Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre Rus denizaltıları boğazlardan geçebilir mi?

Karadeniz'e kıyıdaş veya değil, Türkiye dışındaki tüm yabancı devletlerin savaş gemilerinin Türk Boğazlarından geçiş ve Karadeniz’de kalışını 1936 senesinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi düzenlenmiştir. Ayrıca bu anlaşma imzalandığı tarihten beri hiçbir değişikliğe uğramadan yürürlükte olmaya devam etmektedir. Tersten ele alacak olursak Montrö ağırlıklı olarak savaş gemilerinin Türk Boğazlarından geçişini düzenleyen bir sözleşmedir. Bu sözleşmenin asıl yapılış amacını; “geçiş ve seyir serbestlii ilkesini Türkiye'nin ve Karadeniz’e kıyısı olan diğer devletlerin güvenlikleri çerçevesinde düzenlemek” olarak ifade edebiliriz. Peki, Sözleşme üzerinde anlaşmaya varılmasına giden süreç nasıl gelişmiştir? Sözleşmenin teorik olarak getirdiği düzen nasıldır? Uygulamada sorunlar yaşanmış mıdır? Sözleşmenin yokluğu neler getirebilir?

Türkiye, uluslararası hukukta rebus sic stantibus (koşullarda kökü Değişiklikler) kuralını öne sürerek, yaklaşan İkinci Dünya Savaşı’na karşı kendini Müdafaa etme hakkı olduğunu söyleyerek Lozan Boğazlar Sözleşmesinin taraf devletlerini, yeni bir konferans yapmaya ikna etmiş ve bu devletleri Montrö’de bir araya getirmeyi başarmıştır. Türkiye için Montrö Konferansının temel hedefi ise, başta Lozan Boğazlar Sözleşmesinin Türk Boğazları için getirdiği askersizleştirme gibi Türkiye'nin güvenliğine yönelik zaafiyetleri ve Boğazlar Komisyonu gibi egemenliğini kısıtlayan hükümleri bertaraf etmekti.

Bu Konferans sonunda imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesinin temel amacı Türk Boğazlarından geçiş yapmak isteyen yabancı bayraklı savaş gemilerinin hukuki statüsünü düzenlemek olmuştur. Konferans tutanaklarında görüldüğü gibi, bu denize kıyıdaş olmayan yabancı bayraklı savaş gemilerinin Karadeniz'e girişini mümkün olduğu kadar kısıtlamak isteyen Sovyetler Birliği’nin tutumu ise, Lozan Boğazlar Sözleşmesinden beri değişmemiştir.

Sovyetler Birliği’ne göre Boğazların Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerine tamamen kapalı olmalıydı. Konferansın en tartışmalı bölümlerinden biri, Karadeniz’e kıyısı olmayan savaş gemilerinin Karadeniz’de seyir statüsü ile ilgili olan bölüm olmuştur. Sovyetler Birliği’ne göre, davet edilmeyen bir yabancı savaş gemisinin Karadeniz’de ne işi olabilir? Sovyetler Birliği’nin ısrarları üzerine savaş gemilerinin tam serbest geçiş haklarının olduğunu söyleyen Birleşik Krallık, Montrö Konferansında bu tezinden vazgeçmiştir. Bugün İngiltere’nin tezini savunan ABD, bu açık deniz haklarını fiilen de korumak ve vurgulamak için her yıl Karadeniz’e seyir özgürlüğü (freedom of navigation) programı çerçevesinde, savaş gemilerini yollamaktadır. Montrö Sözleşmesinin savaş gemileriyle ilgili hükümleri 8-22. maddelerinde yer almaktadır. Montrö Sözleşmesi, hem ticaret gemilerinin hem de savaş gemilerinin geçişini, barış zamanı, savaş zamanı ve Türkiye'nin kendisini yakın bir savaş tehlikesi tehdidi altında hissetmesi hali şeklinde üçe ayırarak düzenlemektedir. Uluslararası hukukun savaş gemilerine tanıdığı zararsız geçiş hakkından çok farklı olarak, 1936 Montrö Sözleşmesi yabancı bayraklı gemilerin hem Türk Boğazlarından geçişlerine hem de Karadeniz’de bulunmalarına, idari ve diplomatik yöntem, hacim-tonaj, adet ve kalma suresi bakımından önemli kısıtlamalar getirmiştir. Bu bağlamda; Montrö Sözleşmesi’nin yabancı Bayraklı savaş gemilerine getirdiği başlıca kısıtlamalar, geçiş öncesinde Türkiye’ye bildirimde bulunma zorunluluğu, toplam tonaj sınırlanması, savaş gemilerinin türü, denizaltıların gündüz ve su üstünden geçme zorunluluğu, Karadeniz'e kıyısı olmayan ülkelere ait savaş gemilerinin Karadeniz’de kalma suresine ve toplam tonajına getirilen ayrıntılı sınırlamalardır.

Tabii ki, savaş durumunda Türkiye savaşan taraf ise dilediği gibi hareket edebilir ve Boğazları tüm yabancı savaş gemilerine kapatabilir. Bu hak, ayrıca Türkiye Kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi” tehdidi karşısında görürse, yine tanınmaktadır; ancak, Türkiye'nin 1946 yılına kadar varlığını sürdüren Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri’ne bu konuyla ilgili bir bildiri göndermesi gerekmektedir. Ancak Milletler Cemiyeti teşkilatının ortadan kalkması, Türkiye'nin bu bildirim zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Fakat aynı maddede geçen, “alınmış tedbirlerin anlaşmaya dahil diğer devletlerin denetimine tabi tutulması” hükmü hala yürürlüktedir. Görüldüğü gibi, Montrö Sözleşmesi, hem Türk Boğazlarından geçiş yapmak İsteyen yabancı bayraklı savaş gemilerinin geçiş düzenlerini, hem de Karadeniz'e giriş yapmak ve orada kalmak isteyen savaş gemilerinin hukuki statülerini belirleyen Dünyadaki tek sözleşmedir.

İmzalandığı tarihten bu yana yaklaşık 83 yıl gecen bu Sözleşme İkinci Dünya Savaşı ve daha pek çok savaş nedeniyle yukarıda gecen durumları geçirmiştir.

Bu sözleşme uygulamada zaman zaman anlaşmazlıklar söz konusu olsa da hiçbir devlet resmi kanaldan herhangi bir değişiklik talebinde bulunulmamıştır. Hatta sözleşme maddeleri içerisinde yer alan Türkiye'nin onayı alınmadan sözleşmenin Feshi mümkün olmasına rağmen sözleşme günümüze kadar yürürlükte kalmayı başarmıştır. Yine de milletlerarası konjonktürdeki değişmeler ile teknolojideki gelişmeler nedeniyle sözleşme içerisindeki bazı maddelerin değiştirilmesi veya iptali zaman zaman gündeme gelmeye devam etmektedir. Konuyu asıl hassaslaştıran en önemli nokta, sözleşmenin aslında değiştirilme ve feshinin belirli şartlar altında her daim mümkün olmasıdır. Peki, sözleşmenin iptali halinde Boğazlar’dan geçişler nasıl şekillenecek? Bu da ya anlaşma Taraflarınca kabul edilecek yeni bir sözleşmeye göre ya da uluslararası hukuk kurallarına göre olacaktır. Bu noktada uluslararası hukuk kuralı olarak zararsız geçiş şekli mi, yoksa transit geçiş şekli mi uygulanacaktır?

Yukarıda ki tüm soruların yanıtını bu yazı içerisinde vermeye çalışacağız. Yazının ilk bölümü montrö anlaşmasının neden yapıldığına değinirken; ikinci bölümde ise anlaşmayı müteakip teoride uygulaması kolay gözüken, ama uygulama safhasında yaşanan bazı sorunlara değineceğiz. Ayrıca yukarıda zikredilen sorular içerisinde anlaşmanın feshedilmesi veya yeni bir anlaşma yapılması halinde getiri ve götürüsünün ne olacağına kısaca değinmeye çalışacağım. Dolayısıyla önce anlaşmanın tarihi süreci ve neden yapıldığını değinmeden günümüzde de devam eden geçiş sorunlarını anlayamayacağımız aşikardır.


TARİHİ SÜREÇ


Türk Boğazları tarih boyunca, başta denizcilik alanındaki büyük devletler olmak üzere, birçok devleti ve ulusu yakından ilgilendiren yaşamsal bir uluslararası konu niteliği göstermiştir. boğazların statüsü, sürekli olarak anlaşmalarla belirlenmiş ve bu konuda maddeler içeren, çeşitli uluslararası antlaşmalar İmzalanmıştır. Bu anlaşmaların sonuncusu olan Montrö Boğazlar Sözleşmesinin, İkinci Dünya Savaşı dahil olmak üzere geçirdiği ve geçirmekte olduğu evreler göz önüne alındığında, hala yürürlükte olması ve herhangi bir devletin anlaşmanın değiştirilmesi ve iptali konusunda resmi başvuruda bulunmaması sözleşmenin tüm dünyanın çıkarları doğrultusunda sağlam temellere oturtulduğunun bir göstergesidir.Benzer Boğazlardaki uygulamalar dikkate alındığında, Türkiye de dahil olmak üzere, taraf devletlerin çıkarlarının dengede tutulduğu bir sözleşme niteliği taşıyan Montrö için, yaşanan bazı gelişmeler yeni bir donem başlatmıştır.

Bu yeni donemde Yıllar boyu Türk Boğazlarının en güçlü ve yakın takipçisi olan Sovyetler Birliği dağılmış, Avrupa’da komünist rejimler çökmüş, Boğazlardan geçişte serbestliğin esas alındığı Deniz Konferansları düzenlenmiş, denizleri birbirine irtibatlı hale suni kanallarla dahili su yolları açılmış ve ekonomik gelişme ihtiyacı ön plana çıkmıştır. Söz konusu gelişmeler, Türk Boğazları ve dolayısıyla Montrö Boğazlar Sözleşmesinin önemini bir kat daha arttırmakla birlikte, mevcut dengeleri bir miktar hassaslaştırmıştır. Ancak sunu da unutmamalıdır ki, teknoloji ve güç merkezleri ne kadar değişirse değişsin, 560 yılı aşkın suredir Türk toprakları içinde yer alan Türk Boğazları için, coğrafi ve stratejik önem halen geçerliliğini korumaktadır.

Osmanlı Devleti’nin yükselme, gerileme ve çöküş dönemlerinde Boğazlardan Savaş gemilerinin geçişinin, zamanın büyük devletleri arasındaki güç dengesine göre düzenlendiğini görüyoruz. Burada önemli olan; geçişlerin yüzyıllardır antlaşmalarla düzenlenmiş ve genel kural olarak diğer devletlerin savaş gemilerinin Karadeniz'e geçişinin yasak olduğudur.

1484 yılında bütün kıyılarının Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girmesi ile birlikte bir iç deniz haline gelen Karadeniz'e geçiş; Boğazlar üzerindeki sınırlama yetkisi nedeniyle Osmanlı Devleti’nin kontrolünde olmuş ve diğer devletlere ait savaş gemilerinin geçişi bu tarihten itibaren yasaklanmıştır. Bu durum 23 Aralık 1798 tarihinde imzalanan İstanbul Antlaşması’na kadar devam etmiştir.

İstanbul Antlaşması ile Osmanlı Devleti Karadeniz’de Rusya’nın varlığını ilk defa hukuken ve resmen kabul etmiş ve bu devlete Boğazlardan savaş gemilerini geçirme hakkını tanımıştır. Ancak bu hak antlaşmanın yürürlükte kaldığı 8 yıl sure zarfında ve Osmanlı Devletinin muharip olduğu bir harpte, Rusya’nın yapacağı askeri yardıma karşılık olarak tanınmıştır. Bu husus İstanbul Antlaşması henüz daha sona ermeden 24 Eylül 1805 tarihli “İttifak Antlaşmasının” gizli maddeleriyle teyit edilmiştir.

Gelişen siyasi durumlar nedeniyle 5 Ocak 1809 tarihinde İngiltere ile yapılan Kale-i Sultaniye (Çanakkale) Antlaşması ile Osmanlı Devleti barış zamanında da Boğazları hiçbir devletin savaş gemilerine açmamayı taahhüt etmiştir. Böylelikle, bu tarihe kadar Osmanlı Devleti’nin bir ulusal hukuk kuralı olan Boğazların barış zamanında yabancı devletlerin savaş gemilerine kapatması bu antlaşmayla birlikte ilk kez olarak, uluslararası bir yükümlülük şekline dönüşmüştür. Bu bakımdan, Çanakkale Antlaşması Boğazlar‘dan geçiş konusunda uluslararası arenada bir dönüm noktasıdır.

Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı elde ettiği başarıdan endişelenen ve statünün korunmasından yana olan Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya; Mısır Sorununa müdahil olmuşlardır. Bu devletler ile Osmanlı Devleti arası da 15 Temmuz 1840 tarihinde Londra’da Mısır Meselesi Hakkında Antlaşma” adı altında bir antlaşma imzalanmıştır. Antlaşmanın 4. Maddesi ile Boğazların barış zamanında yabancı devletlerin savaş gemilerine kapalılığı ilkesi bir kez daha teyit edilmiştir. Her ne kadar Osmanlı Devleti bu dönemde oldukça zayıf duruma düşmüş olsa da; antlaşmaya taraf büyük devletlerin çıkarları Boğazların Osmanlı Devleti’nin elinde kalmasını yeğlemelerine sebebiyet vermişti. Bundan böyle bahse konu güç dengesi; Türk Boğazlarından geçişin uluslararası bir mesele olarak çok taraflı uluslararası antlaşmalarla düzenlenmesine yol açmıştır.

Türk Boğazlarının barış zamanında diğer devletlerin savaş gemilerine kapalılığı ilkesi; Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya ve Osmanlı Devleti Arasında 13 Temmuz 1841 tarihinde Londra’da imzalanan ve literatürde Londra Boğazlar Sözleşmesi olarak gecen, “Akdeniz ve Karadeniz Boğazları Hakkında Londra Sözleşmesi” ile Osmanlı Devleti’nin kendi takdirine bağlı olmaktan çıkarılmış ve uluslararası yükümlülüklere dayanan bir kural haline getirilmiştir. Sözleşme ile Osmanlı Devleti barış zamanında Boğazları hiçbir yabancı savaş gemisine açmamayı taahhüt ettiği gibi, anlaşmaya dahil olan diğer 5 Devlet de bu kurala uymayı taahhüt etmiştir. Tarafların bu Sözleşme ile kayıt altına aldıkları taahhütleri karşılıklı ve anlaşmaya dahil olan her devlet’in bu konuda birbirine karsı sorumluluğu söz konusudur.

Böylece Türk Boğazlarından savaş gemilerinin geçişi ilk defa Uluslararası bir statüye ve garantiye bağlanmıştır. Bu Sözleşme Birinci Dünya Savaşı’na kadar Boğazlar’dan savaş gemilerinin geçişinin temelini oluşturmuştur.

Osmanlı Devleti, Avusturya, Prusya, Rusya, Fransa, İngiltere ve Sardunya Arasında gerçekleştirilen 30 Mart 1856 tarihli Paris Boğazlar Antlaşması’nın 1. Maddesi ile barış zamanında Boğazların savaş gemilerine kapatılması anlaşmaya taraf ülkeler arasında kabul edilmiştir. Ayrıca aynı anlaşmanın 11. Maddesinin kabulü ile Karadeniz askersizleştirilmiştir.

13 Mart 1871 tarihli Londra Antlaşması ile Karadeniz’in askersizleştirilmesine ilişkin Paris Antlaşmasının hükmü kaldırılmış ve bu Antlaşmanın 2. Maddesi ile Boğazların, barış zamanında, savaş gemilerine kapalılığı yeniden teyit edilmiş, ancak Osmanlı Devleti’ne, lüzum gördüğü takdirde, barış zamanında Boğazları müttefik devletlerin savaş gemilerine açma yetkisi tanınmıştır.

Boğazların yabancı savaş gemilerinin geçişine kapalı tutulmasını öngören "Osmanlı İmparatorluğunun Kaide-i Kadimi" zamanın büyük devletlerinin çıkarlarını uzlaştırabilmesi nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’na kadar uygulanmıştır.

Lozan Barış Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından imzalanmıştır. Antlaşmanın 23. maddesi ile Türk Boğazlarında savaş ve barış zamanlarında, denizden ve havadan geçiş serbestliği ilkesi benimsenmiştir. Bu ilke doğrultusunda da Lozan Barış Antlaşmasının içinde bulunan ‘Boğazlar Rejimine İlişkin Sözleşme’ imzalanmıştır. Sözleşmeyi İmzalayan taraflar; Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Rusya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Turkiye’dir. Geçişlerin ayrıntılarının karara bağlandığı bu sözleşme, Montrö Boğazlar Sözleşmesinin geçici olarak yürürlüğe girdiği 15 Ağustos 1936 tarihine kadar yürürlükte kalmıştır. Lozan Barış Antlaşması ve Onun 23. Maddesi ise halen yürürlükte olup, Türk Boğazlarına ilişkin olarak geçişleri kısmen düzenleyen bir ilkeyi barındırmaktadır.

Lozan Boğazlar Sözleşmesine ilerleyen tarihlerde boğazlardan geçiş ile ilgili Ek, Sözleşme hazırlanarak imza altına alınmıştır. Sözleşmenin “Ticaret Gemi, Savaş Gemi ve Uçaklarının Boğazlardan Geçişine İlişkin Kurallar” Başlıklı bu Eki’nin bir kısmı savaş gemilerinin geçişine ilişkindir.bahsi geçen bölümde “yardımcı gemiler, asker Taşıma gemileri, uçak taşıyan gemiler ve askeri uçaklarla birlikte, savaş gemilerinin’’ geçişi ile ilgili kurallar 3 başlık altında toplamaktadır.  Bu başlıklara göre;

Lozan Antlaşması nedir? İşte Lozan Antlaşması’nın şartları, maddeleri ve bilinmeyenleri

Barış zamanında; bayrak farkı gözetmeksizin, herhangi bir işlem yapılmaksızın ve hiçbir vergi/harç alınmaksızın savaş gemilerine de gece ve gündüz tam geçiş serbestliği tanınmış, ancak buna birtakım kısıtlamalar getirilmiştir. Devletler her zaman ve her durumda her biri 10.000 tonu geçmeyen, sayısı 3’ü Aşmayan bir kuvveti Karadeniz'e gönderebilecek, fakat daha büyük bir kuvvet göndermek isterlerse bu kısıtlamalar kapsamında bir devletin Karadeniz'e gitmek üzere geçirebileceği en büyük kuvvet, geçiş esnasında Karadeniz'e kıyısı olan devletlerin donanması en kuvvetli devletten az olacaktır. Boğazlardan geçen gemilerin sayısı yüzünden Türkiye hiçbir şekilde sorumlu olmayacaktır.

Savaş zamanında Türkiye tarafsız bir devlet ise; savaş gemileri için gece ve gündüz geçiş serbestisi sürecektir. Tarafsız devlet sıfatıyla Türkiye'nin hak ve ödevleri geliş gidişi engelleyecek tedbirler alması konusunda Türkiye’yi yetkili kılmayacaktır. Bununla birlikte savaşan ülke gemilerinin Boğazlar Bölgesinde yakalama, çatışma, arama ve denetim hakkı kullanmaları ile düşmanca harekette bulunmaları yasaktır. Savaş gemilerine yiyecek alma ve onarımlarda 1907 tarihli “Deniz Savasında Tarafsızlığa İlişkin La Hayes Sözleşmesi” hükümleri uygulanacaktır.

Savaş zamanında Türkiye savaşan bir devlet ise; tarafsız askeri gemiler için barış zamanına ilişkin hükümler aynen uygulanacaktır. Düşman gemileriyle Uçaklarının Boğazları kullanmasına yönelik Türkiye’nin alacağı tedbirler, tarafsız gemilerin geçiş serbestliğine zarar vermeyecek nitelikte olacak, bu gemilere gerekli talimat ve kılavuzlar sağlanacaktır.

Denizaltıların geçişi ve diğer kurallar ise; denizaltıların geçişine ilişkin özel hükümler içermektedir. Bu hükümler içerisinde; Akdeniz’den gelirken Çanakkale Boğazı girişinde, Karadeniz’den gelirken İstanbul Boğazı girişinde yabancı bir deniz kuvvetinin komutanı, komutası altındaki gemi sayısını ve adını durmak zorunda olmaksızın Türkiye tarafından belirlenen İşaret istasyonlarına bildirecektir. İstasyonların belirlenmesine kadar gecen sürede, Geçiş serbestliği etkilenmeyecektir. Savaş gemileri hasar ve deniz durumu dışında geçişleri için gerekli olan zamandan fazla Boğazlar’da kalmayacaklardır.

Bu Sözleşme hükümleri; gemilerin, savaş gemilerinin ve uçakların boğazlardan geçişlerinde uygulanacaktı. Ancak Türkiye ile Karadeniz kıyısı olan devletlerin limanları ile hava alanlarını aynı anda ziyaret edecek bir devletin savaş gemileri ile uçaklarının sayısını ve kalış surelerini belirleme hakkına mani olmayacaktı. İçlerinde veba, kolera veya tifüs olayları olan, ya da yedi gün içinde bu tür olaylar çıkmış olan veya beş günden az bir zaman içinde bir limandan ayrılmış olan savaş gemileri, karantinalı olarak geçiş yapmalarına karar verilmişti. Bu gemiler Boğazlar‘da hastalığı bulaştırma olasılığını kaldırmak üzere tüm imkanlarını kullanarak koruma tedbirlerini almakla yükümlüydüler. Boğazlar‘da limana uğrayacak olan savaş gemileri, bu limanda uygulanabilir uluslararası sağlık hükümlerine bağlıydı.

Lozan Boğazlar Sözleşmesinin en tehlikeli yanı, askerlikten arındırma ile ilgili hükümleri ile savaş gemilerine karşı kısıtlamaların yetersiz oluşuydu. Çünkü henüz savaşa girmemiş bir devletin donanmasının baskın tarzında boğazlardan geçme ihtimali mevcuttu. Her ne kadar askerden arındırılmış bölgelerin yakınında ağır kara ve deniz topları bulundurulsa da, Türk kuvvetleri daha yetişemeden buraların elden çıkma ihtimali yüksekti. Ayrıca Türkiye'nin girmediği bir harpte bile savaş gemilerine geçiş serbestliği olduğundan, ülkenin istemeden savaşa girme tehlikesi de vardı. Bununla birlikte Boğazlardan yabancı gemilerin geçişine nezaret etmek için kurulan Uluslararası Komisyon’da Türkiye'nin egemenliğini sınırlamaktaydı.


Montrö Boğazlar Sözleşmesinin detaylarına geçmeden önce, aslında belirli bir süre için fesih imkanı öngörülmeden yapılmış olan Lozan Boğazlar Sözleşmesin’den, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne giden sureci ele almakta fayda vardır.

Lozan Boğazlar Sözleşmesi, 13 yıl yürürlükte kalmış, bu süre zarfında gemilerin boğazlardan geçişine ilişkin olarak önemli sayılabilecek sorunlarla karşılaşılmamıştı. Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaşanan çeşitli olaylar, Türk Boğazlarında geçerli olan ve zaten içimize sinmeyen geçiş serbestliğinin yeniden gözden geçirilmesi için fırsat doğurmuştu. Montrö Boğazlar Konferansı, bu ortamda gündeme gelmiş ve Lozan Boğazlar Sözleşmesini imzalamış taraf devletlerce yeni sözleşmenin esaslarını tespit edecek bir konferansın toplanması kabul edilmişti.

Türkiye'nin, Lozan Boğazlar Sözleşmesin’deki, egemenliğini kısıtlayan birtakım hükümleri İstemeyerek de olsa kabul etmiş olması, Milletler Cemiyeti çerçevesinde oluşturulan kolektif güvenlik sisteminin işleyeceğine ve uluslararası düzeyde silahsızlanmanın gerçekleşeceğine inanmış olmasındandı.

Aynı dönemde Milletler Cemiyetine üye devletler, silahsızlanma konusunda birtakım yükümlülükler altına girmişlerdi. Uluslararası barışın sürdürülebilmesi için, üye devletler, ulusal silah güçlerini, hem ulusal güvenlikleri için zorunlu olan düzeyde tutmayı hem de ortak bir hareketin zorunlu kıldığı uluslararası görevleri yerine getirebilmek için yeterli olan düzeye indirmeyi kabul etmişlerdi. Milletler Cemiyeti, her devletin coğrafi durumunu ve içinde bulunduğu özel şartları göz önünde tutarak, bu silah indiriminin planlarını hazırlayacaktı.

Bu hükümlerden hareketle, silahsızlanma çabaları büyük devletlerin ve Milletler Cemiyeti’nin girişimleri ile hız kazanmıştı. 1922 yılında Washington’da Deniz silahlarının sınırlandırılması Konferansı toplanmış ve konferans sonunda iki antlaşma imzalanmıştır. Ardından, deniz silahlarına ilişkin olarak, 1930 yılında ABD, İngiltere ve Japonya arasında Londra Antlaşması imzalanmıştır. Böylece, deniz silahsızlanmasındaki çabalar büyük ölçüde başarıyla sonuçlanmıştır. Fakat bu başarı kısa ömürlü olmuş ve 1931 yılından sonra deniz ve kara silahlarında yarış yeniden başlamıştır. Bunlardan daha önemli olan ve silahsızlanmanın temelini oluşturan kara silahlarının sınırlandırılması çabalarında ise hemen hemen hiçbir başarı sağlanamamıştır.

1920 yılında Milletler Cemiyeti Anlaşmasının 8. maddesine uygun olarak sürekli BİR Danışma Kurulu kurulmuş olmasına rağmen, silahsızlanma görüşmeleri ancak 1925 yılındaki Lozan Antlaşmalarının ortaya çıkardığı işbirliği havası ile başlayabilmiştir. 1927 yılında Cenevre Konferansı ve 1932 yılında (1934 yılına dek) Cenevre Genel Silahsızlanma Konferansı yapılmışsa da, bütün bunlar dünyadaki silahlanma yarışını durdurmada yetersiz kalmıştır. Almanya, 1934 yılından itibaren hızla silahlanmaya başlamıştır. Hitler, 1935 yılının Mart ayında, Versailles Antlaşması hükümlerince yasaklanmış olmasına rağmen, Almanya’da zorunlu askerlik sistemini uygulamaya koymuş ve 1936 yılında Ren bölgesini silahlandırmaya başlamıştır.

Türkiye'nin, Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile getirilen geçiş serbestliğini kabul etmesinin bir diğer nedeni olan kolektif güvenlik sistemi; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşturulan düzeni değiştirme yanlısı devletlerin (Revizyonist) saldırgan tutumları karsısında bekleneni verememiştir. 1933 yılında Japonya, Mançurya’ya saldırmış, fakat Milletler Cemiyeti; anlaşma kuralları içerisinde yer alan yaptırımları uygulamakta aciz kalmıştır. Böylece, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra rastlanmayan “kuvvet politikası” yeniden ortaya çıkmıştır. 1935 yılına gelindiğinde ise, İtalya, Milletler Cemiyeti üyesi Habeşistan’a saldırmış, Cemiyet, almış olduğu zorlama önlemlere rağmen Habeşistan’ın işgaline engel olamamıştır.

İşte bu nedenlerden ötürü, 1936 yılında netleşen yeni uluslararası konjonktür, Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan koşullardan çok farklıdır. Çünkü düzeni değiştirme yanlısı devletler, bu tarihe gelindiğinde, gerek kolektif güvenlik sistemini, gerekse silahsızlanma girişimlerini baltalamayı başarmışlardı. Dünya, artık yeni bir savaşın eşiğindeydi.

Türkiye, 1923 yılında kabul edilen Lozan Boğazlar Sözleşmesinin getirdiği geçiş serbestliğini değiştirebilmek ve bir uluslararası konferansta, yeni bir geçiş sistemi oluşturabilmek için 1933 yılından itibaren bir takım diplomatik girişimlerde bulunmuştur. İlk kez; 1933 yılında Londra’da yapılan silahsızlanma konferansında, Lozan Boğazlar Sözleşmesinin, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının kıyıları ile Marmara Denizi’ndeki Adaları (İmralı hariç) askerden ve silahtan arındıran hükümlerinin kaldırılmasını istemiş, ancak bu istek, Konferansın konusuyla doğrudan ilgili görülmediği için dikkate alınmamıştır.

Daha sonra, Milletler Cemiyeti Konseyinin Almanya ile ilgili olarak yaptığı olağanüstü toplantıda, 17 Nisan 1935 tarihinde konuşan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Boğazlar Bölgesi’nin silahsızlandırılmasıyla ilgili hükümlerin, Türkiye'nin güvenliğini zayıflattığı gerekçesiyle, kaldırılmasını talep etmiştir. Lozan Boğazlar Sözleşmesi’den memnun olmayan ve bu sözleşmeyi o tarihe dek onaylamamış olan Sovyetler Birliği, Türkiye’nin talebine olumlu bakmış, ancak İngiltere, Fransa ve İtalya delegeleri, bu sorunun görüşülmekte olan konu ile doğrudan ilgili olmadığını ileri sürerek, Türkiye'nin talebini reddetmişlerdir.


Türkiye, bu yöndeki talebini 1935 yılının Mayıs ayında Balkan Paktı Konseyi’nin Bükreş toplantısında, Eylül ayında ise Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nda tekrarlamış, fakat bunlardan da bir sonuç alamamıştır. Türkiye, tek taraflı bir oldu bitti gerçekleştirmek yerine, her fırsatta görüşünü savunmuş ve barışçı yollardan sözleşmeyi değiştirmeyi denemiştir. Milletler Cemiyeti’nin; Habeşistan’a saldırdığı gerekçesiyle İtalya’ya karşı zorlama önlemleri aldığı Kasım 1935’teki toplantıları sırasında talebini tekrarlayan Türkiye, sonunda olumlu bir hava meydana getirmeyi başarmıştır.

Türkiye, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olan devletlere, 10 Nisan 1936 tarihinde bir nota göndermiş ve bu sözleşme ile Türk Boğazları için geçerli kılınan geçiş serbestliğinin günün koşullarına uygun olmadığını belirterek, yeni bir sözleşme yapılması için uluslararası bir konferans toplanmasını talep etmiştir. Söz konusu talep uluslararası hukuk açısından ‘’koşullarda köklü değişiklik’’ (rebus sic stantibus) ilkesine dayandırılmıştır. Türkiye'nin göndermiş olduğu notada genel olarak;

-Lozan Antlaşmasının yürürlüğe girdiği 1923 yılından bugüne, Avrupa'daki Durum siyasal ve askeri bakımlardan büsbütün değiştiği belirtilmiştir. O tarihte Avrupa silahsızlanmaya doğru gitmekte ve Avrupa'nın siyasi örgütleri, uluslararası taahhütlerde şekillenen hukukun üstünlüğü ilkesi üzerine kurulmaktadır. Ayrıca, Kara, deniz ve hava kuvvetleri çok daha az korkulacak niteliktedir. 1936 yılına gelindiğinde, Karadeniz’de durum güven verici bir barış havası içerisine girmiş, Ancak Akdeniz belirsiz bir hal almıştır. Avrupa her açıdan (kara, deniz, hava) silahlanma yolundadır.

-Lozan Boğazlar Sözleşmesinin 18. maddesi ile Milletler Cemiyeti anlaşmasının 10. maddesine dayanan güvence sistemi artık işlemez hale gelmiştir; bu nedenle, etkili ve pratik bir garanti olmaksızın, ülkenin bir bölümü (Boğazlar Bölgesi) üzerindeki Türk egemenliğinin azalmasının kabul edilemez.

-Lozan Boğazlar Sözleşmesi, sadece barış ve savaş durumuna uygulanabilecek hükümler içermekteydi. Dolayısıyla bunun dışındaki durumlar bu anlaşmada düzelememişti. Oysa Türk Hükumetine göre Sözleşme “pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi” durumuna ilişkin hükümleri de içermeliydi. Böylelikle Türkiye’ye yasal savunma hakkı da tanınmış olacaktı.

-Lozan Antlaşması’nı imzalayan devletlerin istekleri dışında ortaya çıkan koşullar, iyi niyetle ortaya konulmuş olan hükümleri işlemez hale getirmiştir. Bu nedenle Türkiye, Boğazlardan geçiş sistemini düzenlemeyi amaçlayan antlaşmaların yeniden görüşülmesi taraftarıdır.

Türkiye'nin bu nota ile ileri sürdüğü argümanlar, o dönemin koşullarına göre, Türkiye’yi haklı kılacak nitelikteydi. Zira Lozan Boğazlar Sözleşmesinin bazı maddelerinde; geçiş özgürlüğüne, Boğazlar‘da askersizleştirilmiş bölgelerin güvenliğine aykırı durumların Milletler Cemiyetinin kararlaştıracağı tüm araçlarla önlenmesi ve bertaraf edilmesi “Anlaşmaya imza atmış taraflara ve her durumda Fransa, Büyük Britanya, İtalya ve Japonya ”’ya yüklenmişti. Oysa garantör konumundaki bu dört devletten İtalya, 1935 yılında Habeşistan’a saldırmış ve İngiltere ile Fransa’nın etkili bir politika uygulayamamaları sonucu, bu ülkeyi işgal etmiştir(1936). Japonya ise, daha 1931 Yılında Mançurya’yı işgale girişmişti.

Türkiye ülkesinin bir kısmını, dışarıdan gelebilecek tehlikelere karsı korumakla görevlendirilmiş olan devletlerin bir bölümü, düzeni değiştirme yanlısı bir tavır sergileyerek Milletler Cemiyeti sistemini hiçe saymışlardı. Güvence mekanizmasını “her durumda” işletecek olan devletlerin, kendi aralarında “süregelen düzeni korumaya meyilli olan (statükocu)” ve “düzeni değiştirme yanlısı (revizyonist)” olarak ikiye bölünmüşken, birlikte hareket ederek Türkiye'nin bu hassas bölgesini koruyacaklarını düşünmek çok akla yatkın bir durum değil, hatta bir hayalden ibaretti. Bu nedenle Türkiye, Boğazlar Bölgesinin yeniden askersizleştirilmesi konusunda ısrar etmiştir. Böylece Türkiye, Rebus sic stantibus ilkesinden yararlanarak Montrö Konferansının toplanmasını sağlamıştır.

Yukarıda kısmen bahsettiğimiz ve bilindiği gibi, Sovyetler Birliği Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile getirilen geçiş serbestliğinden memnun değildi. Ve bu yüzden sözleşmeyi onaylamamıştı. Bu devlet, Boğazlar’dan geçen gemiler konusunda kendi lehinde değişiklikler yapabileceğini düşünerek, Türkiye'nin önerisini desteklemiştir.

Bulgaristan, Türkiye'nin boğazları sıkı biçimde denetim altında tutmasını istememekle birlikte, Türk girişiminin, kendisinin de Neuilly Antlaşması’nın silahtan arındırma ile ilgili hükümlerini değiştirmesine olanak sağlayacağını umduğundan, yeni sözleşme girişimine karsı çıkmamıştır. Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ise, Balkan Paktı nedeniyle Türkiye’ye destek olmuşlardır.

Avrupa’daki mevcut duruma ve barış antlaşmalarına dokunulmasına karşı olan Fransa, 1935 Antlaşması ile Sovyetler Birliği ile dostluk ve ittifak bağları kurduğundan, Moskova’nın istediği bir değişikliğe engel olmak istememiştir. Lozan Boğazlar Sözleşmesinin mimarı olan İngiltere ise, Akdeniz’deki İtalyan tehdidine karşı Türkiye’yi kendi yanına çekmek istediğinden Türk önerisini olumlu karşılamıştır. Lozan Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi önerisine tepki, Avrupa'nın düzeni değiştirme yanlısı devleti İtalya’dan gelmiştir. İtalya’nın söz konusu öneriye, Habeşistan (Etiyopya)’a saldırısı nedeniyle Milletler Cemiyeti tarafında kendisine karşı uygulanan zorlama önlemlerine Türkiye de katıldığından, bu ülkeyi cezalandırmak için karşı çıktığını düşünebiliriz.

Montrö Konferansı, İtalya hariç, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olan tüm devletlerin temsilcilerinin katılımıyla 22 Haziran 1936 tarihinde toplanmıştır. Türk Hükumeti, 23 Haziran 1936 tarihinde Lozan Boğazlar Sözleşmesinin yerine geçmek üzere bir sözleşme tasarısı sunmuş, bu tasarı üzerinde 6. oturumun başına dek (6 Temmuz 1936) görüşmeler yapılmıştır. İngiltere, bu tasarının görüşülmesi sırasında Karadeniz'e kıyısı olan ve olmayan devletlerarasında ortaya çıkan çıkar çatışmalarını yumuşatmak için, 4 Temmuz 1936 tarihinde (Türk tasarısının değiştirilmiş bir sekli olan) yeni bir tasarı sunmuştur. Bu tasarı, birtakım değişikliklere uğrayarak kabul edilmiş ve 20 Temmuz 1936 tarihinde de imzalanmıştır.

montro-asker

Konferans’ta, Türk Hükümeti’nce önerilen ve 13 maddeden oluşan tasarının, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne göre en belirgin farkı, 9. maddesinde ortaya çıkmaktadır. Tasarının 9. Maddesi, “Türkiye kendisini bir savaş tehdidi altında sayarsa, sözleşmeye imza atan devletlere ve Milletler Cemiyetine bildirerek sözleşmenin 8. maddesini uygulama hakkını kullanabilecektir.” demektedir. Yani, Türkiye böyle bir durumda, savaş gemilerinin boğazlardan geçişini kendi iznine bağlamak istemektedir.

Öte yandan Türkiye'nin bu tasarısında, Boğazların yeniden askersizleştirilmesi ve Boğazlar Komisyonunun kaldırılmasına ilişkin hükümler yer almamıştır. Türk tasarısında, ayrıca Boğazların uçaklara (sivil ve askeri) ve denizaltılara tamamen kapatılması önerisi de bulunmaktadır. Öte yandan, gerek barış gerekse Türkiye'nin tarafsız olduğu bir savaş zamanında, savaş gemileri (tonaj sınırlamaları saklı kalmak kaydıyla) Boğazlardan serbestçe geçebileceklerdir. Ancak, Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemi tonaj ve suresi, Türk önerisinde bazı sınırlamalara (en fazla 28.000 ton ve 15 gün) tabi tutulmuştur.

Sovyetler Birliği’nin görüşü, gerek Boğazlar Bölgesinin yeniden askersizleştirilmesi, gerekse savaş gemilerinin geçişinin sınırlandırılması konularında, Türkiye'nin önerisi ile uyum içindedir. Ancak Sovyetler Birliği, Karadeniz'e kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişte birtakım sınırlamalara tabi olmasına sıcak bakmamıştır ve bu açıdan, sınırsız bir geçiş hakkı sağlama peşindedir. Moskova son olarak, bir savaş durumda (Türkiye tarafsız ise) kimi uluslararası yükümlülükleri ve Milletler Cemiyetince kararlaştırılan görevleri yerine getirecek savaş gemilerine, Türkiye'nin koşulsuz geçiş izni vermesini istemiştir. Bu davranışın ardından Almanya’dan gelecek olası bir tehdide karsı Fransa ile Sovyetler Birliği arasında yapılan karşılıklı yardım antlaşması yatmaktadır.

İngiltere'nin, Türk Hükumetince daha önce sunulanın değiştirilmiş bir biçimi olan 4 Temmuz 1936 tarihli tasarısı, Türk önerisinden farklı olarak, Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile getirilen Boğazlar Komisyonunun kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Öte yandan, İngiltere, yakın bir savaş tehlikesi tehdidi durumunu ve bu durumda Türkiye'nin uygulayacağı geçiş serbestliğini kabul etmekle birlikte, Milletler Cemiyeti Meclisinin bu kararı haksız bulması durumunda, Türk Hükümeti’nin söz konusu önlemleri kaldırmayı kabul etmesini İstemektedir. Bu devlet, Boğazlardan savaş gemilerinin geçişi konusunda serbestlik ilkesini benimsemekle birlikte, Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemilerinin tonaj bakımından sınırlandırılmasından yana olmuştur.

Genel olarak bakıldığında Konferans’ta, Japonya tarafından desteklenen İngiltere'nin bir yanda, Karadeniz'e kıyısı bulunan devletler ve Fransa tarafından desteklenen Türkiye'nin ise diğer yanda yer aldığı söylenebilir. İngiltere, Karadeniz’in, Ortadoğu’daki İngiliz çıkarlarını tehdit eden bir güç kaynağı haline gelmesini engellemek istemiştir. Ve geçişte uygulanan sınırlamalardan kurtarılmış Bir Rus Donanmasının; Almanyayı, İngiltere ile yapmış olduğu deniz antlaşmasını feshetme yönünde kışkırtmasından endişe duymuştur. Neticede bu Sözleşme için toplanan Konferansa, İtalya haricinde Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf tüm devletler katılmış ve bu devletlerce imzalanmıştır. İtalya ise, daha sonra sözleşmeye taraf olmuştur.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye'nin Boğazlar Bölgesindeki egemenlik haklarını yalnızca geçiş ve ulaştırma konusunda sınırlamaktadır. Sözleşmede düzenlenmeyen konularda ise, örneğin; yargı yetkisi, deniz kirlenmesinin önlenmesi, deniz trafiğinin serbestlik ilkesine zarar vermeden düzenlenmesi gibi konularda, Türkiye'nin tam yetkili olduğuna değinilmektedir. Boğazlardan geçiş konusunda özel bir sözleşme olan Montrö anlaşması, Türk Boğazlarının esasen milli boğaz olma özelliğini muhafaza eden ve günümüzde uluslararası ulaştırmada kullanılan diğer boğazlardan geçiş serbestliklerine kıyasla Türkiye Cumhuriyeti devletinin yetkilerini asgari olarak kısıtlayan bir anlaşma olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlaşmada Türkiye'nin yetkisi esas, yetki kısıtlamaları ise istisnadır. Yetki kısıtlamaları uluslararası ulaştırmanın serbest ve kesintisiz olması ilkesi çerçevesinde Türkiye'nin güvenliği ve egemenliği en üst düzeyde hesaba katılarak gerçekleştirilmiştir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazların Karadeniz'e kıyısı olmayan Devletlere tümüyle yasaklanmasını gerçekleştiremediğinden Sovyet güvensizliğinin sürmesine yol açtığı da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Boğazlardan geçişte Türkiye'nin egemenliği ve güvenliğini en iyi sağlayan hükümler Montrö Boğazlar Sözleşmesinin içinde bulunmaktadır. Anlaşma üzerinde birtakım değiştirme isteklerine karşın halen geçerli olması da bunu kanıtlar niteliktedir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin Boğazlar ‘da mutlak üstünlüğe sahip olması, yalnız Türkiye'nin güvenliğini sağlamakla birlikte Türk Dış Politikasının temel eğilimlerini de etkilemiştir. Türkiye gibi çıkarları bölgesel nitelikte olan bir devletin, Dünya’nın en önemli stratejik suyollarından birine egemen olması; Türkiye’nin bölgesel bir devletin ötesinde stratejik öneme sahip ve global çapta hassas bir noktada olan devlet olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla Boğazlar, Türkiye’yi dünyanın herhangi bir yerindeki olumsuz küresel gelişmelerden de etkilenecek duruma getirmiştir.

Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmeleri mukayese edildiğinde, göze çarpan ilk Husus; kuşkusuz Türkiye’nin egemenlik hakkı olan ancak Lozan’la askersizleştirilen bölgelerin Türk Hükümeti’nce yeniden ve dilediği şekilde askerleştirebilmesi konusunda mutabakata varılmasıdır. Ayrıca, bu anlaşma ile Boğazlar Komisyonu’nun görevine son verilerek bununla ilgili görev ve yetkilerin Türkiye’ye devredilmesi, Boğazlardaki Türk egemenliğini arttıran diğer önemli durumdur. Bu iki husus, Türkiye’nin Boğazlar üzerinde ileride kullanacağı haklarını ve olası bir savaş durumunda Boğazların savunmasını etkileyecek en önemli unsurlardı. Montrö, uluslararası denetimi kaldırmakta ve Boğazlar askerleştirilerek Türkiye’nin egemenlik hakları yeniden sağlanmıştır.

Her iki Sözleşme de, temel ilke olan geçiş serbestliğini kabul etmiş olmakla birlikte bu özgürlüğün sınırlandırılmasında Türkiye lehine büyük farklılıklar mevcuttur. Bu farklılıkları ele alırsak; Lozan Boğazlar Sözleşmesin’de öngörülmeyen “Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karsısında sayması” durumu; Türkiye’ye önleyici meşru müdafaa hakkına dayanarak tedbir alma imkanı veren yeni bir düzenleme olarak Montrö’de yer almıştır.

Ticari gemilerde; Türkiye’nin savaşan durumunda olduğu zaman, Lozan’da ücretsiz olan zorunlu kılavuzluk hizmeti Montrö ile ücretli hale getirilmiştir. Sadece Montrö’de düzenlenen Türkiye’nin kendisini savaş tehdidi altında sayması durumunda, ticari gemilerin geçişine sınırlamalar eklenmiş, ancak burada zorunlu kılavuzluk hizmeti ücretsiz kılınmıştır.

Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmelerinin barış zamanındaki savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi ile ilgili hükümlerindeki sınırlamalar farklılık göstermektedir. Lozan Boğazlar Sözleşmesin’de; geçiş yapan savaş gemilerinin toplam sayısı ile her birinin Tonajı sınırlandırılmıştır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde ise öncelikle tüm savaş Gemileri; tip, tonaj, üzerlerindeki silahlar ve sürati temel alınarak sınıflara ayrılmış, her sınıf gemiye geçiş hakkı tanınmamıştır. Geçiş yapması uygun görülen sınıf gemiler ise ayrıca toplam tonaj ile sayı sınırlamasına tabi tutulmuştur. Bunun yanında Türkiye dışında ülkeler savaş gemilerinin geçişlerini önceden bildirmek zorunda bırakılmıştır. Boğazlardan geçiş zamanı Lozan’da gece ve gündüz iken Montrö’de yalnızca gündüz olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte Montrö Boğazlar Sözleşmesi, savaş gemilerinin geçişi ile ilgili sınırlamalarda Lozan’dan farklı olarak Karadeniz’de kıyısı olan devletlere birtakım imtiyazlar tanımıştır. Örneğin; barış zamanında; sadece Karadeniz devletlerinin hattıharp gemilerinin, bazı koşullarla Boğazlardan serbestçe geçmesi kabul edilmiştir.

İki Sözleşme, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin bulundurabileceği gemilerin sınırlandırması açısından da büyük farklılıklar göstermektedir. Öncelikle Lozan’da; Karadeniz’de bulundurulabilecek gemi tonajı, kıyısı olan devlet donanmalarının en kuvvetlisinden az olacak seklinde hükme bağlanmıştır. Montrö’de ise Karadeniz’deki en büyük filonun hesabı ayrıntılı olarak belirlenmiş, Karadeniz’de bulundurulabilecek kıyısı olmayan devlet kuvveti; istisnaları dışında, Karadeniz’deki en büyük donanmaya oranla 30.000 ile 45.000 ton arasında olacak şekilde düzenlenmiştir. Ayrıca Montrö’de bu gemilerin Karadeniz’de kalma suresi de sınırlandırılmıştır.

Savaş zamanında Türkiye tarafsızsa; Lozan Boğazlar Sözleşmesin’de tüm savaş gemilerine tanınan özgürlük, Montrö’de savaşan devlet gemilerine tanınmamıştır. Türkiye savaşta ise veya kendini pek yakın savaş tehdidi altında sayarsa; savaş gemilerinin geçişini yasaklayabilecek, sadece tehdit altında iken Karadeniz’de bulunan ve savaşmayan ülke gemilerinin geri dönüşüne izin verilecekti. Lozan’da sivil uçaklar, ticari gemilerle aynı statüde iken Montrö’de önbildirim veya tarifeli uçaklarda genel önbildirim koşuluyla Türkiye’nin belirleyeceği yoldan geçiş yapacaklardı. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan’dan farklı olarak, havadan geçiş serbestliği ilkesini kabul etmemiş olup, yalnızca sivil uçakların Boğazlar üzerinden geçişini düzenlemiştir. Bir başka deyişle, askeri uçakların Boğazlar üzerinden geçmesine izin verip vermeme yetkisi, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne bırakılmıştır.

Lozan’da, Türkiye ile barışta olan ülke denizaltıları su üstünden geçiş özgürlüğüne sahip iken; Montrö’de, sadece Katadeniz’de kıyısı ola devletlere has olmak üzere ve bildirimle, dışarıda yaptırdıkları denizatlıları Karadeniz’e veya onarıma gidenleri Akdeniz’e gündüz su üstünden geçirebileceklerdi. Montrö’de, sözleşme’nin yürürlük süresi, yürürlüğün uzaması, değiştirilmesi ve feshi konuları hükme bağlanmıştır. Burada dikkat edilecek husus Montrö’de serbest geçiş ilkesinin süresiz olarak kabul edilmiş olmasıdır. Sözleşme ise 20 yıl süreli olup, feshi anlaşmaya imza atan devletlerden gelecek ön bildirime bağlanmıştır. Bu ön bildirim sonrası sözleşme’nin iki yıl daha geçerliliği vardır.


BOĞAZLARDAN GEÇEBİLECEK SAVAŞ GEMİLERİ VE SINIRLAMALAR


Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili tarihi sürece biraz ara verip anlaşmada savaş gemilerinin boğazlardan geçişinin hangi şartlara bağlı olduğuna değinmekte fayda var. Çünkü yazının ilerleyen safhalarında anlaşma sonrası yaşanan 2. Dünya savaşı ve sonrasında boğazlardan savaş gemilerinin geçişi ile ilgili çeşitli pürüzler çıkmış olup; gelişen teknoloji ile gemi tanımlarında da çelişkiler hasıl olmuştur. Bu noktada, öncelikle Montrö Boğazlar Sözleşmesinde savaş gemilerinin boğazlardan geçişi ile ilgili ayrıntıları kısaca değinerek tarihi sürece devam etmek daha uygun olacak.

Sözleşmede belirli koşullara bağlanarak Türk Boğazlarından geçişine müsaade edilen 5 sınıf savaş gemisi vardır. Bu sınıflara ilişkin belirleyici özellikler 25 Mart 1936 tarihli Londra Deniz Kuvvetleri Antlaşması’ndan alınmıştır. Bu sınıflar sözleşmede geçen Hafif Süstü Gemileri; Küçük Savaş Gemileri; Yardımcı Gemiler; Hattıharp Gemileri ve Denizaltılardır.

Bunlardan hattıharp gemileri ile denizaltılar özel koşullarda ve ancak Karadeniz’e kıyısı olan devletlere ait olmak şartıyla geçebilmektedir. Sözleşmede geçişine müsaade edilen sınıflara ait özellikleri açıklarken, aynı zamanda uçak gemilerinin de ayırt edici özelliklerini belirtilmiştir.

Hattıharp gemileri diğer sınıflar gibi sözleşmenin içerisindeki maddelerde tanımlanmıştır. Fakat bu tanımlamada kullanılan yazılış tarzı sorunludur, anlaşılması zordur ve karışıklığa sebebiyet vermektedir.

Yine Sözleşme uyarına eğer bir savaş gemisi özellikle uçak taşımak ve bunları denizde harekete geçirmek için yapılmış ya da donatılmış değilse, bu gemiye inme ya da havalanma güvertesinin yaptırılması, onun uçak gemileri sınıfına girmesini gerektirmez.

Hafif suüstü gemileri; yukarıda gecen uçak gemileri, küçük savaş gemileri, ya da yardımcı gemiler dışında olarak; ağırlığı 100 ton ile 10.000 ton arasında olan ve en fazla 203 mm.’lik bir topla donatılmış suüstü savaş gemileridir.

Sözleşmede denizaltılar söyle tanımlanmıştır; “Denizin sathı altında seyir etmek üzere inşa edilmiş bütün gemilerdir”. Burada dikkati çeken husus şudur: Deniz sathı altında seyretme kabiliyetine sahip her deniz taşıtı sözleşme kapsamında denizaltı olarak kabul edilir ve Boğazlardan geçişine ilişkin sözleşmede ki sabit her türlü sınırlamaya tabidir. Daha açık bir ifadeyle sivil maksatlarla dahi olsa denizaltı hüviyetindeki deniz araçları Sözleşmede tespit edilen sınırlamalarla bağlıdır.

Küçük savaş gemileri; yardımcı sınıf gemiler dışında olup, ağırlığı 100-2.000 Ton arasında değişen niteliklerde suüstü savaş gemileridir: Bu alt sınıflandırma geçişe ilişkin bir farklılık doğurmadığından anlamsız olmakla beraber, küçük suüstü gemilerinin tamamı Montrö Anlaşmasında öngörülen Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin donanmalarının toplam tonaj hesabında dikkate alınmazlar.

Ayrıca sözleşmede sınıflar bazında yaşını doldurmuş gemiler için belirli sureler tespit edilmiştir. Buna göre; Hattıharp gemisi için 26 sene; Bir uçak gemisi için 20 sene; Hafif suüstü gemi için; 1 Ocak 1920’den önce kızağa konulmuş ise 16 sene31 Aralık 1919’dan sonra kızağa konulmuş ise 20 sene ve Denizaltı için 13 sene olduğu belirtilmiştir.

Fakat antlaşma hükümlerince durum bu iken, günümüzde bakım onarım olanaklarının gelişmesi ve yeni gemi inşa faaliyetlerinin yüksek maliyeti dikkate alınarak savaş gemileri; sözleşmede belirtilen ve yukarıda belirttiğimiz sürelerden daha uzun zaman diliminde kullanılmaktadır. Dolayısıyla bahse konu gemilerin yaşı ile ilgili maddeler kısmi olarak geçerliliğini yitirmiştir. Ancak şunu da unutmamak lazım; bu maddeye dayanarak Türkiye boğazlardan geçiş yapacak gemilere izin vermeyebilir. Yani bu maddenin günümüz şartlarında geçerliliği kalmamış gibi gözükse de anlaşmanın yürürlükte olmasından dolayı Türkiye bu anlaşmada bulunan maddeleri uygulama hakkına sahiptir.

Montrö anlaşması yukarıda ki örnekte gördüğümüz gibi sadece boğazları kullanacak gemilerin geçişini düzenlemekle kalmıyor, bu gemilerin geçiş yapabilmesi için bazı kısıtlamaları da içeriyor. Bu kısıtlamalar ise kısaca tonaj sınırlamasıharekat sınırlamasısüre sınırlaması, Karadeniz’de kalacak gemilerin kalış süresi ile ilgili sınırlamalar ve sağlık yönünden kısıtlamalar olarak nitelendirilebilir. Aynı şekilde özel durumlar ile ilgili kısıtlamalarda mevcuttur. Bu kısıtlamalar ile ilgili temel olarak Türkiye’nin herhangi bir savaşa/çatışmaya dahil olmadığı durumlarda ki kısıtlamalarTürkiye’nin savaşan/çatışan olduğu durumlarda ki kısıtlamalar ve Türkiye’nin kendisini tehdit altında görmesi halindeki kısıtlamalar başlıkları altında incelenebilir. Ancak yukarıda zikredilen bu başlıkların detaylarına girmemiz durumunda yazı bir hayli uzayacağı için bu maddelerin incelenmesiyle birlikte diğer özel durumlar ile ilgili ayrı bir yazı hazırlamak daha mantıklı gözükmektedir.


2. DÜNYA SAVAŞINDA VE SONRASINDA BOĞAZLARDAN GEÇİŞ


Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin temel maddeleri ile birlikte genel çerçevesinin bir tanımını yaptıktan sonra anlaşma sonrası yaşanan tarihi süreci incelemeye devam edebiliriz. Bilindiği üzere 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan ve 9 Kasım 1936 tarihinde yürürlüğe giren Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin arkasında daha önce sonuçlanmış olan 1. Dünya savaşının anlaşmalarından doğan gerginliklerin artması da yatmaktaydı. Bunun neticesi olarak ileride büyük çatışmaların habercisi olan gelişmeler (Japonya’nın Mançurya’yı işgali) yaşanmaktaydı. Açıkçası bu gelişmelerin olduğu dönemde ülke olarak şansımıza dünyanın en büyük liderlerinden birisi ülkenin başındaydı. Bu kişi ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’tü ve bana göre yaşanacakları öngörerek hem konumuz olan boğazlar bölgesi ile ilgili diplomatik girişimleri hızlandırmış, hem de ‘’yurtta sulh cihanda sulh’’ düsturunu her yönüyle uygulamaya başlamıştı. Çünkü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir savaşa hazır olmadığı gibi bu savaşı kaldıramayacağını da biliyordu.

Aynı dönemde; yani İkinci Dünya Savaşı öncesinde, İtalya ve Almanya’nın saldırgan tutumları ve bu iki devletin yayılmacı tutumları, İngiltere ve Fransa’yı Doğu Avrupa’da bir ittifak sistemi oluşturmaya itmiş ve bunun sonucunda İngiltere, Polonya’ya ve daha sonra da Romanya ile Yunanistan’a askeri güvence vermiştir. Bu askeri güvencelerin ardından İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında, Alman ve İtalyan karşıtı kampa Sovyetleri katmak için, askeri ve diplomatik görüşmeler başlamıştır. Ancak, Sovyetler Birliği’nin söz konusu kampa dahil edilmeye çalışıldığı bu görüşmeler sürüncemede kaldığından, Sovyetler Birliği, müttefiklerin Nazileri kendi üstlerine saldırtmak istediklerini düşünerek Almanya’ya yanaşmış ve 23 Ağustos 1939 tarihinde de Alman-Sovyetler Birliği Paktı imzalanmıştır. Bu tarihten sonra Sovyetler Birliği, bu görüşlerini Türkiye’ye anlatmak için, Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nu Moskova’ya davet etmiştir.

Bu görüşme sırasında Sovyet liderliği (Stalin-Molotov) Saraçoğlu’ndan, Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin hükümlerine aykırı olarak, Sovyetler Birliği’nin rızası olmadığı müddetçe Boğazları, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin tümünün savaş gemilerine kapamasını ve Boğazlar Bölgesi’nin ortaklaşa (TC-Sovyetler Birliği) savunulmasını istemiştir. Saraçoğlu bu istekleri reddederek, Ankara’ya dönmüş ve aynı gün Ankara’da üçlü ittifak antlaşması imzalanmıştır.

Almanya’nın Mart 1939’a dek izlemiş olduğu “bir millet bir devlet” politikası sınırları içinde bir Alman azınlığı bulundurmayan ve Sevr Antlaşması tecrübesi bulunan Türkiye için çok büyük bir endişe doğurmamıştır. Fakat Hitler’in 15 Mart 1939’da halkı Alman olmayan Çekoslovakya’yı ilhakı, Türkiye’yi kaygılandırmıştır. Hem Çekoslovakya olayı, hem de İtalya’nın Akdeniz’de hakimiyet kurma isteği, Türk-İngiliz (12 Mart 1939) ve Türk-Fransız (23 Haziran 1939) karşılıklı yardım deklarasyonlarının yapılmasına neden olmuştur.

1939 yılının Eylül ayında resmen İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin barış zamanı için öngörülmüş maddeleri sona ermiştir. Bu tarihten Türkiye’nin tarafsızlığını bozarak Almanya’ya savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 tarihine dek, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 19. maddesi ile düzenlenen ‘’Türkiye’nin savaşan olmadığı’’ madde devreye girmiş ve bahsi geçen maddedeki koşullarda gemilerin geçmesine/geçmemesine geçilmiştir. Bu maddeye göre (iki istisna durum hariç), savaş zamanında Türkiye tarafsız ise, Savaşan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktı.


SAVAŞ DÖNEMİNDE BOĞAZ GEÇİŞLERİNDE KARŞILAŞILAN SORUNLAR


İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Türk Boğazlarına ilişkin ilk girişim, yine Sovyetler Birliğinden gelmiştir. 12-13 Kasım 1940 tarihlerinde Hitler, Ribbentrop ve Molotov arasında bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantının amacı, Mihver devletleri ile Sovyetler Birliği arasında, dünyanın hangi nüfuz bölgelerine ayrılacağını belirlemektir. Bu görüşmelerde Ribbentrop, Almanya’nın, Sovyetler Birliği’nin Boğazlardan gemilerin geçişi ile ilgili yapılan anlaşmayla ilgili duyduğu tatminsizliği anladığını ve Sovyet gemilerinin (savaş ve ticaret), Boğazlardan daha kolay bir biçimde geçebilmesinin doğal olduğunu söylemiştir. Ayrıca, Hitler de, Boğazlardan geçiş konusunda Sovyetler Birliği lehinde bir değişiklik yapılması için çalışacağını belirtmiştir. Fakat Sovyetler Birliği Boğazlar ’da üs elde etmesini sağlayacak fiili garantiler peşindeydi. Görüşmeler sonunda Ribbentrop’un Molotov’a verdiği antlaşma tasarısının iki numaralı protokolünde, Sovyetler Birliği’nin sınırsız geçiş hakkına sahip olacağı, Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin ise, gemilerini geçiremeyecekleri yeni bir Boğazlar anlaşmasından söz edilmiştir.

V. Molotov and J. von Ribbentrop

Görüşmelerin kesilmesinin ardından, Sovyetler Birliği’nin, Mihver Devletlerine katılmak İçin ileri sürmüş olduğu koşullar arasında, uzun vadeli kiralama yoluyla Boğazlar Bölgesi’nde kendi kara ve deniz kuvvetleri için üs kurulması da bulunmaktaydı. Bozulan Alman-Sovyet ilişkileri nedeniyle, Türkiye ile arasını düzeltmek isteyen Sovyetler Birliği, Türkiye’ye 1941 ilkbaharında bir nota vererek, Boğazlar üzerindeki isteklerini geri aldığını ve bu konuda hiçbir talebi bulunmadığını bildirmiştir. Bu davranışın bir yansıması olarak, 25 Mart 1941 tarihinde Türk-Sovyet Saldırmazlık Deklarasyonu yayınlanmıştır. Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasının ardından, Sovyetler Birliği Türkiye’ye 10 Ağustos 1941’de yeni bir nota vererek, gerek Türk toprakları gerekse Boğazlar konusunda hiçbir talebi olmadığını bildirmiştir. Bu iki nota ile Sovyetler Birliği, Türkiye’nin savaş sırasında en azından tarafsız kalmasından yana olduğunu belirtmiştir. Nazi Almanyasının Sovyetler Birliğine saldırması ile yoğun şekilde yaşanan çatışmalar sırasında Almanlar ile Sovyetler Birliği arasında Karadeniz’e hakimiyet konusunda da ciddi bir rekabet ve savaşta sürmekteydi. Bu dönemde Mihver Devletlerinin savaş gemilerini yapılan Montrö anlaşması çerçevesinde ve Türkiye’nin tarafsız olmasından dolayı Boğazlardan geçirememesi yaşanan bu hakimiyet çekişmesinde Almanların elini ciddi manada zayıflatmıştır. Bununla birlikte aynı dönemde İtalyan ve Alman donanmalarının Akdenizin hakimiyetini İngilizlerden bir türlü alamamaları mihver devletlerinin Boğazları kullanarak Karadeniz’e çıkması konusunda karşılarına çıkan bir diğer zorluktu. Bu soruna Alman Yüksek Komuta İdaresi Karadeniz’e Almanya üzerinden denizaltı taşınması ve Romanya ile Ukrayna’da ele geçirilmiş tersanelerde torpidobotlar yaparak çözüm üretmeye çalışmıştır.

İkinci Dünya Savaşı içerisinde Türk Boğazlarına ilişkin olarak yaşanan en önemli bir başka olay, bazı Alman ve İtalyan savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesidir. Çünkü bu olay, Sovyetler Birliği’nin Türk Boğazlarına yönelik taleplerinin dayanağı oluşturmuştur. 5 Haziran 1944’te Almanya, gemilerinin Boğazlardan geçerek Romanya’ya gitmeleri için izin istemiş ve bu gemilerin savaş gemisi olmadıkları yönünde güvence vermiştir. Bunun üzerine, Türk Hükümeti gemilerin bir kısmının geçişine izin vermiştir. Müttefiklerin bu olayı protesto etmesinin ardından, söz konusu gemilerin aranması ve içlerinde ticaret gemilerinde bulunmayan türden maddelerin ele geçirilmesinin ardından, Karadeniz’e geçişleri durdurulmuştur.


YALTA VE POTSDAM KONFERANSLARINDA BOĞAZLAR’IN STATÜSÜ


Savaştan sonra kurulacak barış düzenini görüşmek üzere, Roosevelt, Churchill ve Stalin 4 Şubat 1945 tarihinde Yalta’da bir araya geldiler. 10 Şubat’ta Stalin, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi gerektiğini belirterek, antlaşma içerisinde Japonya’nın Sovyetler Birliği’nden daha geniş rol oynamasından şikayet etmiştir. Ayrıca, Sözleşme içerisinde yer alan Milletler Cemiyeti Örgütü’nün ortadan kalktığını da vurgulamıştır. Yalta Konferansı sonucunda, Montrö sözleşmesinin Sovyetler Birliği lehine değiştirilmesi ve konunun Dışişleri Bakanları Konferansı’nda ele alınarak, bu durumun Türkiye’ye uygun bir zamanda bildirilmesi kabul edilmiştir.

Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’ye karsı yürüttüğü “sinir harbi”, Yalta Konferansı’ndan sonra da devam etmiştir. Sovyetler Birliği, 19 Mart 1945’te, Türkiye’ye verdiği bir nota ile 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması’nı İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği değişikliklere ve koşullara artık yanıt veremeyeceği gerekçesiyle sona erdirmiştir.

Potsdam Konferansı’ndan önce Molotov, Temmuz 1945’de Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e, Sovyetler Birliği’nin dostluğunu yeniden kazanmak için, Türkiye’nin Kafkas sınırındaki iki Türk ilini (Kars ve Ardahan) Sovyetlere geri vermesi gerektiğini soylemistir. Ayrıca, Sovyetler Birliği, Türkiye’nin Boğazları kendi başına savunamayacağını belirterek Türk toprakları üzerinde Sovyet üsleri kurulmasını ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesini de talep etmiştir. Fakat Türkiye, bu istekleri kabul etmemiştir.


Potsdam Konferansı sırasında, Boğazlarla ilgili olarak yapılan tartışmalarda, Stalin Boğazlar ‘da kara ve deniz üsleri talep ederek, bu konunun sadece Türkiye ile Sovyetler Birliği’ni ilgilendiren bir sorun olduğunu ileri sürmüştür. Oysa ABD ve İngiltere, Boğazlar sözleşmesinin bütün dünyayı ilgilendirdiğini düşünmekteydi. 17 Temmuz’da başlayan Potsdam Konferansı’nda, 24 Temmuz’a gelindiğinde Boğazlar konusunda bir antlaşmaya varılamamıştır. Bu üç büyük devletin anlaşabildikleri tek nokta, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin, günün koşullarına yanıt verememesi nedeniyle yenilenmesi gerektiğidir. Taraflar ayrıca, her üç devletin de Türkiye ile doğrudan görüşmeler yapmasını bir sonraki adım olarak kararlaştırmışlardır.

Churchill, Truman ve Stalin.

Potsdam Konferansı’nda kararlaştırıldığı üzere, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği, Türkiye’ye, kendi taleplerini içeren notalarını vermişlerdir.

İlk değişiklik önerisini, Türkiye’ye verdiği 2 Kasım 1945 tarihli nota ile ABD yapmıştır. ABD notasına göre, değişen dünya koşullarına cevap verebilmesi için, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilip düzeltilmesi için bazı ilkeler dikkate alınmalıydı. Bu ilkeler ise;

Boğazlar, her zaman (savaş veya barış zamanında) bütün devletlerin ticaret gemilerine açık olmalıdır; Boğazlar, her zaman (savaş veya barış zamanında) Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerin transit geçişine açık olmalıdır; üzerinde anlaşılacak, sınırlandırılmış bir tonajın altındaki gemiler hariç, barış zamanında Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi yasak olmalıdır. Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin bu geçişe razı olmaları veya söz konusu gemilerin Birleşmiş Milletler tarafından görevlendirilmiş olmaları durumu, yukarıdaki sınırlamaya istisna teşkil etmelidir ve son olarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni günün koşullarına uydurmak için, Sözleşme’de gecen Milletler Cemiyeti sisteminin yerini Birleşmiş Milletler sistemi almalı ve Japonya Sözleşme’ye taraf olan devletler arasından çıkarılmalıdır.

ABD, bütün bunların gerçekleştirilmesi için bir uluslararası konferans toplanmasını ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin burada ele alınmasını önermiştir. Ticaret gemilerinin her zaman Boğazlardan serbestçe geçebilmesi önerisi, zaten Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne kabul edilmiş durumdadır. Fakat Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerinin savaş zamanında da Boğazlardan geçebilmesi önerisi, Türkiye için birtakım sakıncalar içermekteydi. Çünkü savaş zamanında Türkiye tarafsız ise, Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e geçireceği savaş gemileri, geriye dönerlerken başka birtakım savaş gemileri tarafından izlenebilir, hatta Boğazlar Bölgesi’nde bu gemiler arasında bir çatışma yaşanabilir. Bunun sonucunda da, Türkiye’nin tarafsızlığı tehlikeye girebilirdi.

İngiltere, 21 Kasım 1945 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi konusundaki görüşlerini içeren bir notayı Türkiye’ye vermiştir. İngiltere, bu notada ABD’nin önerilerine sıcak baktığını ancak konunun acil olarak ele alınması gerekmediğini belirtmektedir.

Türkiye, 6 Aralık 1945’de ABD’ye bir nota vererek bu devletin yapmış olduğu önerileri Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilip düzeltilmesi tartışmalarına esas olmak üzere kabul ettiğini bildirmiştir. Türkiye ayrıca, kararları bağımsızlığına, egemenliğine ve ülke bütünlüğüne zarar vermeyecek bir uluslararası Konferansa katılmayı da kabul etmiştir.

Sovyetler Birliği, Potsdam’da kararlaştırıldığı üzere, 7 Ağustos 1946 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesiyle ilgili görüşlerini içeren notayı Türk Hükümeti’ne vermiştir. Ayrıca bu notanın bir örneğini ABD ve İngiltere’ye de göndermiştir.

Sovyetler Birliği, bu notada, İkinci Dünya Savası sırasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi hükümlerinin birkaç kez ihlal edildiğine dikkati çekmiş ve bunlara dayanarak, sözleşme’nin, Boğazların düşman güçler tarafından kullanılmasını engelleyemediğini ileri sürmüştür. Bu nedenle, Sovyetler Birliği Montrö’nün değiştirilmesi gerektiğini iddia etmiş ve sözleşme’nin değiştirilmesinde yol gösterici tekliflerde bulunmuştur

Sovyetler Birliği’nin 7 Ağustos 1946 tarihli notasını, Turkiye’den önce, ABD (19 Ağustos) ve İngiltere (21 Ağustos) birer nota ile yanıtladılar. Her ikisi de Sovyetler Birliği’nin, Boğazlar’ın ticaret gemilerine her zaman acık olması ve Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine her zaman kapalı olması yönündeki görüşünü desteklemişlerdir. Fakat, Boğazlar sözleşmesinin, sadece Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler tarafından düzenlenmesi yönündeki Sovyet önerisine şiddetle karşı çıkmışlar ve Boğazlar’ın savunulmasının, esasen Turkiye'nin “görevi” olduğunu vurgulamışlardır.

İngiliz ve Amerikan notalarının ardından, Türkiye 22 Ağustos 1946’da Sovyet notasını yanıtlamıştır. Bu notada Türkiye, öncelikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Boğazlardan geçen ve Sovyetler Birliği’ne göre sözleşme’nin hükümlerini ihlal etmiş olan gemilerin durumunu ayrı ayrı açıklamış ve bu olaylardan Türkiye’nin sorumlu tutulamayacağını belirtmiştir. Fakat Türk Hükümeti, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin teknolojik gelişmelere ve mevcut koşullara uydurulması gerektiğini de kabul etmiştir. Türkiye ayrıca, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için bu sözleşme taraflarının ve ABD’nin katılacağı bir uluslararası konferansa katılmaya hazır olduğunu da belirtmiştir. Bu noktada ayrıca, yeni Boğazladan geçiş anlaşmasının, sadece Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler tarafından belirlenmesi ve Boğazların, Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortaklaşa savunulması yönündeki Sovyet önerileri de, Türkiye’nin güvenliği ve egemenliği açısından sakıncalı bulunduğundan, reddedilmiştir.

Daha ilk notasının yankıları sürerken, Sovyetler Birliği, 24 Eylül 1946 tarihinde Türkiye’ye ikinci bir nota daha vererek, ilk notasındaki iddialarını ve isteklerini tekrarlamıştır. Sovyetler Birliği bu notada, Karadeniz’in kapalı bir deniz olduğu ve Boğazlardan gemilerin geçişinin, çeşitli antlaşmalarda da belirtildiği üzere, Karadeniz’e kıyısı olan devletler tarafından düzenlenmesi gerektiğini ileri sürmüş ve üs konusunun, kesinlikle Türkiye’nin egemenliğini zedelemeyeceğini belirtmiştir. Sovyetler Birliği ayrıca, Potsdam Anlaşması’nı kendisine göre yorumlayarak, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesinin doğrudan ikili görüşmeler yoluyla gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Oysa ABD ve İngiltere, Potsdam Konferansı kararını, bu üç büyük devletin Türkiye ile ön hazırlık görüşmeleri yapmayı kararlaştırdıkları şeklinde yorumlamaktaydılar. Aslında ABD ve İngiltere, Potsdam Konferansı kararı gereği tarafların Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusundaki görüşlerini Türkiye’ye yalnızca tek bir nota ile bildirmenin yeterli olduğunu düşünmekteydiler.

Sovyetler Birliği, önceki notanın aksine, 24 Eylül tarihli ikinci notasını, ABD ve İngiltere’ye vermemiştir. Bu yolla, bu iki devletin Boğazlar konusundaki tartışmalara karışmasından hoşnut olmadığını belirtmiş oluyordu. Fakat Türkiye Boğazlar meselesinde bu iki devleti muhatap aldığından, Sovyetler Birliği’nin bu iki notasından İngiltere ve ABD’yi de haberdar etmiştir.

Önceki Sovyet notasında olduğu gibi, bu ikinci notayı da, Türkiye cevaplamadan önce ABD ve İngiltere’den yanıt gelmiştir. Bu iki devletin 9 Ekim 1946 tarihli notalarında, Potsdam’da alınan karara uygun olarak Türk Hükümeti ile yapılması Öngörülen “görüş teatisinin” artık tamamlandığını belirten ABD ve İngiltere, Montrö’nün değiştirilmesi için önceden planlanan Konferans’ın toplanmasından yana olduklarını belirtmekteydiler.

Türkiye ise, ikinci Sovyet notasını 18 Ekim 1946 tarihli bir notayla yanıtlamıştır. Türkiye bu notasını, Japonya hariç, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin İmzacısı olan öteki devletlere ve ABD’ye de göndermiştir. Türkiye’ye göre, Sovyetler Birliği’nin 24 Eylül notasında ileri sürdüğü, 1921 Moskova Antlaşması’na göre Karadeniz’in kapalı bir deniz olduğu ve Boğazlar rejiminin sadece Karadeniz’e Kıyısı bulunan devletler tarafından belirlenebileceği yönündeki iddiaları doğru değildi. Türkiye kendisi ile birlikte Sovyetler Birliği’nin, Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalamasının ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne katılmasının, 1921’de üzerinde anlaşılan noktanın iptal edildiğini kabul edildiğini belirtmiştir. Çünkü hem Londra Boğazlar Sözleşmesi, hem de Montrö, “yeterince geniş bir uluslararası çerçeve” çizmekteydi. Ankara ayrıca, Sovyetler Birliği’nin Boğazların ortaklaşa savunulması önerisini, kendi egemenliği ve güvenliği için uygun bulmadığını bildirmiştir. Sonuç olarak Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için yapılacak olan uluslararası konferans öncesindeki görüş teatisinin sona erdiğini belirtmiştir. Sovyetler Birliği Türk notasını yanıtlamamış ve tasarlanan konferans da hiçbir zaman yapılamamıştır. Bu noktada üç büyük devletin (Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere) arasında yaşanan global hakimiyet çekişmesinin başladığı dönem bu zamana denk gelmekte ve dünya çağında bu ülkelerin yaşadığı çekişmeye Boğazlar’da dahil olmuştu. Dolayısıyla Boğazların bu stratejik önemi karşısında bu bölgeye hakim Türkiye’nin de bir taraf seçmesi gerekecekti. Dolaysıyla 2. Dünya savaşı esnasında güdülen ‘’tarafsızlık’’ ilkesinin bir kenara bırakılması gerektiği de aşikardı. Türkiye’ye yukarıda zikredildiği şekilde Sovyetler Birliği tarafından verilen 2 nota’da da belirtilen ‘’üs istekleri’’ ve Büyükelçi Selim Sarper’e iletilen Kars ile Ardahan’ın Sovyetler Briliğine bırakılması gibi istekler Türk tarafını ABD ile İngiltere eksenine itmiştir. Açıkçası bu durum sadece Türkiye özelinde değil, global anlamda bu üç büyük devlet arasında bir çatışma yaşanmasını endişesini de ortaya çıkarıyordu. Burada endişeleri giderecek en önemli unsur nükleer silahların varlığı idi. Bu silahların caydırcılık unsuru özellikle ABD ile Sovyetler Birliği’nin karşı karşıya geleceği ‘’Soğuk Savaş’’ döneminin başlamasına neden olacaktı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası yukarıda zikredilen gelişmelerden sonra Türkiye, ABD-İngiltere ekseninde hareket etmeye başlamış ve 1950 Kore savaşını müteakip NATO üyeliğine kabul edilmiştir. Bu yeni dönemde Boğazlardan geçiş hususunda ortaya çıkan çeşitli talepler neticesinde çeşitli sorunlar çıkmıştır.


SAVAŞ GEMİLERİNİN GEÇİŞİNE İLİŞKİN OLARAK KARŞILAŞILAN SORUNLAR


İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan gelişmeler, “savaş” ve “barış” kavramının tanımında değişikliğe yol açmıştır. Bağımsızlık hareketleri, sömürgeciliğin sona ermesi ve büyük devletlerin bu tür gelişmelere müdahaleleri, uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler meydana getirmiştir. İşte bu koşullarda, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde yer alan “savaş zamanında” ve “barış zamanında” kavramları bulanıklaşmıştır.

Sözleşme’nin 19. maddesine göre savaş zamanında Türkiye tarafsız ise, Savaşan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi yasaktı. Ancak, Arap-İsrail çatışmaları sırasında, Türkiye savaşan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini engellememiştir (örneğin, Birleşik Arap Emirliği’nin savaş gemilerinin geçişine izin vermiştir.). Fakat bu davranışı ile Türkiye hiçbir devletin tepkisiyle karşılaşmamıştır.

Yine aynı durum, Vietnam Savaşı sırasında da gözlenmiştir. Türkiye, bu Dönem içerisinde, ABD’nin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine izin verince Sovyet Pravda ve İzvestia gazeteleri, savaşan bir devletin savaş gemilerinin geçişini engellemediği gerekçesiyle Türkiye’yi sözleşme hükümlerine aykırı davranmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine Türk Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Türkiye’ye yöneltilen suçlamaları ABD’nin Vietnam’da “savaşan devlet” olmadığını, sadece savaşan taraflardan birini desteklediğini belirterek yanıtlamıştır. ABD, başlangıçta kendisinin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olmaması nedeniyle sözleşme hükümleriyle bağlı olmadığını ileri sürmüşse de, daha sonra Türk hükümeti’nin kullandığı argümanı benimsemiştir.

Bu iki olayın da açıkça ortaya koyduğu gibi, ideolojik uyuşmazlıklar, gerilla hareketleri ve ulusal bağımsızlık savaşları gibi durumlarda (eğer bir başka devlet buna yardımcı oluyorsa), bir devletin “savaşan devlet” olup, olmadığını, Sözleşme’deki terimlerden kestirmek pek mümkün görünmemektedir.


ASKERİ VE TEKNOLOJİK GELİŞMELERİN NEDEN OLDUĞU SORUNLAR


Bu kapsamda, verilebilecek en iyi örnek Aralık 1968’de yaşanmıştır. ABD’nin Akdeniz’deki 6.Filo’suna ait olan USS Dyess (DD-880) ve USS Turner (DD-648) ismindeki savaş gemileri, Çanakkale Boğazı’ndan girerek 5 gün boyunca Karadeniz’de kalmışlar ve daha sonra yeniden 6.Filo’ya geri dönmüşlerdir. Her iki gemi de sözleşme’de yer alan 15.000 ton sınırının altındaydılar (10.000 ton) ve bu açıdan boğazlardan geçmelerinde bir engel söz konusu değildir. Ayrıca, hafif suüstü gemisi niteliğindeki bu iki geminin de taşıdığı topların çapı, Sözleşme’de öngörüldüğü gibi 203 mm’yi aşmıyordu. Ancak, bu hafif suüstü gemileri, 305 mm çapındaki 8 adet ASROC (denizaltı savar Roketatar) füzeleri ile donatılmıştı. İşte bu nedenle, Sovyetler Birliği ve Bulgaristan Büyükelçilikleri sözlü olarak Türkiye’yi protesto etmişlerdir. Türkiye bu protestoları yanıtlarken, 1936 yılından bu yana Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde yer almayan yeni silahların geliştiğini ve bu tür silahları taşıyan gemilerin Boğazlardan geçmesinin (eğer söz konusu silahlar savunma nitelikli iseler), sözleşmeye aykırı olmayacağını belirtmiştir. Yani, bu tür sorunların nedeni Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin gelişen silah teknolojisine uyum sağlayamamasıdır.


KİMİ SAVAŞ GEMİLERİNİN SINIFLARINA BAĞLI OLARAK KARŞILAŞILAN SORUNLAR


Montrö Boğazlar Sözleşmesi, bazı savaş gemilerine, ait oldukları sınıfa göre boğazlardan geçiş izni vermektedir. Bu nedenle, bir geminin hangi tür savaş gemisi olduğu önem kazanmaktadır. Bu konuya ilişkin bir sorun, 18 Temmuz 1976 tarihinde Sovyetler Birliği’ne ait olan Kiev Uçak Gemisi’nin Karadeniz’den girerek Boğazlardan geçmesiyle ortaya cıkmıştır. Kiev Uçak Gemisi geçişini Türkiye’nin izniyle Türkiye’de ki herhangi bir limana uğramadan gerçekleştirmiştir. Sovyetler Birliği’nin Odessa limanı’nda yapılan Kiev, 35-40 bin ton ağırlığında 71 metre genişliğinde ve 282 metre uzunluğunda idi. 177 metre uzunluğunda ve 28 metre genişliğinde eğimli bir güvertesi bulunan bu gemi üzerinde denizden havaya ve denizden karaya füzeler ile konvansiyonel toplar ve denizaltı savar silahları bulunuyordu. Geminin güvertesi 25-30 adet sabit kanatlı, dikey Olarak inip kalkabilen (VTOL) YAK-36 türünde uçak ve yine 25-30 adet Denizaltı savar helikopter bulundurabilecek kapasitedeydi.

Sovyetler Birliği, bu geçiş için gereken ön bildirim’de Türk Hükümetine gemiyi denizaltı savar kruvazör olarak nitelendirmişti. Fakat geminin, ABD’nin Akdeniz’deki 6.Filosu’na karşı Sovyet Filosuna bir hava desteği sağlayabilecek kapasitedeki uçakları taşıyabilmesi, onun denizaltı savar kruvazör değil de, bir uçak gemisi olup, olmadığı tartışmasını gündeme getirmişti.

Bir görüşe göre, Kiev’in denizaltı savmak amacını yerine getirebilmesi için, uçak ve helikopterlerle donatılması gerekmektedir ve Kiev’in güvertesi buna uygundur. Bu nedenle Kiev, denizaltı savar füzelerin atışında kullanılmak amacıyla değil (yani denizaltı savar kruvazör olarak değil) başlıca uçak taşımak ve bunları denizde harekete geçirmek amacıyla yapılmıştır.

Kiev’in hangi sınıfa dahil olduğunun saptanması, onun boğazlardan geçip geçemeyeceğini belirleyecekti. Çünkü eğer Kiev denizaltı savar kruvazör olarak kabul edilirse, gemi türlerinin sınıflandırılmasında bir otorite olan Jane’s Fighting Ships’e göre ağır suüstü gemi olarak ele alınacak ve bu da Kiev’in Montrö’ye Göre bir “hattı harp gemisi” yapacaktı. Bilindiği gibi, Montrö’nün 11. maddesine göre Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler, 15.000 tonun üzerinde olan Hattı Harp gemilerinin, tek başlarına ve en fazla iki torpidobot eşliğinde Boğazlardan geçirme hakkına sahiptirler, işte bu yaklaşımdan hareketle ve Türkiye’nin de izniyle, Sovyetler Birliği, Kiev gemisini 18 Temmuz 1976 tarihinde Boğazlardan geçirmiştir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde, uçak gemilerinin Boğazlardan geçişini Açıkça yasaklayan bir hüküm bulunmamaktadır. Fakat Sözleşme’nin 10. maddesi, Boğazlardan geçiş hakkına sahip olan gemi sınıflarını (hafif suüstü gemileri, küçük Savaş gemileri ve yardımcı gemiler) sıralamak suretiyle saptamıştır ve bu sınıflara girmeyen gemiler, Sözleşme’nin 11. ve 12. maddelerinde öngörülen özel durumlara girmedikçe, Boğazlardan geçiş hakkına sahip olamaz. 11. ve 12. maddeler ise sırasıyla hattı harp gemileri ve denizaltıların hangi koşullarla Boğazlardan geçebileceklerini belirler. Sözleşme’nin ayrılmaz bir parçası olan EK protokoller de verilen tanımlardan yola çıkılınca da uçak gemileri, bu 5 sınıf gemiden hiçbirine girmeyip ayrı bir kategoride tanımlanmıştır. Yani gerçek uçak gemilerinin, sözleşme’nin 11. Maddesinde belirtilen, Karadeniz’e kıyıdaş olan devletlere ait olan 15.000 tonu aşan Hattı Harp gemilerinden sayılması ve bu vesile ile geçişlerine izin verilmesi söz konusu olamamalıydı.

Ayrıca Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre, bir savaş gemisi başlıca hava taşıtı taşımak ve bunları denizde harekete geçirmek için yapılmamışsa, gemiye bir İnme ya da havalanma güvertesi konulması, bu geminin uçak gemisi sınıfına sokulması sonucunu vermeyecekti. Sözleşme’nin 15. maddesi de, gerçek uçak gemisi sınıfına girmeyen savaş gemilerinin uçak ve helikopter taşısalar bile, Boğazlardan geçebileceklerini göstermektedir. Çünkü söz konusu madde, savaş gemilerindeki hava taşıtlarının (uçak, helikopter), geçiş sırasında havalandırılamayacağını öngörmektedir. İşte Kiev savaş gemisi, bir denizaltı savar kruvazör olarak kabul gördüğünden, Sözleşme’nin bu son iki hükmü ile 11.maddesi çerçevesinde geçiş hakkına sahip olmuştur. Sovyetler Birliği Kiev’den sonra da, üç tane yeni Kiev sınıfı gemi yaparak bunları Türk Boğazlarından geçirmiştir.

Sonuç itibariyle, 1976 yılında Kiev’in Boğazlardan geçişi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olan hiçbir devlet tarafından resmen kınanmamış ancak, Uluslararası hukuk açısından Sözleşme’nin birtakım hükümlerinin hangi anlama geldiği sorununu gündeme getirmiştir. Sözleşme’nin ikinci ekinde gecen “başlıca uçak taşımak ve bunları denizde harekete geçirmek için yapılmış veya planlanmış” deyimiyle, bu amaçla yapılmamış olan gemilerde “gemiye bir inme veya havalanma güvertesinin kurulması, bunun uçak gemisi sınıfına sokulmasını gerektirmez” deyimi yoruma açık kalmıştır.


MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ’NE SONRADAN TARAF OLAN DEVLETLER


Yukarıda teferruatlı şekilde bahsettiğimiz 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan ve 9 Kasım 1936 tarihinde yürürlüğe giren Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tarafları, normal olarak 24 Temmuz 1923 tarihli Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerdi. Zira Montrö Boğazlar Konferansı, Londra Boğazlar Sözleşmesi’nin yerine yeni bir sözleşme yapmak üzere toplanmıştı. Bu sözleşmenin altında imzası bulunan devletler ise; Türkiye, Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya Devletleridir. bu anlaşmada bulunan 10 devlet iki farkla aynı zamanda Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni de imzalamıştır. Bu iki fark ise; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni; Rusya yerine SSCB; Sırp-Hırvat-Sloven Devleti yerine Yugoslavya Krallığı’nın imzalamasıdır.

Bunlardan Bulgaristan ve Rusya; Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamamış, diğer devletler imzalamıştır. Rusya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni İmzalamalarına rağmen onaylamadıklarından bu sözleşmeyi uygulayıcı hale gelmemişlerdir. Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamamış olmalarına rağmen Rusya ve Bulgaristan’ın Londra Boğazlar Sözleşmesi’ne çağrılmış olmaları bu devletlerin Karadeniz’e kıyısı olan devletler olmaları sebebiyledir.

Londra Boğazlar Sözleşmesi; diğer devletlerce katılma yoluyla taraf olunmaya açık bir sözleşme olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca; Karadeniz'e kıyısı olan öteki bağımsız devletlere ve Amerika Birleşik Devletleri’ne; bu sözleşme ile tesis edilen, fakat Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile yetkileri tamamen Türk Hükümeti’ne devredilmiş olan Boğazlar Komisyonunda temsilci bulundurma hakkını tanımaktadır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ise sözleşme’ye katılma hakkını, 27. maddesi gereğince sadece Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamış devletlere tanımıştır. Bu devlet ise sadece İtalya idi. İtalya 2 Mayıs 1938 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne katılmıştır. Japonya ise 1951 Yılında Montrö Boğazlar Sözleşmesinden doğan tüm haklarından vazgeçtiğini belirten bir antlaşma imzalamıştır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne imza atan taraflardan SSCB ve Yugoslavya'nın dağılması ile Büyük Britanya’dan Kıbrıs gibi bazı devletlerin ayrılmış olması yeni ortaya çıkan devletlerin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olma durumlarının tartışılmasına yol açmıştır. Burada bir halefiyet söz konusu mudur? Bu devletler sözleşme’den doğan önemli özel hakları kullanabilirler mi?

16 Ağustos 1960 tarihli Lefkoşa Antlaşmaları ve bunlar uyarınca biçimlendirilmiş anayasanın yürürlüğe girdiği anda özel bir statüye tabi olarak bağımsızlık kazanmış bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti de yeni bağımsızlığını kazanmış devlet sıfatıyla Britanya İmparatorluğunun halefi olduğu iddiasıyla depo Mercii olan Fransa’ya Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olma istemini iletmiştir. Fakat Türk Dışişleri Bakanlığı buna itiraz etmiştir.

SSCB’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni bağımsız eski federe devletlerin 97 Aralık 1991’de imzalamış olduğu antlaşmalar ile Bağımsız Devletler Topluluğu ortaya çıkmıştır. Bu antlaşmalar ile taraflar, SSCB’nin bir uluslararası hukuk kişisi olarak artık var olmadığını ve Bağımsız Devletler Topluluğunun da SSCB’nin hukuk kişiliğini almadığı, yeni topluluğun ne bir devlet ne de bir devlet-üstü kuruluş olmadığını kabul ve deklare etmiştir. Ayrıca SSCB tarafından imzalanmış olan antlaşmaları ve bu antlaşmalar altında üstlenilmiş bulunan uluslararası yükümleri yerine getirme taahhüdünde bulunmuşlardır. Fakat aynı zamanda, SSCB’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki daimi üyeliği dahil Birleşmiş Milletler’deki üyeliğini ve diğer uluslararası teşkilatlardaki üyeliğini Rusya Federasyonunun sürdürmesini kararlaştırmıştır. Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya dışındaki diğer bağımsızlığını kazanmış devletler BM’ye, yeni üye kabulü usulü uyarınca kabul edilmişler ve diğer devletlerce ayrıca tanınmışlardır. Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasının ardından Rusya Federasyonu ve Ukrayna, 1992 Yılında Montrö Boğazlar Sözleşmesinin gerektirdiği hak ve yükümlülüklerini üstlenmeye devam edeceklerini duyurmuşlardır. Gürcistan ise, bugüne kadar bu yönde herhangi bir başvuruda bulunmamıştır.

Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinin dağılması ile ortaya çıkan Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya devletleri eski Yugoslavya'nın ortadan kalktığını; Sırbistan-Karadağ ise varlığını sürdürdüğünü ve kendisinin onun bir devamı olduğunu ileri sürmüştür. Sırbistan-Karadağ’ın bu iddiası, AB ve BM nezdinde reddedilmiştir. Eski Yugoslavya federe devletleri, BM’ye yeni üye kabulü usulü uyarınca üye olmuşlardır. Ancak bahse konu bu devletler Yugoslavya’dan kalan bu anlaşma ile ilgili herhangi bir başvuru veya girişimde bulunmamıştır.

Sonuç olarak; Türk Dışişleri Bakanlığı uygulamada, Montrö Sözleşmesi ile ilgili bildirimleri Rusya Federasyonu, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, İtalya, Fransa ve İngiltere'nin Ankara'daki Büyükelçiliklerine yapıldığını belirtmiştir. Bu devletler Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne şu an için katılım yaparak imza atmış taraflardır. Taraf olma iradesini beyan etmemiş olan halef Devletler sözleşmenin feshi, değiştirilmesi, bildirim alınması gibi yine sözleşme’den doğan haklardan otomatik olarak yararlanamazlar. Bu noktada önemli bir soru kaşımıza çıkıyor.  Montrö Boğazlar Anlaşması fesih edilebilir mi? veya değişiklik yapılabilir mi?


MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ DEĞİŞTİRİLEBİLİR VEYA FESİH EDİLEBİLİR Mİ?


Sözleşmenin 20 yıllığına yapılmış olması; belirli şartlar altında herhangi bir değişiklik talebi veya fesih ihbarının her daim mümkün olması Türk Boğazlarından gemilerin geçişine ilişkin hukuki statüsünde değişikliğe sebebiyet verebilecektir. Bu noktada, sözleşmenin feshedilmesi halinde yeni geçiş usullerine ilişkin olarak ne gibi ihtimallerin söz konusu olduğu önem arz etmektedir. Neticede, mevcut durumla muhtemel durum arasındaki karşılaştırma, Montrö anlaşması çerçevesinde geçişlerin yürütülmesine ilişkin devlet politikamızın şekillendirilmesinde dikkate alınması gereken çok önemli bir husustur.

Montrö’nün imzalanmasından günümüze yaklaşık 83 sene geçmiştir. Sözleşme savaş gemilerini tonaj ve top çaplarını dikkate alarak sınıflandırmaya tabi tutarken, günümüzde bir geminin harp yeteneği, komuta kontrol, gözetleme ve güdümlü mermi sistemlerine göre değerlendirilmektedir. Bu farklılık, zaman zaman Türkiye'nin taraflardan gelecek tepkilere muhatap olmasına neden olmaktadır.

Montrö sözleşmesi Türkiyeyi Boğazlar Bölgesindeki egemenliğini yalnız geçiş ve seyir konusunda sınırlandırmaktadır. Ancak sözleşme’nin kapsamına girmeyen zabıta ve yargı yetkileri ile ilgili açık bir hüküm bulunmamaktadır. Konferansta, Türkiye bu yetkilerini açıkça hükme bağlamak amacıyla, sunmuş olduğu tasarının 12. maddesinde “İşbu Sözleşmenin hükümleri sözleşme ile gözönünde bulundurulan Bölgeleri üzerinde, Türkiye'nin egemenliğini zedeleyecek şekilde genişletilemez ve yorumlanamaz” hükmüne yer vermiştir. Ancak bu hüküm özellikle İngiltere tarafından, sözleşme’de öngörülen egemenlik sınırlamalarının dar yorumuna tabi tutulmasına yol açabileceği öne sürülerek eleştirilmiş ve iptal edilmesine neden olmuştur. Türkiye bu hükmün kaldırılması ile ilgili tüm girişimlere rağmen olumlu bir sonuç alamamış ve metnin anlaşmadan çıkartılmasına razı olduğunu açıklamıştır.

Dolayısıyla herhangi bir geçişin zararlı olduğu şartlarda veya sözleşme’deki sınırlamalara uyulmadığı zamanlarda, Türkiye'nin tek başına hareket etmesinin, kolluk kuvvetlerini devreye almasının veya yargı yetkisini yürürlüğe sokmasının herhangi bir hukuki dayanağı mevcut değildir. Bu şartlarda ancak sorunu iştirakçi ülkeler nezdinde gündeme getirme izni bulunmaktadır. Hiç şüphesiz ki bu da Türkiye için bazen taraf tutmakla suçlanmasına ve tarafsızlığının tehlikeye girmesine neden Olabileceği gibi günümüzde dahi ülke içerisinde tartışması süren Türkiye'nin Boğazlara olan hakimiyetinin olmadığı sonucunu çıkartmıştır.

Montrö Sözleşmesine göre Türkiye'nin kendisini ‘’pek yakın bir savaş tehdidi altında hissetmesi’’ durumunda savaş şartları için geçerli kuralları uygulaması ve geçişlere ilişkin dilediği yeni düzenlemeler getirmesi karara bağlanmıştır. Ancak sözleşme bu düzenlemeyi belli şartlara bağlamıştır. Türkiye'nin ortaya koyduğu düzenleme; sözleşme taraflarının çoğunluğu uygun bulunmazsa geri alınması belirtilmiştir. Bu husus Türkiye açısından zaafiyet meydana getirebileceği unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu durumda alınacak tedbirler günün siyasi ortamına göre dikkatle tespit edilmemesi elzemdir.

Son olarak da şunu söyleyebiliriz; sözleşme taraflar arasında oldukça sağlam bir denge kurarken, savaş gemilerinin geçişi açısından özellikle Türkiye ve Karadeniz'e kıyısı olan diğer devletler açısından önemli ve üstün haklar sağlarken, herhangi bir devlet tarafından feshedilmesi işleminin kolaylığı, bundan sonra tesis edilecek geçiş haklarının mevcut durumdan daha kötü hükümler içerme ihtimali Türkiye açısından zafiyet meydana getirebilir.

Herhangi bir devlet tarafından sözleşmenin feshedilme işleminin kolaylığı, sözleşmenin iptalinden sonra tesis edilecek yeni anlaşmanın mevcut durumdan daha kötü hükümler içermesi hali Türkiye Açısından zafiyet meydana getirme ihtimali bir hayli yüksektir.

Sözleşmenin yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü bana göre Türkiye’nin lehine olan hükümler içermektedir ve yürürlükte kalması mevcut hukuki, siyasi ve toplumsal durum dikkate alındığında Türkiye'nin menfaatine gözükmektedir. Bu açıdan Türkiye her platformda sözleşmeyi savunmalı ve uygulanması yönünde titiz davranmalıdır. Dolayısıyla son dönemde projelendirilerek uygulamaya konulmaya çalışılan Kanal İstanbul projesinin gereksizliği ve geçersizliği bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Burada ulusal menfaatler devreye girdiğinde Montrö sözleşmesinin değiştirilmeden veya feshedilmeden uygulamada kalması hepimizin menfaatine olan bir anlaşmadır.

Peki Montrö Boğazlar Sözleşmesi feshedilebilir mi? Montrö Sözleşmesinin feshi ile ilgili açıklamalar, sözleşmenin 28. maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde de sözleşmenin süresi; yürürlüğe giriş tarihinden İtibaren 20 yıl olarak belirtilmiştir. Bu süreden sonra taraflardan herhangi biri herhangi bir anda Fransa’ya fesih ihbarında bulunabilir. Sözleşme bu tarihten itibaren 2 yıl sonra anlaşmaya dahil tüm taraflar için yürürlükten kalkar. Fakat sözleşmenin feshedilmesinden itibaren taraflar, yeni bir sözleşmenin hükümlerini tespit etmek üzere kendilerini bir konferansta temsil ettirmeyi kabul ettikleri gibi, “geçiş ve seyir serbestisinin süresiz olduğu da kayıt altına alınmıştır. Dolayısıyla sözleşme herhangi bir şekilde feshedildiği takdirde Boğazlar’dan her sınıf ve türde geminin geçişi serbest hale gelmiş oluyor ve bu durum Türkiye'nin güvenliğini ciddi manada riske soktuğu gibi boğazlar üzerinde şuan mevcut sözleşmenin şartlarından da mahrum kalmasına neden olacaktır. Ayrıca yeniden toplanacak konferans neticesinde, şuan yürürlükte olan sözleşmeden daha iyi şartlarda bir anlaşma yapılacağının da bir garantisi yoktur.dolayısıyla bugüne kadar sözleşmenin feshine ilişkin ne Türkiye nede sözleşmeye taraf diğer devletler resmi bir talepte bulunmamıştır.

Sözleşmenin geçici olması, bizzat Türkiye tarafından istenmişti. Konferans sırasında Türk tarafı 15 senelik bir yürürlük süresi teklif etmişti. Bunun nedenini, Boğazlardan geçişin uluslararası hayatın değişken şartlarına uygun hale getirmek endişesine bağlayabiliriz veya Türkiye'nin, sözleşmeye taraf diğer devletlerin yeni bir sözleşmenin hazırlanmasına yönelik ikna çalışmalarında yasadığı güçlüğe bağlayabiliriz. Ayrıca o dönemdeki durum buna müsait ve Türkiye'nin karşısındaki devletler ise dünyanın en güçlü devletleriydi. Zira Montrö Boğazlar Sözleşmesinin yerine geçtiği Londra Boğazlar Sözleşmesi kendi içinde feshe ilişkin herhangi bir madde içermediğinden, bu sözleşmeye taraf tüm devletlerin rızasını elde etmek gerekecekti.

Hatırlanacağı üzere sözleşmenin herhangi bir maddesinin değiştirilmesi tamamının feshine nazaran oldukça katı kurallara bağlanmış, hatta Türkiye’ye bu konuda veto hakkı dahi tanınmıştır. Buna rağmen sözleşmenin taraflardan herhangi birinin isteği üzerine kolaylıkla ortadan kaldırılabilmesi olgusu anlaşılamamaktadır. Ayrıca mevcut uluslararası durum ve tek kutuplu dünya düzeni de dikkate alındığında, feshin sonrasında yapılabilecek yeni sözleşmenin en azından savaş gemileri ve uçaklar açısından eskisinden (Montrö) daha iyi olamayacağı İhtimali de göz ardı edilmemesi gereken bir husustur.

Neticede; Montrö Boğazlar Sözleşmesinin iki yıl içinde sona erdirilmesi olasılığı her zaman söz konusudur. Bu durumda; sözleşmeye dahil olan tarafların düzenlenmesini ve katılmayı kabul ettikleri bir konferansın boğazlar’dan geçişe ilişkin yeni bir sözleşme oluşturamaması ya da Türkiye'nin yeni sözleşmeye taraf olmaması durumuyla ilgili, mevcut sözleşme’de herhangi bir hüküm bulunmadığından, sözleşme’nin feshi halinde çeşitli maddelerde sürekli olduğu kabul edilen Türk Boğazlarından geçiş serbestliği ilkesi ile birlikte uluslararası hukukta kabul edilen kurallar çerçevesindeki bir rejim altına girmeleri gerekecektir. Yani böyle bir konferans neticesinde yeni bir sözleşme yapılamaması durumu da mümkündür. Bunun sonucu da Türkiye için hiç hayırlı olmayacaktır.


SONUÇ


Türk Boğazları terimi İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizinden gemilerin geçiş alanı ve bu alanı çevreleyen kıyı şeridinin genel adı olarak ifade edilmekle beraber, bu bölge Montrö Sözleşmesi’nde yalnızca “Boğazlar” olarak isimlendirilmiştir. Kıyıları tamamen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğinde olan İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının suları da tamamen Türk Karasularıdır. Boğazlar ayrı ayrı değerlendirildiklerinde açık denizin bir bölümü ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Marmara Denizi’ndeki karasularını, birbirine bağlayan geçişler olarak anlamlandırılabilir. Dolayısıyla Marmara Denizi kesinlikle bir iç denizdir. Fakat bu üç geçiş alanı, yürürlükte olan Montrö Sözleşmesi kapsamında bir bütün olarak “Boğazlar” deyimiyle ifade edilmeleri nedeniyle halihazırda açık denizin bir bölümü ile açık denizin diğer bölümünü birbirine bağlayan “uluslararası seyirde kullanılan Boğazlar” statüsünde değerlendirilmiştir. Bu tür boğazlardan deniz taşıtlarının geçişleri ise ‘’serbest geçiş’’ üzerine inşa edilmiştir. Bir yönüyle Karadeniz’e benzeyen Adriyatik Denizi ile Akdeniz arasında yer alan Korfu Boğazı bu tür bir boğaz olarak örnek gösterilebilir. Uluslararas Adalet Divanı’nın 1958 yılında; İngiltere ile Arnavutluk arasında yaşananlar nedeniyle Korfu Boğazından ve bu tür boğazlardan geçişe ilişkin vermiş olduğu kararda, barış zamanında savaş gemilerinin, önceden İzin almaksızın ve zararsız olmak koşuluyla uluslararası boğazlardan geçiş hakkına sahip olduğu kabul etmiştir. Dolayısıyla 1936 senesinde yapılan Montrö Anlaşmasına ek olarak 1958 yılında Adalet Divanı’nın Korfu Boğazı için aldığı kararda Türk Boğazları için emsal niteliği taşıyabilir. Ancak Türk Boğazlarında Montrö Anlaşması kapsamında geçişler kararlara bağlandığı için savaş gemilerinin serbest geçişi yerine ‘’sınırlı serbestlik’’ ilkesi halen geçerliliğini korumuştur. Bu itibarla; Montrö Boğazlar Sözleşmesinin feshedilmesi halinde uluslararası arenada  herhangi bir yeni anlaşma yapılmadığı/yapılamadığı takdirde Adalet Divanı’nın Korfu Boğazı ile ilgili aldığı karar emsal olarak alınabilir ve bu uygulama ile Türkiye yukarıda bahsettiğimiz güvenlik zaafiyeti ortaya çıkacağı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır.


Montrö Boğazlar Sözleşmesine göre uçak gemileri Boğazlardan geçemezler. Fakat yaklaşık 83 Yıllık uygulamada Sovyetler Birliği’nin zaman zaman sözleşmeye göre uçak gemisi sınıfına giren bazı gemilerini hattı harp sınıfına dahil ederek Boğazlardan geçirdiği görülmüştür. Barış zamanında Türkiye’nin geçişe ilişkin yetkisi “nezaret etmek” olduğundan tarafların beyanı esas alınmış ve sorumluluğun sözleşmeye taraf devletlerce karşılanması istenmiştir. Burada Türkiye’nin bir denge politikası güttüğü söylenebilir. Çünkü ABD savaş gemilerinin Karadeniz’de varlık göstermemesi adına Türkiye’nin bu şekilde bir denge siyaseti gütmesi açıkçası Dünya barışı içinde önemli politik bir adımdır. Bu itibarla; bu anlaşmanın feshi veya yeni bir kanal açılarak (Kanalistanbul) bu anlaşmanın baypas edilmeye çalışılması hem Türkiye’nin güvenlik zaafiyetlerini arttıracak hem de Boğazlardan geçişte ki ‘’sınırlı serbestlk’’ ilkesinin tamamen ortadan kalkmasından ötürü Karadeniz’de günümüze kadar devam eden sükuneti sonlandırma ihtimali karşımıza çıkacaktır. Bu da 2. Dünya Savaşından beri yaşanmamış çatışmalara sebebiyet verme ihtimalini bizimle karşı karşıya getirecektir.


Günümüzde savaş gemi ve sistemlerindeki teknolojik ilerlemeler nedeniyle, Montrö uyarınca sınıflandırmaya esas teşkil eden tonaj ve top çapı kriteri, savaş gücü açısından geçerliliğini kaybetmiş gözükmektedir. Fakat uygulamada; sözleşmede geçen top çaplarından daha büyük çapta roketleri üzerinde taşıyabilen savaş gemileri Boğazlardan geçmişlerdir. Buna sadece Sovyetler Birliği ve Bulgaristan itiraz etmiş, Türkiye cevaben “söz konusu silahlar savunma maksatlı iseler geçişe engel teşkil etmezler” tezini ileri sürmüştür. Bu tez sözleşmeye taraf ülkelerce dolaylı olarak kabul edilmiştir. Bunun yanında bahse konu savaş gemileri 5 gün sonra Karadeniz ve boğazları terk etmişlerdir. Yukarıda zikrettiğimiz şekilde Türkiye’nin denge siyaseti olası diplomatik veya fiili gerginlikleri ortadan kaldırarak dış politika olarak Dünya barışı için önemli adımlardan birisi olmuştur. Bu itibarla; bu denge siyasetinin terk edilmesi hem Türkiye hem de Dünya açısından çeşitli güvenlik zaafiyetlerini de beraberinde getirecektir.

Aynı şekilde silah sistemlerinde uyduların kullanılması ve oldukça uzun menzilden hassas vuruş imkanlarının gelişmesi, sözleşmede geçenden daha güncel ve ayrıntılı bir sınıflandırmanın yapılmasını gereksiz kılmıştır diyebiliriz. Tonaj, top çapı ve kullanış amacı bazında yapılmış olan ayrıma bir de dolaylı olarak kabul edilen “savunma amacı” kriteri eklenmesi, ortaya çıkacak anlaşmazlıklar için çözüm sağlayabilir. Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlere ait savaş gemilerinin Karadeniz’de bulunması salt olarak savaş gücünden ziyade coğrafyadan ve tarihten gelen psikolojik bir etki meydana getirmektedir. Dolayısıyla Sözleşmenin yenilenmesi Türkiye’nin menfaatlerine ters bir etki yaratabilir. Bu itibarla; sözleşmenin feshi veya yenilenmesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti bağlamında menfaatlerine ters düşecek bir hareket olacaktır.


Yukarıda belirttiğimiz üzere Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalayan ülkelerden herhangi biri tarafından feshedilmesi her daim mümkündür. Peki bu durumda ne olacaktır? Ya yeni bir sözleşme üzerinde anlaşılacak ya da boğazlardan barış zamanında gemilerin geçiş ve seyrüsefer Korfu Boğazı için alınan geçiş serbestliği masaya gelecektir. Ancak bu ilke geçiş konusunda oldukça dar kapsamlıdır ve boşlukların doldurulması konusu tartışmalara açık gözükmektedir. Bu seçenekler dışında iki ihtimal daha vardır. Bu ihtimaller ya zararsız geçiş ya da transit geçiş şeklinde kısaca belirtilebilir. Geçiş yapan devletlere oldukça serbestlik tanıyan transit geçiş hakları, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuk Sözleşmesi ile tesis edilmiş ve kural haline getirilmiştir. Zararsız geçiş rejimi ise yine 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuk Sözleşmesi’nde düzenlenmiş ve transit geçişlerin uygulanamayacağı istisnai boğazlarda daha sınırlı geçişleri düzenlemiştir. Türk Boğazları için ise ikinci ihtimal olan zararsız geçiş uygulaması daha makul gözükmektedir. Ancak bu sistemin uygulanabilmesi için Türk Boğazları deyiminden vazgeçilerek, Boğazları ve Marmara Denizi’ni ayrı ayrı ele almak gerekmektedir.


Sonuç olarak; Birinci Dünya Savaşı’na kadar uygulanan ilke Osmanlı’nın Kaide-i Kadim’i yani Boğazların yabancı savaş gemilerinin geçişine kapalılığı İlkesiyken, yukarıda kısaca değindiğimiz sınırlamalar Montrö Sözleşmesi ile “sınırlı kapalılık” ilkesine dayanmaktadır. Mevcut toplu durum dikkate alındığında; feshedilmesi halinde yapılacak yeni sözleşmeye ya da yapılamaması halinde uluslararası kurallara göre ortaya çıkacak yeni geçiş kuralları her halükarda Montrö’den daha serbest hükümleri içinde bulunduracak ve “az sınırlı açıklık” olarak tarif edilen bir geçiş kuralına tabi olacaktır. Bu açıdan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yürürlükte kalması Türkiye’nin yüksek menfaatleri gereğidir. Ayrıca bu sözleşmeyi baypas ederek oluşturulacak yeni kanal sistemi bu sözleşmeyi baypas etmekten ziyade Türkiye’nin menfaatlerine ters düşecek bir proje olacaktır.


0 Yorumlar