandan Amerikalılar da masaya kendi geniş büyükelçilik olanaklarını koydular. İran ordusunda ABD’li 123 askeri danışman bulunmaktaydı. Bu danışmanlar yakın tarihte ABD’de eğitim görmüş çoğu tank komutanı olan genç subaylar ve Tahran Pazarlarında, özellikle de Zurhane diye bilinen spor salonlarında kurulmuş gizli istihbarat ağları oluşturmuştu. İngiliz ve Amerikalıların İran’da ordu haricindeki alanlarda da çok sayıda işbirlikçisi vardı. Bürokrasi, siyaset ve saraya yakın çevrelerdeki dostları işlerini kolaylaştırmaktaydı. Bununla birlikte CIA’nın İran’da darbe öncesi sürecin hazırlanmasında BEDAMN kod adlı operasyonları oldukça kritikti. Bu operasyonlar çerçevesinde geniş çaplı propaganda faaliyetleri yapılmış ve ülke karışıklığa itilmeye çalışılmıştı. İngilizler ise zaten bu kampanyayı daha önceden başlatmışlardı. Musaddık’a yönelik olumsuz bir propaganda faaliyeti yürütmekteydiler. Bu çerçevede BBC’deki Farsça programların sayısı arttırılmış ve önde gelen İngiliz-Amerikan gazetelerine Musaddık yönetimine ilişkin çok sayıda olumsuz makale yerleştirilmişti. Bütün bu çalışmaların Musaddık yönetiminin itibarsızlaştırılmasına ve darbeye giden sürecin hazırlanmasına ciddi oranda katkıda bulunduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca Yıllar içerisinde MI6 siyasal eğilimleri, aile ilişkileri, meslekte izledikleri yol ve kişisel zaaflarıyla birlikte ordu içerisinde “kim kimdir” konusunda kapsamlı bir istihbarat toplamıştı. CIA bu tür bilgiler toplamaya tenezzül etmemişti, oysa böyle bir çalışmanın paha biçilmez olduğu belliydi.


Operasyonu yönetecek Kermit Roosevelt, Temmuz başında Beyrut üzerinden, Suriye ve Irak çöllerini aşarak İran’a ulaştı ve Tahran’da darbe hazırlıklarını yöneteceği villaya yerleşti. Onun varlığından İranlı yöneticilerin haberi yoktu. Birlikte çalıştığı Amerikalılar tarafından bile James Lockridge adıyla tanınıyordu.


Aslında darbenin kağıt üstündeki başı General Fazlullah Zahidi geleceğin başbakanı olmak üzere erken tarihli istifasını imzalayana dek, Şah’ın aklı bu plana yatmış sayılmazdı. Şah, Musaddık’ın yerine yeni bir potansiyel tehlike olabilecek bir general getirmek niyetinde değildi. Şah Muhammed Rıza, böyle bir kumpasın içine girmeyecek kadar çekingen ve korkaktı. Şahın ikna edilmesi gerekiyordu.


İlk denemeyi Musaddık tarafından sürgüne gönderilen Prenses Eşref yaptı. Gizlice ülkeye getirilen Prenses Eşref ne kadar dil döktüyse de şahı ikna etmeyi başaramadı. Sıra Kermit Roosevelt’in bizzat gidip şahı ikna etmesiydi. Roosevelt, Şah’ın gönderdiği bir arabanın arka koltuğunda bir battaniyenin arkasına saklanarak gece saraya girdi. Şahı Washington’un darbeyi, yapacağı geniş mali yardımla, durumu kurtaran bir petrol antlaşmasıyla ve monarşiyi koruyacağı güvencesiyle destekleyeceğine ikna etmeyi başardı. CIA görevlisi Roosevelt’in Şah’ı ikna etmesi ve Musaddık’ın azli konusunda kendisinden bir ferman temin edilmesiyle darbe için son hazırlıklar tamamlanmış oldu.


1 Temmuzda İngiltere Başbakanı Churchill, 11 Temmuz’da da ABD Başkanı Eisenhower’ın darbe planına onay vermesiyle Ajax Operasyonu başladı. Ancak daha evvel yapılması planlanan darbe çeşitli sebeplerden dolayı 15 Ağustos gecesine ertelendi.


AJAX OPERASYONU VE MUHAMMED MUSADDIK’IN DEVRİLMESİ


Ajax Operasyonu’nun ilk adımı 15 Ağustos 1953’te atıldı. Şah Rıza Pehlevi uzun zamandır yetkilerini hükümete bırakmak konusunda kendisini zorlayan Musaddık’ı görevinden aldığını ve ömür boyu ev hapsine mahkum ettiğini açıkladı. Fakat Musaddık kendisini teslim almaya gelen Şah’ın Muhafız Alayı Komutanı Albay Nasıri’yi ve beraberindeki askerleri tutuklatmış, Musaddık yanlıları da İran sokaklarına dökülerek eyleme başlamıştı. Sokak çatışmalarında yüzlerce insan ölmüş ve durumun kontrolden çıkması üzerine Şah Roma’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Aslında hükümetin darbenin haberini daha önceden alması sebebiyle darbe bir şekilde bastırılmıştı. Muhbirin kim ya da kimler olduğu hiçbir zaman tespit edilemese de darbenin planlanan tarihte yapılamamasının böyle bir sonuca yol açtığı düşünülmektedir. Neticede Musaddık hükümeti 16 Ağustos gününde darbeyi bastırdı ve görünürde kontrolü sağlamayı başardı.

Darbe girişimi sonrası Musaddık'ın Halk tarafından karşılanması

Ancak darbeciler tam anlamıyla vazgeçmiş değildi. Yeni bir darbe girişimi için subayları ikna etmeye çalıştılar. Kısa süre içerisinde başkentteki küçük askeri birlikleri teker teker ziyaret ederek komutanları para ve terfi karşılığında darbe girişimine destek vermeye ikna ettiler. Bu süreçte darbenin baş aktörü General Zahidi ise saklanmaktaydı. Aynı sırada sokaklarda tam bir kargaşa hakimdi. Darbenin bastırılması ve Şah’ın kaçmasıyla Tudeh Partisi destekçileri sokaklara döküldüler. Cumhuriyet talebinde bulunarak kraliyete ait heykelleri yıktılar. Bazı bölgelerde belediye binalarını ele geçirdiler. Musaddık bu noktada hayati bir karar aldı ve ordu ile polisi sokakları temizlemek üzere görevlendirdi. Bu karar hem Tudeh’in hükümetten uzaklaşmasına yol açtı hem de askerin tekrardan sokağa inmesine neden oldu.


Bu olaylar ışığında Darbenin başarısız olduğu aşikardı. 18 Ağustos 1953 tarihinde CIA merkezinden İran’daki istasyon şefine gönderilen belgede şöyle yazıyordu:


 Operasyon denendi ve başarısız oldu. ABD’nin rolünü ortaya çıkaracak herhangi bir Musaddık karşıtı operasyona katılmamalıyız. Musaddık’a karşı yürütülen operasyon sona erdirilmelidir.


Fakat Kermit Roosevelt daha son kozunu oynamadığını düşündüğünden bu emri görmezden geldi. Musaddık’ın en büyük hatası ise darbenin bastırıldığını düşündüğü için daha fazla kan dökülmemesi adına taraftarlarını sokaklardan çekilmeye davet etmesi oldu.

Şah yanlısı göstericiler

28 Mordad (19 Ağustos) Ajax Operasyonu’nun ikinci aşaması başladı. Olasılıkla Şah yanlısı Ayetullah Behbehani ve Ayetullah Kaşani gibi vaizlerin kışkırtmasıyla, pazardaki spor salonlarında toplanan kalabalığın çıkardığı gürültü eşliğinde 32 sherman tankı Tahran’ın şehir merkezine girerek kilit noktaları sardı ve Musaddık’ın eviyle ana radyo istasyonunu koruyan üç tankla üç saat sürecek çatışmadan sonra Zahidi, Şah tarafından atanmış meşru yeni başbakan ilan edildi. Gözlemcilere göre, beş yüz kişilik “güruh” sivil giysiler içindeki iki bin kadar askeri personelin de katılmasıyla daha büyük bir kalabalık gibi gösterilmişti. Bu kritik süreçte Musaddık’ın güvenlik güçlerini Tudeh’in üzerine sürmesinin kendisinin yalnızlaşmasına neden olduğu ileri sürülmektedir. Geleneksel Pazarın bir bölümü ve Ulema ile zaten arası açıktı. Bu nedenle bu kesimlerin 19 Ağustos’ta darbe girişimi başladığında darbeye desteklerini açıkladıkları ifade edilmektedir. Tudeh Partisi her ne kadar darbeye destek olmasa da yukarıda ifade edilen gelişmeler sonrası takipçilerini Musaddık’a destek için sokağa davet etmemiştir. Milli Cephe’de yer almamasına rağmen Musaddık dönemindeki kritik anlarda hükümetin yanında yer alan Tudeh Partisinin de Musaddık’tan uzaklaşmasıyla darbenin başarıya ulaşmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Dolayısıyla Sokaklarda Musaddık yanlıları da kalmadığından karşı koyacak kimse yoktu. Nihayetinde darbe gerçekleşmiş, ülke dışına çıkmış olan Şah geri dönmüştü.


Darbe gerçekleştikten sonra Musaddık askeri mahkemede "vatana ihanet" suçlamasıyla yargılanıp üç yıl hapis cezası almasına ve sonra ömür boyu ev hapsinde gözetim altında tutulmasına karar verildi. Musaddık, üç yıl hapiste kaldı, sonrasında da kendi köyü Ahmadabad'da ev hapsine tutulmaya başladı ve 1967 yılında göz hapsindeyken yaşamını yitirdi.

Musaddık Makeme Salonunda

Bu noktada, 15 Temmuz darbe girişimi bastırıldıktan sonra halkı günlerce sokaklarda kalmaya devam etmesini söyleyen Tayyip Erdoğan’ın tarihten bir ders almış olduğunu söylemek pek tabi mümkündür.


1953 darbesi derin ve kalıcı bir miras bıraktı. Şah, Musaddık’ı yok etmişti, ama onun birçok yönden diğer büyük çağdaş ulusal kahramanları, Gandhi, Nasır ve Sukamo’yu andıran gizemli gücü bir daha onun yakasına bırakmayacaktı. Darbe, monarşinin meşruiyetini ciddi anlamda sarsmıştı, hele de cumhuriyetçiliğin alıp başını gittiği bir çağda. Bu darbe Şah’ı İngilizlerle, Anglo-Iranian Oil Company ve emperyalist güçlerle özdeşleştirmişti. Aynı zamanda ordu da aynı emperyalist güçlerle, özellikle CIA ve MI6 ile bir tutulmaktaydı. Amerikalılar da İngiltere’nin fırçasıyla karalanmıştı; İranlıların gözünde başlıca emperyalist güç artık yalnızca İngiltere değildi, onunla işbirliği yapan Amerika’da düşmandı. Halkın yüreğine ekilen bu tohumlarda ileride meyvesini verecekti.


Darbe, Milli Cepheyi ve Tudeh Partisini mahvetmişti. İkisi de toplu tutuklanmalar, örgütlerinin yıkılması, hatta liderlerinin idam edilmesiyle karşı karşıyaydı. Bu yıkım, sonunda dinci hareketin doğmasına zemin oluşturdu. Diğer bir deyişle, darbe milliyetçilik, sosyalizm ve liberalizmin yerine islam “köktendinciliğinin” konmasına yardım etmişti. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, tarafsızlık ve sosyalizm çağında Pehlevi monarşisi ayrılmaz ve kaçınılmaz bir biçimde emperyalizm, çokuluslu kapitalizm ve batıyla yakınlaşma anlamına geliyordu. Nitekim 1979 İran İslam Devrimi’nin asıl köklerinin 1953 yılına uzandığı pekala görülebilir.


AJAX OPERASYONU SONRASI YAŞANAN GELİŞMELER


1953 Darbesi birçok sonucu beraberinde getirmiştir. Bunlardan birisi İran petrolleri konusunda yapılan yeni düzenlemelerdir. Yeni İran hükümeti ile petrol şirketleri arasında yapılan pazarlıklar 1954 yılında tamamlandı. Antlaşma NIOC ile İran Konsorsiyumu olarak da bilinen yeni kurulmuş İran Petrolleri Katılım Şirketi (Iranian Oil Participants Ltd.) arasında yapıldı. Bu antlaşmaya göre kağıt üzerinde İran petrollerinin asıl sahibi AIOC idi. Ancak bu petrollerin işletilmesi ve uluslararası piyasalara aktarılması noktasında söz sahibi olan kesim İran Konsorsiyumuydu. Konsorsiyum hisselerinde İngiliz, Amerikan, Fransız ve Hollandalı petrol şirketleri belli oranlarda pay sahibiydi. Anlaşmaya göre Amerikan Gulf Oil, Socony Vacuum, Socal, Standard Oil of New Jersey ve Texaco konsorsiyumu %40’lık paya; İngiliz British Petrol %40’lık paya; İngiltere – Hollanda ortak konsorsiyumu olan Royal Dutch Shell %14 paya ve Fransız CFP %6’lık paya sahipti. Bununla birlikte petrolden elde edilecek karın %50-50 bölüşülmesi hususunda karar verildi. Ayrıca taraflar imtiyaz ile ilgili sonradan oluşabilecek sorunların uluslararası hakem yoluyla çözüleceği konusunda anlaşmaya vardılar.


1953 Darbesinin bir diğer sonucu İran üzerinde bıraktığı ciddi mirastır. Bu miras daha sonraki süreçte yaşanan siyasi gelişmeleri etkilemiştir. Darbe ile birlikte İran halkının gözünde Şah ve emperyalist güçler arasında bir bağ kuruldu. Bir başka deyişle, Şah demek artık CIA ve MI6 demekti. Benzeri şekilde İran ordusunun da bu güçler ile birlikte hareket ettiği düşüncesi yerleşti. Diğer yandan İran’da mevcut olan İngiliz karşıtlığının yanına ABD karşıtlığı da eklendi. Darbe öncesinde İranlılar, ABD’ye derin bir hayranlık duymaktaydı. Darbeden sonra ise bu hayranlık yerini hayal kırıklığına ve ardından düşmanlığa bıraktı. Siyasi meşruiyetini yitiren İran Şahı, ABD’ye yanaşarak iktidarını koruma çabası içerisine girdi. Bununla birlikte Şah bir daha benzeri bir olay yaşamamak adına içeride sertlik yanlısı politikalar izledi. İlk iş olarak tüm devlet gücüyle kendisine karşı hareket eden Milli Cephe ve Tudeh’e saldırdı. İki hareketin de örgütlenmesi dağıtıldı, liderleri ve üyeleri tutuklandı. Musaddık ve en yakın bakanları bu isimler arasındaydı. İlk aşamada 1200 kadar Tudeh’li tutuklanırken, bu sayı 1954’te 4000’e ulaşmıştı. Aynı dönemde orduda görev yapan 520 Tudeh’li de tutuklandı. Darbenin bu hareketlere yönelik baskısının 1979 Devriminin karakterini belirlediği söylenebilir. Seküler hareketlerin tasfiyesi sonrası siyasal alanda yalnızca İslamcılar kaldı. Şah’a karşı en güçlü muhalif olarak Ayetullah Ruhullah Humeyni ve taraftarları ön plana çıktı.


Aslında darbe öncesinde Şah-Ulema arasında bir bağ kurulmuştu. Kum Ulemasının önde gelen isimlerinden Ayetullah Burucerdi, Şah’ın krallığının korunması hususunda kendisine iyi dileklerini iletti. Şah buna Müslümanların iyiliği için çalışacağı cevabını verdi. Bir başka önde gelen isim Ayetullah Behbehani ise Tahran Pazarının ve tüccarların sorun çıkarmamak adına ikna edilmesi noktasında önemli rol oynadı. Darbe sonrasında Musaddık yönetimine sadık kalan din adamları olsa da bunlar azınlıkta kaldılar. Ancak bu işbirliği daha sonraki süreçte Şah’ın politikaları ile birlikte bozulacak, Ulema devrim öncesi en güçlü muhalif unsur olarak ön plana çıkacaktı.


SONUÇ


Musaddık dönemi İran siyasetinde oldukça kritik bir dönemdir. 1951-1953 yılları arasında yaşanan gelişmeler 1979 İran Devrimi’nin bir provası olarak görülebilir. Tıpkı 1979’da olduğu gibi, 1951’de de Şah ve Batı karşıtlığı üzerinden İran halkı bir araya gelmiştir. Musaddık liderliğinde toplumun farklı kesimlerinin bir araya gelmesi ile kısa vadede İran adına ciddi kazanımlar elde edilmiştir. İran petrolleri millileştirilmiş, Şah başta olmak üzere İran’daki yerleşik seçkinler karşısında önemli başarılar kazanılmıştır. Ancak ilerleyen süreçte 1979 Devriminde olduğu gibi bir araya gelen gruplar arasında bir güç mücadelesi baş göstermiştir. Reformların niteliği konusunda bu grupların uzlaşamamasına uluslararası ambargo sebebiyle yaşanan ekonomik kötü gidişatın da eklenmesiyle Musaddık’a verilen destek zayıflamıştır. Başta Ayetullah Kaşani olmak üzere Ulemanın çoğunluğunun desteğini kaybeden Musaddık hükümeti zaman içerisinde yalnızlaşmıştır. İran’da oldukça güçlü olan ve 1979 Devrimi sürecinde Şah’ın devrilmesinde başrolü oynayan Ulema’nın Musaddık’a desteğini çekmesi Başbakanın durumunu zorlaştırmıştır. Bütün bu gelişmeler 1953 yılı itibariyle hazırlığına başlanan CIA-MI6 Operasyonunun başarıya ulaşmasında ciddi rol oynamıştır. Neticede 19 Ağustos 1953 tarihinde Ajax Operasyonunun başarıya ulaşması ile birlikte İran’da Musaddık dönemi sona ermiştir. Diğer yandan 1953 Darbesi sonrası Şah Muhammed Rıza iktidarını kuvvetlendirmiş ve 1979 İran Devrimine kadar sürecek olan baskıcı-diktatöryel yapıyı inşa etmiştir. ABD başta olmak üzere Batılı güçler de Şah’ın bu otoriter yönetimine her türlü desteği vermeyi ihmal etmemiştir. 1953 Darbesi’nin İran siyasetindeki bir diğer sonucu Şah’a muhalefette ön planda olan milliyetçi, liberal ve sosyalist grupların zayıflamasıdır. Darbe ve sonrasında bu kesimlerin aldıkları büyük hasar sonucu siyasal alanda Şah’a muhalif en güçlü aktör olarak Ulema’nın kaldığı ifade edilebilir. Bu durum Ulema’nın 1979 Devrimi’nde merkezde yer almasını ve devrim sonrasındaki iktidar mücadelesini kazanmasını kolaylaştırmıştır.


Bu konuyu ülkemizin yakın tarihte yaşadığı olaylarla da karşılaştırmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Çünkü hem 1960-1970 döneminde hem de 15 Temmuz darbe girişimi sırasında yaşanan olaylar 1953 İran darbesiyle sanki karbon kağıdından çıkmışçasına benzerlik gösterdiği yadsınamaz bir gerçek görüşündeyim. Her ne kadar ülkemizde ulema sınıfı veya aşiret/toprak sahipleri yönetim üzerinde fazla nüfuza sahip olmasa da İran’ın 1953 senesinde yaşadığı sıkıntılar ve bunun sonucu olarak mevcut iktidarın darbe sonucu iktidardan uzaklaştırılması Türkiye’nin 1960 ve 1970’li yıllarda yaşadığı darbeler, muhıtıralar ve ekonomik sıkıntılarla bana göre paralellik göstermektedir. Örneğin Bülent Ecevit’in başkanlığı sırasında gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatı sonrası İran’a uygulanan ambargo gibi Türkiye’ye de ambargo uygulanmış ve bunun neticesi olarak, ülke içerisinde hem ekonomik istikrarsızlık katlanılamaz hale gelmiş, hem de anarşinin önü alınamamıştır. Bununla birlikte Musaddık’ın kurmuş olduğu birlik (Milli Cephe) 1970’li yıllarda ülkemizde kurulan ‘’Milliyetçi Cephe’’ hükümetleri ile isim olarak benzerlik göstermekle birlikte varoluş nedenleri tamamen birbirinden farklıdır. Açıkçası Türkiye’nin 1970’li yıllarda yaşadığı süreçlerin ele alınması ve analiz edilmesi, bu yazımda ele aldığımız konuyu daha iyi anlayabilmemizi sağlayacaktır. Dolayısıyla bu konu içerisine Türkiye’nin 70’li yıllarını ele alacağımız bir yazıyı bu yazı içerisine not ederek ileride ele almak en doğru karar olacak gibi duruyor. (bkz. 70'li Yıllarda Türkiye'de Yaşanan Gelişmeler ve Darbeye Giden Süreç)

  
AMERİKA'DAN YILLAR SONRA GELEN İTİRAFLAR


Amerika Birleşik devletleri Darbenin gerçekleştirildiği dönemde CIA veya başka devlet kurumlarının bu darbede parmağı olduğu konusunu defalarca yalanlamıştı.


CIA'de çalışan bir tarihçi tarafından konuyla ilgili 1970'lerin ortalarında hazırlanan kurum içi rapor, 1981'de yayımlanmış ancak büyük bir kısmı gizli tutulmuştu. Raporun gizli tutulan kısımları arasında darbeyi anlatan "Gizli Eylem" başlıklı 3. Bölüm de yer alıyordu. 


ABD'de eski Dışişleri Bakanlarından Madeleine Albright’da, Musaddık'a karşı yapılan darbedeki sorumluluklarını 2000 yılında itiraf etmişti. 


04-06-2009 tarihinde İslam alemine hitaben Kahire'de konuşan başkan Obama,


"Soğuk savaş döneminde ABD, demokratik yolla iktidara gelmiş bir İran hükümetinin devrilmesinde rol oynamıştı." demiştir.


Daha önce operasyona katılan Amerikan ve İngiliz ajanlarının konuyla ilgili kitaplar yazmasına, iki Amerikan başkanının (Bill Clinton ve Barack Obama) da ABD'nin darbedeki rolünü kamuoyu önünde kabul etmesine karşın, CIA herhangi bir resmi bir açıklama yapmamıştı.


Ancak, 19 ağustos 2013 tarihinde Ulusal Güvenlik Arşivi'nin internet sitesinde Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası çerçevesinde yayımlanan belgelerde,


"Musaddık ve liderliğini yaptığı Ulusal Cephe Partisi hükümetinin devrilmesine yol açan askeri darbe, ABD dış politikası çerçevesinde CIA emriyle düzenlendiğini…" resmen ortaya konmuş oldu.


Belgede "İran'ı Sovyet saldırısına açık bırakmanın ABD'yi TPAJAX'ı planlamak ve uygulamak zorunda bıraktı" ifadesi de yer alıyordu. CIA, hemen her aşamasında yerel işbirlikçilerin rol aldığı hükümeti devirme komplosu için “TPAJAX” kod adını kullanıldığına da yer verilmişti.


Amerika’nın bu itirafını bir günah çıkartmak mı yoksa itiraf olarak mı algılamamız gerektiğini okuyuculara bırakmak daha faydalı olacak gibi duruyor. Sonuç olarak gerçekleştirilen bu operasyonla Amerika, İran konusunda kendi topuğuna sıkmış ve 1979 devriminden sonra günümüze kadar çözülemeyen ve iyice kör düğüm olmuş bir Amerika/İran ilişkisi ile karşı karşıya kalmıştır. İran şuanda gördüğümüz gibi ne kadar ambargolarla karşı karşıya kalırsa kalsın geçmişte tohumu atılan ve 1979 senesinde yeşererek çiçeklerini veren emperyalist güçlere karşı nefretini her daim taze tutmakta ve bir ağaç gibi bu nefreti de büyütmektedir. Bu nefreti ortadan kaldırmak bir yana iyice körükleyenler ise sorunun çözümünden yana olmadıklarını da her daim ortaya koymaktadır.


MUSADDIK
Musaddık bilinmeze doğru yol alırken gerisinde emperyalist Amerika ile İngiltere'ye karşı savaş açmış bir ülke bıraktı ve bu savaş günümüzde giderek kızışmaya devam ediyor. Bakalım bu savaşı kim kazanacak ve tarih nasıl yazacak...

7 Yorumlar

  1. oldukça emek harcanmış, yazılar çok güzel ancak tema -şablon- kesinlikle değişmeli.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Tema ve şablon ile ilgili önerilerinizi seve seve dinlemek isterim. eksiklerimizi siz sevgili okuyucuların önerileri ile gidermiş oluruz.

      Sil
    2. yazılar çeşitli başlıklar altında toplanırsa erişim açısından daha iyi olur, arka plan rengi göz yormayan bir renk seçilebilir.

      Sil
  2. Çok güzel bir yazı, teşekkürler

    YanıtlaSil
  3. Ellerinize sağlık, oldukça öğretici bir yazı olmuş. Paralellikler gerçekten de gözardı edilecek cinsden değil. Tek eleştirim siyah arka plan üzerine beyaz harfler özellikle gece okumayı biraz yorucu hale getirmiş bence.

    YanıtlaSil
  4. İlgi ile okudum.. kişisel yorumların okuyucuya bırakıldığı çok aydınlatıcı bir yazı olmuş..
    genellikle tarih dönem ya da konu bölümlerine ayrılıp işleniyor..ilgisi ve takibi olan kişi konuları birbirine ekleyip bütün oluşturabiliyor ama bu konulara uzak genç nesil çabuk sıkılıp birbirine bağlamadan okumayı bırakabiliyor.. Bende tarihi kronolojik olarak birbirine bağlanmış
    açıklayıcı roman gibi okumayı seviyorum..böyle parça parça okumak anlam bütünlüğünü sanki kaybettiriyor..mesela bu yıllarda iran da bu olaylar olurken dünya hangi olaylar içinde aynı anda öğrenmek istiyorum.... ama dönüp tek tek bakmaya çalışsam çok zaman kaybı oluyor ve bütünlük kayboluyor..isterim ki 2.dünya savaşından itibaren yeni bir şekle bürünen dünyayı adım adım okuyayım..o yüzden kendim böyle kıymetli yazıları birbiri ile bağdaştırıp bir bütün çıkarmaya çalışıyorum.. diğer yazılarınızı da ilgiyle okuyacağım

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel dilekleriniz için teşekkür ederim. Sizin görüşlerinize katılmak ile birlikte blog sayfa yapısından ve etiketlemelerde yaşayacağımız sıkıntı sizin isteğinizi bir bakıma engelliyor. Ana sayfanın sağ kısmına bakacak olursanız; dönemsel olarak bazı ayrımlar yapmaya çalıştık. Ancak burada tarihsel ayrımla birlikte coğrafi ayrımı çok başaramadık. çünkü işlenecek konu olarak yelpaze çok geniş. Bunu da tek tek ayıklamak ve konu etmekte haliyle imkansız. Sizin de dediğiniz gibi yeni neslin hızlı tüketim ile görsel etkileşime olan düşkünlüğü yazıların okunabilirliğini bir hayli azaltıyor. Ayrıca görsel olarak öğrendikleri bazı konular manipulasyon içerdiği için yanlış bilgilendirilebiliyorlar. Maalesef bunun önüne geçemiyoruz.

      Sil