Montreux Boğazlar Sözleşmesi
![]() |
Karadeniz'e kıyıdaş veya değil, Türkiye dışındaki tüm yabancı
devletlerin savaş gemilerinin Türk Boğazlarından geçiş ve Karadeniz’de kalışını
1936 senesinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi düzenlenmiştir. Ayrıca bu anlaşma
imzalandığı tarihten beri hiçbir değişikliğe uğramadan yürürlükte olmaya devam
etmektedir. Tersten ele alacak olursak Montrö ağırlıklı olarak savaş
gemilerinin Türk Boğazlarından geçişini düzenleyen bir sözleşmedir. Bu
sözleşmenin asıl yapılış amacını; “geçiş ve seyir serbestlii ilkesini Türkiye'nin ve
Karadeniz’e kıyısı olan diğer devletlerin güvenlikleri çerçevesinde düzenlemek”
olarak ifade edebiliriz. Peki, Sözleşme üzerinde anlaşmaya varılmasına giden
süreç nasıl gelişmiştir? Sözleşmenin teorik olarak getirdiği düzen
nasıldır? Uygulamada sorunlar yaşanmış mıdır? Sözleşmenin yokluğu neler
getirebilir?
Türkiye, uluslararası hukukta rebus sic stantibus (koşullarda
kökü Değişiklikler) kuralını öne
sürerek, yaklaşan İkinci Dünya Savaşı’na karşı kendini Müdafaa etme
hakkı olduğunu söyleyerek Lozan Boğazlar Sözleşmesinin taraf
devletlerini, yeni bir konferans yapmaya ikna etmiş ve bu devletleri Montrö’de
bir araya getirmeyi başarmıştır. Türkiye için Montrö
Konferansının temel hedefi ise, başta Lozan Boğazlar Sözleşmesinin Türk
Boğazları için getirdiği askersizleştirme gibi Türkiye'nin güvenliğine
yönelik zaafiyetleri ve Boğazlar Komisyonu gibi egemenliğini kısıtlayan
hükümleri bertaraf etmekti.
Bu Konferans sonunda imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesinin temel
amacı Türk Boğazlarından geçiş yapmak isteyen yabancı bayraklı savaş
gemilerinin hukuki statüsünü düzenlemek olmuştur. Konferans tutanaklarında
görüldüğü gibi, bu denize kıyıdaş olmayan yabancı bayraklı savaş
gemilerinin Karadeniz'e girişini mümkün olduğu kadar kısıtlamak
isteyen Sovyetler Birliği’nin tutumu ise, Lozan Boğazlar Sözleşmesinden beri
değişmemiştir.
Sovyetler Birliği’ne göre Boğazların Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin
savaş gemilerine tamamen kapalı olmalıydı. Konferansın en tartışmalı
bölümlerinden biri, Karadeniz’e kıyısı olmayan savaş gemilerinin Karadeniz’de
seyir statüsü ile ilgili olan bölüm olmuştur. Sovyetler Birliği’ne göre, davet
edilmeyen bir yabancı savaş gemisinin Karadeniz’de ne işi olabilir? Sovyetler
Birliği’nin ısrarları üzerine savaş gemilerinin tam serbest geçiş haklarının
olduğunu söyleyen Birleşik Krallık, Montrö Konferansında bu tezinden
vazgeçmiştir. Bugün İngiltere’nin tezini savunan ABD, bu açık deniz
haklarını fiilen de korumak ve vurgulamak için her yıl Karadeniz’e seyir
özgürlüğü (freedom of navigation) programı çerçevesinde, savaş
gemilerini yollamaktadır. Montrö Sözleşmesinin savaş gemileriyle
ilgili hükümleri 8-22. maddelerinde yer almaktadır. Montrö Sözleşmesi, hem
ticaret gemilerinin hem de savaş gemilerinin geçişini, barış zamanı, savaş zamanı
ve Türkiye'nin kendisini yakın bir savaş tehlikesi tehdidi
altında hissetmesi hali şeklinde üçe ayırarak düzenlemektedir.
Uluslararası hukukun savaş gemilerine tanıdığı zararsız geçiş hakkından
çok farklı olarak, 1936 Montrö Sözleşmesi yabancı bayraklı gemilerin hem Türk
Boğazlarından geçişlerine hem de Karadeniz’de bulunmalarına, idari ve
diplomatik yöntem, hacim-tonaj, adet ve kalma suresi bakımından önemli
kısıtlamalar getirmiştir. Bu bağlamda; Montrö Sözleşmesi’nin yabancı Bayraklı
savaş gemilerine getirdiği başlıca kısıtlamalar, geçiş öncesinde
Türkiye’ye bildirimde bulunma zorunluluğu, toplam tonaj sınırlanması, savaş
gemilerinin türü, denizaltıların gündüz ve su üstünden geçme
zorunluluğu, Karadeniz'e kıyısı olmayan ülkelere ait savaş
gemilerinin Karadeniz’de kalma suresine ve toplam tonajına getirilen ayrıntılı
sınırlamalardır.
Tabii ki, savaş durumunda Türkiye savaşan taraf ise dilediği gibi hareket
edebilir ve Boğazları tüm yabancı savaş gemilerine kapatabilir. Bu hak, ayrıca
Türkiye Kendisini “pek yakın bir savaş tehlikesi” tehdidi
karşısında görürse, yine tanınmaktadır; ancak, Türkiye'nin 1946 yılına
kadar varlığını sürdüren Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri’ne bu konuyla
ilgili bir bildiri göndermesi gerekmektedir. Ancak Milletler Cemiyeti
teşkilatının ortadan kalkması, Türkiye'nin bu bildirim zorunluluğunu
ortadan kaldırmıştır. Fakat aynı maddede geçen, “alınmış
tedbirlerin anlaşmaya dahil diğer devletlerin denetimine tabi tutulması”
hükmü hala yürürlüktedir. Görüldüğü gibi, Montrö Sözleşmesi, hem Türk
Boğazlarından geçiş yapmak İsteyen yabancı bayraklı savaş gemilerinin geçiş
düzenlerini, hem de Karadeniz'e giriş yapmak ve orada kalmak isteyen savaş
gemilerinin hukuki statülerini belirleyen Dünyadaki tek sözleşmedir.
İmzalandığı tarihten bu yana yaklaşık 83 yıl gecen bu Sözleşme İkinci Dünya
Savaşı ve daha pek çok savaş nedeniyle yukarıda gecen durumları geçirmiştir.
Bu sözleşme uygulamada zaman zaman anlaşmazlıklar söz konusu olsa da hiçbir
devlet resmi kanaldan herhangi bir değişiklik
talebinde bulunulmamıştır. Hatta sözleşme maddeleri içerisinde yer
alan Türkiye'nin onayı alınmadan sözleşmenin Feshi mümkün olmasına
rağmen sözleşme günümüze kadar yürürlükte kalmayı başarmıştır. Yine
de milletlerarası konjonktürdeki değişmeler ile teknolojideki gelişmeler
nedeniyle sözleşme içerisindeki bazı maddelerin değiştirilmesi veya iptali
zaman zaman gündeme gelmeye devam etmektedir. Konuyu asıl hassaslaştıran en
önemli nokta, sözleşmenin aslında değiştirilme ve feshinin belirli
şartlar altında her daim mümkün olmasıdır. Peki, sözleşmenin iptali halinde
Boğazlar’dan geçişler nasıl şekillenecek? Bu da ya anlaşma Taraflarınca kabul
edilecek yeni bir sözleşmeye göre ya da uluslararası hukuk kurallarına göre
olacaktır. Bu noktada uluslararası hukuk kuralı olarak zararsız geçiş şekli mi,
yoksa transit geçiş şekli mi uygulanacaktır?
Yukarıda ki tüm soruların yanıtını bu yazı içerisinde vermeye çalışacağız.
Yazının ilk bölümü montrö anlaşmasının neden yapıldığına değinirken; ikinci
bölümde ise anlaşmayı müteakip teoride uygulaması kolay gözüken, ama uygulama
safhasında yaşanan bazı sorunlara değineceğiz. Ayrıca yukarıda zikredilen
sorular içerisinde anlaşmanın feshedilmesi veya yeni bir anlaşma yapılması
halinde getiri ve götürüsünün ne olacağına kısaca değinmeye çalışacağım.
Dolayısıyla önce anlaşmanın tarihi süreci ve neden yapıldığını değinmeden
günümüzde de devam eden geçiş sorunlarını anlayamayacağımız aşikardır.
TARİHİ SÜREÇ
Türk Boğazları tarih boyunca, başta denizcilik alanındaki büyük devletler
olmak üzere, birçok devleti ve ulusu yakından ilgilendiren yaşamsal bir
uluslararası konu niteliği göstermiştir. boğazların statüsü, sürekli
olarak anlaşmalarla belirlenmiş ve bu konuda maddeler içeren, çeşitli
uluslararası antlaşmalar İmzalanmıştır. Bu anlaşmaların sonuncusu olan Montrö
Boğazlar Sözleşmesinin, İkinci Dünya Savaşı dahil olmak üzere
geçirdiği ve geçirmekte olduğu evreler göz önüne alındığında, hala yürürlükte
olması ve herhangi bir devletin anlaşmanın değiştirilmesi ve iptali konusunda
resmi başvuruda bulunmaması sözleşmenin tüm dünyanın çıkarları doğrultusunda
sağlam temellere oturtulduğunun bir göstergesidir.Benzer Boğazlardaki
uygulamalar dikkate alındığında, Türkiye de dahil olmak üzere, taraf
devletlerin çıkarlarının dengede tutulduğu bir sözleşme niteliği taşıyan Montrö
için, yaşanan bazı gelişmeler yeni bir donem başlatmıştır.
Bu yeni donemde Yıllar boyu Türk Boğazlarının en güçlü ve yakın takipçisi
olan Sovyetler Birliği dağılmış, Avrupa’da komünist rejimler çökmüş,
Boğazlardan geçişte serbestliğin esas alındığı Deniz Konferansları düzenlenmiş,
denizleri birbirine irtibatlı hale suni kanallarla dahili su yolları
açılmış ve ekonomik gelişme ihtiyacı ön plana çıkmıştır. Söz konusu gelişmeler,
Türk Boğazları ve dolayısıyla Montrö Boğazlar Sözleşmesinin önemini
bir kat daha arttırmakla birlikte, mevcut dengeleri bir miktar
hassaslaştırmıştır. Ancak sunu da unutmamalıdır ki, teknoloji ve güç merkezleri
ne kadar değişirse değişsin, 560 yılı aşkın suredir Türk toprakları içinde yer
alan Türk Boğazları için, coğrafi ve stratejik önem halen geçerliliğini
korumaktadır.
Osmanlı Devleti’nin yükselme, gerileme ve çöküş dönemlerinde Boğazlardan
Savaş gemilerinin geçişinin, zamanın büyük devletleri arasındaki güç
dengesine göre düzenlendiğini görüyoruz. Burada önemli olan;
geçişlerin yüzyıllardır antlaşmalarla düzenlenmiş ve genel kural olarak diğer
devletlerin savaş gemilerinin Karadeniz'e geçişinin yasak olduğudur.
1484 yılında bütün kıyılarının Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girmesi ile
birlikte bir iç deniz haline gelen Karadeniz'e geçiş; Boğazlar
üzerindeki sınırlama yetkisi nedeniyle Osmanlı Devleti’nin kontrolünde olmuş ve
diğer devletlere ait savaş gemilerinin geçişi bu tarihten
itibaren yasaklanmıştır. Bu durum 23 Aralık 1798 tarihinde
imzalanan İstanbul Antlaşması’na kadar devam etmiştir.
İstanbul Antlaşması ile Osmanlı Devleti Karadeniz’de Rusya’nın varlığını
ilk defa hukuken ve resmen kabul etmiş ve bu devlete Boğazlardan savaş
gemilerini geçirme hakkını tanımıştır. Ancak bu hak antlaşmanın yürürlükte
kaldığı 8 yıl sure zarfında ve Osmanlı Devletinin muharip olduğu bir harpte,
Rusya’nın yapacağı askeri yardıma karşılık olarak tanınmıştır. Bu husus
İstanbul Antlaşması henüz daha sona ermeden 24 Eylül 1805 tarihli
“İttifak Antlaşmasının” gizli maddeleriyle teyit edilmiştir.
Gelişen siyasi durumlar nedeniyle 5 Ocak 1809 tarihinde
İngiltere ile yapılan Kale-i Sultaniye (Çanakkale) Antlaşması ile
Osmanlı Devleti barış zamanında da Boğazları hiçbir devletin savaş gemilerine
açmamayı taahhüt etmiştir. Böylelikle, bu tarihe kadar Osmanlı Devleti’nin bir
ulusal hukuk kuralı olan Boğazların barış zamanında yabancı devletlerin savaş
gemilerine kapatması bu antlaşmayla birlikte ilk kez olarak, uluslararası bir
yükümlülük şekline dönüşmüştür. Bu bakımdan, Çanakkale Antlaşması Boğazlar‘dan
geçiş konusunda uluslararası arenada bir dönüm noktasıdır.
Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı elde ettiği
başarıdan endişelenen ve statünün korunmasından yana olan
Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya; Mısır Sorununa müdahil
olmuşlardır. Bu devletler ile Osmanlı Devleti arası da 15 Temmuz 1840 tarihinde
Londra’da “Mısır Meselesi Hakkında Antlaşma” adı
altında bir antlaşma imzalanmıştır. Antlaşmanın 4. Maddesi
ile Boğazların barış zamanında yabancı devletlerin savaş gemilerine kapalılığı
ilkesi bir kez daha teyit edilmiştir. Her ne kadar Osmanlı Devleti bu dönemde
oldukça zayıf duruma düşmüş olsa da; antlaşmaya taraf büyük devletlerin
çıkarları Boğazların Osmanlı Devleti’nin elinde kalmasını yeğlemelerine
sebebiyet vermişti. Bundan böyle bahse konu güç dengesi; Türk
Boğazlarından geçişin uluslararası bir mesele olarak çok taraflı uluslararası
antlaşmalarla düzenlenmesine yol açmıştır.
“Türk Boğazlarının barış zamanında diğer devletlerin savaş gemilerine
kapalılığı ilkesi”; Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya ve
Osmanlı Devleti Arasında 13 Temmuz 1841 tarihinde Londra’da
imzalanan ve literatürde Londra Boğazlar Sözleşmesi olarak
gecen, “Akdeniz ve Karadeniz Boğazları Hakkında Londra Sözleşmesi”
ile Osmanlı Devleti’nin kendi takdirine bağlı olmaktan çıkarılmış ve
uluslararası yükümlülüklere dayanan bir kural haline getirilmiştir. Sözleşme
ile Osmanlı Devleti barış zamanında Boğazları hiçbir yabancı savaş gemisine
açmamayı taahhüt ettiği gibi, anlaşmaya dahil olan diğer 5 Devlet de bu kurala
uymayı taahhüt etmiştir. Tarafların bu Sözleşme ile kayıt altına aldıkları
taahhütleri karşılıklı ve anlaşmaya dahil olan her devlet’in bu konuda
birbirine karsı sorumluluğu söz konusudur.
Böylece Türk Boğazlarından savaş gemilerinin geçişi ilk defa Uluslararası
bir statüye ve garantiye bağlanmıştır. Bu Sözleşme Birinci Dünya Savaşı’na
kadar Boğazlar’dan savaş gemilerinin geçişinin temelini oluşturmuştur.
Osmanlı Devleti, Avusturya, Prusya, Rusya, Fransa, İngiltere ve Sardunya
Arasında gerçekleştirilen 30 Mart 1856 tarihli Paris
Boğazlar Antlaşması’nın 1. Maddesi ile barış zamanında Boğazların savaş
gemilerine kapatılması anlaşmaya taraf ülkeler arasında kabul
edilmiştir. Ayrıca aynı anlaşmanın 11. Maddesinin kabulü ile
Karadeniz askersizleştirilmiştir.
13 Mart 1871 tarihli Londra Antlaşması ile Karadeniz’in
askersizleştirilmesine ilişkin Paris Antlaşmasının hükmü kaldırılmış ve
bu Antlaşmanın 2. Maddesi ile Boğazların, barış zamanında, savaş
gemilerine kapalılığı yeniden teyit edilmiş, ancak Osmanlı Devleti’ne,
lüzum gördüğü takdirde, barış zamanında Boğazları müttefik devletlerin savaş
gemilerine açma yetkisi tanınmıştır.
Boğazların yabancı savaş gemilerinin geçişine kapalı tutulmasını öngören
"Osmanlı İmparatorluğunun Kaide-i Kadimi"
zamanın büyük devletlerinin çıkarlarını uzlaştırabilmesi nedeniyle Birinci
Dünya Savaşı’na kadar uygulanmıştır.
Lozan Barış Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde Britanya
İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven
Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından imzalanmıştır. Antlaşmanın 23.
maddesi ile Türk Boğazlarında savaş ve barış zamanlarında, denizden ve
havadan geçiş serbestliği ilkesi benimsenmiştir. Bu ilke doğrultusunda
da Lozan Barış Antlaşmasının içinde bulunan ‘Boğazlar Rejimine
İlişkin Sözleşme’ imzalanmıştır. Sözleşmeyi İmzalayan taraflar; Britanya
İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya,
Rusya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Turkiye’dir. Geçişlerin ayrıntılarının
karara bağlandığı bu sözleşme, Montrö Boğazlar Sözleşmesinin geçici olarak
yürürlüğe girdiği 15 Ağustos 1936 tarihine kadar
yürürlükte kalmıştır. Lozan Barış Antlaşması ve Onun 23. Maddesi
ise halen yürürlükte olup, Türk Boğazlarına ilişkin olarak geçişleri kısmen
düzenleyen bir ilkeyi barındırmaktadır.
Lozan Boğazlar Sözleşmesine ilerleyen tarihlerde boğazlardan geçiş ile
ilgili Ek, Sözleşme hazırlanarak imza altına
alınmıştır. Sözleşmenin “Ticaret Gemi, Savaş Gemi ve Uçaklarının
Boğazlardan Geçişine İlişkin Kurallar” Başlıklı bu Eki’nin bir kısmı savaş
gemilerinin geçişine ilişkindir.bahsi geçen bölümde “yardımcı gemiler, asker
Taşıma gemileri, uçak taşıyan gemiler ve askeri uçaklarla birlikte, savaş
gemilerinin’’ geçişi ile ilgili kurallar 3 başlık altında
toplamaktadır. Bu başlıklara göre;
![]() |
Barış zamanında; bayrak farkı gözetmeksizin, herhangi bir işlem yapılmaksızın ve hiçbir
vergi/harç alınmaksızın savaş gemilerine de gece ve gündüz tam geçiş
serbestliği tanınmış, ancak buna birtakım kısıtlamalar getirilmiştir. Devletler
her zaman ve her durumda her biri 10.000 tonu geçmeyen, sayısı 3’ü Aşmayan bir
kuvveti Karadeniz'e gönderebilecek, fakat daha büyük bir kuvvet göndermek
isterlerse bu kısıtlamalar kapsamında bir devletin Karadeniz'e gitmek
üzere geçirebileceği en büyük kuvvet, geçiş esnasında Karadeniz'e kıyısı
olan devletlerin donanması en kuvvetli devletten az olacaktır. Boğazlardan
geçen gemilerin sayısı yüzünden Türkiye hiçbir şekilde sorumlu olmayacaktır.
Savaş zamanında Türkiye tarafsız bir devlet ise; savaş gemileri için
gece ve gündüz geçiş serbestisi sürecektir. Tarafsız devlet sıfatıyla
Türkiye'nin hak ve ödevleri geliş gidişi engelleyecek tedbirler alması
konusunda Türkiye’yi yetkili kılmayacaktır. Bununla birlikte savaşan ülke
gemilerinin Boğazlar Bölgesinde yakalama, çatışma, arama ve denetim hakkı
kullanmaları ile düşmanca harekette bulunmaları yasaktır. Savaş gemilerine
yiyecek alma ve onarımlarda 1907 tarihli “Deniz Savasında Tarafsızlığa
İlişkin La Hayes Sözleşmesi” hükümleri uygulanacaktır.
Savaş zamanında Türkiye savaşan bir devlet ise; tarafsız askeri
gemiler için barış zamanına ilişkin hükümler aynen uygulanacaktır. Düşman
gemileriyle Uçaklarının Boğazları kullanmasına yönelik Türkiye’nin alacağı
tedbirler, tarafsız gemilerin geçiş serbestliğine zarar vermeyecek nitelikte
olacak, bu gemilere gerekli talimat ve kılavuzlar sağlanacaktır.
Denizaltıların geçişi ve diğer kurallar ise; denizaltıların geçişine
ilişkin özel hükümler içermektedir. Bu hükümler içerisinde; Akdeniz’den
gelirken Çanakkale Boğazı girişinde, Karadeniz’den gelirken İstanbul Boğazı
girişinde yabancı bir deniz kuvvetinin komutanı, komutası altındaki gemi
sayısını ve adını durmak zorunda olmaksızın Türkiye tarafından belirlenen
İşaret istasyonlarına bildirecektir. İstasyonların belirlenmesine kadar gecen
sürede, Geçiş serbestliği etkilenmeyecektir. Savaş gemileri hasar ve deniz
durumu dışında geçişleri için gerekli olan zamandan fazla Boğazlar’da
kalmayacaklardır.
Bu Sözleşme hükümleri; gemilerin, savaş gemilerinin ve uçakların
boğazlardan geçişlerinde uygulanacaktı. Ancak Türkiye ile Karadeniz kıyısı olan
devletlerin limanları ile hava alanlarını aynı anda ziyaret edecek bir devletin
savaş gemileri ile uçaklarının sayısını ve kalış surelerini belirleme hakkına
mani olmayacaktı. İçlerinde veba, kolera veya tifüs olayları olan, ya da yedi
gün içinde bu tür olaylar çıkmış olan veya beş günden az bir zaman içinde bir
limandan ayrılmış olan savaş gemileri, karantinalı olarak geçiş yapmalarına
karar verilmişti. Bu gemiler Boğazlar‘da hastalığı bulaştırma olasılığını
kaldırmak üzere tüm imkanlarını kullanarak koruma tedbirlerini
almakla yükümlüydüler. Boğazlar‘da limana uğrayacak olan savaş gemileri, bu
limanda uygulanabilir uluslararası sağlık hükümlerine bağlıydı.
Lozan Boğazlar Sözleşmesinin en tehlikeli yanı, askerlikten arındırma
ile ilgili hükümleri ile savaş gemilerine karşı kısıtlamaların yetersiz
oluşuydu. Çünkü henüz savaşa girmemiş bir devletin donanmasının baskın tarzında
boğazlardan geçme ihtimali mevcuttu. Her ne kadar askerden arındırılmış
bölgelerin yakınında ağır kara ve deniz topları bulundurulsa da, Türk
kuvvetleri daha yetişemeden buraların elden çıkma ihtimali yüksekti. Ayrıca Türkiye'nin girmediği
bir harpte bile savaş gemilerine geçiş serbestliği olduğundan, ülkenin
istemeden savaşa girme tehlikesi de vardı. Bununla birlikte
Boğazlardan yabancı gemilerin geçişine nezaret etmek için kurulan Uluslararası
Komisyon’da Türkiye'nin egemenliğini sınırlamaktaydı.
![]() |
Montrö Boğazlar Sözleşmesinin detaylarına geçmeden önce, aslında
belirli bir süre için fesih imkanı öngörülmeden yapılmış olan Lozan
Boğazlar Sözleşmesin’den, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne giden sureci ele
almakta fayda vardır.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi, 13 yıl yürürlükte kalmış, bu süre zarfında
gemilerin boğazlardan geçişine ilişkin olarak önemli sayılabilecek sorunlarla
karşılaşılmamıştı. Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde
yaşanan çeşitli olaylar, Türk Boğazlarında geçerli olan ve zaten içimize
sinmeyen geçiş serbestliğinin yeniden gözden geçirilmesi için fırsat
doğurmuştu. Montrö Boğazlar Konferansı, bu ortamda gündeme gelmiş ve
Lozan Boğazlar Sözleşmesini imzalamış taraf devletlerce yeni sözleşmenin
esaslarını tespit edecek bir konferansın toplanması kabul edilmişti.
Türkiye'nin, Lozan Boğazlar Sözleşmesin’deki, egemenliğini kısıtlayan
birtakım hükümleri İstemeyerek de olsa kabul etmiş olması, Milletler Cemiyeti
çerçevesinde oluşturulan kolektif güvenlik sisteminin işleyeceğine ve uluslararası
düzeyde silahsızlanmanın gerçekleşeceğine inanmış olmasındandı.
Aynı dönemde Milletler Cemiyetine üye devletler, silahsızlanma konusunda
birtakım yükümlülükler altına girmişlerdi. Uluslararası barışın
sürdürülebilmesi için, üye devletler, ulusal silah güçlerini, hem ulusal
güvenlikleri için zorunlu olan düzeyde tutmayı hem de ortak bir hareketin
zorunlu kıldığı uluslararası görevleri yerine getirebilmek için yeterli olan
düzeye indirmeyi kabul etmişlerdi. Milletler Cemiyeti, her devletin coğrafi
durumunu ve içinde bulunduğu özel şartları göz önünde tutarak, bu silah
indiriminin planlarını hazırlayacaktı.
Bu hükümlerden hareketle, silahsızlanma çabaları büyük devletlerin ve
Milletler Cemiyeti’nin girişimleri ile hız kazanmıştı. 1922 yılında Washington’da
Deniz silahlarının sınırlandırılması Konferansı toplanmış ve konferans sonunda
iki antlaşma imzalanmıştır. Ardından, deniz silahlarına ilişkin olarak, 1930
yılında ABD, İngiltere ve Japonya arasında Londra Antlaşması imzalanmıştır.
Böylece, deniz silahsızlanmasındaki çabalar büyük ölçüde başarıyla
sonuçlanmıştır. Fakat bu başarı kısa ömürlü olmuş ve 1931 yılından
sonra deniz ve kara silahlarında yarış yeniden başlamıştır. Bunlardan daha
önemli olan ve silahsızlanmanın temelini oluşturan kara silahlarının
sınırlandırılması çabalarında ise hemen hemen hiçbir başarı sağlanamamıştır.
1920 yılında Milletler Cemiyeti Anlaşmasının 8. maddesine uygun olarak
sürekli BİR Danışma Kurulu kurulmuş olmasına rağmen, silahsızlanma görüşmeleri
ancak 1925 yılındaki Lozan Antlaşmalarının ortaya çıkardığı
işbirliği havası ile başlayabilmiştir. 1927 yılında Cenevre
Konferansı ve 1932 yılında (1934 yılına dek) Cenevre
Genel Silahsızlanma Konferansı yapılmışsa da, bütün bunlar dünyadaki
silahlanma yarışını durdurmada yetersiz kalmıştır. Almanya, 1934 yılından
itibaren hızla silahlanmaya başlamıştır. Hitler, 1935 yılının
Mart ayında, Versailles Antlaşması hükümlerince yasaklanmış olmasına rağmen,
Almanya’da zorunlu askerlik sistemini uygulamaya koymuş ve 1936 yılında
Ren bölgesini silahlandırmaya başlamıştır.
Türkiye'nin, Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile getirilen geçiş serbestliğini
kabul etmesinin bir diğer nedeni olan kolektif güvenlik sistemi;
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşturulan düzeni değiştirme yanlısı devletlerin
(Revizyonist) saldırgan tutumları karsısında bekleneni verememiştir. 1933
yılında Japonya, Mançurya’ya saldırmış, fakat Milletler Cemiyeti; anlaşma
kuralları içerisinde yer alan yaptırımları uygulamakta aciz kalmıştır. Böylece,
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra rastlanmayan “kuvvet politikası” yeniden
ortaya çıkmıştır. 1935 yılına gelindiğinde ise, İtalya, Milletler Cemiyeti
üyesi Habeşistan’a saldırmış, Cemiyet, almış olduğu zorlama önlemlere rağmen
Habeşistan’ın işgaline engel olamamıştır.
İşte bu nedenlerden ötürü, 1936 yılında netleşen yeni
uluslararası konjonktür, Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan
koşullardan çok farklıdır. Çünkü düzeni değiştirme yanlısı devletler, bu tarihe
gelindiğinde, gerek kolektif güvenlik sistemini, gerekse silahsızlanma
girişimlerini baltalamayı başarmışlardı. Dünya, artık yeni bir savaşın
eşiğindeydi.
Türkiye, 1923 yılında kabul edilen Lozan Boğazlar
Sözleşmesinin getirdiği geçiş serbestliğini değiştirebilmek ve bir
uluslararası konferansta, yeni bir geçiş sistemi oluşturabilmek için 1933 yılından
itibaren bir takım diplomatik girişimlerde bulunmuştur. İlk kez; 1933
yılında Londra’da yapılan silahsızlanma konferansında, Lozan Boğazlar
Sözleşmesinin, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının kıyıları ile Marmara
Denizi’ndeki Adaları (İmralı hariç) askerden ve silahtan arındıran hükümlerinin
kaldırılmasını istemiş, ancak bu istek, Konferansın konusuyla
doğrudan ilgili görülmediği için dikkate alınmamıştır.
Daha sonra, Milletler Cemiyeti Konseyinin Almanya ile ilgili olarak
yaptığı olağanüstü toplantıda, 17 Nisan 1935 tarihinde
konuşan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Boğazlar Bölgesi’nin
silahsızlandırılmasıyla ilgili hükümlerin, Türkiye'nin güvenliğini
zayıflattığı gerekçesiyle, kaldırılmasını talep etmiştir. Lozan Boğazlar
Sözleşmesi’den memnun olmayan ve bu sözleşmeyi o tarihe dek onaylamamış olan
Sovyetler Birliği, Türkiye’nin talebine olumlu bakmış, ancak İngiltere, Fransa
ve İtalya delegeleri, bu sorunun görüşülmekte olan konu ile doğrudan ilgili
olmadığını ileri sürerek, Türkiye'nin talebini reddetmişlerdir.
![]() |
Türkiye, bu yöndeki talebini 1935 yılının Mayıs ayında Balkan
Paktı Konseyi’nin Bükreş toplantısında, Eylül ayında
ise Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nda tekrarlamış, fakat
bunlardan da bir sonuç alamamıştır. Türkiye, tek taraflı bir oldu bitti
gerçekleştirmek yerine, her fırsatta görüşünü savunmuş ve barışçı yollardan
sözleşmeyi değiştirmeyi denemiştir. Milletler Cemiyeti’nin;
Habeşistan’a saldırdığı gerekçesiyle İtalya’ya karşı zorlama önlemleri
aldığı Kasım 1935’teki toplantıları sırasında talebini tekrarlayan
Türkiye, sonunda olumlu bir hava meydana getirmeyi başarmıştır.
Türkiye, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olan devletlere, 10
Nisan 1936 tarihinde bir nota göndermiş ve bu sözleşme ile Türk
Boğazları için geçerli kılınan geçiş serbestliğinin günün koşullarına uygun
olmadığını belirterek, yeni bir sözleşme yapılması için uluslararası bir
konferans toplanmasını talep etmiştir. Söz konusu talep uluslararası hukuk
açısından ‘’koşullarda köklü değişiklik’’ (rebus sic
stantibus) ilkesine dayandırılmıştır. Türkiye'nin göndermiş
olduğu notada genel olarak;
-Lozan Antlaşmasının yürürlüğe girdiği 1923 yılından bugüne,
Avrupa'daki Durum siyasal ve askeri bakımlardan büsbütün değiştiği
belirtilmiştir. O tarihte Avrupa silahsızlanmaya doğru gitmekte
ve Avrupa'nın siyasi örgütleri, uluslararası taahhütlerde şekillenen
hukukun üstünlüğü ilkesi üzerine kurulmaktadır. Ayrıca, Kara, deniz ve hava
kuvvetleri çok daha az korkulacak niteliktedir. 1936 yılına gelindiğinde,
Karadeniz’de durum güven verici bir barış havası içerisine girmiş, Ancak
Akdeniz belirsiz bir hal almıştır. Avrupa her açıdan (kara, deniz, hava)
silahlanma yolundadır.
-Lozan Boğazlar Sözleşmesinin 18. maddesi ile Milletler Cemiyeti
anlaşmasının 10. maddesine dayanan güvence sistemi artık işlemez hale
gelmiştir; bu nedenle, etkili ve pratik bir garanti olmaksızın, ülkenin bir
bölümü (Boğazlar Bölgesi) üzerindeki Türk egemenliğinin azalmasının kabul
edilemez.
-Lozan Boğazlar Sözleşmesi, sadece barış ve savaş durumuna uygulanabilecek
hükümler içermekteydi. Dolayısıyla bunun dışındaki durumlar bu
anlaşmada düzelememişti. Oysa Türk Hükumetine göre Sözleşme “pek
yakın bir savaş tehlikesi tehdidi” durumuna ilişkin hükümleri de
içermeliydi. Böylelikle Türkiye’ye yasal savunma hakkı da tanınmış
olacaktı.
-Lozan Antlaşması’nı imzalayan devletlerin istekleri dışında ortaya çıkan
koşullar, iyi niyetle ortaya konulmuş olan hükümleri işlemez hale getirmiştir.
Bu nedenle Türkiye, Boğazlardan geçiş sistemini düzenlemeyi amaçlayan
antlaşmaların yeniden görüşülmesi taraftarıdır.
Türkiye'nin bu nota ile ileri sürdüğü argümanlar, o dönemin
koşullarına göre, Türkiye’yi haklı kılacak nitelikteydi. Zira Lozan Boğazlar
Sözleşmesinin bazı maddelerinde; geçiş özgürlüğüne, Boğazlar‘da
askersizleştirilmiş bölgelerin güvenliğine aykırı durumların
Milletler Cemiyetinin kararlaştıracağı tüm araçlarla önlenmesi ve
bertaraf edilmesi “Anlaşmaya imza atmış taraflara ve her durumda Fransa,
Büyük Britanya, İtalya ve Japonya ”’ya yüklenmişti. Oysa
garantör konumundaki bu dört devletten İtalya, 1935 yılında Habeşistan’a
saldırmış ve İngiltere ile Fransa’nın etkili bir politika uygulayamamaları
sonucu, bu ülkeyi işgal etmiştir(1936). Japonya ise, daha 1931 Yılında
Mançurya’yı işgale girişmişti.
Türkiye ülkesinin bir kısmını, dışarıdan gelebilecek tehlikelere karsı
korumakla görevlendirilmiş olan devletlerin bir bölümü, düzeni değiştirme
yanlısı bir tavır sergileyerek Milletler Cemiyeti sistemini hiçe saymışlardı.
Güvence mekanizmasını “her durumda” işletecek olan devletlerin, kendi
aralarında “süregelen düzeni korumaya meyilli olan (statükocu)” ve “düzeni
değiştirme yanlısı (revizyonist)” olarak ikiye bölünmüşken, birlikte hareket
ederek Türkiye'nin bu hassas bölgesini koruyacaklarını düşünmek çok akla
yatkın bir durum değil, hatta bir hayalden ibaretti. Bu nedenle Türkiye,
Boğazlar Bölgesinin yeniden askersizleştirilmesi konusunda ısrar etmiştir.
Böylece Türkiye, Rebus sic stantibus ilkesinden yararlanarak Montrö Konferansının toplanmasını sağlamıştır.
Yukarıda kısmen bahsettiğimiz ve bilindiği gibi, Sovyetler Birliği Lozan
Boğazlar Sözleşmesi ile getirilen geçiş serbestliğinden memnun değildi. Ve bu
yüzden sözleşmeyi onaylamamıştı. Bu devlet, Boğazlar’dan geçen gemiler
konusunda kendi lehinde değişiklikler yapabileceğini
düşünerek, Türkiye'nin önerisini desteklemiştir.
Bulgaristan, Türkiye'nin boğazları sıkı biçimde denetim altında
tutmasını istememekle birlikte, Türk girişiminin, kendisinin de Neuilly
Antlaşması’nın silahtan arındırma ile ilgili hükümlerini değiştirmesine
olanak sağlayacağını umduğundan, yeni sözleşme girişimine karsı çıkmamıştır.
Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ise, Balkan Paktı nedeniyle Türkiye’ye destek
olmuşlardır.
Avrupa’daki mevcut duruma ve barış antlaşmalarına dokunulmasına karşı olan
Fransa, 1935 Antlaşması ile Sovyetler Birliği ile dostluk ve ittifak bağları
kurduğundan, Moskova’nın istediği bir değişikliğe engel olmak istememiştir.
Lozan Boğazlar Sözleşmesinin mimarı olan İngiltere ise, Akdeniz’deki
İtalyan tehdidine karşı Türkiye’yi kendi yanına çekmek istediğinden Türk
önerisini olumlu karşılamıştır. Lozan Boğazlar
Sözleşmesinin değiştirilmesi önerisine tepki, Avrupa'nın düzeni
değiştirme yanlısı devleti İtalya’dan gelmiştir. İtalya’nın söz konusu
öneriye, Habeşistan (Etiyopya)’a saldırısı nedeniyle Milletler Cemiyeti
tarafında kendisine karşı uygulanan zorlama önlemlerine Türkiye de
katıldığından, bu ülkeyi cezalandırmak için karşı çıktığını düşünebiliriz.
Montrö Konferansı, İtalya hariç, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olan
tüm devletlerin temsilcilerinin katılımıyla 22 Haziran 1936 tarihinde
toplanmıştır. Türk Hükumeti, 23 Haziran 1936 tarihinde Lozan
Boğazlar Sözleşmesinin yerine geçmek üzere bir sözleşme tasarısı sunmuş,
bu tasarı üzerinde 6. oturumun başına dek (6 Temmuz 1936) görüşmeler
yapılmıştır. İngiltere, bu tasarının görüşülmesi
sırasında Karadeniz'e kıyısı olan ve olmayan devletlerarasında ortaya
çıkan çıkar çatışmalarını yumuşatmak için, 4 Temmuz 1936 tarihinde (Türk
tasarısının değiştirilmiş bir sekli olan) yeni bir tasarı sunmuştur. Bu tasarı,
birtakım değişikliklere uğrayarak kabul edilmiş ve 20 Temmuz 1936 tarihinde
de imzalanmıştır.
![]() |
Konferans’ta, Türk Hükümeti’nce önerilen ve 13 maddeden oluşan tasarının,
Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne göre en belirgin farkı, 9. maddesinde ortaya
çıkmaktadır. Tasarının 9. Maddesi, “Türkiye kendisini bir savaş tehdidi
altında sayarsa, sözleşmeye imza atan devletlere ve Milletler Cemiyetine
bildirerek sözleşmenin 8. maddesini uygulama hakkını kullanabilecektir.”
demektedir. Yani, Türkiye böyle bir durumda, savaş gemilerinin boğazlardan
geçişini kendi iznine bağlamak istemektedir.
Öte yandan Türkiye'nin bu tasarısında, Boğazların yeniden
askersizleştirilmesi ve Boğazlar Komisyonunun kaldırılmasına ilişkin
hükümler yer almamıştır. Türk tasarısında, ayrıca Boğazların uçaklara (sivil ve
askeri) ve denizaltılara tamamen kapatılması önerisi de bulunmaktadır. Öte
yandan, gerek barış gerekse Türkiye'nin tarafsız olduğu bir savaş
zamanında, savaş gemileri (tonaj sınırlamaları saklı kalmak kaydıyla)
Boğazlardan serbestçe geçebileceklerdir. Ancak, Karadeniz'e kıyısı
bulunmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemi tonaj ve
suresi, Türk önerisinde bazı sınırlamalara (en fazla 28.000 ton ve 15 gün) tabi
tutulmuştur.
Sovyetler Birliği’nin görüşü, gerek Boğazlar Bölgesinin yeniden
askersizleştirilmesi, gerekse savaş gemilerinin geçişinin sınırlandırılması
konularında, Türkiye'nin önerisi ile uyum içindedir. Ancak Sovyetler
Birliği, Karadeniz'e kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerinin
Boğazlardan geçişte birtakım sınırlamalara tabi olmasına sıcak bakmamıştır ve
bu açıdan, sınırsız bir geçiş hakkı sağlama peşindedir. Moskova son olarak, bir
savaş durumda (Türkiye tarafsız ise) kimi uluslararası yükümlülükleri ve
Milletler Cemiyetince kararlaştırılan görevleri yerine getirecek savaş
gemilerine, Türkiye'nin koşulsuz geçiş izni vermesini
istemiştir. Bu davranışın ardından Almanya’dan gelecek olası bir
tehdide karsı Fransa ile Sovyetler Birliği arasında yapılan karşılıklı yardım
antlaşması yatmaktadır.
İngiltere'nin, Türk Hükumetince daha önce sunulanın değiştirilmiş bir
biçimi olan 4 Temmuz 1936 tarihli tasarısı, Türk önerisinden
farklı olarak, Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile getirilen Boğazlar
Komisyonunun kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Öte yandan, İngiltere, yakın
bir savaş tehlikesi tehdidi durumunu ve bu durumda
Türkiye'nin uygulayacağı geçiş serbestliğini kabul etmekle birlikte,
Milletler Cemiyeti Meclisinin bu kararı haksız bulması durumunda, Türk
Hükümeti’nin söz konusu önlemleri kaldırmayı kabul etmesini İstemektedir. Bu
devlet, Boğazlardan savaş gemilerinin geçişi konusunda serbestlik ilkesini
benimsemekle birlikte, Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin bu
denizde bulundurabilecekleri savaş gemilerinin tonaj bakımından
sınırlandırılmasından yana olmuştur.
Genel olarak bakıldığında Konferans’ta, Japonya tarafından desteklenen
İngiltere'nin bir yanda, Karadeniz'e kıyısı bulunan devletler ve
Fransa tarafından desteklenen Türkiye'nin ise diğer yanda yer aldığı
söylenebilir. İngiltere, Karadeniz’in, Ortadoğu’daki İngiliz çıkarlarını tehdit
eden bir güç kaynağı haline gelmesini engellemek istemiştir. Ve geçişte
uygulanan sınırlamalardan kurtarılmış Bir Rus Donanmasının; Almanyayı,
İngiltere ile yapmış olduğu deniz antlaşmasını feshetme yönünde kışkırtmasından
endişe duymuştur. Neticede bu Sözleşme için toplanan Konferansa,
İtalya haricinde Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf tüm devletler katılmış ve
bu devletlerce imzalanmıştır. İtalya ise, daha sonra sözleşmeye taraf
olmuştur.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye'nin Boğazlar
Bölgesindeki egemenlik haklarını yalnızca geçiş ve ulaştırma konusunda
sınırlamaktadır. Sözleşmede düzenlenmeyen konularda ise, örneğin; yargı
yetkisi, deniz kirlenmesinin önlenmesi, deniz trafiğinin serbestlik ilkesine
zarar vermeden düzenlenmesi gibi konularda, Türkiye'nin tam yetkili
olduğuna değinilmektedir. Boğazlardan geçiş konusunda özel bir sözleşme
olan Montrö anlaşması, Türk Boğazlarının esasen milli boğaz olma özelliğini
muhafaza eden ve günümüzde uluslararası ulaştırmada kullanılan diğer
boğazlardan geçiş serbestliklerine kıyasla Türkiye Cumhuriyeti devletinin
yetkilerini asgari olarak kısıtlayan bir anlaşma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu anlaşmada Türkiye'nin yetkisi esas, yetki kısıtlamaları ise
istisnadır. Yetki kısıtlamaları uluslararası ulaştırmanın serbest ve kesintisiz
olması ilkesi çerçevesinde Türkiye'nin güvenliği ve egemenliği en üst
düzeyde hesaba katılarak gerçekleştirilmiştir.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazların Karadeniz'e kıyısı olmayan
Devletlere tümüyle yasaklanmasını gerçekleştiremediğinden Sovyet
güvensizliğinin sürmesine yol açtığı da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Boğazlardan geçişte Türkiye'nin egemenliği ve güvenliğini en iyi
sağlayan hükümler Montrö Boğazlar Sözleşmesinin içinde bulunmaktadır.
Anlaşma üzerinde birtakım değiştirme isteklerine karşın halen geçerli olması da
bunu kanıtlar niteliktedir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin Boğazlar
‘da mutlak üstünlüğe sahip olması, yalnız Türkiye'nin güvenliğini
sağlamakla birlikte Türk Dış Politikasının temel eğilimlerini de etkilemiştir.
Türkiye gibi çıkarları bölgesel nitelikte olan bir devletin, Dünya’nın en
önemli stratejik suyollarından birine egemen olması; Türkiye’nin bölgesel bir
devletin ötesinde stratejik öneme sahip ve global çapta hassas bir noktada olan
devlet olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla Boğazlar, Türkiye’yi dünyanın herhangi
bir yerindeki olumsuz küresel gelişmelerden de etkilenecek duruma getirmiştir.
Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmeleri mukayese edildiğinde, göze çarpan ilk
Husus; kuşkusuz Türkiye’nin egemenlik hakkı olan ancak Lozan’la askersizleştirilen
bölgelerin Türk Hükümeti’nce yeniden ve dilediği şekilde askerleştirebilmesi
konusunda mutabakata varılmasıdır. Ayrıca, bu anlaşma ile Boğazlar
Komisyonu’nun görevine son verilerek bununla ilgili görev ve yetkilerin
Türkiye’ye devredilmesi, Boğazlardaki Türk egemenliğini arttıran diğer önemli
durumdur. Bu iki husus, Türkiye’nin Boğazlar üzerinde ileride kullanacağı
haklarını ve olası bir savaş durumunda Boğazların savunmasını etkileyecek en
önemli unsurlardı. Montrö, uluslararası denetimi kaldırmakta ve Boğazlar
askerleştirilerek Türkiye’nin egemenlik hakları yeniden sağlanmıştır.
Her iki Sözleşme de, temel ilke olan geçiş serbestliğini kabul etmiş
olmakla birlikte bu özgürlüğün sınırlandırılmasında Türkiye lehine büyük
farklılıklar mevcuttur. Bu farklılıkları ele alırsak; Lozan Boğazlar
Sözleşmesin’de öngörülmeyen “Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş
tehlikesi tehdidi karsısında sayması” durumu; Türkiye’ye önleyici meşru
müdafaa hakkına dayanarak tedbir alma imkanı veren yeni bir düzenleme
olarak Montrö’de yer almıştır.
Ticari gemilerde; Türkiye’nin savaşan durumunda olduğu zaman, Lozan’da
ücretsiz olan zorunlu kılavuzluk hizmeti Montrö ile ücretli hale getirilmiştir.
Sadece Montrö’de düzenlenen Türkiye’nin kendisini savaş tehdidi altında sayması
durumunda, ticari gemilerin geçişine sınırlamalar eklenmiş, ancak burada
zorunlu kılavuzluk hizmeti ücretsiz kılınmıştır.
Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmelerinin barış zamanındaki savaş
gemilerinin Boğazlardan geçişi ile ilgili hükümlerindeki sınırlamalar farklılık
göstermektedir. Lozan Boğazlar Sözleşmesin’de; geçiş yapan savaş gemilerinin
toplam sayısı ile her birinin Tonajı sınırlandırılmıştır. Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nde ise öncelikle tüm savaş Gemileri; tip, tonaj, üzerlerindeki
silahlar ve sürati temel alınarak sınıflara ayrılmış, her sınıf gemiye geçiş
hakkı tanınmamıştır. Geçiş yapması uygun görülen sınıf gemiler ise ayrıca
toplam tonaj ile sayı sınırlamasına tabi tutulmuştur. Bunun yanında Türkiye
dışında ülkeler savaş gemilerinin geçişlerini önceden bildirmek zorunda
bırakılmıştır. Boğazlardan geçiş zamanı Lozan’da gece ve gündüz iken Montrö’de
yalnızca gündüz olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte Montrö Boğazlar
Sözleşmesi, savaş gemilerinin geçişi ile ilgili sınırlamalarda Lozan’dan farklı
olarak Karadeniz’de kıyısı olan devletlere birtakım imtiyazlar tanımıştır.
Örneğin; barış zamanında; sadece Karadeniz devletlerinin hattıharp gemilerinin,
bazı koşullarla Boğazlardan serbestçe geçmesi kabul edilmiştir.
İki Sözleşme, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin bulundurabileceği
gemilerin sınırlandırması açısından da büyük farklılıklar göstermektedir.
Öncelikle Lozan’da; Karadeniz’de bulundurulabilecek gemi tonajı, kıyısı olan
devlet donanmalarının en kuvvetlisinden az olacak seklinde hükme bağlanmıştır.
Montrö’de ise Karadeniz’deki en büyük filonun hesabı ayrıntılı olarak
belirlenmiş, Karadeniz’de bulundurulabilecek kıyısı olmayan devlet kuvveti;
istisnaları dışında, Karadeniz’deki en büyük donanmaya oranla 30.000 ile 45.000 ton
arasında olacak şekilde düzenlenmiştir. Ayrıca Montrö’de bu gemilerin
Karadeniz’de kalma suresi de sınırlandırılmıştır.
Savaş zamanında Türkiye tarafsızsa; Lozan Boğazlar Sözleşmesin’de tüm savaş
gemilerine tanınan özgürlük, Montrö’de savaşan devlet gemilerine tanınmamıştır.
Türkiye savaşta ise veya kendini pek yakın savaş tehdidi altında sayarsa;
savaş gemilerinin geçişini yasaklayabilecek, sadece tehdit altında iken
Karadeniz’de bulunan ve savaşmayan ülke gemilerinin geri dönüşüne izin
verilecekti. Lozan’da sivil uçaklar, ticari gemilerle aynı statüde iken
Montrö’de önbildirim veya tarifeli uçaklarda genel önbildirim koşuluyla
Türkiye’nin belirleyeceği yoldan geçiş yapacaklardı. Montrö Boğazlar
Sözleşmesi, Lozan’dan farklı olarak, havadan geçiş serbestliği ilkesini kabul
etmemiş olup, yalnızca sivil uçakların Boğazlar üzerinden geçişini
düzenlemiştir. Bir başka deyişle, askeri uçakların Boğazlar üzerinden
geçmesine izin verip vermeme yetkisi, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne
bırakılmıştır.
Lozan’da, Türkiye ile barışta olan ülke denizaltıları su üstünden geçiş
özgürlüğüne sahip iken; Montrö’de, sadece Katadeniz’de kıyısı ola devletlere
has olmak üzere ve bildirimle, dışarıda yaptırdıkları denizatlıları Karadeniz’e
veya onarıma gidenleri Akdeniz’e gündüz su üstünden geçirebileceklerdi.
Montrö’de, sözleşme’nin yürürlük süresi, yürürlüğün uzaması, değiştirilmesi ve
feshi konuları hükme bağlanmıştır. Burada dikkat edilecek husus
Montrö’de serbest geçiş ilkesinin süresiz olarak kabul edilmiş olmasıdır. Sözleşme
ise 20 yıl süreli olup, feshi anlaşmaya imza atan devletlerden gelecek ön
bildirime bağlanmıştır. Bu ön bildirim sonrası sözleşme’nin iki yıl daha
geçerliliği vardır.
BOĞAZLARDAN GEÇEBİLECEK SAVAŞ GEMİLERİ VE SINIRLAMALAR
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili tarihi sürece biraz ara verip
anlaşmada savaş gemilerinin boğazlardan geçişinin hangi şartlara bağlı olduğuna
değinmekte fayda var. Çünkü yazının ilerleyen safhalarında anlaşma sonrası
yaşanan 2. Dünya savaşı ve sonrasında boğazlardan savaş gemilerinin geçişi ile
ilgili çeşitli pürüzler çıkmış olup; gelişen teknoloji ile gemi tanımlarında da
çelişkiler hasıl olmuştur. Bu noktada, öncelikle Montrö Boğazlar Sözleşmesinde
savaş gemilerinin boğazlardan geçişi ile ilgili ayrıntıları kısaca değinerek
tarihi sürece devam etmek daha uygun olacak.
Sözleşmede belirli koşullara bağlanarak Türk Boğazlarından geçişine müsaade
edilen 5 sınıf savaş gemisi vardır. Bu sınıflara ilişkin belirleyici
özellikler 25 Mart 1936 tarihli Londra Deniz
Kuvvetleri Antlaşması’ndan alınmıştır. Bu sınıflar sözleşmede geçen Hafif
Süstü Gemileri; Küçük Savaş Gemileri; Yardımcı Gemiler; Hattıharp Gemileri ve
Denizaltılardır.
Bunlardan hattıharp gemileri ile denizaltılar özel koşullarda ve ancak
Karadeniz’e kıyısı olan devletlere ait olmak şartıyla geçebilmektedir.
Sözleşmede geçişine müsaade edilen sınıflara ait özellikleri açıklarken, aynı
zamanda uçak gemilerinin de ayırt edici özelliklerini belirtilmiştir.
Hattıharp gemileri diğer sınıflar gibi sözleşmenin içerisindeki maddelerde
tanımlanmıştır. Fakat bu tanımlamada kullanılan yazılış tarzı sorunludur,
anlaşılması zordur ve karışıklığa sebebiyet vermektedir.
Yine Sözleşme uyarına eğer bir savaş gemisi özellikle uçak taşımak ve
bunları denizde harekete geçirmek için yapılmış ya da donatılmış değilse, bu
gemiye inme ya da havalanma güvertesinin yaptırılması, onun uçak gemileri
sınıfına girmesini gerektirmez.
Hafif suüstü gemileri; yukarıda gecen uçak gemileri, küçük savaş gemileri,
ya da yardımcı gemiler dışında olarak; ağırlığı 100 ton ile 10.000
ton arasında olan ve en fazla 203 mm.’lik bir topla
donatılmış suüstü savaş gemileridir.
Sözleşmede denizaltılar söyle tanımlanmıştır; “Denizin sathı altında
seyir etmek üzere inşa edilmiş bütün gemilerdir”. Burada dikkati çeken
husus şudur: Deniz sathı altında seyretme kabiliyetine sahip her deniz taşıtı
sözleşme kapsamında denizaltı olarak kabul edilir ve Boğazlardan geçişine
ilişkin sözleşmede ki sabit her türlü sınırlamaya tabidir. Daha açık bir ifadeyle
sivil maksatlarla dahi olsa denizaltı hüviyetindeki deniz araçları Sözleşmede
tespit edilen sınırlamalarla bağlıdır.
Küçük savaş gemileri; yardımcı sınıf gemiler dışında olup, ağırlığı 100-2.000 Ton
arasında değişen niteliklerde suüstü savaş gemileridir: Bu alt sınıflandırma
geçişe ilişkin bir farklılık doğurmadığından anlamsız olmakla beraber, küçük
suüstü gemilerinin tamamı Montrö Anlaşmasında öngörülen Karadeniz’e kıyısı olan
devletlerin donanmalarının toplam tonaj hesabında dikkate alınmazlar.
Ayrıca sözleşmede sınıflar bazında yaşını doldurmuş gemiler için belirli
sureler tespit edilmiştir. Buna göre; Hattıharp gemisi için 26 sene;
Bir uçak gemisi için 20 sene; Hafif suüstü gemi için; 1
Ocak 1920’den önce kızağa konulmuş ise 16 sene; 31
Aralık 1919’dan sonra kızağa konulmuş ise 20 sene ve
Denizaltı için 13 sene olduğu belirtilmiştir.
Fakat antlaşma hükümlerince durum bu iken, günümüzde bakım onarım
olanaklarının gelişmesi ve yeni gemi inşa faaliyetlerinin yüksek maliyeti
dikkate alınarak savaş gemileri; sözleşmede belirtilen ve yukarıda
belirttiğimiz sürelerden daha uzun zaman diliminde kullanılmaktadır.
Dolayısıyla bahse konu gemilerin yaşı ile ilgili maddeler kısmi olarak
geçerliliğini yitirmiştir. Ancak şunu da unutmamak lazım; bu maddeye dayanarak
Türkiye boğazlardan geçiş yapacak gemilere izin vermeyebilir. Yani bu maddenin
günümüz şartlarında geçerliliği kalmamış gibi gözükse de anlaşmanın yürürlükte
olmasından dolayı Türkiye bu anlaşmada bulunan maddeleri uygulama hakkına
sahiptir.
Montrö anlaşması yukarıda ki örnekte gördüğümüz gibi sadece boğazları
kullanacak gemilerin geçişini düzenlemekle kalmıyor, bu gemilerin geçiş
yapabilmesi için bazı kısıtlamaları da içeriyor. Bu kısıtlamalar ise
kısaca tonaj sınırlaması, harekat sınırlaması, süre
sınırlaması, Karadeniz’de kalacak gemilerin kalış süresi ile ilgili
sınırlamalar ve sağlık yönünden kısıtlamalar olarak
nitelendirilebilir. Aynı şekilde özel durumlar ile ilgili kısıtlamalarda
mevcuttur. Bu kısıtlamalar ile ilgili temel olarak Türkiye’nin herhangi
bir savaşa/çatışmaya dahil olmadığı durumlarda ki kısıtlamalar, Türkiye’nin
savaşan/çatışan olduğu durumlarda ki kısıtlamalar ve Türkiye’nin
kendisini tehdit altında görmesi halindeki kısıtlamalar başlıkları
altında incelenebilir. Ancak yukarıda zikredilen bu başlıkların detaylarına
girmemiz durumunda yazı bir hayli uzayacağı için bu maddelerin incelenmesiyle
birlikte diğer özel durumlar ile ilgili ayrı bir yazı hazırlamak daha mantıklı
gözükmektedir.
2. DÜNYA SAVAŞINDA VE SONRASINDA BOĞAZLARDAN GEÇİŞ
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin temel maddeleri ile birlikte genel
çerçevesinin bir tanımını yaptıktan sonra anlaşma sonrası yaşanan tarihi süreci
incelemeye devam edebiliriz. Bilindiği üzere 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan
ve 9 Kasım 1936 tarihinde yürürlüğe giren Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin
arkasında daha önce sonuçlanmış olan 1. Dünya savaşının anlaşmalarından doğan
gerginliklerin artması da yatmaktaydı. Bunun neticesi olarak ileride büyük
çatışmaların habercisi olan gelişmeler (Japonya’nın Mançurya’yı işgali)
yaşanmaktaydı. Açıkçası bu gelişmelerin olduğu dönemde ülke olarak şansımıza
dünyanın en büyük liderlerinden birisi ülkenin başındaydı. Bu kişi ulu önder
Mustafa Kemal ATATÜRK’tü ve bana göre yaşanacakları öngörerek hem
konumuz olan boğazlar bölgesi ile ilgili diplomatik girişimleri hızlandırmış,
hem de ‘’yurtta sulh cihanda sulh’’ düsturunu her yönüyle uygulamaya
başlamıştı. Çünkü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir savaşa hazır olmadığı
gibi bu savaşı kaldıramayacağını da biliyordu.
Aynı dönemde; yani İkinci Dünya Savaşı öncesinde, İtalya ve Almanya’nın
saldırgan tutumları ve bu iki devletin yayılmacı tutumları, İngiltere ve
Fransa’yı Doğu Avrupa’da bir ittifak sistemi oluşturmaya itmiş ve bunun
sonucunda İngiltere, Polonya’ya ve daha sonra da Romanya ile Yunanistan’a
askeri güvence vermiştir. Bu askeri güvencelerin ardından İngiltere, Fransa ve
Sovyetler Birliği arasında, Alman ve İtalyan karşıtı kampa Sovyetleri katmak
için, askeri ve diplomatik görüşmeler başlamıştır. Ancak, Sovyetler Birliği’nin
söz konusu kampa dahil edilmeye çalışıldığı bu görüşmeler sürüncemede
kaldığından, Sovyetler Birliği, müttefiklerin Nazileri kendi üstlerine
saldırtmak istediklerini düşünerek Almanya’ya yanaşmış ve 23 Ağustos
1939 tarihinde de Alman-Sovyetler Birliği Paktı imzalanmıştır.
Bu tarihten sonra Sovyetler Birliği, bu görüşlerini Türkiye’ye anlatmak için,
Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nu Moskova’ya davet etmiştir.
Bu görüşme sırasında Sovyet liderliği (Stalin-Molotov) Saraçoğlu’ndan,
Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin hükümlerine aykırı olarak, Sovyetler
Birliği’nin rızası olmadığı müddetçe Boğazları, Karadeniz’e kıyısı olmayan
devletlerin tümünün savaş gemilerine kapamasını ve Boğazlar Bölgesi’nin
ortaklaşa (TC-Sovyetler Birliği) savunulmasını istemiştir. Saraçoğlu bu
istekleri reddederek, Ankara’ya dönmüş ve aynı gün Ankara’da üçlü ittifak
antlaşması imzalanmıştır.
Almanya’nın Mart 1939’a dek izlemiş olduğu “bir millet bir devlet”
politikası sınırları içinde bir Alman azınlığı bulundurmayan ve Sevr Antlaşması
tecrübesi bulunan Türkiye için çok büyük bir endişe doğurmamıştır. Fakat
Hitler’in 15 Mart 1939’da halkı Alman olmayan Çekoslovakya’yı
ilhakı, Türkiye’yi kaygılandırmıştır. Hem Çekoslovakya olayı, hem de İtalya’nın
Akdeniz’de hakimiyet kurma isteği, Türk-İngiliz (12 Mart 1939) ve
Türk-Fransız (23 Haziran 1939) karşılıklı yardım deklarasyonlarının
yapılmasına neden olmuştur.
1939 yılının Eylül ayında resmen İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle
birlikte, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin barış zamanı için öngörülmüş maddeleri
sona ermiştir. Bu tarihten Türkiye’nin tarafsızlığını bozarak Almanya’ya savaş
ilan ettiği 23 Şubat 1945 tarihine dek, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin 19. maddesi ile düzenlenen ‘’Türkiye’nin savaşan olmadığı’’
madde devreye girmiş ve bahsi geçen maddedeki koşullarda gemilerin
geçmesine/geçmemesine geçilmiştir. Bu maddeye göre (iki istisna durum hariç),
savaş zamanında Türkiye tarafsız ise, Savaşan devletlerin savaş gemilerinin
Boğazlardan geçmesi yasaktı.
SAVAŞ DÖNEMİNDE BOĞAZ GEÇİŞLERİNDE KARŞILAŞILAN SORUNLAR
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Türk Boğazlarına ilişkin ilk
girişim, yine Sovyetler Birliğinden gelmiştir. 12-13 Kasım 1940 tarihlerinde
Hitler, Ribbentrop ve Molotov arasında bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantının
amacı, Mihver devletleri ile Sovyetler Birliği arasında, dünyanın hangi nüfuz
bölgelerine ayrılacağını belirlemektir. Bu görüşmelerde Ribbentrop,
Almanya’nın, Sovyetler Birliği’nin Boğazlardan gemilerin geçişi ile ilgili
yapılan anlaşmayla ilgili duyduğu tatminsizliği anladığını ve Sovyet
gemilerinin (savaş ve ticaret), Boğazlardan daha kolay bir biçimde
geçebilmesinin doğal olduğunu söylemiştir. Ayrıca, Hitler de, Boğazlardan geçiş
konusunda Sovyetler Birliği lehinde bir değişiklik yapılması için çalışacağını
belirtmiştir. Fakat Sovyetler Birliği Boğazlar ’da üs elde etmesini sağlayacak
fiili garantiler peşindeydi. Görüşmeler sonunda Ribbentrop’un Molotov’a verdiği
antlaşma tasarısının iki numaralı protokolünde, Sovyetler Birliği’nin sınırsız
geçiş hakkına sahip olacağı, Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin ise,
gemilerini geçiremeyecekleri yeni bir Boğazlar anlaşmasından söz edilmiştir.
![]() |
Görüşmelerin kesilmesinin ardından, Sovyetler Birliği’nin, Mihver
Devletlerine katılmak İçin ileri sürmüş olduğu koşullar arasında, uzun vadeli
kiralama yoluyla Boğazlar Bölgesi’nde kendi kara ve deniz kuvvetleri için üs
kurulması da bulunmaktaydı. Bozulan Alman-Sovyet ilişkileri nedeniyle,
Türkiye ile arasını düzeltmek isteyen Sovyetler Birliği, Türkiye’ye 1941
ilkbaharında bir nota vererek, Boğazlar üzerindeki isteklerini geri aldığını ve
bu konuda hiçbir talebi bulunmadığını bildirmiştir. Bu davranışın bir
yansıması olarak, 25 Mart 1941 tarihinde Türk-Sovyet
Saldırmazlık Deklarasyonu yayınlanmıştır. Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne
saldırmasının ardından, Sovyetler Birliği Türkiye’ye 10 Ağustos 1941’de
yeni bir nota vererek, gerek Türk toprakları gerekse Boğazlar konusunda hiçbir
talebi olmadığını bildirmiştir. Bu iki nota ile Sovyetler Birliği,
Türkiye’nin savaş sırasında en azından tarafsız kalmasından yana olduğunu
belirtmiştir. Nazi Almanyasının Sovyetler Birliğine saldırması ile yoğun
şekilde yaşanan çatışmalar sırasında Almanlar ile Sovyetler Birliği arasında
Karadeniz’e hakimiyet konusunda da ciddi bir rekabet ve savaşta sürmekteydi. Bu
dönemde Mihver Devletlerinin savaş gemilerini yapılan Montrö anlaşması çerçevesinde
ve Türkiye’nin tarafsız olmasından dolayı Boğazlardan geçirememesi yaşanan bu
hakimiyet çekişmesinde Almanların elini ciddi manada zayıflatmıştır. Bununla
birlikte aynı dönemde İtalyan ve Alman donanmalarının Akdenizin hakimiyetini
İngilizlerden bir türlü alamamaları mihver devletlerinin Boğazları kullanarak
Karadeniz’e çıkması konusunda karşılarına çıkan bir diğer zorluktu. Bu soruna
Alman Yüksek Komuta İdaresi Karadeniz’e Almanya üzerinden denizaltı taşınması
ve Romanya ile Ukrayna’da ele geçirilmiş tersanelerde torpidobotlar yaparak
çözüm üretmeye çalışmıştır.
İkinci Dünya Savaşı içerisinde Türk Boğazlarına ilişkin olarak yaşanan en
önemli bir başka olay, bazı Alman ve İtalyan savaş gemilerinin Boğazlardan
geçmesidir. Çünkü bu olay, Sovyetler Birliği’nin Türk Boğazlarına yönelik
taleplerinin dayanağı oluşturmuştur. 5 Haziran 1944’te
Almanya, gemilerinin Boğazlardan geçerek Romanya’ya gitmeleri için izin istemiş
ve bu gemilerin savaş gemisi olmadıkları yönünde güvence vermiştir. Bunun
üzerine, Türk Hükümeti gemilerin bir kısmının geçişine izin vermiştir.
Müttefiklerin bu olayı protesto etmesinin ardından, söz konusu gemilerin
aranması ve içlerinde ticaret gemilerinde bulunmayan türden maddelerin ele
geçirilmesinin ardından, Karadeniz’e geçişleri durdurulmuştur.
YALTA VE POTSDAM KONFERANSLARINDA BOĞAZLAR’IN STATÜSÜ
Savaştan sonra kurulacak barış düzenini görüşmek üzere, Roosevelt,
Churchill ve Stalin 4 Şubat 1945 tarihinde Yalta’da bir araya
geldiler. 10 Şubat’ta Stalin, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi
gerektiğini belirterek, antlaşma içerisinde Japonya’nın Sovyetler Birliği’nden
daha geniş rol oynamasından şikayet etmiştir. Ayrıca, Sözleşme
içerisinde yer alan Milletler Cemiyeti Örgütü’nün ortadan kalktığını da
vurgulamıştır. Yalta Konferansı sonucunda, Montrö sözleşmesinin
Sovyetler Birliği lehine değiştirilmesi ve konunun Dışişleri Bakanları
Konferansı’nda ele alınarak, bu durumun Türkiye’ye uygun bir zamanda
bildirilmesi kabul edilmiştir.
Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’ye karsı yürüttüğü “sinir harbi”,
Yalta Konferansı’ndan sonra da devam etmiştir. Sovyetler Birliği, 19
Mart 1945’te, Türkiye’ye verdiği bir nota ile 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet
Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması’nı İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği
değişikliklere ve koşullara artık yanıt veremeyeceği gerekçesiyle sona erdirmiştir.
Potsdam Konferansı’ndan önce Molotov, Temmuz 1945’de
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e, Sovyetler
Birliği’nin dostluğunu yeniden kazanmak için, Türkiye’nin Kafkas
sınırındaki iki Türk ilini (Kars ve Ardahan) Sovyetlere geri vermesi gerektiğini
soylemistir. Ayrıca, Sovyetler Birliği, Türkiye’nin Boğazları kendi
başına savunamayacağını belirterek Türk toprakları üzerinde Sovyet üsleri
kurulmasını ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesini de talep
etmiştir. Fakat Türkiye, bu istekleri kabul etmemiştir.
![]() |
Potsdam Konferansı sırasında, Boğazlarla ilgili olarak yapılan
tartışmalarda, Stalin Boğazlar ‘da kara ve deniz üsleri talep ederek, bu
konunun sadece Türkiye ile Sovyetler Birliği’ni ilgilendiren bir sorun olduğunu
ileri sürmüştür. Oysa ABD ve İngiltere, Boğazlar sözleşmesinin bütün dünyayı
ilgilendirdiğini düşünmekteydi. 17 Temmuz’da başlayan Potsdam
Konferansı’nda, 24 Temmuz’a gelindiğinde Boğazlar konusunda bir
antlaşmaya varılamamıştır. Bu üç büyük devletin anlaşabildikleri tek
nokta, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin, günün koşullarına yanıt verememesi
nedeniyle yenilenmesi gerektiğidir. Taraflar ayrıca, her üç devletin
de Türkiye ile doğrudan görüşmeler yapmasını bir sonraki adım olarak
kararlaştırmışlardır.
![]() |
Potsdam Konferansı’nda kararlaştırıldığı üzere, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği,
Türkiye’ye, kendi taleplerini içeren notalarını vermişlerdir.
İlk değişiklik önerisini, Türkiye’ye verdiği 2 Kasım 1945 tarihli
nota ile ABD yapmıştır. ABD notasına göre, değişen dünya koşullarına cevap
verebilmesi için, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilip
düzeltilmesi için bazı ilkeler dikkate alınmalıydı. Bu ilkeler ise;
Boğazlar, her zaman (savaş veya barış zamanında) bütün devletlerin ticaret
gemilerine açık olmalıdır; Boğazlar, her zaman (savaş veya barış zamanında)
Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerin transit geçişine açık
olmalıdır; üzerinde anlaşılacak, sınırlandırılmış bir tonajın altındaki gemiler
hariç, barış zamanında Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin
Boğazlardan geçişi yasak olmalıdır. Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin bu
geçişe razı olmaları veya söz konusu gemilerin Birleşmiş Milletler tarafından
görevlendirilmiş olmaları durumu, yukarıdaki sınırlamaya istisna teşkil
etmelidir ve son olarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni günün koşullarına
uydurmak için, Sözleşme’de gecen Milletler Cemiyeti sisteminin yerini Birleşmiş
Milletler sistemi almalı ve Japonya Sözleşme’ye taraf olan devletler arasından
çıkarılmalıdır.
ABD, bütün bunların gerçekleştirilmesi için bir uluslararası konferans
toplanmasını ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin burada ele alınmasını
önermiştir. Ticaret gemilerinin her zaman Boğazlardan serbestçe geçebilmesi
önerisi, zaten Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne kabul edilmiş durumdadır. Fakat
Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerinin savaş zamanında da
Boğazlardan geçebilmesi önerisi, Türkiye için birtakım sakıncalar içermekteydi.
Çünkü savaş zamanında Türkiye tarafsız ise, Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e
geçireceği savaş gemileri, geriye dönerlerken başka birtakım savaş gemileri
tarafından izlenebilir, hatta Boğazlar Bölgesi’nde bu gemiler arasında bir
çatışma yaşanabilir. Bunun sonucunda da, Türkiye’nin tarafsızlığı tehlikeye
girebilirdi.
İngiltere, 21 Kasım 1945 tarihinde Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin değiştirilmesi konusundaki görüşlerini içeren bir notayı
Türkiye’ye vermiştir. İngiltere, bu notada ABD’nin önerilerine sıcak baktığını
ancak konunun acil olarak ele alınması gerekmediğini belirtmektedir.
Türkiye, 6 Aralık 1945’de ABD’ye bir nota vererek bu devletin
yapmış olduğu önerileri Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilip
düzeltilmesi tartışmalarına esas olmak üzere kabul ettiğini bildirmiştir. Türkiye
ayrıca, kararları bağımsızlığına, egemenliğine ve ülke bütünlüğüne zarar
vermeyecek bir uluslararası Konferansa katılmayı da kabul etmiştir.
Sovyetler Birliği, Potsdam’da kararlaştırıldığı üzere, 7 Ağustos
1946 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesiyle ilgili
görüşlerini içeren notayı Türk Hükümeti’ne vermiştir. Ayrıca bu notanın
bir örneğini ABD ve İngiltere’ye de göndermiştir.
Sovyetler Birliği, bu notada, İkinci Dünya Savası sırasında Montrö
Boğazlar Sözleşmesi hükümlerinin birkaç kez ihlal edildiğine dikkati çekmiş ve
bunlara dayanarak, sözleşme’nin, Boğazların düşman güçler tarafından
kullanılmasını engelleyemediğini ileri sürmüştür. Bu nedenle,
Sovyetler Birliği Montrö’nün değiştirilmesi gerektiğini iddia etmiş ve
sözleşme’nin değiştirilmesinde yol gösterici tekliflerde bulunmuştur
Sovyetler Birliği’nin 7 Ağustos 1946 tarihli notasını,
Turkiye’den önce, ABD (19 Ağustos) ve İngiltere (21 Ağustos) birer nota
ile yanıtladılar. Her ikisi de Sovyetler Birliği’nin, Boğazlar’ın ticaret
gemilerine her zaman acık olması ve Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin
savaş gemilerine her zaman kapalı
olması yönündeki görüşünü desteklemişlerdir. Fakat, Boğazlar
sözleşmesinin, sadece Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler tarafından
düzenlenmesi yönündeki Sovyet önerisine şiddetle karşı çıkmışlar ve
Boğazlar’ın savunulmasının, esasen Turkiye'nin “görevi” olduğunu
vurgulamışlardır.
İngiliz ve Amerikan notalarının ardından, Türkiye 22 Ağustos 1946’da
Sovyet notasını yanıtlamıştır. Bu notada Türkiye, öncelikle İkinci Dünya Savaşı
sırasında Boğazlardan geçen ve Sovyetler Birliği’ne göre sözleşme’nin
hükümlerini ihlal etmiş olan gemilerin durumunu ayrı ayrı açıklamış ve bu
olaylardan Türkiye’nin sorumlu tutulamayacağını belirtmiştir. Fakat Türk
Hükümeti, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin teknolojik gelişmelere ve mevcut
koşullara uydurulması gerektiğini de kabul etmiştir. Türkiye ayrıca, Montrö
Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için bu sözleşme taraflarının ve ABD’nin
katılacağı bir uluslararası konferansa katılmaya hazır olduğunu
da belirtmiştir. Bu noktada ayrıca, yeni Boğazladan geçiş anlaşmasının,
sadece Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler tarafından belirlenmesi ve
Boğazların, Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortaklaşa savunulması
yönündeki Sovyet önerileri de, Türkiye’nin güvenliği ve egemenliği açısından
sakıncalı bulunduğundan, reddedilmiştir.
Daha ilk notasının yankıları sürerken, Sovyetler Birliği, 24 Eylül
1946 tarihinde Türkiye’ye ikinci bir nota daha vererek, ilk
notasındaki iddialarını ve isteklerini tekrarlamıştır. Sovyetler Birliği bu
notada, Karadeniz’in kapalı bir deniz olduğu ve Boğazlardan gemilerin
geçişinin, çeşitli antlaşmalarda da belirtildiği üzere, Karadeniz’e kıyısı olan
devletler tarafından düzenlenmesi gerektiğini ileri sürmüş ve üs konusunun,
kesinlikle Türkiye’nin egemenliğini zedelemeyeceğini belirtmiştir. Sovyetler
Birliği ayrıca, Potsdam Anlaşması’nı kendisine göre yorumlayarak, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin değiştirilmesinin doğrudan ikili görüşmeler yoluyla
gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Oysa ABD ve İngiltere, Potsdam
Konferansı kararını, bu üç büyük devletin Türkiye ile ön hazırlık görüşmeleri
yapmayı kararlaştırdıkları şeklinde yorumlamaktaydılar. Aslında ABD ve
İngiltere, Potsdam Konferansı kararı gereği tarafların Montrö Boğazlar
Sözleşmesi konusundaki görüşlerini Türkiye’ye yalnızca tek bir nota ile
bildirmenin yeterli olduğunu düşünmekteydiler.
Sovyetler Birliği, önceki notanın aksine, 24 Eylül tarihli ikinci notasını,
ABD ve İngiltere’ye vermemiştir. Bu yolla, bu iki devletin Boğazlar konusundaki
tartışmalara karışmasından hoşnut olmadığını belirtmiş oluyordu. Fakat Türkiye
Boğazlar meselesinde bu iki devleti muhatap aldığından, Sovyetler Birliği’nin
bu iki notasından İngiltere ve ABD’yi de haberdar etmiştir.
Önceki Sovyet notasında olduğu gibi, bu ikinci notayı da, Türkiye
cevaplamadan önce ABD ve İngiltere’den yanıt gelmiştir. Bu iki devletin 9
Ekim 1946 tarihli notalarında, Potsdam’da alınan karara uygun olarak
Türk Hükümeti ile yapılması Öngörülen “görüş teatisinin” artık
tamamlandığını belirten ABD ve İngiltere, Montrö’nün değiştirilmesi için
önceden planlanan Konferans’ın toplanmasından yana olduklarını belirtmekteydiler.
Türkiye ise, ikinci Sovyet notasını 18 Ekim 1946 tarihli
bir notayla yanıtlamıştır. Türkiye bu notasını, Japonya hariç, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin İmzacısı olan öteki devletlere ve ABD’ye de göndermiştir.
Türkiye’ye göre, Sovyetler Birliği’nin 24 Eylül notasında ileri sürdüğü, 1921
Moskova Antlaşması’na göre Karadeniz’in kapalı bir deniz olduğu ve Boğazlar
rejiminin sadece Karadeniz’e Kıyısı bulunan devletler tarafından
belirlenebileceği yönündeki iddiaları doğru değildi. Türkiye kendisi ile
birlikte Sovyetler Birliği’nin, Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalamasının ve
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne katılmasının, 1921’de üzerinde anlaşılan noktanın
iptal edildiğini kabul edildiğini belirtmiştir. Çünkü hem Londra Boğazlar
Sözleşmesi, hem de Montrö, “yeterince geniş bir uluslararası çerçeve” çizmekteydi.
Ankara ayrıca, Sovyetler Birliği’nin Boğazların ortaklaşa savunulması
önerisini, kendi egemenliği ve güvenliği için uygun bulmadığını bildirmiştir.
Sonuç olarak Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için
yapılacak olan uluslararası konferans öncesindeki görüş teatisinin sona
erdiğini belirtmiştir. Sovyetler Birliği Türk notasını yanıtlamamış ve
tasarlanan konferans da hiçbir zaman yapılamamıştır. Bu noktada üç büyük
devletin (Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere) arasında yaşanan global hakimiyet
çekişmesinin başladığı dönem bu zamana denk gelmekte ve dünya çağında bu
ülkelerin yaşadığı çekişmeye Boğazlar’da dahil olmuştu. Dolayısıyla Boğazların
bu stratejik önemi karşısında bu bölgeye hakim Türkiye’nin de bir taraf seçmesi
gerekecekti. Dolaysıyla 2. Dünya savaşı esnasında güdülen ‘’tarafsızlık’’
ilkesinin bir kenara bırakılması gerektiği de aşikardı. Türkiye’ye yukarıda
zikredildiği şekilde Sovyetler Birliği tarafından verilen 2 nota’da da
belirtilen ‘’üs istekleri’’ ve Büyükelçi Selim Sarper’e iletilen Kars
ile Ardahan’ın Sovyetler Briliğine bırakılması gibi istekler Türk tarafını ABD
ile İngiltere eksenine itmiştir. Açıkçası bu durum sadece Türkiye özelinde
değil, global anlamda bu üç büyük devlet arasında bir çatışma yaşanmasını
endişesini de ortaya çıkarıyordu. Burada endişeleri giderecek en önemli unsur
nükleer silahların varlığı idi. Bu silahların caydırcılık unsuru özellikle ABD
ile Sovyetler Birliği’nin karşı karşıya geleceği ‘’Soğuk Savaş’’ döneminin
başlamasına neden olacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yukarıda zikredilen gelişmelerden sonra
Türkiye, ABD-İngiltere ekseninde hareket etmeye başlamış ve 1950 Kore savaşını
müteakip NATO üyeliğine kabul edilmiştir. Bu yeni dönemde Boğazlardan geçiş
hususunda ortaya çıkan çeşitli talepler neticesinde çeşitli sorunlar çıkmıştır.
SAVAŞ GEMİLERİNİN GEÇİŞİNE İLİŞKİN OLARAK KARŞILAŞILAN SORUNLAR
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan gelişmeler, “savaş”
ve “barış” kavramının tanımında değişikliğe yol açmıştır.
Bağımsızlık hareketleri, sömürgeciliğin sona ermesi ve büyük devletlerin bu tür
gelişmelere müdahaleleri, uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler meydana
getirmiştir. İşte bu koşullarda, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde yer alan “savaş
zamanında” ve “barış zamanında” kavramları
bulanıklaşmıştır.
Sözleşme’nin 19. maddesine göre savaş zamanında Türkiye tarafsız ise,
Savaşan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi yasaktı. Ancak,
Arap-İsrail çatışmaları sırasında, Türkiye savaşan devletlerin savaş
gemilerinin Boğazlardan geçişini engellememiştir (örneğin, Birleşik Arap
Emirliği’nin savaş gemilerinin geçişine izin vermiştir.). Fakat bu davranışı
ile Türkiye hiçbir devletin tepkisiyle karşılaşmamıştır.
Yine aynı durum, Vietnam Savaşı sırasında da gözlenmiştir. Türkiye, bu
Dönem içerisinde, ABD’nin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine izin verince
Sovyet Pravda ve İzvestia gazeteleri, savaşan
bir devletin savaş gemilerinin geçişini engellemediği gerekçesiyle Türkiye’yi
sözleşme hükümlerine aykırı davranmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine Türk
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Türkiye’ye yöneltilen suçlamaları
ABD’nin Vietnam’da “savaşan devlet” olmadığını, sadece savaşan
taraflardan birini desteklediğini belirterek yanıtlamıştır. ABD, başlangıçta
kendisinin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olmaması nedeniyle sözleşme
hükümleriyle bağlı olmadığını ileri sürmüşse de, daha sonra Türk hükümeti’nin
kullandığı argümanı benimsemiştir.
Bu iki olayın da açıkça ortaya koyduğu gibi, ideolojik uyuşmazlıklar,
gerilla hareketleri ve ulusal bağımsızlık savaşları gibi durumlarda (eğer bir
başka devlet buna yardımcı oluyorsa), bir devletin “savaşan devlet”
olup, olmadığını, Sözleşme’deki terimlerden kestirmek pek mümkün
görünmemektedir.
ASKERİ VE TEKNOLOJİK GELİŞMELERİN NEDEN OLDUĞU SORUNLAR
Bu kapsamda, verilebilecek en iyi örnek Aralık 1968’de
yaşanmıştır. ABD’nin Akdeniz’deki 6.Filo’suna ait olan USS
Dyess (DD-880) ve USS Turner (DD-648) ismindeki savaş
gemileri, Çanakkale Boğazı’ndan girerek 5 gün boyunca Karadeniz’de kalmışlar ve
daha sonra yeniden 6.Filo’ya geri dönmüşlerdir. Her iki gemi de sözleşme’de yer
alan 15.000 ton sınırının altındaydılar (10.000 ton) ve bu
açıdan boğazlardan geçmelerinde bir engel söz konusu değildir. Ayrıca, hafif
suüstü gemisi niteliğindeki bu iki geminin de taşıdığı topların çapı,
Sözleşme’de öngörüldüğü gibi 203 mm’yi aşmıyordu. Ancak, bu hafif
suüstü gemileri, 305 mm çapındaki 8 adet ASROC (denizaltı
savar Roketatar) füzeleri ile donatılmıştı. İşte bu nedenle, Sovyetler Birliği
ve Bulgaristan Büyükelçilikleri sözlü olarak Türkiye’yi protesto etmişlerdir.
Türkiye bu protestoları yanıtlarken, 1936 yılından bu yana Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nde yer almayan yeni silahların geliştiğini ve bu tür silahları
taşıyan gemilerin Boğazlardan geçmesinin (eğer söz konusu silahlar savunma
nitelikli iseler), sözleşmeye aykırı olmayacağını belirtmiştir. Yani, bu
tür sorunların nedeni Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin gelişen silah
teknolojisine uyum sağlayamamasıdır.
KİMİ SAVAŞ GEMİLERİNİN SINIFLARINA BAĞLI OLARAK KARŞILAŞILAN SORUNLAR
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, bazı savaş gemilerine, ait oldukları sınıfa
göre boğazlardan geçiş izni vermektedir. Bu nedenle, bir geminin hangi tür
savaş gemisi olduğu önem kazanmaktadır. Bu konuya ilişkin bir sorun, 18
Temmuz 1976 tarihinde Sovyetler Birliği’ne ait olan Kiev Uçak
Gemisi’nin Karadeniz’den girerek Boğazlardan geçmesiyle
ortaya cıkmıştır. Kiev Uçak Gemisi geçişini Türkiye’nin izniyle Türkiye’de
ki herhangi bir limana uğramadan gerçekleştirmiştir. Sovyetler
Birliği’nin Odessa limanı’nda yapılan Kiev, 35-40 bin ton ağırlığında 71 metre
genişliğinde ve 282 metre uzunluğunda idi. 177 metre uzunluğunda ve 28 metre
genişliğinde eğimli bir güvertesi bulunan bu gemi üzerinde denizden havaya ve
denizden karaya füzeler ile konvansiyonel toplar ve denizaltı savar silahları
bulunuyordu. Geminin güvertesi 25-30 adet sabit kanatlı, dikey Olarak inip
kalkabilen (VTOL) YAK-36 türünde uçak ve yine 25-30 adet Denizaltı savar
helikopter bulundurabilecek kapasitedeydi.
Sovyetler Birliği, bu geçiş için gereken ön bildirim’de Türk Hükümetine
gemiyi denizaltı savar kruvazör olarak nitelendirmişti. Fakat geminin, ABD’nin
Akdeniz’deki 6.Filosu’na karşı Sovyet Filosuna bir hava desteği sağlayabilecek
kapasitedeki uçakları taşıyabilmesi, onun denizaltı savar kruvazör değil de,
bir uçak gemisi olup, olmadığı tartışmasını gündeme getirmişti.
Bir görüşe göre, Kiev’in denizaltı savmak amacını yerine getirebilmesi
için, uçak ve helikopterlerle donatılması gerekmektedir ve Kiev’in güvertesi
buna uygundur. Bu nedenle Kiev, denizaltı savar füzelerin atışında kullanılmak
amacıyla değil (yani denizaltı savar kruvazör olarak değil) başlıca uçak
taşımak ve bunları denizde harekete geçirmek amacıyla yapılmıştır.
Kiev’in hangi sınıfa dahil olduğunun saptanması, onun boğazlardan geçip
geçemeyeceğini belirleyecekti. Çünkü eğer Kiev denizaltı savar kruvazör olarak
kabul edilirse, gemi türlerinin sınıflandırılmasında bir otorite olan Jane’s
Fighting Ships’e göre ağır suüstü gemi olarak ele alınacak ve bu da Kiev’in
Montrö’ye Göre bir “hattı harp gemisi” yapacaktı. Bilindiği gibi,
Montrö’nün 11. maddesine göre Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler, 15.000
tonun üzerinde olan Hattı Harp gemilerinin, tek başlarına ve en fazla iki
torpidobot eşliğinde Boğazlardan geçirme hakkına sahiptirler, işte bu
yaklaşımdan hareketle ve Türkiye’nin de izniyle, Sovyetler Birliği, Kiev
gemisini 18 Temmuz 1976 tarihinde Boğazlardan geçirmiştir.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde, uçak gemilerinin Boğazlardan geçişini
Açıkça yasaklayan bir hüküm bulunmamaktadır. Fakat Sözleşme’nin 10. maddesi,
Boğazlardan geçiş hakkına sahip olan gemi sınıflarını (hafif suüstü gemileri,
küçük Savaş gemileri ve yardımcı gemiler) sıralamak suretiyle saptamıştır ve bu
sınıflara girmeyen gemiler, Sözleşme’nin 11. ve 12. maddelerinde öngörülen özel
durumlara girmedikçe, Boğazlardan geçiş hakkına sahip olamaz. 11. ve 12.
maddeler ise sırasıyla hattı harp gemileri ve denizaltıların hangi koşullarla
Boğazlardan geçebileceklerini belirler. Sözleşme’nin ayrılmaz bir parçası olan
EK protokoller de verilen tanımlardan yola çıkılınca da uçak gemileri, bu 5
sınıf gemiden hiçbirine girmeyip ayrı bir kategoride tanımlanmıştır. Yani
gerçek uçak gemilerinin, sözleşme’nin 11. Maddesinde belirtilen, Karadeniz’e
kıyıdaş olan devletlere ait olan 15.000 tonu aşan Hattı Harp gemilerinden
sayılması ve bu vesile ile geçişlerine izin verilmesi söz konusu olamamalıydı.
Ayrıca Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre, bir savaş gemisi başlıca hava
taşıtı taşımak ve bunları denizde harekete geçirmek için yapılmamışsa, gemiye
bir İnme ya da havalanma güvertesi konulması, bu geminin uçak gemisi sınıfına
sokulması sonucunu vermeyecekti. Sözleşme’nin 15. maddesi de, gerçek uçak
gemisi sınıfına girmeyen savaş gemilerinin uçak ve helikopter taşısalar bile,
Boğazlardan geçebileceklerini göstermektedir. Çünkü söz konusu madde, savaş
gemilerindeki hava taşıtlarının (uçak, helikopter), geçiş sırasında
havalandırılamayacağını öngörmektedir. İşte Kiev savaş gemisi, bir denizaltı
savar kruvazör olarak kabul gördüğünden, Sözleşme’nin bu son iki hükmü ile
11.maddesi çerçevesinde geçiş hakkına sahip olmuştur. Sovyetler Birliği
Kiev’den sonra da, üç tane yeni Kiev sınıfı gemi yaparak bunları Türk
Boğazlarından geçirmiştir.
Sonuç itibariyle, 1976 yılında Kiev’in Boğazlardan geçişi, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’ne taraf olan hiçbir devlet tarafından resmen kınanmamış ancak,
Uluslararası hukuk açısından Sözleşme’nin birtakım hükümlerinin hangi anlama
geldiği sorununu gündeme getirmiştir. Sözleşme’nin ikinci ekinde gecen “başlıca uçak
taşımak ve bunları denizde harekete geçirmek için yapılmış veya planlanmış”
deyimiyle, bu amaçla yapılmamış olan gemilerde “gemiye bir inme veya
havalanma güvertesinin kurulması, bunun uçak gemisi sınıfına
sokulmasını gerektirmez” deyimi yoruma açık kalmıştır.
MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ’NE SONRADAN TARAF OLAN DEVLETLER
Yukarıda teferruatlı şekilde bahsettiğimiz 20 Temmuz 1936
tarihinde imzalanan ve 9 Kasım 1936 tarihinde yürürlüğe giren Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin tarafları, normal olarak 24 Temmuz 1923 tarihli Londra Boğazlar
Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerdi. Zira Montrö Boğazlar Konferansı, Londra
Boğazlar Sözleşmesi’nin yerine yeni bir sözleşme yapmak üzere toplanmıştı. Bu
sözleşmenin altında imzası bulunan devletler ise; Türkiye, Britanya
İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya,
Sovyetler Birliği ve Yugoslavya Devletleridir. bu anlaşmada bulunan 10 devlet
iki farkla aynı zamanda Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni de imzalamıştır. Bu iki
fark ise; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni; Rusya yerine SSCB; Sırp-Hırvat-Sloven
Devleti yerine Yugoslavya Krallığı’nın imzalamasıdır.
Bunlardan Bulgaristan ve Rusya; Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamamış,
diğer devletler imzalamıştır. Rusya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Londra
Boğazlar Sözleşmesi’ni İmzalamalarına rağmen onaylamadıklarından bu sözleşmeyi
uygulayıcı hale gelmemişlerdir. Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamamış
olmalarına rağmen Rusya ve Bulgaristan’ın Londra Boğazlar Sözleşmesi’ne
çağrılmış olmaları bu devletlerin Karadeniz’e kıyısı olan devletler olmaları
sebebiyledir.
Londra Boğazlar Sözleşmesi; diğer devletlerce katılma yoluyla taraf
olunmaya açık bir sözleşme olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca;
Karadeniz'e kıyısı olan öteki bağımsız devletlere ve Amerika Birleşik
Devletleri’ne; bu sözleşme ile tesis edilen, fakat Montrö Boğazlar Sözleşmesi
ile yetkileri tamamen Türk Hükümeti’ne devredilmiş olan Boğazlar
Komisyonunda temsilci bulundurma hakkını tanımaktadır. Montrö Boğazlar
Sözleşmesi ise sözleşme’ye katılma hakkını, 27. maddesi gereğince sadece Lozan
Barış Antlaşması’nı imzalamış devletlere tanımıştır. Bu devlet ise sadece
İtalya idi. İtalya 2 Mayıs 1938 tarihinde Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’ne katılmıştır. Japonya ise 1951 Yılında Montrö Boğazlar
Sözleşmesinden doğan tüm haklarından vazgeçtiğini belirten bir antlaşma
imzalamıştır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne imza atan taraflardan SSCB ve
Yugoslavya'nın dağılması ile Büyük Britanya’dan Kıbrıs gibi bazı
devletlerin ayrılmış olması yeni ortaya çıkan devletlerin Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’ne taraf olma durumlarının tartışılmasına yol açmıştır. Burada bir
halefiyet söz konusu mudur? Bu devletler sözleşme’den doğan önemli özel hakları
kullanabilirler mi?
16 Ağustos 1960 tarihli Lefkoşa Antlaşmaları ve bunlar uyarınca biçimlendirilmiş
anayasanın yürürlüğe girdiği anda özel bir statüye tabi olarak bağımsızlık
kazanmış bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti de yeni bağımsızlığını kazanmış devlet
sıfatıyla Britanya İmparatorluğunun halefi olduğu iddiasıyla depo Mercii
olan Fransa’ya Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olma istemini iletmiştir. Fakat
Türk Dışişleri Bakanlığı buna itiraz etmiştir.
SSCB’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni bağımsız eski federe
devletlerin 97 Aralık 1991’de imzalamış olduğu antlaşmalar
ile Bağımsız Devletler Topluluğu ortaya çıkmıştır. Bu
antlaşmalar ile taraflar, SSCB’nin bir uluslararası hukuk kişisi olarak artık
var olmadığını ve Bağımsız Devletler Topluluğunun da SSCB’nin hukuk
kişiliğini almadığı, yeni topluluğun ne bir devlet ne de bir devlet-üstü
kuruluş olmadığını kabul ve deklare etmiştir. Ayrıca SSCB tarafından imzalanmış
olan antlaşmaları ve bu antlaşmalar altında üstlenilmiş bulunan uluslararası
yükümleri yerine getirme taahhüdünde bulunmuşlardır. Fakat aynı zamanda,
SSCB’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki daimi üyeliği dahil
Birleşmiş Milletler’deki üyeliğini ve diğer uluslararası teşkilatlardaki
üyeliğini Rusya Federasyonunun sürdürmesini kararlaştırmıştır. Rusya,
Ukrayna ve Beyaz Rusya dışındaki diğer bağımsızlığını kazanmış devletler BM’ye,
yeni üye kabulü usulü uyarınca kabul edilmişler ve diğer devletlerce ayrıca
tanınmışlardır. Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasının ardından Rusya
Federasyonu ve Ukrayna, 1992 Yılında Montrö Boğazlar
Sözleşmesinin gerektirdiği hak ve yükümlülüklerini üstlenmeye devam
edeceklerini duyurmuşlardır. Gürcistan ise, bugüne kadar bu yönde herhangi bir
başvuruda bulunmamıştır.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinin dağılması ile ortaya çıkan
Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya devletleri eski
Yugoslavya'nın ortadan kalktığını; Sırbistan-Karadağ ise varlığını
sürdürdüğünü ve kendisinin onun bir devamı olduğunu ileri sürmüştür.
Sırbistan-Karadağ’ın bu iddiası, AB ve BM nezdinde reddedilmiştir. Eski
Yugoslavya federe devletleri, BM’ye yeni üye kabulü usulü uyarınca üye
olmuşlardır. Ancak bahse konu bu devletler Yugoslavya’dan kalan bu anlaşma ile
ilgili herhangi bir başvuru veya girişimde bulunmamıştır.
Sonuç olarak; Türk Dışişleri Bakanlığı uygulamada, Montrö Sözleşmesi ile
ilgili bildirimleri Rusya Federasyonu, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan,
İtalya, Fransa ve İngiltere'nin Ankara'daki Büyükelçiliklerine
yapıldığını belirtmiştir. Bu devletler Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne şu an
için katılım yaparak imza atmış taraflardır. Taraf olma iradesini beyan etmemiş
olan halef Devletler sözleşmenin feshi, değiştirilmesi, bildirim alınması
gibi yine sözleşme’den doğan haklardan otomatik olarak yararlanamazlar. Bu
noktada önemli bir soru kaşımıza çıkıyor. Montrö Boğazlar Anlaşması
fesih edilebilir mi? veya değişiklik yapılabilir mi?
MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ DEĞİŞTİRİLEBİLİR VEYA FESİH EDİLEBİLİR Mİ?
Sözleşmenin 20 yıllığına yapılmış olması; belirli şartlar altında
herhangi bir değişiklik talebi veya fesih ihbarının her daim mümkün olması Türk
Boğazlarından gemilerin geçişine ilişkin hukuki statüsünde değişikliğe
sebebiyet verebilecektir. Bu noktada, sözleşmenin feshedilmesi halinde
yeni geçiş usullerine ilişkin olarak ne gibi ihtimallerin söz konusu
olduğu önem arz etmektedir. Neticede, mevcut durumla muhtemel durum arasındaki
karşılaştırma, Montrö anlaşması çerçevesinde geçişlerin yürütülmesine ilişkin
devlet politikamızın şekillendirilmesinde dikkate alınması gereken çok önemli
bir husustur.
Montrö’nün imzalanmasından günümüze yaklaşık 83 sene geçmiştir. Sözleşme
savaş gemilerini tonaj ve top çaplarını dikkate alarak sınıflandırmaya tabi
tutarken, günümüzde bir geminin harp yeteneği, komuta kontrol, gözetleme ve
güdümlü mermi sistemlerine göre değerlendirilmektedir. Bu farklılık, zaman
zaman Türkiye'nin taraflardan gelecek tepkilere muhatap olmasına neden
olmaktadır.
Montrö sözleşmesi Türkiyeyi Boğazlar Bölgesindeki egemenliğini
yalnız geçiş ve seyir konusunda sınırlandırmaktadır. Ancak sözleşme’nin
kapsamına girmeyen zabıta ve yargı yetkileri ile ilgili açık bir hüküm
bulunmamaktadır. Konferansta, Türkiye bu yetkilerini açıkça hükme bağlamak
amacıyla, sunmuş olduğu tasarının 12. maddesinde “İşbu
Sözleşmenin hükümleri sözleşme ile gözönünde bulundurulan Bölgeleri
üzerinde, Türkiye'nin egemenliğini zedeleyecek şekilde genişletilemez ve
yorumlanamaz” hükmüne yer vermiştir. Ancak bu hüküm özellikle İngiltere tarafından,
sözleşme’de öngörülen egemenlik sınırlamalarının dar yorumuna tabi tutulmasına
yol açabileceği öne sürülerek eleştirilmiş ve iptal edilmesine neden olmuştur.
Türkiye bu hükmün kaldırılması ile ilgili tüm girişimlere rağmen olumlu bir
sonuç alamamış ve metnin anlaşmadan çıkartılmasına razı olduğunu açıklamıştır.
Dolayısıyla herhangi bir geçişin zararlı olduğu şartlarda veya
sözleşme’deki sınırlamalara uyulmadığı zamanlarda, Türkiye'nin tek başına
hareket etmesinin, kolluk kuvvetlerini devreye almasının veya yargı yetkisini
yürürlüğe sokmasının herhangi bir hukuki dayanağı mevcut değildir. Bu şartlarda
ancak sorunu iştirakçi ülkeler nezdinde gündeme getirme izni bulunmaktadır. Hiç
şüphesiz ki bu da Türkiye için bazen taraf tutmakla suçlanmasına ve
tarafsızlığının tehlikeye girmesine neden Olabileceği gibi günümüzde dahi ülke
içerisinde tartışması süren Türkiye'nin Boğazlara olan hakimiyetinin
olmadığı sonucunu çıkartmıştır.
Montrö Sözleşmesine göre Türkiye'nin kendisini ‘’pek yakın bir
savaş tehdidi altında hissetmesi’’ durumunda savaş şartları için geçerli
kuralları uygulaması ve geçişlere ilişkin dilediği yeni düzenlemeler getirmesi
karara bağlanmıştır. Ancak sözleşme bu düzenlemeyi belli şartlara bağlamıştır.
Türkiye'nin ortaya koyduğu düzenleme; sözleşme taraflarının çoğunluğu
uygun bulunmazsa geri alınması belirtilmiştir. Bu husus Türkiye açısından
zaafiyet meydana getirebileceği unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu durumda
alınacak tedbirler günün siyasi ortamına göre dikkatle tespit edilmemesi
elzemdir.
Son olarak da şunu söyleyebiliriz; sözleşme taraflar arasında oldukça
sağlam bir denge kurarken, savaş gemilerinin geçişi açısından özellikle Türkiye
ve Karadeniz'e kıyısı olan diğer devletler açısından önemli ve üstün
haklar sağlarken, herhangi bir devlet tarafından feshedilmesi işleminin
kolaylığı, bundan sonra tesis edilecek geçiş haklarının mevcut durumdan daha
kötü hükümler içerme ihtimali Türkiye açısından zafiyet meydana
getirebilir.
Herhangi bir devlet tarafından sözleşmenin feshedilme işleminin kolaylığı,
sözleşmenin iptalinden sonra tesis edilecek yeni anlaşmanın mevcut durumdan
daha kötü hükümler içermesi hali Türkiye Açısından zafiyet meydana
getirme ihtimali bir hayli yüksektir.
Sözleşmenin yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü bana göre
Türkiye’nin lehine olan hükümler içermektedir ve yürürlükte kalması mevcut
hukuki, siyasi ve toplumsal durum dikkate alındığında
Türkiye'nin menfaatine gözükmektedir. Bu açıdan Türkiye her platformda
sözleşmeyi savunmalı ve uygulanması yönünde titiz davranmalıdır.
Dolayısıyla son dönemde projelendirilerek uygulamaya konulmaya çalışılan Kanal
İstanbul projesinin gereksizliği ve geçersizliği bir kez daha
karşımıza çıkmaktadır. Burada ulusal menfaatler devreye girdiğinde Montrö
sözleşmesinin değiştirilmeden veya feshedilmeden uygulamada kalması hepimizin
menfaatine olan bir anlaşmadır.
Peki Montrö Boğazlar Sözleşmesi feshedilebilir mi? Montrö
Sözleşmesinin feshi ile ilgili açıklamalar, sözleşmenin 28.
maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde de sözleşmenin süresi; yürürlüğe giriş
tarihinden İtibaren 20 yıl olarak belirtilmiştir. Bu süreden sonra taraflardan
herhangi biri herhangi bir anda Fransa’ya fesih ihbarında bulunabilir. Sözleşme
bu tarihten itibaren 2 yıl sonra anlaşmaya dahil tüm taraflar için yürürlükten
kalkar. Fakat sözleşmenin feshedilmesinden itibaren taraflar, yeni bir
sözleşmenin hükümlerini tespit etmek üzere kendilerini bir konferansta temsil
ettirmeyi kabul ettikleri gibi, “geçiş ve seyir serbestisinin süresiz
olduğu da kayıt altına alınmıştır. Dolayısıyla sözleşme herhangi bir şekilde
feshedildiği takdirde Boğazlar’dan her sınıf ve türde geminin geçişi serbest
hale gelmiş oluyor ve bu durum Türkiye'nin güvenliğini ciddi manada riske
soktuğu gibi boğazlar üzerinde şuan mevcut sözleşmenin şartlarından da mahrum
kalmasına neden olacaktır. Ayrıca yeniden toplanacak konferans neticesinde,
şuan yürürlükte olan sözleşmeden daha iyi şartlarda bir anlaşma yapılacağının
da bir garantisi yoktur.dolayısıyla bugüne kadar sözleşmenin feshine
ilişkin ne Türkiye nede sözleşmeye taraf diğer devletler resmi bir talepte
bulunmamıştır.
Sözleşmenin geçici olması, bizzat Türkiye tarafından istenmişti.
Konferans sırasında Türk tarafı 15 senelik bir yürürlük süresi teklif etmişti.
Bunun nedenini, Boğazlardan geçişin uluslararası hayatın değişken şartlarına
uygun hale getirmek endişesine bağlayabiliriz veya Türkiye'nin, sözleşmeye
taraf diğer devletlerin yeni bir sözleşmenin hazırlanmasına yönelik ikna
çalışmalarında yasadığı güçlüğe bağlayabiliriz. Ayrıca o dönemdeki durum buna
müsait ve Türkiye'nin karşısındaki devletler ise dünyanın en güçlü
devletleriydi. Zira Montrö Boğazlar Sözleşmesinin yerine geçtiği Londra
Boğazlar Sözleşmesi kendi içinde feshe ilişkin herhangi bir madde
içermediğinden, bu sözleşmeye taraf tüm devletlerin rızasını elde etmek
gerekecekti.
Hatırlanacağı üzere sözleşmenin herhangi bir maddesinin değiştirilmesi
tamamının feshine nazaran oldukça katı kurallara bağlanmış, hatta Türkiye’ye bu
konuda veto hakkı dahi tanınmıştır. Buna rağmen sözleşmenin taraflardan
herhangi birinin isteği üzerine kolaylıkla ortadan kaldırılabilmesi olgusu
anlaşılamamaktadır. Ayrıca mevcut uluslararası durum ve tek kutuplu dünya
düzeni de dikkate alındığında, feshin sonrasında yapılabilecek yeni
sözleşmenin en azından savaş gemileri ve uçaklar açısından eskisinden
(Montrö) daha iyi olamayacağı İhtimali de göz ardı edilmemesi gereken bir
husustur.
Neticede; Montrö Boğazlar Sözleşmesinin iki yıl içinde sona erdirilmesi
olasılığı her zaman söz konusudur. Bu durumda; sözleşmeye dahil olan tarafların
düzenlenmesini ve katılmayı kabul ettikleri bir konferansın boğazlar’dan geçişe
ilişkin yeni bir sözleşme oluşturamaması ya da Türkiye'nin yeni sözleşmeye
taraf olmaması durumuyla ilgili, mevcut sözleşme’de herhangi bir hüküm
bulunmadığından, sözleşme’nin feshi halinde çeşitli maddelerde sürekli olduğu
kabul edilen Türk Boğazlarından geçiş serbestliği ilkesi ile birlikte
uluslararası hukukta kabul edilen kurallar çerçevesindeki bir rejim altına
girmeleri gerekecektir. Yani böyle bir konferans neticesinde yeni bir sözleşme
yapılamaması durumu da mümkündür. Bunun sonucu da Türkiye için hiç
hayırlı olmayacaktır.
SONUÇ
Türk Boğazları terimi İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı ve Marmara
Denizinden gemilerin geçiş alanı ve bu alanı çevreleyen kıyı şeridinin genel
adı olarak ifade edilmekle beraber, bu bölge Montrö Sözleşmesi’nde yalnızca “Boğazlar”
olarak isimlendirilmiştir. Kıyıları tamamen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
egemenliğinde olan İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının suları da tamamen Türk
Karasularıdır. Boğazlar ayrı ayrı değerlendirildiklerinde açık denizin bir
bölümü ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Marmara Denizi’ndeki karasularını, birbirine
bağlayan geçişler olarak anlamlandırılabilir. Dolayısıyla Marmara Denizi
kesinlikle bir iç denizdir. Fakat bu üç geçiş alanı, yürürlükte olan Montrö
Sözleşmesi kapsamında bir bütün olarak “Boğazlar” deyimiyle ifade
edilmeleri nedeniyle halihazırda açık denizin bir bölümü ile açık denizin diğer
bölümünü birbirine bağlayan “uluslararası seyirde kullanılan Boğazlar”
statüsünde değerlendirilmiştir. Bu tür boğazlardan deniz taşıtlarının geçişleri
ise ‘’serbest geçiş’’ üzerine inşa edilmiştir. Bir yönüyle
Karadeniz’e benzeyen Adriyatik Denizi ile Akdeniz arasında yer alan Korfu
Boğazı bu tür bir boğaz olarak örnek gösterilebilir. Uluslararas
Adalet Divanı’nın 1958 yılında; İngiltere ile Arnavutluk arasında yaşananlar
nedeniyle Korfu Boğazından ve bu tür boğazlardan geçişe ilişkin vermiş olduğu
kararda, barış zamanında savaş gemilerinin, önceden İzin almaksızın ve zararsız
olmak koşuluyla uluslararası boğazlardan geçiş hakkına sahip olduğu kabul
etmiştir. Dolayısıyla 1936 senesinde yapılan Montrö Anlaşmasına ek olarak 1958
yılında Adalet Divanı’nın Korfu Boğazı için aldığı kararda Türk Boğazları için
emsal niteliği taşıyabilir. Ancak Türk Boğazlarında Montrö Anlaşması kapsamında
geçişler kararlara bağlandığı için savaş gemilerinin serbest geçişi yerine
‘’sınırlı serbestlik’’ ilkesi halen geçerliliğini korumuştur. Bu
itibarla; Montrö Boğazlar Sözleşmesinin feshedilmesi halinde uluslararası
arenada herhangi bir yeni anlaşma yapılmadığı/yapılamadığı takdirde
Adalet Divanı’nın Korfu Boğazı ile ilgili aldığı karar emsal olarak alınabilir
ve bu uygulama ile Türkiye yukarıda bahsettiğimiz güvenlik zaafiyeti ortaya
çıkacağı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesine göre uçak gemileri Boğazlardan geçemezler.
Fakat yaklaşık 83 Yıllık uygulamada Sovyetler Birliği’nin zaman zaman
sözleşmeye göre uçak gemisi sınıfına giren bazı gemilerini hattı harp sınıfına
dahil ederek Boğazlardan geçirdiği görülmüştür. Barış zamanında Türkiye’nin
geçişe ilişkin yetkisi “nezaret etmek” olduğundan tarafların
beyanı esas alınmış ve sorumluluğun sözleşmeye taraf devletlerce karşılanması
istenmiştir. Burada Türkiye’nin bir denge politikası güttüğü söylenebilir.
Çünkü ABD savaş gemilerinin Karadeniz’de varlık göstermemesi adına Türkiye’nin bu
şekilde bir denge siyaseti gütmesi açıkçası Dünya barışı içinde önemli politik
bir adımdır. Bu itibarla; bu anlaşmanın feshi veya yeni bir kanal
açılarak (Kanalistanbul) bu anlaşmanın baypas edilmeye çalışılması hem
Türkiye’nin güvenlik zaafiyetlerini arttıracak hem de Boğazlardan geçişte ki ‘’sınırlı
serbestlk’’ ilkesinin tamamen ortadan kalkmasından ötürü Karadeniz’de
günümüze kadar devam eden sükuneti sonlandırma ihtimali karşımıza çıkacaktır.
Bu da 2. Dünya Savaşından beri yaşanmamış çatışmalara sebebiyet verme
ihtimalini bizimle karşı karşıya getirecektir.
Günümüzde savaş gemi ve sistemlerindeki teknolojik ilerlemeler nedeniyle,
Montrö uyarınca sınıflandırmaya esas teşkil eden tonaj ve top çapı kriteri,
savaş gücü açısından geçerliliğini kaybetmiş gözükmektedir. Fakat uygulamada;
sözleşmede geçen top çaplarından daha büyük çapta roketleri üzerinde
taşıyabilen savaş gemileri Boğazlardan geçmişlerdir. Buna sadece Sovyetler
Birliği ve Bulgaristan itiraz etmiş, Türkiye cevaben “söz konusu
silahlar savunma maksatlı iseler geçişe engel teşkil etmezler” tezini
ileri sürmüştür. Bu tez sözleşmeye taraf ülkelerce dolaylı olarak kabul
edilmiştir. Bunun yanında bahse konu savaş gemileri 5 gün sonra Karadeniz ve
boğazları terk etmişlerdir. Yukarıda zikrettiğimiz şekilde Türkiye’nin denge
siyaseti olası diplomatik veya fiili gerginlikleri ortadan kaldırarak dış
politika olarak Dünya barışı için önemli adımlardan birisi olmuştur. Bu
itibarla; bu denge siyasetinin terk edilmesi hem Türkiye hem de Dünya açısından
çeşitli güvenlik zaafiyetlerini de beraberinde getirecektir.
Aynı şekilde silah sistemlerinde uyduların kullanılması ve oldukça uzun
menzilden hassas vuruş imkanlarının gelişmesi, sözleşmede geçenden daha güncel
ve ayrıntılı bir sınıflandırmanın yapılmasını gereksiz kılmıştır diyebiliriz.
Tonaj, top çapı ve kullanış amacı bazında yapılmış olan ayrıma bir de dolaylı
olarak kabul edilen “savunma amacı” kriteri eklenmesi, ortaya
çıkacak anlaşmazlıklar için çözüm sağlayabilir. Karadeniz’de kıyısı olmayan
devletlere ait savaş gemilerinin Karadeniz’de bulunması salt olarak savaş
gücünden ziyade coğrafyadan ve tarihten gelen psikolojik bir etki meydana
getirmektedir. Dolayısıyla Sözleşmenin yenilenmesi Türkiye’nin menfaatlerine
ters bir etki yaratabilir. Bu itibarla; sözleşmenin feshi veya
yenilenmesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti bağlamında menfaatlerine ters düşecek
bir hareket olacaktır.
Yukarıda belirttiğimiz üzere Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalayan
ülkelerden herhangi biri tarafından feshedilmesi her daim mümkündür. Peki
bu durumda ne olacaktır? Ya yeni bir sözleşme üzerinde anlaşılacak
ya da boğazlardan barış zamanında gemilerin geçiş ve seyrüsefer Korfu
Boğazı için alınan geçiş serbestliği masaya gelecektir. Ancak bu ilke
geçiş konusunda oldukça dar kapsamlıdır ve boşlukların doldurulması konusu
tartışmalara açık gözükmektedir. Bu seçenekler dışında iki ihtimal daha vardır.
Bu ihtimaller ya zararsız geçiş ya da transit
geçiş şeklinde kısaca belirtilebilir. Geçiş yapan devletlere oldukça
serbestlik tanıyan transit geçiş hakları, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuk
Sözleşmesi ile tesis edilmiş ve kural haline getirilmiştir. Zararsız geçiş
rejimi ise yine 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuk Sözleşmesi’nde düzenlenmiş
ve transit geçişlerin uygulanamayacağı istisnai boğazlarda daha sınırlı
geçişleri düzenlemiştir. Türk Boğazları için ise ikinci ihtimal olan zararsız
geçiş uygulaması daha makul gözükmektedir. Ancak bu sistemin
uygulanabilmesi için Türk Boğazları deyiminden vazgeçilerek, Boğazları ve
Marmara Denizi’ni ayrı ayrı ele almak gerekmektedir.
Sonuç olarak; Birinci Dünya Savaşı’na kadar uygulanan ilke Osmanlı’nın
Kaide-i Kadim’i yani Boğazların yabancı savaş gemilerinin geçişine
kapalılığı İlkesiyken, yukarıda kısaca değindiğimiz sınırlamalar Montrö
Sözleşmesi ile “sınırlı kapalılık” ilkesine dayanmaktadır. Mevcut
toplu durum dikkate alındığında; feshedilmesi halinde yapılacak yeni sözleşmeye
ya da yapılamaması halinde uluslararası kurallara göre ortaya çıkacak yeni
geçiş kuralları her halükarda Montrö’den daha serbest hükümleri içinde
bulunduracak ve “az sınırlı açıklık” olarak tarif edilen bir
geçiş kuralına tabi olacaktır. Bu açıdan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin
yürürlükte kalması Türkiye’nin yüksek menfaatleri gereğidir. Ayrıca bu
sözleşmeyi baypas ederek oluşturulacak yeni kanal sistemi bu sözleşmeyi baypas
etmekten ziyade Türkiye’nin menfaatlerine ters düşecek bir proje olacaktır.
0 Yorumlar