Son dönemde Türk-Rus ilişkilerinde bir bahar havasına girildiği söylenebilir. (S-400 alımı, Sochi Mutabakatı ve son olarak Suriye sınırında ortak devriye atılması) İkili ilişkilerdeki bu olumlu gelişme yakın zamana kadar sadece askeri ve jeopolitik konularda değil ekonomik konularda da devam ettiği pek tabi iddia edilebilir. Bu durum yakın zamana kadar Türk kamuoyunda kimi çevreler tarafından ‘’eksen kayması’’ olarak addedilirken; kimi çevreler ise bu yakın ilişkilerin ‘’gereklilik icabı’’ olduğunu dile getiriyordu. Bir başka görüş ise Ruslar ile bu yakınlaşmanın Türkiye'nin ‘’batı ittifakı’’ içerisinden afaroz edilmesi ile sonuçlanacağını söyleyecek kadar ileri gitti. Bu gelişmelerin sonucunu ise bize zaman gösterecek. Ancak ilişkilerin şu anki durumunu doğru değerlendirerek bir kanıya varmak için geçmişte ilişkilerin hangi düzlemde ilerlediğine de vakıf olmak gerekir. Bu bağlamda, aklıma ‘’geçmişinden ders almayan bir millet yok olmaya mahkumdur.’’ sözü geldi. Çünkü uluslararası ilişkilerde en temel kavram ülkelerin kendi iç güvenliği, çıkarları ve toprak bütünlüğünün ‘’müttefiklik’’ kavramının bile önünde yer aldığıdır. Bu kavramları yerine getirmek için ise bir millet önce geçmişinden ders almalıdır.

Ruslar ile Türklerin birbiri ile münasebetini bana göre 3 ana döneme oturtabiliriz. Birinci dönem Çarlık Rusya’sı ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkiler olarak tanımlanabilir. Bu dönemde Rus ‘’politik doktrini’’ bize tarih kitaplarında öğretildiği şekilde ''sıcak denizlere inme'' kavramı üzerine kurulmuştu. Bu açıdan baktığımızda günümüz Türk-Rus ilişkilerini bu doktrin üzerinden karşılaştırmak abes ile iştigal olacaktır. Çünkü günümüz konjonktüründe ve global yapıda böyle bir kavramın geçerliliği kalmamış gibi gözüküyor. İkinci dönem ise Sovyet Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkiler olarak tanımlanabilir. Bu dönemde Soğuk Savaş’ın getirdiği kutuplaşma ve bu kutuplaşma neticesinde iki ülkenin farklı bloklarda olmasından ötürü ilişkilerinin her daim diken üstünde olduğu görülebilir. Son dönem ise Sovyet Rusya'nın yıkılmasını müteakip günümüze kadar sirayet eden ilişkiler olarak tanımlanabilir. Ancak bahse konu bu dönemler içerisinde bana göre ara bir dönem vukua gelmiştir. Bu dönem Çarlık Rusya'sının yıkılarak bir iç savaş neticesi Bolşevik Devrimi ile Sovyet Rusya'nın kurulması ile aynı dönemde Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı neticesinde yok olarak yerini genç Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı dönemde başlayıp; bu iki genç ülkenin 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş'ın resmen başladığı dönemdeki ilişkileri ara dönem olarak ele alınabilir. Bu ara dönemde Sovyet Rusya, Türkiye üzerinde Çarlık döneminden kalan bazı politikaları devam ettirmiştir.

İşte bu ''derleme'' yazıda Türk-Rus ilişkilerinde kritik bir döneme tekabül eden bu ara dönemde yaşanan gelişmeler sonucu Türkiye'nin kendisini Batı İttifakının içerisinde bulması ve bunun sonucu olarak günümüze kadar devam eden politik ilişkilerin temelini oluşturmasını ele alacağız. Dolayısıyla yazı içerisinde işlenecek konuları Türkiye ve SSCB ilişkileri açısından kısaca dönemlere ayıracak olursak, 1919-1925 yılları arasını yenileşme ve dostluk dönemi; 1925-1940 yılları arasını gerilme dönemi; 1945-1953 yılları arasını nota dönemi ve 1953-1965 yılları arasını ilişkilerin stabilize olması dönemi olarak değerlendirebiliriz.

Buyurun bu dönemleri tek tek detaylarıyla incelemeyelim…

CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ

Osmanlı imparatorluğunun yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakması ile uluslararası platformda yanına bir müttefik arayan Türkiye, bu dönemde Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır. Zira aynı dönemlerde Rusya’da Çarlık rejimi yıkılmış, Bolşevikler yaşanan iç savaş sonucu iktidarı ele geçirmiş ve iç savaş sonrası Bolşevik rejimi harap olan ülkeyi yeniden kalkındırmaya çalışmaktaydı. Bu dönemde her iki devlet de yeni kurulmalarından ötürü, kendilerini Dünya devletlerine tanıtmak ve kabul ettirmek istemekteydi. Bu nedenle 17 Aralık 1925 tarihinde imzalanan ‘’Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması’’ Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında bir yakınlaşma sağlamıştı. İki devletinde Batılı Devletlere olan güvensizliği 1925 yılında başlayan bu dostane ilişkileri, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki tavrı ve Sovyetlerin saldırgan politikası olumsuz yönde etkileyecekti. Dostluk Anlaşması 1930'lu yıllara kadar iki ülkeyi sadece siyasi yönden değil, ekonomik ve askeri kalkınma anlamında da birbirlerine yakınlaştırmıştı. Bu bağlamda, 1932 yılında Sovyet yönetimi İsmet İnönü’yü Moskova’ya davet etmişti. Bu davetin asıl amacı ise özellikle Moskova ve Leningrad’daki kumaş, otomobil, silah ve uçak fabrikaları ile Türkiye’ye karşı Sovyetler Birliği’nin gücünü gösterecek şekilde gövde gösterisi yapmak; bunun sonucu olarak Türkiye’yi etkilemek ve Batılı Devletlerle de yakınlaşmaya başlayan Türkiye’yi kendi saflarına çekebilmekti. Bu ziyaret sırasında Moskova görüşmeleri esnasında Sovyetler Birliği tarafından Türkiye’ye 8 Milyon Dolarlık faizsiz geri ödemeli kredi verildi ve kredi ile ilgili protokol 21 Ocak 1934 tarihinde Ankara’da imzalanarak hayata geçirildi. Türkiye’nin daha sonra uygulamaya koyduğu 5 Yıllık Kalkınma Programı, Sovyetlerin ekonomik gücünü gördükten sonra ve kredi yardımıyla Rusya’nın seviyesine ulaşmak amacıyla revize edildi.

17 Aralık 1925 Tarihinde Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşmasına Katılan Türk ve Sovyet Heyetlerin Toplu Fotoğrafı

Türkiye’nin 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olması SSCB ile olan ilişkileri olumsuz etkilememesine rağmen, 1934 yılında Türkiye’nin önderliğinde oluşturulan ‘’Balkan Paktı’’ iki ülke arasında ki ilk sorunların ortaya çıkmasına sebep oldu. Zira SSCB, Pakt üyelerinden olan Romanya ve Bulgaristan ile ilgili güvenlik sorunlarını öne sürerek Balkan Paktı’na tepki göstermişti. SSCB’nin Balkan Paktı’na tepkisi üzerine Türkiye, Sovyetler Birliği’ne bir çekince mektubu göndererek Sovyetler Birliği’nin endişelerini giderilmeye çalıştı. Buna rağmen ilişkiler tamamen kopma noktasına gelmemesine rağmen iki ülke arasındaki ilişkiler geçmiş yıllara göre belli bir ‘’soğuma dönemine’’ girmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulduğu sıralarda Türkiye, Boğazlar konusunda kendini güvene alabilmek için bir konferans düzenlenmesi talebinde bulundu. Bu talep çoğu ülke tarafından olumlu karşılandı ve Boğazların statüsü konusunda Fransa’nın Montreux şehrinde bir konferans düzenlendi. İşte Montreux Boğazlar Konferansı sırasında SSCB’nin Türkiye üzerindeki asıl tahakkümleri ortaya çıkmış; iki ülke arasındaki ilişkiler iyice soğumaya başlamış ve konferans sırasında SSCB’nin Boğazlar ile ilgili kişisel istekleri Türkiye’yle olan ilişkileri tamamen kopma noktasına gelmişti. Burada bir parantez açarak Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili detaylara değinmekte fayda var. Ancak bu yazıyla bağlantılı olmasına rağmen detaylara girerek yazıyı daha fazla dallandırıp budaklandırmaya gerek yok. O yüzden daha önce hazırladığım şu yazıdan (Bkz.Montreux Boğazlar Sözleşmesi) Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nin tüm detaylarına ulaşabilirsiniz.

Montreux Konferansı (1936)

Montreux Boğazlar Sözleşmesi akabinde Türkiye, İngiltere ve Amerika saflarına yaklaşmaya başladı. Zira Sovyetler Birliği’de bu süreçten sonra saldırgan bir tavır takınıp yayılmacı bir politika izlemeye başladı. Türkiye bu dönemde Atlantik İttifakına yakınlaşmaya başlaması ile Sovyetler Birliği ile ilişkiler iyice gerilmiş ve neredeyse kopma noktasına gelmişti. Ayrıca 2. Dünya Savaşı’nın başlamasından günler önce, yani 1939 yılında Sovyetler Birliği ile Nazi Almanya’sı arasında bir ‘’Saldırmazlık Paktı’nın’’ imzalandığının duyurulması Türkiye üzerindeki güvenlik kaygılarını arttırmıştı. Ancak bu Saldırmazlık Paktı’ndan aylar önce Türkiye ile SSCB arasında ittifak görüşmeleri yapıldığı unutulmamalıdır. Ancak bu görüşmeler sırasında Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile de görüşmeler yapması Türk-Sovyet görüşmelerinin başarısızlığına neden oldu. Bu başarısız görüşme sonrası ise Sovyetler Birliği ile Almanya Saldırmazlık Paktı’nı imzalamıştır. 24 Ağustos 1939’da imzalanan Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’ndan sadece 6 gün sonra, yani 1 Eylül 1939 tarihinde, Nazi Almanya'sının Polonya'yı işgale girişmesi ile 2. Dünya Savaşı başlamıştır. (Bkz. Polonya 1939) bu zaman zarfında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ittifak görüşmeleri yapılmaya devam edilmiş, fakat Almanya ile oluşturulan ittifak sonrası SSCB, Türkiye’ye kabul edemeyeceği ağır şartlı maddeler sunarak, anlaşmaya yanaşmayacağı sinyalini diplomatik bir dille Türkiye’ye iletmiştir. Bunun sonucu olarak, görüşmelerden bir sonuç alınamamış ve SSCB ile Türkiye arasındaki ilişkiler savaş sonuna kadar soğuk ve uzak bir şekilde devam etmiştir.

2. DÜNYA SAVAŞI SORASINDA TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ

Sovyetler Birliği her ne kadar Nazi Almanya’sı ile bir saldırmazlık paktı imzalamış olsa da, Hitler’in kendilerine saldıracağını tahmin ediyordu. Bu tahminden dolayı bu dönemde Sovyetler Birliği, Türkiye ile ilişkileri kesin olarak koparmamıştı. Savaşın başladığı ilk aylarda Sovyet yetkililer, Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nu, ittifak görüşmesi yapmak için Moskova’ya davet etmiş ve 25 Eylül 1939’da Saraçoğlu daveti kabul ederek Moskova’ya gitmişti. Bu süre içinde ise Türkiye, İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak için hazırlanan anlaşmayı henüz imzalamamıştı. Zaten Saraçoğlu’nun Moskova’ya gitme amacı, imzaya hazır olan Türkiye-İngiltere ve Fransa arasındaki üçlü ittifak ile Türk-Rus Dostluk Anlaşması arasında bağlantı kurmaktı. Sovyet yetkililerin davetteki hedefi ise Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ni kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmenin yanında, üçlü ittifakın içeriğini tam olarak öğrenmek ve Türkiye’nin savaşta tarafsızlığını sağlamaktı. Stalin’in 1 Ekim 1939’da bizzat katılımıyla devam eden görüşmelerde Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi, Boğazların SSCB ile ortak savunulması talep edilmiş; ayrıca İngiliz ve Fransızlarla imzalanacak olan ittifak anlaşmasının şartlarının SSCB’nin istediği şekilde değiştirilmesi teklif edilmişti. Bütün bunlar göz önüne alındığında SSCB’nin sadece kendi çıkarlarını düşünerek Türkiye’yi kabul edilemez şartlarla zorladığı görülebilmektedir. 17 Ekim 1939 tarihinde, Şükrü Saraçoğlu ve heyeti Ankara’ya geri dönerken, 19 Ekim 1939’da Türk-İngiliz-Fransız Üçlü İttifak Antlaşması imzalandı. Bu tarihten sonra ise Türkiye açısından, Sovyet tehlikesi fazlasıyla kendini belli etmiş; Türkiye'nin politikalarında Sovyetler Birliği'nin ‘’güvenilmezliğine’’ dayalı yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur.

Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu

1 Eylül 1939’da başlayan ve 1945 yılına kadar süren 2. Dünya Savaşı’nın başından sonuna kadar ki süreçte Türkiye, savaş dışında kalmaya çalışmış; tarafsız ve dengeye dayalı bir politika izlemeye çalışmıştır. (Bkz. 2. Dünya SavaşındaTürk-Alman İlişkileri) 1943 yılından itibaren müttefikler gerçekleştirdikleri konferanslar aracılığıyla Türkiye’yi savaşa sokmaya çabalamış ve buna muvaffak olamamışlardır.

Türkiye’yi savaşa sokmak fikri ilk 14 Ocak 1943’de Casablanca’da bir araya gelen müttefik devletler arasında dile getirilmiş ve Türkiye’nin nasıl savaşa girmeye ikna edileceğini görüşülmüştür. Ancak bu konferansa Sovyetler Birliği katılmamıştır. Konferans sırasında Stalin, müttefiklere Alman ordularını yok etme harekatının dönüm noktasında olduklarını belirtmiştir. Konferans sırasında Amerikalı heyet içerisinde bulunan General George Catlett Marshall, Türkiye’nin savaşa katılıp yeni bir cephe açılmasından dolayı, savaşın çok geniş bir alana yayılmasını doğru bulmuyordu. İngiltere açısından ise Sovyetler Birliği’nin konferansa katılmaması Roosevelt’e Türkiye’yi savaşa sokma fikrini kabul ettirmeyi kolaylaştıracağı düşünülüyordu. Konferansa katılmamasına rağmen Stalin, Türkiye’nin savaşa girmesini istemekteydi. Bu istek ise Türk-Sovyet ilişkilerinde gerginliğin arttığı noktalardan birisini oluşturmaktaydı. Çünkü Türkiye’nin savaşa girmesi ile Sovyet etkisi Türkiye’ye daha rahat sirayet edecek ve Sovyetler Birliği’nin ezelden beri gelen politik yaklaşımlarını hayata geçirmeleri daha rahat olacaktı. Bunu bilen Türk hükümeti ise savaşa girmeden tarafsız olarak kalmanın ülke menfaatleri ve bekası için doğru olduğunu biliyordu. Çarlık Rusya’sından bu yana Rusların, Türkiye üzerindeki emellerinin değişmediğinin göstergesi olan bu yaklaşım iki ülke arasındaki ilişkileri fazlasıyla etkiliyordu.

General George Catlett Marshall

Casablanca Konferansına Katılanlar (Soldan Sağa Doğru) Henri Giraud-Franklin Roosvelt-Charles de Gaulle-Winston Churchill

Stalin, konferans sırasında Sovyet Ordusu’nun yükünü hafifletip, yeni bir cephe açabilmek için Türkiye’nin bir an önce savaşa girmesini Casablanca Konferansı’nda İngiltere vasıtasıyla iletmişti. Casablanca Konferansında Stalin’in bu isteklerine İngiltere önderliğinde olumlu yaklaşılarak Türkiye’ye gerekli desteklerin sağlanması şartıyla savaşa dahil edilmesi gerekliliği karar bağlanmıştı. Casablanca Konferansında alınan bu kararlar ise Türkiye tarafından hoş karşılanmamıştı. Çünkü İngiltere’nin, Türkiye adına söz sahibi olması, Türklerin ‘’hamiliğini’’ üstlenmesi Osmanlı Devleti’nin tek bir Avrupa Devleti’nin etkisi altında olduğu dönemleri Türk tarafına hatırlatmış; bu nedenle bir süreliğine İngiltere ile Türkiye arasında ilişkiler askıya alınmıştı. Bu gelişmelerden ötürü 30–31 Ocak 1943 tarihinde gerçekleştirilen Adana Görüşmesi’nde, Churchill ve İsmet İnönü arasında gerçekleşen görüşmelerde; İngiltere, Türkiye’yi savaşa sokmak için daha önceden belirttiği Rus kozunu tekrardan kullanmamış, aksine Türk tarafının Rus korkusunu gidermek için uğraşmıştı. Adana görüşmelerinin en önemli noktası; Türkiye ile İngiltere arasındaki SSCB’nin savaş sonrası konumu üzerine görüş ayrılıkları açıkça ortaya çıkmasıydı. Türkiye’nin askeri açıdan güçlendirilmesi gerektiği ve Türkiye’nin savaşa katılmasa bile savaş dışı durumunun müttefiklerin yararına yorumlanması konusunda bir anlayış birliği oluştu. 

Adana Görüşmesi (Churchill ve İsmet İnönü)

11 Ağustos 1943’de başlayan Quebec Konferansı’nda görüşmeler başta sadece Roosevelt ile Churchill arasında yapılırken, SSCB’nin 19 Ağustos 1943’te konferansa katılmasıyla üçlü bir toplantı yapılmasına karar verilmiş ve bunun Moskova’da yapılması kararlaştırılmıştır. Konferansta İngiltere ve Amerika; Türkiye’nin savaşa katılma zamanının henüz gelmediğine, bununla birlikte Alman baskısına karşı koyabilmesi için kendisine silah ve malzeme verilmesine devam edilmesine karar verildi. Bu yardımlara karşılık olarak Türkiye’den Almanya’ya yapılan ‘’krom’’ sevkiyatını durdurması ve Alman gemilerini Boğazlardan geçirmemesi talep edilmiştir. SSCB, Konferans sırasında Türkiye’nin hemen savaşa girmesinde ısrarına devam etmiştir. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin savaşa girmeleri konusunda bu kadar ısrarcı olması üzerine savaşa katılma konusuna daha şüpheci yaklaşmıştır. Çünkü 1943’de zaten Almanya’yı durdurmuş olan Sovyet orduları, Türkiye’nin savaşa girmesi konusundaki ısrarının, savaş sürecinden çok savaş sonrası ile ilgili hesaplamalarından kaynaklanmakta olduğu açıktır

Quebec Konferansı (Ağustos 1943)

Quebec görüşmelerinden yaklaşık iki ay sonra 19 Ekim 1943 tarihinde İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony Eden, ABD Dışişleri Bakanı Cordell Hull ve SSCB Dışişleri Bakanı Vyacheslav Molotov’un katılımıyla Moskova Konferansı gerçekleştirilmiştir. Bu konferans sırasında SSCB heyeti, Türkiye’nin savaşa girmesi yönündeki isteklerini tekrar gündeme getirmiştir. Diğer iki ülkenin temsilcileri, SSCB’nin isteğine karşı gelmemekle birlikte; Anthony Eden Türkiye’yi savaşa zorlamak yerine kendi isteği ile savaşa girmesinin daha yararlı olacağını dile getirerek tartışmalara farklı bir boyut kazandırmıştı. Molotov, Moskova görüşmelerinde Türkiye’nin savaşa girmesinin teklif edilmemesi gerektiğini bunun yerine ‘’emir verilmesi’’ gerektiğini belirterek, Türkiye’nin savaş konusunda ki tarafsızlığı ile ilgili görüşünü açıkça belirtmiştir. Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’nin savaşa girmesini, savaşta faydalı olacağı için değil, savaş sonrasında karşısında işgal edilmiş ya da ordusu güçsüz kalmış bir Türkiye görmek istediği için talep etmiş olabileceği düşüncesine ulaşan Türk yönetimi, Sovyetler Birliği ile ilişkileri durumdan dolayı iyice gerilmiştir. Zira Sovyetler Birliği’nin istekleri gayet açık şekilde görülmekle birlikte, bağımsızlığını kazanmış bir Türkiye için ülkenin bütünlüğünü, bağımsızlığını tehdit eden görüşleri olan bir ülke ile iyi ilişkiler içinde olması söz konusu olamazdı. 

Moskova Konferansı (Ekim 1943)

Churchill, Stalin ve Roosevelt, 28 Kasım 1943 - 1 Aralık 1943 tarihlerinde Tahran’da tekrar bir araya gelerek Tahran Konferansı’nı tertiplediler. Konferansın ilk oturumunda İngiltere, Türkiye’nin savaşa dahil edilmesinde ısrar etti. Churchill, bu talebini Türkiye’nin savaşa girmesi durumunda Boğazlar üzerinden SSCB’ye yardım olanağı doğuracağı yönündeki düşüncesi ile destekledi. Roosevelt başından beri, Türkiye’nin savaşa girmek için diğer cephelerdeki harekatları olumsuz etkileyecek miktarda yardım isteyeceğini, bu istekler doğrultusunda Fransa’ya yapılacak büyük çıkartmanın (D-Day/Normandiya Çıkarması) gecikeceğini hatta olanaksız hale gelebileceğini düşünüyordu. Konferansın ikinci oturumunda Churchill, Türkiye’yi savaşa girmeye ikna etmek için izleyeceği stratejiyi açıklarken, gerekirse üç büyük devletin çağrısı doğrultusunda, Türkiye’yi Boğazlar konusunda tehdit edebileceklerini açıkça ifade etti. Konferansın son gününde tarafların imzaladığı bildiriye göre, Türkiye’nin yılsonuna kadar müttefikler tarafında savaşa girmesinin önemli olduğu açıklandı. Tahran Konferansı’nda alınan kararlar doğrultusunda, Churchill ve Roosevelt, 1 Aralık 1943 günü İsmet İnönü’yü Kahire’ye davet ettiler. 

Tahran Konferansı (Kasım 1943)

4 Aralık 1943 sabahı Adana’ya geçen İnönü, buradan Kahire’ye gitti. Kahire’deki konferans 4-6 Aralık 1943 tarihinde yapıldı ve SSCB bu konferansa katılmadı. Türkiye’nin savaşa katılması konusunda müttefiklerin baskısı çok ağırdı. İnönü “prensip olarak” savaşa katılmayı kabul etti. Fakat Türkiye’nin savunma gücü için gerekli olan yardım tamamen verilmedikçe savaşa girmeyeceğini de muhataplarına iletti. Bu noktada müttefikler arasında anlaşmazlık başlamıştı. Aslında bu anlaşmazlık SSCB’nin gizli ajandası vasıtasıyla yürüttüğü politika ile birebir örtüşüyordu. Bu politikadaki temel düşünceye göre "yalnız bir Türkiye", SSCB’nin çıkarlarına daha uygundu. Bu süreçte müttefik güçlerle ilgili ilk olumsuz görüşler Kahire Konferansı’ndan sonra iyice ortaya çıkmıştı. Türk idareciler, İngiltere’nin Türkiye’yi SSCB'nin talepleri doğrultusunda savaşa sokmak istediğini düşünmeye başlamışlardı. Amerika ise Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda İngiltere kadar ısrarcı değildi ve Türkiye’ye karşı bu konuda daha anlayışlı davranıyordu. Türkiye’nin ABD’ye yakınlaşmasında 2. Dünya Savaşı sırasında sergilediği bu tavır örnek olarak gösterilebilir. SSCB, artık Hitler’i tek başına yenebilecek güce ulaştığını düşündüğünden, Balkanlar’da müttefik askeri görmek istemiyordu. Bu görüş çerçevesinde SSCB, savaş sonrası Türkiye’yle yalnız kalmak ve taleplerini doğrudan ileterek ‘’yaptırım uygulama’’ düşüncesini savaş devam ederken dahi ortaya koymuştu. 

Kahire Konferansı (Aralık 1943)

1943 yılından itibaren Türkiye, SSCB ile ilişkileri düzeltebilmek için harekete geçmiş, savaşa katıldığını resmi olarak ilan etmemesine rağmen Alman gemilerinin Boğazlardan geçişini yasaklamış, krom satışını durdurmuştu. Fakat Türkiye'nin bütün bu hamleleri SSCB için artık yeterli değildi ve ilişkileri iyileştirme çabalarına olumlu yanıt vermediler.

YALTA VE SAN FRANCİSCO KONFERANSLARINDA TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ

Şubat 1945 yılında Yalta Konferansı’nda Boğazlar konusu gündeme gelmiş ve Stalin; Dünya koşullarının değiştiğini ifade ederek Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin beklentileri karşılamadığını ve yenilenmesi gerektiğini ileri sürmüştü. (Bkz. Yalta Konferansı) Yalta Konferansı’nda asıl amaç Almanya’nın savaş sonrası durumunu görüşmek iken, olay Boğazların yönetimine kaymıştı. İngiltere ve ABD ise Boğazlarla ilgili olarak Stalin’i destekleme yolunu seçmişlerdi. Bunun yanı sıra Yalta Konferansı, San Francisco Konferansı’na katılabilmenin ön koşulu olarak 1 Mart 1945 gününe kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiş olmak ve Birleşmiş Milletler Beyannamesini imzalamış olmayı koşul olarak öne sürülmesiyle sonlanmıştı. SSCB ise Birleşmiş Milletler’de Türkiye’yi istememekle birlikte, Türkiye’nin müttefik devletlerin yanında savaşı kazanmış olarak yer almasını da istememekteydi. Bununla birlikte Türkiye, San Francisco’daki Konferansa katılabilmek için 23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmişti. 

Bu süreçte SSCB ile ilişkilerin iyileşeceğini düşünen Türkiye’yi bir şok bekliyordu. 19 Mart 1945 tarihinde, SSCB Dışişleri Bakanı Molotov tarafından verilen nota sonucunda; Türkiye ile SSCB arasında 1925 yılında imzalanan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’ndan SSCB’nin tek taraflı olarak çıktığı belirtiliyordu. Türkiye, verilen nota sonrasında antlaşmanın yeni koşullarda yenilenmesi için çalışmalara başladı ve 4 Nisan 1945’te yeni anlaşma için koşulları öğrenmek adına SSCB notasına cevap verdi. Fakat SSCB antlaşma yapmamak için aylarca bu notaya cevap vermeyi erteledi ve 7 Haziran 1945 tarihinde, Molotov, Türkiye Büyükelçisi Selim Sarper’i makamına davet ederek Türkiye’den yerine getiremeyeceği isteklerde bulundu. Bu istekler arasında en dikkat çekici olanı ise Kars ve Ardahan’ın SSCB'ye verilmesi bulunuyordu. Buna gerekçe olarak da iki şehri Türkiye’ye teslim ederken ülkenin itiraz edemeyecek güçte olduğunu ve istemeyerek Kars ile Ardahan’ı Türkiye’ye teslim ettiğini, şu an ise iki şehrin kendisine verilmesi gerektiğini ileri sürülmesiydi. Ayrıca bu görüşme esnasında Boğazlarda deniz üssü talep edilmişti. Dolayısıyla bu istekler Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ile bağımsızlığını etkileyen ve uygulaması Türkiye Cumhuriyeti Devleti için kabul edilemez ve imkânsız isteklerdi. Yine bu görüşme esnasında SSCB, Ermenileri bahane ederek Türkiye’den Karadeniz kıyılarının Ermenilere terk edilmesini de talep etmişti. 

1945-1953 Yılları Arasında Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den Talep Ettiği Topraklar

Ardından Ermeniler isteklerini San Francisco Konferansı’nda dile getirmişler ve SSCB burada Ermenilerin hamiliğini üstlenmişti. Bu süreçten sonra ise SSCB tehdidi Türkiye üzerinde ciddi şekilde hissedilir olmuştu. Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın fesih edilmesinden itibaren Sovyetler Birliği, Türkiye’ye karşı ciddi bir savaş propagandası yürütmüş ve iki ülkenin sinirlerinin gerilmesine neden olmuştu. SSCB’nin bu tavrı ve istekleri Türkiye’nin dış politikasına yeni bir yön vermenin yanında, Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikası ABD ve İngiltere’yi korkutunca Soğuk Savaş’ın başlamasının öncüsü olmuştur. (Bkz. Soğuk SavaşınKökenleri) Nisan-Haziran 1945 zaman dilimi içinde San Francisco Konferansı’nda Sovyetler Birliği; Boğazlar, sınır değişiklikleri, Karadeniz’den serbest geçiş hakkı ve Türkiye’de yaşayan Ermenilerin SSCB’ye göçü gibi konularda ısrar etmiş; bunun sonucu olarak Türkiye’yi tehdit eden isteklerden dolayı bu süreçte komşusunun ABD ile yaklaşmasını dolaylı yoldan sağlamıştı. Konferansın asıl amacı Birleşmiş Milletler’in görev tanımının yapılması, yönetiminin oluşturulması ve işleyişini görüşmek iken ülkelerin çıkarları da işin içine girmişti. Daha önce bahsettiğimiz gibi bu Konferans’ta Sovyetler Birliği, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler dışında tutmaya çalışmıştı. Konferans sırasında ABD ile SSCB arasında Polonya’nın temsili konusunda anlaşmazlık çıkmış ve bu anlaşmazlık daha sonraki dönemlerde SSCB’ye karşı ABD’nin Türkiye’nin yanında yer almasında ilk adımlardan biri olmuştu. Zira Konferans devam ederken Roosevelt'in 12 Nisan 1945’de ölmesi üzerine yeni Başkan Harry Truman, Stalin'e sert bir mesaj göndermiş ve Amerikan Dışişleri Bakanı da, San Francisco'da Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov'a, Amerika Birleşik Devletleri'nin Sovyetler Birliği'ne karşı yeni tavrını şu şekilde açıklamıştır:

"Bundan böyle Sovyetler Birliği’ne Amerikan yardımı, bütünüyle Amerikan milletinin düşüncesine ve duygusal durumuna bağlı olacaktır. Bu konferans, Rusya'nın, bizim yardımımıza liyakatine bir ölçü olacaktır. Roosevelt'in Rusya'yı yatıştırma politikası artık sona ermiştir. Bundan böyle ilişkilerimiz (ver, al) esası üzerinde yürüyecektir. Barış yararına hepimizin birlik halinde olmamız gerekiyor. Bu bakımdan (ver, fakat alma) sistemini bundan böyle kabul etmeyeceğiz".

San Francisco Konferansı (Haziran 1945)

Bu süreçten sonra ABD, San Francisco Konferansı sırasında, Sovyet Rusya'ya yapmakta olduğu yardımı, SSCB’nin konferanstaki tutumunu da temel alarak keseceğini ve en önemlisi SSCB’ye karşı izlediği siyaseti değiştirdiğini açıkça belirtmiştir. Bu gelişmelerden sonra 26 Haziran 1945’te konferansa katılan 51 ülke Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imzalamışlardır. San Francisco Konferansı ve Birleşmiş Milletlerin kurulması ile birlikte, işlevini yitiren Milletler Cemiyeti 19 Nisan 1946 tarihinde ortadan kalkmış ve yetkilerini Birleşmiş Milletler örgütüne devredilmiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkıntıları ortadan kaldırmak, barışı sağlamak, insan hayatını korumak amacıyla ortaya çıkmaktan ziyade daha önce var olan Milletler Cemiyeti’nin yerine gelmiştir. San Francisco Konferansı sırasında ise (7 Mayıs 1945) Almanya teslim olmuş ve savaş sona ermiştir.

POTSDAM KONFERANSI VE TÜRKİYE İLE SSCB ARASINDAKİ NOTA SAVAŞI

Her ne kadar Almanya’nın son durumunu kararlaştırmak için toplandığı düşünülse bile 17 Temmuz 1945 tarihinde toplanan Potsdam Konferansı’nın ana gündemi SSCB’nin ortaya attığı Boğazlar konusudur. Potsdam Konferansı’nda ABD, İngiltere ve SSCB arasında 22 Temmuz 1945 tarihine kadar Türkiye ya da Boğazlar ile ilgili bir görüşme yapılmamış olmasına rağmen, üç büyük devlet liderlerinin kendi içlerinde görüşmeyi istedikleri tek konu Boğazlar olmuştur. SSCB, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin iptalini ve Boğazlarda üs konusunu Türkiye ile kendi arasında çözmeyi teklif etmekteydi. Bütün bunların yanında, Churchill’in “Türkiye’yi tehdit etmemeli ve sınır değişikliği taleplerinden vazgeçmelisiniz.” söylemlerine karşı olarak Molotov ve Stalin, bu isteklerin Türkiye’nin yeniden yapılması düşünülen Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın talebine ithafen yapıldığını belirterek isteklerinden vazgeçmediklerini belirtmişti. Konferans sırasında SSCB eğer Boğazlar ve Karadeniz konusunda Türkiye ile anlaşma sağlanamazsa, Türklere karşı Karadeniz’i kullanan diğer ülkeler ile başka bir rejim oluşturmayı düşünebileceklerini belirterek konferansa katılan diğer ülkeleri açıkça tehdit etmiştir. Karadeniz’i kullanan; Bulgaristan, Ukrayna, Gürcistan ve Romanya bu zaman dilimi içinde, SSCB kontrolünde olduklarından Türkiye’ye karşı oluşturulacak bir ‘’anti geçiş rejimi’’ tamamen SSCB liderliğinde ve diğer dört ülke için formalite olmaktan öte bir geçiş rejim olmayacağı açıktı. 23 Temmuz 1945 günü konferansın gündeminde Türkiye, Polonya ile Almanya arasındaki Konisberg’in durumu; Suriye, Lübnan ve İran bulunmaktaydı. Stalin, Türkiye üzerinde ki istekleri konusunda ısrarını koruyor ve gerekçeler sıralıyordu. Stalin’e göre; Kars Ermenilere, Ardahan Gürcülere aitti. Stalin ve Molotov, Ankara tarafından teklif edilen dostluk antlaşması için Kars ile Ardahan’ın Sovyetlere bırakılmasını şart koşuyordu. Ancak Boğazlar konusunda geri adım atılmayacaktı. Ruslar, Kars ve Ardahan üzerindeki haklarından ancak Türkler ittifak antlaşmasından vazgeçerse çıkacaklarını belirtmekteydiler. Konferans sırasında ABD ve İngiltere olası Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi, Ruslara üs verilmesi gibi konularda Akdeniz’den Basra Körfezine kadar geniş bir alanı Sovyetleştirme hatta Komünistleştirme olacağını düşündüklerinden, Boğazlar konusunda Türkiye’yi desteklemişler ve Rusların bu yayılmacı politikasını engellemeye çalışmışlardı. ABD, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi gerektiği konusunda Stalin’le hem fikir olduğunu belirtmiş, Boğazların üç ülkenin garantörlüğünde korunması gerektiğini dile getirmişti. Böylece, ABD üstü kapalı olarak Boğazlarda Ruslara üs verilmesi fikrine karşı çıktığını ortaya koyuyordu. Bu süreçten sonra Amerika’nın Türkiye’ye destek vereceği ve koruyacağı belli olmuştu. Amerika Dışişleri Bakanı John Grew, Truman’a sunduğu bir raporda "Eğer Ruslara boğazlarda bir üs verilirse, Türkiye’nin Rus hakimiyeti altına gireceği olasılığı olduğundan” bahsetmiş, dolayısıyla ne İngiltere ne de Amerika, Sovyetler Birliği’ne Boğazlarda bir üs verilmesine sıcak bakmamışlardı. Zira İngiltere açısından bakıldığında Rusların olası bir üs kazanmaları durumunda, İngiltere’nin sömürgelerine giden yol üzerinde Komünist bir ülkenin etkisi olacaktı ki İngiltere için böyle bir durum kabul edilemezdi. Amerika, Rusların Türkiye üzerinde ki isteklerinden haberdar olmasına rağmen, bunların gerçeklik taşımadığını sadece güç gösterisi olduğu kanaatindeydi.


Dışişleri Bakanı John Grew

Sovyetler Birliği ise tüm bu isteklerini dile getirdiği bir notayı 24 Eylül 1946 tarihinde Türkiye’ye verdi. Bu nota sonrasında ABD, Rusların isteklerinde ciddi olduklarını ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğinin farkına ancak varabildi. Konferans boyunca, Stalin isteklerinden vazgeçmemiş fakat bazı değişiklikler yaparak ABD ve İngiltere’ye kabul ettirmeye çalışmıştı. Konferans sırasında ABD’nin teklif ettiği, Boğazların üç devlet tarafından korunması hususunu ise Stalin geri çevirmişti. Zira Stalin; ABD’nin Boğazlara müdahale etmesini istememekte, bu durum kendisinin geleceğe dönük planlarına engel olmaktaydı. Konferansın ilerleyen günlerinde Stalin, Boğazların ortak olarak korunması konusunda önce İngiltere’yi safdışı bırakmaya çalıştı. Stalin, İngiltere’yi safdışı bırakmak için Süveyş Kanalını kontrol eden İngiltere’nin de kanaldan çekilmesini ve o bölgenin de Türkiye’nin kontrolü altındaki Boğazlar gibi ortak korunmasını teklif etmiştir. Dolayısıyla Stalin’in bu istekleri İngilizler tarafından kabul edilmemiştir. Stalin sınırlarını zorlayarak, Boğazlar konusunda sonuna kadar direnmiş ve isteklerini elde edebilmek için uğraşmıştır. 1 Ağustos 1945 tarihinde yapılan son görüşmede, Stalin Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesini değil tamamen iptal edilmesini ve boğazların korumasını Rusya ile Türkiye’ye bırakılması gerektiğini belirterek son teklifini yaptı. Fakat bütün bu ısrarlara rağmen konferans bitiminde Türkiye ve Boğazlar meselesiyle ilgili herhangi bir karar alınamadı. Potsdam Konferansı’nda Türkiye’yi ilgilendiren tek karar. Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirileceği ve bunun için İngiltere, SSCB ve ABD’nin ayrı ayrı Türkiye ile görüşmeler yapacakları konusundaydı. Türkiye açısından iyi karşılanan bu durum aslında pek iç açıcı değildi. Zira bundan sonraki süreçte Rusya istekleri konusunda daha tehditkar olmuş ve isteklerini elde edebilmek için Türkiye’ye baskı yapmak için her türlü imkanı zorlamaya başlamıştı.


Potsdam Konferansı (Temmuz-Ağustos 1945)

Konferans sonrasında İngiltere ile ABD, Türkiye’ye Boğazlar ile ilgili tekliflerde bulundu. Sovyetler Birliği’nin yaptığı ise bir teklif olmaktan çok nota vermektir. Boğazlar konusunda SSCB tarafından 1946 yılında önce 7 Ağustos’ta ardından 24 Eylül tarihlerinde Türkiye’ye nota verilmiştir. SSCB’nin son notasına cevaben Başbakan Recep Peker;

Türkiye’nin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün her şeyin üstünde tutulacağını...” belirten bir yazı kaleme almıştır.

Başbakan Recep Peker

Bu notaya ise Türkiye 22 Ağustos’ta resmi cevap vermiş ve notalarda bulunan ilk 3 maddeyi kabul etmiştir. Fakat dördüncü ve beşinci maddeleri Türkiye’nin bağımsızlığını etkilediğini düşünülerek kabul edilemez bulunduğu Sovyetler Birliği’ne yazılı olarak iletilmiştir. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, 24 Eylül’de Türkiye’ye tekrar bir nota vermiştir. 24 Eylül’de verilen bu notaya Başbakan Recep Peker’in yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde cevap vererek Sovyetler Birliği’nin tüm istekleri reddedilmiştir. Notalar savaşı bu şekilde devam ederken, ABD’de dördüncü ve beşinci maddelere karşı çıkan notası, Sovyetler Birliği’ne 15 Ağustos 1946’da ulaşmıştı. Sovyetlerin yayılmacı politikasının tehlikelerini gören ABD, Potsdam Konferansı’ndan sonra Soğuk Savaş’ın ilk adımını atmış, Ruslara karşı politikasını değiştirmişti. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’a yapmış olduğu maddi yardımları devam ettiremeyeceğini belirtince 12 Mart 1947’de açıklanan Truman Doktrini ile Türkiye aktif bir şekilde ABD tarafından desteklenmeye başlandı.

TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİNİN KOPUŞU VE TÜRKİYE’NİN BATI İTTİFAKINA KATILIMI

İkinci Dünya Savaşı sürecinde gerilen Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri, Yalta ve Potsdam Konferansları sırasında iyice kötüye gitmişti. Gerilimli ilişki Sovyetler Birliği’nin Boğazlar ve Kars-Ardahan isteklerinde ısrarcı olmasıyla kurtarılamaz noktaya gelmişti. Bu süre zarfında Boğazlar konusunda Sovyetler Birliği tarafından defalarca notalar verilen Türkiye yardım için ABD’ye yönünü çevirmiştir. Zira 1947 yılında İngiltere artık Türkiye ve Yunanistan’a yaptığı yardımları yapamayacak noktaya gelmişti. Bunun üzerine Truman Yardımları (Truman Doktrini) devam ettirme amacıyla çalışmalara başlamıştı. 12 Mart 1947 yılında yapılan bir kongre sırasında Truman, Yunanistan ve Türkiye’nin bağımsızlıklarının ülke içinden ve dışından tehdit altında olduğunu ve ABD’nin bu ülkelere yardımcı olmaması durumunda Türkiye ve Yunanistan’da komünist bir rejim oluşacağını ve insanların hürriyetlerini kaybedeceklerini belirtmiştir. Bu kongre, Truman Doktrini ve Marshall yardımlarının ilk adımlarını oluşturmuştu. "Yunanistan ve Türkiye'ye yardım kanunu" tasarısı, 22 Nisan 1947'de Senato'da, 9 Mayıs 1947'de Temsilciler Meclisi'nde kabul edildi. 22 Mayıs 1947'de de Başkan Truman tarafından onaylanarak yürürlüğe giren 75 numaralı Genel Yasa ile Truman Doktrini çerçevesinde belirlenen ülkelere yardım edilmesi için ilk adım atılmış oldu. Bu yasa kapsamında, Amerika Birleşik Devletleri, Yunanistan'a ve Türkiye'ye toplam 400 Milyon Dolarlık bir yardım yapılmasını hedeflemişti. Truman Doktrini, bir yandan Dünya’nın iki Bloğa ayrıldığını ve Sovyet-Amerikan mücadelesinin başladığını açıkça ortaya koymuş, diğer yandan “Soğuk Savaş”ın ilk adımlarını atmıştır. Sovyet kamuoyu tarafından Truman Doktrini’ne karşı kampanyalar başlatıldı, Marshall yardımlarına karşı tepki gösterildi. 12 Temmuz 1947 tarihinde Ankara’da ABD ve Türkiye arasında yapılacak yardımla ilgili antlaşma imzalandı. Bu tarihten sonra Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler askıya alınarak, Türkiye için yönünü Batı Bloğuna çevirme devri başlamış oldu.

Yukarıdaki gelişmeler göz önüne alındığında 1947-1949 yılları arası Türkiye için dönüm noktası oluşturmuş diyebiliriz. Bu zamana kadar Sovyetler Birliği ile daha yakın olabileceğini düşünen ve Avrasya Paktı fikri oluşturmaya çalışan Türkiye, Marshall Yardımı ve Truman Doktrini ile önce Birleşmiş Milletlere üye olmuş, 1946 yılında ‘’çok partili’’ hayata geçiş yaparak modernleşme ve demokratikleşme alanında ciddi bir adım atmış, 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne katılmış ve aynı yıl kurulan ‘’Kuzey Atlantik Paktı’’ üyeliğine doğru girişimlere başlamıştır. Türkiye'nin hem modernleşme hem de batılılaşma alanında adımlar atması sonucu, Sovyetler Birliği’nin daha fazla rahatsız olmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim Sovyetler Birliği, demokratikleşen, dışa açılan, uluslararası arenada kendini gösteren bir Türkiye yerine; daha çok içe kapanık, güçsüz, güvensiz bir Türkiye tercih ederdi.

DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ SSCB İLE İLİŞKİLER

1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, ABD ile olan yakınlaşmayı hızlandırmıştı. Cumhuriyet Halk Partisi’nden sonra iktidara gelen Demokrat Parti, bir önceki iktidarın belirlediği dış politika anlayışından ayrılmadı. DP döneminde de Batı Bloğuyla ittifak yapabilmek için yoğun mesaiye devam edildi. Türkiye, ABD ile kuracağı ittifakla ülkenin Sovyetlere karşı güvenlik ihtiyacının karşılanmasıyla birlikte ABD’nin mali yardımlarıyla ülkenin ekonomik kalkınmasının gerçekleştirilebileceğini düşünüyordu. Bu dönemde Demokrat Parti’nin, Türk-Amerikan ilişkilerini geliştirmeyi bir devlet politikası haline getirdiği görülmüştür. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin tehditlerinden duyduğu kaygıyla NATO’ya üye olmak istediğini hiç gizlememişti. Bu dönemde Türkiye’nin ısrarla NATO üyesi olmak için çabalamasını Sovyetler Birliği engellemek için büyük çaba gösterdi. 1950 yılında Kore Savaşı’nın başlaması ve Türkiye’nin Kore’ye birlik yollaması NATO üyeliği açısından olumlu karşılanmıştı. Bu gelişmeler SSCB tarafından tedirginlikle izlenmiş Marshall yardımlarına karşı Doğu Bloğuna yardımı ön gören COMECON oluşturulmuştu. Bununla birlikte, SSCB Türkiye’nin NATO’YA üyelik girişimlerini 1951 yılında bir nota ile kınamıştır. 18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye’nin NATO üyeliğine kabulü ile ülke Sovyet tehdidi karşısında rahatlamış oluyordu. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla, Norveç ile birlikte SSCB’ye sınırı olan ikinci ülke oluyordu. Sovyetler açısından Türkiye’nin NATO’ya üye olması Ortadoğu Komutanlığı projesinde Batılı ülkelerin yanında yer alması, Ortadoğu ve Akdeniz’deki güç dengelerinin SSCB’nin kontrolü dışında değişmesi demekti ve bu yüzden SSCB bu proje nedeniyle Türkiye’ye 24 Kasım 1951 ve 28 Ocak 1952 tarihlerinde nota verdi.

29 Ocak ve 30 Ocak 1952 Tarihlerinde Akşam Gazetesinde Sovyet Notası İle İlgili Çıkan Haberler

Sovyetler, yayılmacı politikaları ve Türkiye üzerinde ki istekleriyle birlikte Türkiye’yi kendi elleriyle ABD’ye ve NATO’ya itmiş bulunmaktaydı. Stalin’in ölümüne kadar (1953), SSCB Türkiye üzerindeki isteklerinden vazgeçmemişti. Bu durum her iki ülkenin ilişkilerini 1946 yılından sonra sadece notalar çerçevesinde gelişmesine neden olmuştu ve her iki arasında her daim gergin bir ilişki olmasına sebebiyet vermişti. Türkiye’nin NATO üyeliği ile birlikte Batılı Devletler de Ortadoğu ve Akdeniz üzerinde etkili olacak önemli ortak bulmuşlardı. Türkiye açısından NATO’ya üyelik “Ülke bütünlüğüne ve egemenliğine aykırı talepler karşısında” bir “güvence arayışı” biçiminde değerlendiriliyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden, Stalin’in ölümüne kadar ki süreçte Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkinin gergin (hatta kopma noktasında) olduğunu söylemek mümkündür. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte, iç ve dış politikada tamamen Komünizm karşıtı bir yol izlenmiş, ABD ile ilişkiler iyi yönde olacak şekilde hızlandırılmıştır. Adnan Menderes dönemi özellikle Türkiye’nin batılılaşma, modernleşme sürecinde önemli rol oynar, Marshall yardımları da bu modernleşmenin önemli bir noktalarından birisini oluşturur. 

Sovyetler Birliği, Stalin’in 1953 yılında vefatı üzerine Türkiye’ye karşı izlediği politikaları gözden geçirdi ve değişikliğe gitti. Sovyetler Birliği, 30 Mayıs 1953 tarihinde Türkiye’den toprak ve boğazlara yönelik taleplerinden vazgeçtiğini ilan etti ve 1954 yılında karşılıklı ticaretin geliştirilmesi teklifinde bulundu. Hatta Ruslar Türkiye’ye ekonomik yardım teklifinde bile bulundular. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin bütün bu girişimlerini stratejik bir hamle olarak gördü ve Sovyetler Birliği’nin beklediği olumlu karşılığı bu dönemde hiçbir zaman vermedi. Başbakan Adnan Menderes’e göre, Sovyetler Birliği ‘’Dünya barışını tehdit eden’’ bir güçtü. Türkiye böyle bir güçle komşu olmanın zorluğunu yaşıyordu. SSCB’nin Türkiye’ye yönelik dostluk çağrıları 1957 yılına kadar devam etti. Sonra her iki ülke arasına Ortadoğu kaynaklı sorunlar girdi.

 Sovyetler Birliği’nin ısrarla ekonomik işbirliği ve yardım teklif ettiği zamanlarda Türkiye, büyük mali sorunlarla uğraşıyordu. Türkiye ülkenin altyapısını inşa etmek için büyük yatırım projeleri başlamıştı. Fakat bu projeleri tamamlamak için kendi kaynakları yeterli gelmiyordu. Bunun sonucu olarak Türkiye ekonomik bir buhran içerisindeydi. Türkiye bu ekonomik buhrandan çıkmak için dost ve müttefik gördüğü ABD’den temin edeceğini düşündüğü ekonomik yardımlar yerine bolca nasihat aldı. Türkiye başta ABD olmak üzere küresel finans kuruluşlarını mali yardım almak için ikna edemedi ve bu kurumların zorlamasıyla 1958 yılında devalüasyon yapmak zorunda kaldı. Bu kararla birlikte ülke büyük ekonomik bedeller ve acı reçetelerle karşılaştı. Devalüasyon sonrasında temin edilen sınırlı kaynaklar, Türk ekonomisine bir soluk aldırsa da ekonomik krizi tamamen sona erdirmeye yetmedi.

Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar

1959 yılında Başbakan Menderes’in ve Başkan Eisenhower’ın karşılıklı ülke ziyaretlerinde Türkiye mali yardım taleplerini tekrarladı. Fakat ABD, Türkiye’nin sıkıntılarını çözecek ekonomik yardıma bir türlü olumlu yaklaşmadı. Başkan Eisenhower’ın Türkiye’den ayrılmasından üç gün sonra hükümet, Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar’ın Sovyetler Birliğini ziyaret edeceğini açıklandı. Kısa bir süre sonra Başbakan Adnan Menderes’in 1960 yılının Temmuz ayında Sovyetler Birliği’ne bir ziyaret planlandığını ilan etti. Bu gelişmeler ABD tarafında rahatsızlıklara sebep oldu. Çünkü son siyasi gelişmelere bakarak Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı izlediği politikada esaslı bir değişikliğe gideceği anlaşılıyordu. Fakat Başbakan Adnan Menderes, Sovyetler Birliği ziyaretini gerçekleştiremeden askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı. Bu darbe neticesinde Türk-Sovyet ilişkileri ‘’Demir Perde’’ yıkılana kadar belli bir eksende devam etti.

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ’NİN SSCB İLE İLİŞKİLERİ

27 Mayıs 1960’ta Türkiye’de askeri darbe ile Adnan Menderes hükümeti devrilmiş ve yönetim, askerlerden oluşan Milli Birlik Komitesi’nin eline geçmişti. Komite’nin bünyesinde 38 Subay ve General yer alıyordu. Geçici Anayasa gereği, Komite ülkenin Yasama Organına dönüştürülmüştü. Komite Başkanı eski Kara Kuvvetleri Komutanı General Cemal Gürsel oldu. Gürsel aynı zamanda hükümete de başkanlık ediyordu.

Sovyet yönetimi, darbenin hemen ardından yeni hükümeti tanıdı. 31 Mayıs’ta Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi Nikita Rijov, Cemal Gürsel’e tanıma ile ilgili belgeyi sundu. Rijov, Sovyet yönetiminin, Türkiye’nin dış siyasetinin Atatürk’ün hayata geçirdiği prensiplere dayanacağına ümit beslediğini bildirdi.

Türk yetkilileri Kuzey komşusu SSCB ile olan ilişkileri iyileştirme arzusundaydı. Fakat güven duymayı gerektiren bu adımları, Stalin döneminde Türkiye’den toprak talep ederek bozmuş olan Sovyet tarafı atmalıydı.

Sovyet lideri Nikita Kruşçev, 28 Haziran 1960 tarihinde Gürsel’e bir mektup gönderdi. Mektup’ta iki ülke arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi isteği vurgulanarak, Türkiye’nin düştüğü durum NATO ile ilişkilendirilmekteydi. Ayrıca Ankara’nın bağımsız siyaset yürütmesi temenni ediliyordu.

Nikita Kruşçev

Gürsel 8 Temmuz 1960’da, Kruşçev’in mektubuna cevap verdi. O da ikili ilişkilerin iyileştirilmesinden yana olduğunu bildirdi. İmzalanmış ikili anlaşmalardan doğan sorumluluklara uyulması, silahlanmaya son verilmesi ve SSCB’nin güven verici gerekli adımları atması konusunun gerekliliği vurgulandı.

Yeni Türk yönetimi Sovyetler Birliği ile ilişkilerde iyi komşuluk siyaseti güdeceğini açıkladı. Bu amaçla Moskova Büyükelçisi olarak atanan Fahri Korutürk, 6 Ağustos 1960 tarihinde güven mektubunu SSCB Başkanı Leonid Brejnev’e sundu. Korutürk, sunum esnasında yaptığı konuşmasında şunları söyledi:

Türk hükümeti, iki ülke arasında samimi dostluk ilişkilerinin gelişmesini ve bu ilişkilerin daha sıcak ve samimi bir şekil almasını arzulamaktadır.

Bundan sonra iki ülke arasındaki ilişkilerde güven ortamının oluşması için bir dizi adımlar atıldı. 1960 yılının Ekim ayında Dışişleri Bakanı Selim Sarper, New York’ta Kruşçev ile bir araya geldi. Bu görüşme, 1939 yılından beri gerçekleşen ilk üst düzey Türk-Sovyet görüşmesiydi. Sarper, Sovyet askeri birliklerinin sınırdan geri çekilmesinin söz konusu güven ortamının sağlanmasındaki önemine değindi. Kruşçev, ilişkilerin normalleştirilmesinden yana olsa da ordularının sınırdan geri çekilmesi önerisine sıcak bakmadı. Herhangi bir sonuç alınmamasına rağmen yapılan görüşme, kamuoyunda olumlu izlenim bıraktı.

Dışişleri Bakanı Selim Sarper

Bu dönemde iki ülke arasında ticari ilişkiler de yavaş ilerlemekteydi. 60’lı yılların başında Türkiye’nin dış ticaretinde SSCB’nin payı %1 oranındaydı. İlişkilerin normalleşmesinde çekingenlik ve güven eksikliği kendini hissettiriyordu. 1960 yılının Ekim-Kasım aylarında Türk ticaret heyeti SSCB’ye bir gezi düzenledi. Bu sırada Türk kamuoyunda, dış siyasi ilişkilerle ilgili olarak yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Bazı çevreler Menderes yönetiminin yürüttüğü dış siyasetin Türkiye’nin çıkarlarını yeterince savunamadığı görüşündeydi. Türk resmi çevreleri iki ülke arasındaki ilişkilerin onarılmasından yana olduklarını gösteren demeçler vermekteydi. Devlet ve Hükümet Başkanı Cemal Gürsel’in Türk-Sovyet Dostluk Anlaşması’nın 40. Yılı dolayısıyla Sovyet yönetimine gönderdiği mektubunda şöyle deniyordu:

Cumhuriyet yönetimi, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında karşılıklı saygıya dayalı sıcak komşuluk ilişkilerinin uluslararası barış ve güven ortamında gelişeceğini arzu ve ümit etmektedir.’’

27 Mayıs 1961 tarihinde Türkiye’nin yeni anayasası kabul edilerek 9 Temmuz 1961’de yapılan referandumla yürürlüğe girdi. Eylül ayında eski Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi. Cemal Gürsel, 26 Ekim 1961 tarihinde Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece, Türkiye tarihinde yeni bir dönem başladı.

U-2 KRİZİ VE SSCB İLE İLİŞKİLERİN GERİLMESİ

Kasım ayında hükümeti kuran İsmet İnönü çok yönlü bir dış siyaset yürüteceklerini, komşularla iyi komşuluk ilişkilerini devam ettirmek istediklerini söyledi. İnönü, SSCB ile ilişkilerin iyileştirilmesinin zorunlu olduğunu açıkladı. Dışişleri Bakanı Selim Sarper’de aynı tonda açıklamalar yaptı. Ancak, kimi Türk çevreleri, Sovyetler Birliği’nin, Türkiye ile olan ilişkilerinde değişken olduğunu öne sürerek temkinli hareket ediyorlardı.

Türk kamuoyunun bazı kesimleri ise Kuzey komşusu ile ilişkilerin iyileştirilmesi düşüncesine olumlu yaklaşıyordu. Bu tür ilişkilerin ülke ekonomisinin gelişmesine yardımcı olacağını ileri sürüyordu.

Ancak Türkiye ile SSCB arasında ilişkilerin gelişmesinde çeşitli engeller vardı. Bunun başlıca sebebi Türkiye’nin ekonomik olarak tamamen ABD’ye bağımlı olmasından ileri geliyordu. Ayrıca Türkiye’nin NATO’ya katılması ile birlikte ülke içerisinde çeşitli üslerin açılmış olması da Türkiye ile SSCB arasında ilişkilerin gelişmesine engel olan başka bir unsurdu. Bu durumu biraz daha açarak özetlemek gerekirse:

Soğuk savaşın ilk yıllarından itibaren Sovyetler Birliği; İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Türkiye, Güney Kore ve Japonya topraklarında kurulan Amerikan askeri üsleriyle çevrilmişti. İngiltere, İtalya ve Türkiye topraklarında konuşlandırılan orta menzilli füzeler Küba’daki Sovyet füzelerine denkti. Sovyetler Birliği yine de kendini güvende hissetmiyordu. Yeni Sovyet yönetimi, Türkiye ile yakın ilişki kurarak hem kendi güvenliğini sağlamlaştırmaya hem de Ankara’nın Batı Bloku ülkeleriyle ilişkilerini zayıflatmaya çalışıyordu.

1950’li yılların sonu ile 1960’lı yılların başlarında Türkiye, ABD’nin dış devletlere yaptığı yardımlarda ilk sırada yer alıyordu. Bu yardımlar 4 Temmuz 1948 tarihinde imzalanmış ABD-Türkiye Ekonomik İşbirliği Anlaşması’ndan sonra gerçekleşmeye başlamıştı. ABD’nin Türkiye’deki konumunun güçlenmesi, 1950’li yılların sonlarından itibaren çeşitli askeri ve ekonomik yardımların yapılması, üst düzey temsilcilerin karşılıklı ziyaretleri ile sona ermişti. ABD-Türkiye askeri stratejik işbirliği konusu, Sovyet yönetimini rahatsız ediyordu.

ABD’nin Türkiye’ye olan bu ilgisinin altında bir takım ‘’nesnel gerekçeler’’ yatmaktaydı. Türkiye, Ortadoğu’nun en büyük ve en güçlü devleti olarak kabul ediliyordu. Sahip olduğu coğrafi ve siyasi konumu ise, ABD için askeri ve stratejik açıdan hayati önem arz etmekteydi. Ülke topraklarının Doğuya doğru uzanarak ABD’nin başlıca rakibi olan SSCB ile deniz ve karadan sınır oluşturması Amerikalıların Sovyet karşıtı faaliyetleri için olumlu bir ortam oluşturuyordu. İşte bu yüzden Türkiye, coğrafi konumu itibariyle Amerikalılar için SSCB’ye karşı ön safta saldırıları göğüslemesi planlanan ülkelerden birisi olarak görülüyordu. ABD ile Türkiye arasında askeri alanda işbirliğine ilişkin çeşitli dönemlerde 50’nin üzerinde antlaşma imzalanmıştı. Uçak pistlerinin, radar sistemlerinin, nükleer başlıklı füzelerin bulunduğu bu üsler büyük bir alanı kapsıyordu. Bu dönemde Türkiye’de yaklaşık 30.000 civarında Amerikan askeri personeli görev yapıyordu. 1960’lı yılların başında ise Türkiye’deki Amerikan askerlerinin sayısı, aile bireyleri dışında, 50.000’e ulaşıyordu. Amerikalı asker ve istihbaratçılar genelde Ankara, İstanbul, İzmir, Adana kentlerinde, Karadeniz kıyılarında ve Türkiye’nin Doğu illerinde çalışmalar yapıyordu. Ankara’da 6.000’den fazla Amerikan askeri ve subayı, Adana’daki İncirlik Askeri Hava Üssünde ise 3.000 askeri çalışanı görev yapmaktaydı. Dünyanın hiçbir noktasında Amerikan askeri üsleri Türkiye’de olduğu kadar SSCB’ye yakın konumlandırılmamıştı. İncirlik’teki Amerikan Askeri Üssünde konumlandırılan elektronik bilgi toplama araçları Moskova ve Leningrad şehirlerinde taksicilerin telsiz konuşmalarını dahi rahatlıkla dinleyebiliyordu. SSCB’nin güney toprakları Türkiye üzerinden ABD ve NATO’nun gözetimi altındaydı.

Bu yüzden Türkiye, Doğu-Batı arasında köprü rolünü oynuyordu. Bunun dışında dünyanın en önemli uluslararası ulaşım ve ticaret hatlarından birisi olan Boğazlar Türkiye’nin denetimi altındaydı. SSCB’nin güneyine taşınan malların büyük bir çoğunluğu Türk limanlarından ve boğazlarından geçmekteydi.

Türk hükümetinin ülkenin beş yıllık gelişimini sağlamak gayesiyle ABD ve NATO’dan aldığı borç 1,5 Milyar Dolar idi. Bu da ülkenin dış siyaset çizgisinin Batı eğilimli olduğunun açıkça gösteriyordu. Ortaya çıkan bu durum SSCB’nin çıkarlarıyla asla örtüşmüyordu. Bu durumu Sovyet lideri Kruşçev, 2 Temmuz 1962 tarihinde Romanya’da yaptığı konuşmada şöyle dile getirmişti:

“Amerikan emperyalistleri, zayıf ülkelere yaptıkları yardımla övünüyorlar ve bu konuda da özellikle Türkiye’yi örnek gösteriyorlar. Gelin, onların “yardımseverliği” sayesinde bu ülkenin ekonomisinde neler değişmiş ona bakalım: Batı, 1949 yılından itibaren Türkiye’ye yardım etmeye başladı. 1948 yılında, yani Menderes Hükümeti ABD yardımını kabul ettiği zaman Türkiye’nin sanayi sektörü, ulusal gelirin %10,5’ini karşılıyordu. 1960 yılında, yani Amerikan “yardımından” 12 yıl sonra Türkiye’nin milli gelirinde sanayi sektörünün payı %10,9 olmuştur. Peki, bu ne anlama gelmektedir? Gayet basit: Türkiye, yardımlara rağmen, önceden de olduğu gibi gelişmiş herhangi bir sanayisi olmayan tipik bir tarım ülkesi olarak kalmıştır. Türkiye ekonomisi çıkmaz sokağa girmiştir. Ülke, mali destekçilerinden aldığı bu borçları 2008 yılından önce ödeyebilecek kapasitede değildir. Bu hesaplamayı biz kendimiz yapmadık, bu bilgiler Türkiye’nin ileri gelen gazetelerinden birisinden alınmıştır. Ancak Türk devletinin Okyanus ötesindeki emperyalistlerle yakınlaşmasının kurbanı sadece Türk sanayisi olmamıştır, Türkiye’nin tarım sektörü de zor durumdadır. Hatta halk ekmek sıkıntısı çekmektedir, onu da yurt dışından temin etmekteler. Bir süre önce Türkiye’de gazeteler, Batı devletlerinin Türkiye’ye 3 milyon ton buğday sevkiyatının tamamlanması dolayısıyla İstanbul’da düzenlenen anlamsız bir törenden söz etmektedir. Bu gazetelerden birisinde şöyle bir yazı olayın vahametini açıkça göstermektedir; bu gösterişli törenler insanların yüreğinde kederle yankılandı. Kim bilir daha kaç yıl yabancılara el açacağız?

Kruşçev konuşmasında, Batı’nın Türkiye’ye yaptığı yardımın hiçbir yarar sağlamadığını özellikle vurguluyordu. İlişkilere olumsuz etki eden nedenlerden biri de Türkiye’deki Amerikan üslerinden kalkan U-2 keşif uçaklarının Sovyet hava sınırlarını çoğunlukla ihlal etmesiydi. ABD Devlet Başkanı Eisenhover, hava sınırlarının tüm ülke uçaklarına açık olmasını istiyordu. Sovyet lideri Kruşçev ise hava sınırlarının ciddi şekilde korunmasından yanaydı.

U-2 uçakları Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) gurur kaynağı idi. 1950’li yılların sonunda ‘’race car’’ koduyla Japonya ile Türkiye’deki üslerinden havalanan U-2 uçakları hiçbir engele takılmadan Sovyet hava sahasına girerek ülkenin güvenliğini tehdit ediyordu. Bu uçaklara monte edilmiş özel kameralar yardımıyla Sovyetlerin en gizli üslerinin fotoğrafları çekilmekte ve askeri birliklerinin yeri tespit edilmekteydi.

U-2’lerin uçuşu Sovyetleri bir hayli tedirgin ediyor ve sinirlendiriyordu. Tüm önlemlere ve tedirginliğe rağmen bu uçuşları da önleyemiyorlardı. Sovyet hava sınırlarını ihlal eden diğer uçaklar anında vurularak düşürülseler de 15 kilometre yükseklikte hızla uçan U-2’ler SSCB’nin en merkezi ve mahrem bölgelerine kadar sokularak gizli hedeflerin üzerinden rahatlıkla geçebiliyorlardı. CIA başkanı, Eisenhover’a Sovyetler Birliği’nin U-2’leri düşürebilecek bir donanıma sahip olmadıklarını bildirmişti. Sovyetler, Sputnik’i uzaya göndermekle bu alanda Amerika’nın önüne geçseler de söz konusu istihbarat uçaklarıyla baş edemiyorlardı. SSCB’nin sahip olduğu füzelerin de bu uçakları vurması imkansızdı. Sovyet lideri Kruşçev, Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) ve Genel İstihbarat İdaresi’nden (GRU) bu uçakların imha edilmesine yönelik bir sistemin veya yolun derhal bulunmasını istiyordu. Bunun üzerine Sovyet özel birimleri bunun için gereken araştırmaları yapmaya başladılar. Hatta Türkiye ve Japonya’daki Amerikan üslerinde görev yapan bir subaya casusluk önererek gerekli bilgileri toplamaya çalıştılar.

SSCB Savunma Bakanı Rodion Yakovleviç Malinovski

1 Mayıs 1960 yılında saat 5:36 sularında bir U-2 uçağı yine Sovyet hava sahasına girdi. SSCB Savunma Bakanı Rodion Yakovleviç Malinovski, uçağın Sovyet hava sahasına girdiği haberini sabahın erken saatlerinde Kruşçev’a telefonla bildirdi. Kruşçev bu esnada Vorobyov dağlarındaki ikametgahında uyuyordu. Telefonun çalmasıyla gözlerini açan Kruşçev;

Şu şeytan, kendisiyle sabahın bu erken saatinde ne getiriyor?” diyerek sinirli biçimde telefonu açtı.

Malinovski, Amerikan istihbarat uçağının Afganistan üzerinden Sovyet hava sahasına girdiğini ve Sverdlovsk’a doğru uçtuğunu aktardı. Kruşçev bağırarak:

Girmiş mi? Vurun onu. Ne yapıp edip düşürün!” Dedi.

Ardından da küfrederek telefonu kapadı. Sovyetler, U-2 için yeni geliştirdikleri füzeleriyle uçağı Sverdlovsk semalarında vurdu. ABD istihbaratına göre bir Amerikan askeri, uçağın nasıl vurulabileceğine ilişkin bilgileri Sovyetlere aktarmış ve uçuştan önce uçağa özel bir cihaz yerleştirmişti. Uçağa yerleştirilen bu cihaz sayesinde uçak Sovyetler tarafından düşürülmüştü.

Sovyetler Birliği, böylelikle Amerikan uçağını düşürerek yıllarca yapamadığı bir şeyi başarıyla gerçekleştirmişti. U-2 uçağının pilotu paraşütle atlayarak kurtulmayı başarmıştı. Sovyet yetkililer vurulan uçağı incelemeye ve ele geçirdikleri pilotu ise sorgulamaya başladı.

U-2 olayı, SSCB ile Türkiye’yi karşı karşıya getirdi. Sovyet yönetimi 13 Mayıs 1960’ta Türkiye’ye bir nota verdi. Notada;

‘’Sovyet yönetimi, doğası gereği Sovyet Devleti’nin sınır ihlalini cezasız bırakamazdı. Bu uçağın amacı ve hedefi anlaşılır anlaşılmaz Sovyet füzeleri tarafından Sverdlovsk bölgesinde düşürülmüştür. Sovyet yönetiminin elindeki bilgilere göre Sovyet hava sahasını ihlal eden bu uçak ABD’ye ait olup, devamlı olarak Türkiye’deki üslerde bulunmaktadır ve Pakistan üzerinden Sovyet sınırlarına girmiştir.’’ deniyordu.

Notada, uçağın istihbarat toplama ve propaganda yapma amacı taşıdığı bildiriliyor, gövdesinde ise havadan fotoğraf çekmede kullanılan makineler, radyo alıcı ve verici cihazı, savunma karakterli radyo alıcı cihazı, teknolojik araçları tespit eden aracın olduğu vurgulanıyordu. Uçağı inceleyen Sovyet teknisyenleri, onun casusluk ve istihbarat görevi yaptığı konusunda karar birliğine vardılar. Uçak, Adana’daki İncirlik Üssü’nden 27 Nisan 1960’da kalkarak Peşaver Havaalanı’na inmiş, oradan da kalkarak Sovyet hava sahasını ihlal etmişti.

Uçak düşürüldükten sonra pilot Francis Gary Powers sağ kurtulmuştu. Elindeki haritaya göre, Peşaver-Aral Gölü-Sverdlovsk-Arhangelsk-Murmansk- Norveç’in ‘’Bide Havaalanı’’ yönünde uçacaktı. Notada casus pilotun, Sovyet savunma radar sisteminin özelliklerini öğrenme görevi aldığını itiraf ettiği de belirtilmekteydi.

Pilot Francis Gary Powers Esir Alındığı Sırada Çekilen Fotoğrafı

Sovyet yönetimi, uçağı mecburen vurduğunu bildirdiği notada şunları dile getiriyordu:

Sovyet yönetimi, uçağı kendi topraklarında barındıran Türkiye’nin bu olaydaki yeri ve rolünü belirtmek durumundadır. Sovyet yönetimi, Türkiye’de askeri üslerin kurulmasına karşı çıkıyor. Amerikan Hava Kuvvetleri’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı saldırgan politika izlemesi için topraklarında ABD birliklerini barındıran Türk yönetimi de bu suça ortaktır. Tüm bunlar, Türk devlet yetkililerinin barışın korunması, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi için çaba harcanması yolunda yaptığı açıklamalarla örtüşmemektedir. Sovyet yönetimi, daha önce de Türk Hükümetini uyararak, ülke topraklarını üçüncü bir devletin askeri amaçlı kullanımına izin vermemesi konusunun tehlike oluşturacağını bildirmişti. Sovyet hükümeti, yabancı ülkelerin Türkiye topraklarından yararlanarak Sovyet hava sahasının ihlal edilmesinden rahatsızlık duymaktadır. Bu tür hareketler devam ederse gerekli önlemlerin alınacağı bilinmelidir. Sovyetler Birliği’nin elinde, kendisine yönelik saldırıları anında durdurabilecek gerekli vasıtalar bulunmaktadır.

Türk hükümeti 24 Mayıs 1960 tarihinde notaya cevap verdi. Bu cevapta, Sovyet notasının Türkiye yönetimi tarafından ciddiyetle incelendiği belirtiliyordu. Amerikan uçağının SSCB hava sahasını ihlaline ilişkin olayın ve bundan kaynaklanan anlaşılmazlığın Türkiye ve Sovyet yönetimleri arasında tartışma konusu olmayacağı Sovyet tarafına hatırlatıldı. Birleşmiş Miletler’in (BM) soruşturmasına sunulan bu olay hakkında Türk yönetiminin hiçbir karara varma niyetinde olmadığı vurgulandı. Sovyet yetkililerinin, Amerikan uçağının Türkiye üslerinden ayrıldıktan üç gün sonra Sovyet hava sahasına girdiğine dair söylemleri hatırlatıldı. Herhangi bir uçağın, Türk hava sahasını kullanarak Sovyet hava sahasına girmesine katiyen müsaade etmeyeceklerini aktaran Türk notasında, Amerikan yetkililerinin de kendilerinden böyle bir talepleri olmadığı kaydedilmekteydi. Notada ayrıca, Türk yönetiminin sorumluluğunun, yalnızca Türk hava sahasını kapsadığı da vurgulanmıştı. Türkiye’de kendi hava sahasında uçan yabancı uçaklara yalnızca uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde izin verildiği belirtiliyordu. Türk hava sahasındaki uçuşlara gelince, Türkiye yönetimi sadece uçuşlarına müsaade edilmiş Türk uçakları söz konusu olduğunda bunun sorumluluğunu paylaşabileceğini hatırlatmaktaydı. Bundan dolayı Türk yönetimi, üçüncü bir ülkenin hava sahasından Sovyet hava sahasına girmeden önce İncirlik’teki üsten yararlanıldığına dair Sovyetler Birliği’nin yaptığı suçlamayı kabul etmedi. Notada şunlara vurgu yapıldı:

Türkiye’nin üslerinden bazı devletlerin veya ABD’nin yararlanması konusunda Sovyet yönetiminin itirazına gelince, Türkiye’nin, bağımsız bir devlet olarak BM tüzüğü ve uluslararası hukuk kuralları ve prensiplerine uygun olarak askeri üslerinden müttefiklerinin yararlanmasına izin verme hakkı vardır. Hükümet, kendi üs ve hava sahasından, komşularının güvenliğini, huzurunu bozacak kullanım hakkını hiçbir zaman müttefik ve diğer devletlerin uçaklarına tanımamış ve tanımayacaktır. Amerikan uçaklarının Türkiye hava sahası dışında uçmasına Türk hükümeti karışamaz ve bu konu Türk hükümetinin sorumluluğu dışındadır.

 Türk hükümeti verdiği nota ile birlikte Sovyet notasında öne sürülen iddiaları tümden reddetti. Önceki dönemlerde de benzer olaylar için Türk yönetiminin sorumluluk taşımadığı belirtilerek Sovyet uçaklarının da zaman zaman Türkiye hava sahasını ihlal ettiğini hatırlattı. Türk hükümeti, tüm bu olayların uluslararası hukuk çerçevesinde çözülmesinin gereğine inanıyordu. Notanın sonunda Türkiye’nin komşularıyla sıcak ilişkiler kurmaya çaba harcadığı belirtiliyordu. Bahsi geçen olayın, müttefik olmadıkları devletlerle ilişkiler kurmaya engel oluşturamayacağı vurgulanıyor, tüm komşuların bu düşüncede olmasından ve iyi komşuluk ilişkilerinin gelişmesine kendileri kadar gayret etmelerini görmekten de memnun olacakları bildiriliyordu.

Bu sorun, ABD Devlet Başkanı Kennedy ile Kruşçev’un Viyana’da gerçekleştirdiği ikili görüşmede de ele alındı ve uzun süreli diplomatik temasların ardından tatlıya bağlandı.

JÜPİTER FÜZELERİNİN TÜRKİYE’YE YERLEŞTİRİLMESİ İLE İLİŞKİLERİN YENİDEN GERİLMESİ

5 Mart 1960 tarihinde ABD ile Türkiye arasında Türk askerlerine atom bombalarının kullanmasının öğretilmesi ve bazı bilgilerin Türk yönetimiyle paylaşılması ile ilgili bir antlaşma yapıldı. 26 Aralık 1960 tarihinde Paris’te yapılan NATO zirvesinde Türk Silahlı Kuvvetlerine Jüpiter füzeleri verilmesi kararı alındı. ABD, Türkiye’ye atom enerjisi konusunda uzmanlardan oluşan bir heyet yolladı. Heyetin geliş amacı, Türkiye’ye nükleer silah verilmesi ve buna uygun üslerin kurulmasına ilişkin çalışmaların yapılmasıydı. Füze üslerinde görev yapacak bir grup Türk askeri yetkilisi de eğitilmek üzere ABD’ye gönderildi.

İzmir’de, orta menzilli Jüpiter füzelerinin yerleştirilmesi için bir üssün inşasına başlandı. İnşaatı Amerikalı bir şirket üstlenmişti. İnşaatta 4.000’den fazla Amerikalı çalışmaktaydı. Üssün inşasının tamamlanmasının ardından Amerika’dan nükleer füze başlıkları ile birlikte getirildi.

Türkiye’de orta menzilli füzelerin yerleştirilmesi için üslerin kurulduğuna dair haber Sovyet cephesinde sert rüzgarların esmesine neden oldu. Sovyet yönetimi, konuyla ilgili olarak Türk hükümetine duyduğu rahatsızlığı içeren bir mektup yolladı. Sovyetlerin Ankara’daki Büyükelçisi Rijov, 3 Şubat 1961 tarihinde Dışişleri Bakanı Selim Sarper’le görüşmesinde söz konusu mektubu kendisine sundu. Mektupta, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de meydana gelen son gelişmelerden duyduğu endişe dile getirilerek Türkiye’de NATO üslerinin kurulmasına ilişkin haberler, üslerin özellikle Sovyetler Birliği’nin sınırlarında konumlandırılması, NATO’nun Türkiye’yi nükleer silahlarla donatma niyeti Sovyet yönetimini rahatsız ettiği belirtiliyordu. Mektupta ayrıca, Türkiye’nin İncirlik Askeri Üssünden havalanan ve 1 Mayıs 1960 tarihinde Sverdlovsk bölgesinde düşürülen Amerikan U-2 casus uçağı olayının, yabancı askeri çevrelerin, Türkiye topraklarında kendilerine tahsis edilen üslerden SSCB’nin ve Türkiye’ye komşu olan diğer devletlerin, aynı zamanda bizzat Türkiye’nin kendi güvenliği açısından da tehdit unsuru olduğu vurgulanıyordu.

Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan Sovyetler Birliği’nin, iki ülke halklarının barış ve dostluğa dayalı çabalarının aleyhinde olan hiçbir adımın Türkiye tarafından atılmayacağı bu mektupta vurgulanmaktaydı. Nitekim Sovyetler Birliği, Türk yöneticilerin ülke barışını tehlikeye atacak hiçbir oluşuma izin vermeyeceklerine inandıklarını belirtmekteydi. Mektubun sonunda, Sovyet yönetiminin konuyla ilgili gerekli cevabı bekledikleri de vurgulanıyordu.

Türkiye tarafının cevabi notası 25 Şubat 1961 tarihinde verildi. Notada, Türk hükümetinin ülkesinin güvenliğini sağlamak için her türlü önlemi almaya muktedir olduğu ve bunu birinci dereceden görev addettiği altı çizilerek belirtiliyordu.

 TÜRKİYE’DEKİ AMERİKA ETKİSİ VE SSCB’NİN BU ETKİYE YAKLAŞIMI

Bir süre sonra İzmir’deki Çiğli üssüne ABD Hava Kuvvetlerine ait 16 adet F-100 savaş uçağı getirildi. İskenderun’da ise ‘’CENTO Anlaşması’’ çerçevesinde askeri liman inşaatına başlandı. Bu iş için 24,5 Milyar Liralık bütçe ayrıldı. Alanı 2 milyon metrekareyi bulan liman inşaatında 200 işçi çalışıyordu. Burada transit taşımacılık için uzunluğu 800 metre olan 3 büyük ambar ve askeri bir liman yapıldı.

 Amerikan üsleri Türkiye’yi, Sovyetler Birliği’nin hedef tahtasına çevrilmesine sebep oluyordu. Kruşçev, Dünya Silahsızlanma ve Barış Konferansı’nda yaptığı konuşmasında şunları dile getiriyordu:

 ABD’nin belirli çevreleri, Amerikan üslerinin ve silahlı birliklerinin bulunduğu ülkeleri, özellikle de Türkiye ve diğer ülkeleri tehdit altına sokmaktadır.’’ ve Kruşçev konuşmasını şöyle bitiriyordu: ‘’Türkiye’deki Amerikan füzeleri ve nükleer silahlarının bulunduğu üslerin ABD’nin kendi savunmasına hizmet ettiğini kim söyleyebilir? Bunun aksini söylemek siyahı beyaz olarak nitelemektir.’’

15 Ekim 1961 seçimlerinden sonra yönetim sivillerin eline geçse de Türkiye’nin dış siyasetinde herhangi bir değişiklik olmadı. Kasım 1961 ve Haziran 1962 yılları arasında İsmet İnönü’nün kurduğu hükümetler, Batı eğilimli siyaset çizgisini sürdüreceğini açıkladı. İnönü Hükümeti, ABD ve NATO ile askeri-siyasi işbirliğini zayıflatmak niyetinde değildi. Ülke kamuoyunda, İnönü’nün Amerika’nın isteklerini yerine getiren tek kişi olduğu görüşü egemendi. Bundan dolayı Amerika’nın ona her türlü desteği sağlayacağına ilişkin kanaat ağır basıyordu. Aynı zamanda, Ankara’daki yabancı diplomatlar arasında İnönü’nün ülke için en başarılı isim olduğu ve Amerikalıların onun çalışmalarına destek vereceği görüşü hakimdi.

 Ülkenin ileri gelenleri yaptıkları konuşmalarda, Türkiye’nin Batı Bloku ve ABD ile işbirliğine sadık kalacağını açıkça dile getiriyorlardı. İsmet İnönü, 9 Ocak 1962 tarihinde yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

 Biz, NATO ve CENTO birliği içinde yer alıyoruz. Bizim bu bloklardan ayrılarak Rusya ile ittifak yapmamız imkânsız olduğu kadar, tarafsız kalmamız da mümkün değildir.

 Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’de, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin akademik heyetini 2 Mayıs 1962 günü kabul ederken yaptığı konuşmada, Türk ulusunun geleceğini tayin ederken yönünü Batı’ya çevirdiğini açık bir dille ifade ediyordu.

 1962 yılında Türkiye’deki Amerikan askeri üsleri arasındaki iletişimin sağlanması, Amerikan üsleri, askeri birlikleri ve araç gereçlerinin güvenliğinin temini konusunda Türkiye ve ABD arasında gizli bir antlaşma imzalandı. Bu anlaşma hakkında Sovyet istihbarat kayıtları şunu belirtiyordu:

 Amerikalılar bu anlaşmaları imzalamakla, Türkiye’deki en büyük rakipleri olan İngilizleri büyük bir başarıyla arka plana ittiler.

 Bu antlaşma yapıldıktan sonra Türkiye’nin yürüttüğü dış siyaset, uluslararası örgütlerdeki faaliyetleri, ordusu ve ekonomisi ABD’ye biraz daha yaklaşmış oldu. Amerikalılar, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve askeri sahalarının önemli bölgelerinde kendilerine yer edinerek buralarda sağlam bir şekilde tutundular. Amerikalı uzmanlar ve yetkililer, Türkiye’nin çeşitli bakanlık, kurum ve kuruluşlarında çalışıyordu. Sadece 850 kişilik Amerikalı uzman heyet, Türkiye’nin ekonomiyle ilgili kurum ve kuruluşlarında görev yapıyordu.

 ABD’nin Türkiye’ye en güçlü etkisi askeri, ekonomik ve teknolojik alanda kendisini göstermekteydi. Türkiye’ye yollanan Amerikan silahları ve yardımı 12 Temmuz 1947 tarihinde imzalanan Askeri Yardım Anlaşması gereğince yapılmaktaydı. ABD, Türkiye’ye askeri yardım kalemiyle top, tank; çeşitli savunma füzeleri, saldırı uçakları, savaş gemileri, denizaltılar, cephane ve iletişim cihazları veriyordu.

 ABD enformasyon merkezinin verdiği bilgilere göre Türkiye’ye ayrılan 3 milyar 728 Milyon Dolarlık Amerikan mali desteğinin 2 milyar 100 Milyonu'nu askeri yardımlar oluşturuyordu.

 Türkiye ile Batı arasındaki ittifak, yalnızca Türk yetkililerinin isteği değildi. Türkiye ile müttefik olmanın önem ve zorunluluğunu Batı dünyasının devlet adamları da açıkça belirtiyordu. NATO Genel Sekreteri Dirk Stikker’in, Mayıs 1962 tarihinde Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Savunma Bakanı Feridun Cemal Erkin ile yaptığı görüşmede Erkin, ülkesinin Batı Blokuyla müttefikliğe sadık kalacağını vurguladı. Erkin, görüşmeler tamamlandıktan sonra yaptığı açıklamada, kaderini Batı Bloku ve NATO’ya bağlayan Türkiye’nin bu yoldan sapma ihtimalinin bulunmadığını, “Bu yolun ülkeye çok büyük yararı vardır.” sözleriyle dile getirdi.

NATO Genel Sekreteri Dirk Stikker

Savunma Bakanı Feridun Cemal Erkin

Türk yetkilileri, uluslararası konularda sürekli olarak ABD’yi destekliyordu. Kamuoyu üzerinde derin etki gücüne sahip radyo ve televizyon kanallarında ABD’nin Yakın ve Ortadoğu siyaseti haklı bulunuyor, destekleniyordu. Bu siyasi çizgi, Türkiye’nin NATO, BM ve diğer uluslararası örgütler içindeki faaliyetlerinde de kendini gösteriyordu. Türk temsilciler heyeti, BM Genel Kurulu’nun 16. toplantısında ABD temsilcileriyle birlikte Çin Halk Cumhuriyeti’nin haklarının BM’de savunulması ile ilgili Sovyet önerisinin aleyhinde oy kullandı. Türkiye heyeti, “Macar ve Tibet sorununun” toplantının gündemine alınmasını destekledi. Sovyet istihbarat kaynaklarının verdiği bilgiye göre, ABD’nin Türkiye’ye yönelik yürüttüğü politikanın başlıca amacı, ikili ve çok yönlü ilişkileri sağlamlaştırmak, Türk-Sovyet dostluğunun geliştirilmesine karşı çıkmaktı.


 
Bu dönemde, Türkiye yönetiminin ülkenin askeri savunmasına büyük önem vermesi, Sovyet yönetimini rahatsız ediyordu. Ülke, bütçesinin %25,5’ni, yani 2.557.500 Lirasını ulusal savunmaya harcamaktaydı. 1961 yılıyla kıyaslandığında ülkenin savunma harcamaları bir önceki yıla oranla 443,6 Milyon Lira artmıştı.

Aynı dönemde NATO ve CENTO üyesi Türkiye, Yakın ve Ortadoğu’nun sayıca en kalabalık ordusuna sahip ülkeydi. Türk Silahlı Kuvvetlerinde 452.000 asker hizmet veriyordu. 2.500.000 kişi ise yedekteydi. Türk ordusu, nüfusun %1,3’ünü oluşturmaktaydı. Bu oran ABD ile eşitti. Sovyetler Birliği’nde ise %1,4’ü, Bulgaristan’da %1,7’yi, Yunanistan ile Suriye’de %1,8’i, İsrail’de %2,5’i bulurken, İran’da bu oran %1 idi. Kara kuvvetlerinin 6 tümeninde, 6 zırhlı tank birliğinde M-47 tankları ve 2 hava indirme taburu mevcuttu.

Yine aynı dönemde Türkiye’nin deniz kuvvetlerinde 32.000 asker görev yapmaktaydı. Ayrıca 18 adet muhafız gemisi, 10 adet denizaltı ve 27 adet farklı türden gemi mevcuttu. Türkiye donanması 1964 verilerine göre Dünya’da 25. Sırada yer alıyordu. Donanmaya ait gemilerin üçte biri 40 yaşından büyüktü ve sürat olarak yavaştı. Gemilerin bir kısmı eskimiş, verimliliğini kaybetmişti. Türk ticaret filosunda 158 gemi bulunuyordu ve toplam kapasiteleri 611.330 tonu buluyordu.

ABD-Türkiye donanma ilişkilerinin gelişmesi de Sovyetler Birliği’ni rahatsız ediyordu. 1964 yılında Türkiye 13 ve 15 tonluk iki yük gemisi aldı. Bu hat üzerinde çalışan gemilerin sayısını da 10’a çıkarmış oldu.

Türk Hava Kuvvetleri’nde 2.000 asker görev yapmaktaydı. TSK’nın elinde bir filo F-104q, 10 filo F-100, 4 filo F-86, 1 filo PF-84F ve SU-47S tipi bir nakliye birliği bulunuyordu.

1959-1962 yıllarında Türk ordusunun piyade birlikleri yeniden oluşturuldu. Sovyet özel hizmet birliklerinin istihbaratlarında TSK’nın neredeyse tamamı NATO’nun kontrolüne geçtiği belirtilmekteydi.

 Türkiye 1963 yılında Milli Savunma Bakanlığı bünyesindeki eğitime 46.641.000 Lira harcadı.

ABD, Türkiye ile İran arasında demiryolu hattının inşa edilmesine de büyük önem veriyordu. ABD Dışişleri Bakanı’nın Ortadoğu ve Güney-Doğu Asya’dan Sorumlu Danışmanı Phillips Talbot, CENTO ekonomik topluluğunun 25 Mart 1964 tarihinde Ankara’da düzenlenen toplantısında, Amerikan yönetiminin Türkiye’nin Van şehriyle, İran’ın Karatepe adlı istasyonu arasında demiryolu hattının yapımına 19 Milyon Dolar’a yakın kredi ayırdığını bildirdi. Bu paranın 10,5 Milyon Doları Türkiye’ye ödenecekti. Türkiye 40 yıl boyunca bu krediyi %7,5 faizle geri ödeyecekti. İran ise bu paranın 7,84 Milyon Dolarını alacak, Türkiye’nin aksine bu parayı 35 yıl boyunca %3,5 faizle geri ödeyecekti. İngiltere yönetimi bu yolun inşası için Nisan 1965 tarihinde 850.000 ile 1.000.000 Sterlin arasında kredi ayırdı.

. ABD Dışişleri Bakanı’nın Ortadoğu ve Güney-Doğu Asya’dan Sorumlu Danışmanı Phillips Talbot

ABD’nin Türkiye topraklarındaki askeri faaliyeti NATO Komutanlığı ile işbirliği çerçevesinde yürütülüyordu. ABD askerleri, Türkiye’nin askeri sisteminin çağdaş savaş şartlarına uygun hale gelmesi için yardım ediyordu. NATO, Türkiye’ye çok sayıda silah, cephane ve elektronik silahlar veriyordu.

ABD yardım misyonunun Türkiye’de geniş yetkileri bulunuyordu. Bu kurum, Amerikan yardımlarının kullanılması konusundaki kontrolü elinde bulunduruyor; Türk ordusundaki Amerikalı danışmanlarının faaliyetlerine önderlik ediyor; Türk Silahlı Kuvvetleri’nın askeri hazırlığı konularıyla ilgileniyordu. Sovyet raporlarına göre Amerikalılar, Türk Genelkurmayı ve Savunma Bakanlığı yönetimini kendi denetimleri altına almış bulunuyorlardı.

Sovyet istihbarat bilgilerine göre, ABD büyükelçiliği bünyesindeki askeri ateşelik mensupları üst düzey istihbaratçılardan oluşuyordu. Rusça’ya vakıf, bölge ülkelerinin tarihi, coğrafyası ve politikasını derinden bilen bu şahısların çalışmaları genelde SSCB’ye ve diğer sosyalist ülkelere yönelikti. Sovyetlerin elindeki bilgilerde SSCB’ye ve diğer sosyalist ülkelere nükleer saldırı yapmak için Türk Genelkurmay Başkanlığı’nda NATO tarafından hazırlanmış bir plan olduğu kaydedilmişti. Bunun dışında, Türkiye topraklarına yerleştirilmiş askeri üslerin amacının gerektiğinde SSCB üslerine anında darbe indirmek gayesine hizmet ettiği de belirtilmişti.

ABD yönetimi Türk ordusunda roket kullanan personelin eğitimine de büyük önem veriyordu. Sovyetlerin “çok gizli” şifreli istihbarat raporlarına göre, Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı iki Roketatar Birliği, 1961 yılı Eylül-Ekim aylarında uzmanlık eğitimi almak üzere ABD’ye gönderilmişti. 1962 yılı Haziran ayının sonunda bir grup Türk subayı roket teknolojisi kullanımını öğrenmek için ABD’de eğitim almıştı. Sovyet istihbarat bilgilerinde Polaris tipi nükleer başlıklar taşıyan Amerikan denizaltılarının Türk Deniz Kuvvetlerine katıldığı bildiriliyordu. Ayrıca raporda, Türk Hükümeti’nin Amerikalılara, Sovyetler aleyhinde gereken istihbarat faaliyetlerini yürütmek için her türlü imkânı sağladıkları da kaydedilmekteydi.

Denizaltılardan Atılabilen Nükleer Başlıklı Polaris Füzeleri

SSCB’nin Karadeniz kıyılarını kontrol altında tutmak için Samsun, Sinop, Trabzon ve Karamürsel’de radyo-teknik donanımlı istihbarat üsleri kurulmuştu. Karadeniz, gittikçe gerginliğin kaynağına dönüşmekteydi. Bundan da Sovyet yönetimi aşırı rahatsız oluyordu. Kruşçev 16 Mayıs 1962 tarihinde Varna’da yaptığı konuşmasında bu konuya şu şekilde değindi:

Karadeniz, barış ve halklar dostluğunun denizi olmalıdır. Ancak bunun için Türkiye halkının olduğu kadar, yönetici tabakasının da çaba sarf etmesi gerekmiyor mu? Zira bu ülkenin ekonomik ve kültürel gelişiminde durgunluk, gerilik hüküm sürmekte, emekçilerin fakirliği artmaktadır. Türkiye’de zaman zaman siyasi çalkantılara şahitlik etmemiz pek şaşılacak bir şey değil. Türki yöneticilerinin, ayrıca diğer devletlerin ulusal çıkarlarını yabancı tekellere bağımlı kılan ve akılsızcasına silahlanmaya yönelen, komşularından tecrit etme çizgisinden vazgeçmesinin zamanı gelmemiş midir? NATO askeri üslerinin ve nükleer başlıklı füzeleri fırlatmak için yapılan alanların bulunduğu kıyıları, dinlenme ve gelişme alanlarına dönüştürmek daha iyi olmaz mıydı? NATO’yu oluşturan emperyalistler, Türk halkının silahlanma yükü altında nasıl ızdırap çektiğini görmemezlikten gelemezler. Bu harcamalar halkın servetini ve malını yağma etmektedir.

ABD-Türkiye askeri işbirliğinde, Türk ordusunun subay ve askerlerinin propaganda yönünden eğitimine de büyük önem veriliyordu. Türkiye topraklarında Türk asker ve subaylarını eğitmek için Amerikan yardımlarıyla 16 merkez oluşturulmuştu. Merkezlerin programları Georgetown Üniversitesi’nde hazırlanmıştı. Yedekte olan 22.000 subayın eğitilmesi için de yaz kursları düzenlenmişti.

Türkiye’deki tüm propaganda ve enformasyon hizmetlerine ABD Enformasyon Birimi önderlik ediyordu. Bu birimin Ankara, İstanbul, İzmir ve Adana’da merkezleri, diğer illerde ise sadece temsilcilikleri bulunuyordu. Geniş donanıma ve imkanlara sahip olan birimin elinde matbaa, kütüphane, çok iyi donatılmış fotoğraf stüdyosu, sinematograf makineleri vardı. Enformasyon birimi Türk kamuoyunun ideolojik yönden eğitimi yönünde de geniş çaplı çalışma yürütmekteydi. Sovyet istihbarat bilgilerine göre Türkiye’de, ABD askeri-teknolojik yardımları, Amerikan yaşam tarzı özendiriliyor, SSCB’nin iç ve dış siyaseti hakkında kapsamlı analizler yapılıyordu. Enformasyon birimi kendi çalışmalarında basın yayın, radyo, sinema, kütüphaneler, sergiler, dostluk dernekleri ve buna benzer vasıtalardan yararlanıyordu. Birimin çalışmalarına Türk resmi daireleri gereken her türlü ortamı hazırlıyordu.

Sovyet istihbarat raporlarında, Amerikalıların Türk gençleri arasında propagandaya özel önem verdikleri belirtilmekteydi. Gençler arasında SSCB’ye nefret ve Amerikan yaşam tarzına özendirme çalışmaları yürütülüyordu. Bu çalışmaların başlıca araçlarından biri Türkiye’de hizmete sokulan Amerikan eğitim kurumları ve kolejleri idi. Türk öğrencilere burslar veriliyor, karşılıklı olarak iki ülkenin öğrencileri Türkiye ve ABD’de eğitim alıyorlardı. Çeşitli Amerikan yardım cemiyetleri aracılığıyla yardımlar yapılmaktaydı. Temeli 1863 yılında İstanbul’da atılan Robert Koleji, Türkiye’deki Amerikan eğitim kurumları arasında özel öneme sahipti. 1960’lı yılların başında kolejde 2.000 civarında öğrenci eğitim almaktaydı. Bunların %90’ı Türk idi. Ankara ve İzmir’de de Amerikan Kolejleri mevcuttu. Her yıl Türkiye ve Amerika arasında karşılıklı olarak öğrenci değişimi yapılmaktaydı. Türk liselerinin öğrencileri bir yıl süreyle Amerikan aileleri yanında yaşıyor ve Amerikan Kolejlerinde eğitim alıyorlardı. Temmuz 1961 tarihinde ABD ve diğer ülkelere eğitim almak için toplam olarak 2013, 1962 Temmuz’unda ise sadece ABD’ye 127 öğrenci gönderilmişti. Türk eğitim sisteminde Amerikan eğitim sisteminin etkileri açık biçimde kendisini göstermekteydi. Bu dönemde CIA’nın ünlü temsilcilerinden biri, Türkiye’de İsmet İnönü’nün birinci koalisyon hükümetinin üyeleriyle görüşerek eğitimle ilgili beş maddeden oluşan bir memorandum sunmuştu. Memorandumda,

Öğretmen yetiştiren yüksek okullar Amerikan sistemi esasına göre düzenlenmeli, önemli görevlerde Amerikalılar çalışmalı, ABD’de eğitim alan Türk öğretmenleri Amerikalıların verdikleri öneriler doğrultusunda çalışmalı, eğitim teçhizatları ve kurumları Amerikalıların isteği doğrultusunda inşa edilmelidir” deniyordu.

Türkiye’nin neredeyse tüm şehirlerinde CIA tarafından kurulan kütüphaneler faaliyet gösteriyordu. Bu Amerikan kütüphanelerine özellikle subaylar ve gençler gidiyorlardı. Sovyet gizli istihbarat bilgilerine göre, Ankara’da şehir merkezinde yer alan ve geniş okuyucu salonu bulunan bir kütüphanede çok sayıda ‘’Sovyet karşıtı’’ eser bulunuyordu. Amerikalılar, Türk basınını ve kitap yayımcılığını kendi çıkarları doğrultusunda çok iyi kullanıyorlardı. Basında, Türkiye’nin NATO’da yer almasının avantajları geniş bir şekilde anlatılıyordu. Ankara ve İstanbul’daki kitapçı dükkanları Amerikan kitapları ile dolu idi.

ORTADOĞU COĞRAFYASINDA SSCB ETKİNLİĞİ VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU

Pentagon’un planlarında, Türkiye’nin Arap ülkelerinin komşusu olmasına özel önem verilmesi de Sovyet hükümetini rahatsız ediyordu. ABD, Arap dünyasıyla ilgili siyasetini uygulamaya koyarken çoğu zaman Türk yönetime danışıyordu. İslam dünyasının güçlü ülkesi olan Türkiye ile ABD’nin bu yakınlığı SSCB’nin İslam dünyası üzerindeki nüfuzuna zarar veriyor ve etki alanını kısıtlıyordu. Beyaz Saray, Türkiye’yi Müslüman aleminin çağdaş ve örnek devleti olarak görmekteydi.

Böyle bir durumda, SSCB de Güney sınırlarında Türkiye’yi kendisine dost bir ülke olarak görmek istiyordu. Moskova, Türkiye’nin rolünün, NATO’nun SSCB’nin içini ‘’gören gözü”, içeride konuşulanları “duyan kulağı” olmasını istemiyordu.

Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesi 1960’lı yıllarda her an patlamaya hazır bir barut fıçısı gibiydi. Çin, İngiltere, Amerika ve İsrail bölgenin petrol kaynaklarına sahip olmak ve onu kontrol altına almak için kıyasıya mücadele ediyorlardı. En önemli sorunlardan biri, NATO müttefiki olmalarına rağmen, ABD ile Avrupa Devletleri arasında, Ortadoğu’nun petrol kaynaklarını sahiplenmek için amansız bir rekabetin yürütülmesiydi. Avrupa’nın bazı ülkeleri ile ABD’nin bölgede yürüttüğü siyaset arasında çelişkiler hüküm sürüyordu.

Filistin Devleti’nin kurulmaması ve Arap-İsrail çatışması, bölge barışını bozacak hatta bölgede yaşanan çatışmalar ve çekişmelerden dolayı Üçüncü Dünya Savaşı’na neden olacak hale gelmişti.

İşte bu dönemde ABD ile SSCB birbirine karşı bölgedeki etkinliklerini artırmaya çalışıyorlardı. SSCB bazı Arap ülkelerini, ABD ise İsrail üzerinden bölgede etkinliğini arttırmaya çalışıyordu. Bu çatışmaların temelinde ise iki süper devletin küresel çıkarları yatıyordu.

Türkiye, coğrafi konumu gereği hassas bir bölgede yer alan, iki süper gücün çatışmasında, adeta “ateş altındaki ülke” haline gelmişti. Yakın ve Ortadoğu’da beliren herhangi bir kriz, Türkiye’ye doğrudan ve olumsuz etki ediyordu. Dolayısıyla SSCB ve ABD’nin bölgede sürdürdüğü kıyasıya mücadelede Türkiye’nin dengeli bir siyaset yürütmesi gerekiyordu.

Türkiye’nin Kuzeybatı sınırında yer alan Bulgaristan, Komünist Bloku üyesi olması sebebiyle Türkiye için sürekli bir tehdit unsuruydu. Sovyetler Birliği, Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye yönelik casusluk faaliyetlerini bir an olsun bile durdurmuyordu. Bununla birlikte Türkiye, Balkanlar’da Sosyalist Bloka üye olan Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya ile işbirliği kurma çabasındaydı ve Türkiye, Balkanların füzelerden arındırılmış bir bölge olması için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin durumu da Türkiye’de rahatsızlık yaratıyordu.

Türkiye’nin Batısında bulunan Yunanistan, NATO üyesi olmasına rağmen düşmanca bir siyaset izliyordu. Atina’nın resmi kurumları ABD ve Batı ülkelerinin “yaramaz küçük çocuğu” rolünü oynuyor, onların emriyle hareket ediyordu.

Türkiye’nin Güneydoğu komşusu Irak’ta da büyük devletlerin nüfuz savaşı yürütülüyordu. Bu güçler kendi emellerine ulaşmak için çeşitli etnik gruplardan ve kabilelerden yararlanıyordu. Irak’ta Molla Mustafa Barzani sorunu yaşanmaktaydı. Bu problem 1931 yılında ortaya çıkmıştı. Sovyetler Birliği, Molla Mustafa Barzani’ye mali ve teknik destek sağlıyordu. Bu amaçla resmi kararlar bile alınıyordu. Sovyetler Birliği Politbürosu’nun toplantılarından birisinde Irak Demokrat Parti lideri ve Irak Kürtleri Silahlı Birlikleri’nin başında bulunan Molla Mustafa Barzani’ye 60.000 Irak Dinarı tutarında mali destek yapılması konusunda karar alındı. Bu karar üzerine SSCB Bakanlar Kurulu nezdindeki KGB bu kararı hayata geçirdi. Yardım gereken yere ulaştırıldığında da SSCB yerine, Romanya Sendikalar Birliği nezdindeki sol işçi teşkilatlarına Uluslararası Sendikalar Birliği Yardım Fonu adına yapıldığı söylendi.

 

Molla Mustafa Barzani

Barzani, 1963 yılının Eylül ayında Sovyet hükümetinden yeni yardımlar yapılmasını rica etti. Politbüro’nun aynı yılın 21 Ekim günü yapılan toplantısında Barzani’nin bu isteği görüşüldü ve Barzani’ye yardım edilmesi konusunda karara varıldı. Sovyet yönetimi bu kararın ardından Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan 12 Milyon Kürt’e açık biçimde verdiği desteği daha da genişletti. Bu amaçla SSCB’de, özellikle de Güney Kafkasya Cumhuriyetlerinde yaşayan 100.000 Kürt’ten azami derecede istifade edilmesi amaçlanıyordu.

Aynı dönemde Sovyetlerin verdiği destekle Suriye, Türkiye’ye karşı düşmanca bir politika izliyordu. Hatay’ı Türkiye’den koparıp Suriye’ye ilhak etmek isteyen güçler Şam’da hayli etkindi. Sovyetler Birliği, Suriye’de geniş bir casusluk ağı oluşturmuştu. Suriye’deki sol örgütlere mali ve örgütsel destek veriliyor, bu oluşturulan örgütler aracılığıyla Türkiye’deki komünist akımın yayılması ve güçlenmesi için yardımlar yapılıyordu. Böylelikle Suriye, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı tehdit ve baskı aracı haline getirilmişti.

1957 yılında Suriye yönetimi aleyhinde cereyan eden olaylarda Amerikalıların varlığının açığa çıkarılmasından sonra, Şam’daki ABD Büyükelçiliği’nin üç çalışanı sınırdışı edilmişti. ABD’nin Suriye siyasetinde, Başbakan Menderes başta olmak üzere Türk hükümeti büyük rol oynamıştı. Bu dönemde ABD Başkanı’nın özel temsilcisi Loy Henderson Yakın ve Ortadoğu’ya gönderilmişti. Sovyet istihbarat raporlarına göre bu şahıs Türk yetkililerle yaptığı görüşmelerin ardından Türk Genelkurmayı, Amerikalılarla birlikte Suriye’ye saldırı planı hazırlamıştı. Plan gereğince Türk askeri birlikleri “Hatay Harekât Grubu” adı altında Suriye sınırında toplandı. Bu plan doğrultusunda, ABD’nin, bünyesinde 50 gemisi olan 6. Filo’su Akdeniz’in doğu yakasına getirildi. Gemilerde bulunan Fantom-2 bombardıman uçakları SSCB’nin Avrupa Ülkelerine, Türkiye, Pakistan ve İran’a karşı olası saldırısına karşı göz önünde bulundurularak konuşlandırılmıştı. Askeri çatışmaların patlak vermesi halinde bu uçaklar SSCB’nin önemli üslerini yok edebilecek kapasitedeydi.

Loy Henderson

Fantom-2 Bombardıman Uçağı

Bu gelişmeler üzerine SSCB, yaşanan bu durumdan rahatsızlığını dile getirmeye başladı. Sovyet yönetimi, 10 Eylül 1957 tarihinde Türkiye Hükümetine gönderdiği mektupta, Türkiye’nin Suriye’ye karşı askeri operasyonlarda ve Yakın-Ortadoğu bölgesinde çıkacak olası bir savaşta yer alması durumunda zarar göreceği ve uluslararası konumunun tehlikeye gireceği aktardı. Uyarıya rağmen Türk yönetimi, Suriye’nin gerekli savunma önlemlerinden çok daha fazla silaha sahip olduğunu, bu ülkenin silah deposuna dönüştüğünü gerekçe göstererek hazırlıklarını sürdürdü. Bunun üzerine SSCB, Birleşmiş Milletler’e üye ülkelere çağrıda bulunarak Türkiye’nin saldırması durumunda Suriye’ye yardım etmelerini teklif etti. Kendisinin de yardıma hazır olduğunu bildirdi. Sovyet yönetimi, 19 Ekim’de ABD ve Türkiye yönetimine uyarılarını yineledi. Birleşmiş Milletler’in 7. Olağan toplantısında Sovyet tarafının önerisiyle, Suriye Hükümeti, kendi ülkesini güvenliğinin tehdit altında olduğu konusunu gündeme taşıması üzerine, SSCB heyeti, ABD ve Türkiye aleyhinde söylemlerde bulundu. Bu gelişmelerden kısa bir süre sonra Suriye odaklı tartışmalar azaldı. Ancak Sovyetler Birliği’nin Suriye’yi Türkiye’ye karşı kullanma girişimleri durmadı.

TKP VE SSCB İLİŞKİSİ

Nükleer silahlara, yakın ve orta menzilli, kıtalararası balistik füzelere, bilgisayar teknolojisine sahip donanma bakımından ABD’den sonra dünyanın ikinci süper gücü olan SSCB’nin, Türkiye’nin Kuzeyinde bulunan Karadeniz ve Güneyindeki Akdeniz’deki askeri gücü, sadece Türkiye’yi değil NATO’yu da tehdit ediyordu. SSCB’nin donanma gücü her yıl biraz daha genişliyordu. SSCB Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Büyükelçiliği’ne verdiği 2 Ocak 1964 tarihli notasında, aynı yıl 1 Ocak’ta SSCB’nin Karadeniz’deki donanma gücü tonajının 20 Temmuz 1936 tarihli Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin 18. Maddesi gereği 95.000 ton olduğu belirtiliyordu.

Sovyetler Birliği eskiden beri süregelen politikası icabı Akdeniz’e inmek için çaba harcıyor, tank ve uçak gücünü durmadan artırıyordu. Varşova Paktı’nın diğer ülkeleri de hızla silahlanıyordu. Bu amaçla aşırı derecede para harcanıyordu. Ama yine de ABD ve Nato askeri açıdan SSCB’ye karşı üstündü. ABD ve NATO’nun başlıca üstünlüğü, askeri alandaki teknolojik gücü ve kalitesine dayanıyordu.

Türkiye ve SSCB’yi tarihi ve coğrafi yakınlıktan ötürü ilişkileri her daim sıcaktı. Ancak bu iki ülke coğrafi yönden birbirine çok yakın olsalar da uluslararası ve karşılıklı ilişkilerde bir o kadar uzak ve soğuktu. İki farklı sistemle yönetilen bu iki ülke arasında soğuk rüzgarlar esiyor, temelsiz iddialar devam ediyordu. SSCB’nin Güney Kafkasya’daki cumhuriyetlerinden biri olan Ermenistan’daki belirli çevreler dayanağı olmayan tarihi olaylardan ötürü Türkiye’ye karşı nefret besliyordu. Bu çevreler, iki ülke arasındaki ilişkilerin normale dönmesi için atılan her adıma karşı geliyorlardı. Rus-Türk ilişkilerinin normalleşmesine engel olan başlıca etkenlerden biri de yurt dışında faaliyet gösteren Ermeni Diyasporası idi.

Böylelikle Türkiye’nin çevresi tam anlamıyla bir silah deposu haline gelmişti. Ortaya çıkan bu durum tarafların hiçbirine yarar sağlamıyordu. Komşular arasında sıcak dostluk ilişkilerinin kurulması, karşılıklı çıkarlara dayalı işbirliğinin oluşturulması ve geliştirilmesi arzulanıyordu.

Hiçbir devlete karşı toprak iddiasında bulunmayan ve düşmanca siyaset yürütmeyen Türkiye, ortaya çıkan bu durumda, özellikle komşularının hızla silahlanmasına ve tehditlerine kayıtsız kalamazdı.

Menderes döneminde olduğu gibi, ondan sonra yönetime gelen Milli Birlik Komitesi ve İnönü Hükümetleri de ABD, NATO ve CENTO ile ilişkilerini genişletti. Bu hükümetler, uluslararası ilişkilerde Atatürk’ün belirlediği siyaset çizgisini sürdüreceğini beyan etse de SSCB ile ilişkilerini iyileştirmek için somut adımlar atmakta istekli gözükmüyordu. Çünkü Sovyetler Birliği ile yakınlaşmak, kendisiyle birlikte Türkiye’ye Komünist ideolojinin pompalanmasını da getirebilirdi.

Komünist tehdidini bahane eden Amerikalılar ise Türkiye topraklarında askeri üslerinin inşasını hızlandırarak Türklerle daha da yakınlaştılar. Washington, sürekli olarak Ankara’yı komünist tehlikesiyle korkutuyordu.

Aynı dönemde Sovyetler Birliği, ilişkileri normalleştirmek istemesine rağmen, Türkiye’ye karşı illegal faaliyetlerini de devam ettiriyordu. Bu faaliyetler arasında, yasaklı Türkiye Komünist Partisi’ne yapılan yardımlar özel bir yer tutuyordu. SSCB, Türkiye ile olan ilişkilerinin iyi veya kötü olmasına bakılmaksızın, yardımlarını Sovyetler Birliği Komünist Partisi kanalıyla hiçbir zaman durdurmuyordu. Sovyetler Birliği, ülkede legal faaliyet yürüten bütün sol örgütleri Türkiye Komünist Partisi çatısı altında birleştirmeye çalışıyordu. Bu örgütlerin temsilcilerinin buluşma noktası genelde Moskova idi. Bu örgütlerin liderleri, Türkiye’de yapılan milletvekili seçimleri öncesinde Sovyetler Birliği’nin tavsiyelerini özellikle Moskova’dan alıyordu.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi yurtdışında faaliyet gösteren TKP’nin çalışmalarına mali ve örgütsel destek sağlıyordu. Bu mali desteğin sağlanmasıyla ilgili olarak Politbüro’nun resmi kararları da kabul ediliyordu. TKP’nin çalışmaları KGB’nin kesin ve ciddi kontrolü altındaydı. Hem Türk hem de Sovyet istihbarat teşkilatı, parti içine kendi ajanlarını başka adlar altında yerleştiriyordu. TKP yöneticilerinden biri olan İsmail Bilen, Moskova’da şehir dışında bir yazlık evde oturmaktaydı. Türk komünistleri, tüm ümitlerini ona bağlasalar da arzularına bir türlü ulaşamıyorlardı. Bu da bazı solcular arasında hoşnutsuzluklara neden oluyordu. Bu durumla ilgili dönemin KGB Başkanı’nın Politbüroya gönderdiği raporlarda İsmail Bilen'in örgüte yararı olmayan, hatta zarar veren bir kimse olarak değerlendiriliyor ve parti yönetiminden uzaklaştırılması tavsiye ediliyordu. Bu durum ise ilerleyen yıllarda solcular arasında yaşanan bölünmenin fitilini ateşleyen unsurlardan birisi olarak anlaşılabilir.

İsmail Bilen

Sovyetler Birliği, sol örgütlere yaptığı yardımları başka sosyalist ülkelerin adıyla da gizli olarak yapıyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezi Komitesi’nin uluslararası kanadının önerisiyle, sol işçi örgütlerine yardım yapılması gayesiyle Uluslararası Sendikalar Birliği Yardım Fonu oluşturulmuştu. 7 Ocak 1963 tarihli Politbüro toplantısında;

Romanya Sendikalar Birliği bünyesinde sol işçi örgütlerinin uluslararası Sendikalar Birliği Yardım Fonu’nun oluşturulması…” konusunda çok gizli şifreli bir karar kabul edilmiştir.

Karara göre fonun bütçesi 1964 yılında 14.650.000 Dolar olarak belirlendi. Bu rakamın 9.600.000 Doları’nı Sovyetler Birliği Komünist Partisi bütçesinden ödenecekti. Fonun 2.500.000 Doları’nı Çin Komünist Partisi, 500.000 Doları’nı Çekoslavakya Komünist Partisi, 500.000 Doları’nı Polonya Birleşik İşçi Partisi, 550.000 Doları’nı Romanya İşci Partisi, 500.000 Doları’nı Macaristan Sosyalist İşçi Partisi, 350.000 Doları’nı Bulgaristan Komünist Partisi, 200.000 Doları’nı Almanya Sosyalist Birlik Partisi karşılayacaktı. Mali yardım, Venezüella, ABD, Cezayir, Şili, Yunanistan, Irak, İsveç, Kanada, İsrail, Lüksemburg, Portekiz, Lübnan, Sudan, Honduras Komünist Partileri, İtalya Sosyalist Partisi ve diğer partilere yapılacaktı. Yardımın 60.000 Irak Dinar tutarındaki kısmı, Molla Mustafa Barzani başta olmak kaydıyla Irak Demokrat Partisi’ne, 20.000 Sterlin Kıbrıs’taki AKEL’e, 40.000 Doları Suriye Komünist Partisi’ne verilmesi kararlaştırılmıştı. Oluşturulan fondan Türkiye Komünist Partisi için 9.500 Dolar verilmesi kararlaştırıldı. Tüm bu paraların aktarılması görevi KGB Başkanına verildi. Mali yardım gerekli yerlere ulaştırılırken de “Romanya Sendikalar Birliği bünyesinde kurulan sol işçi örgütlerinin uluslararası Sendikalar Birliği Yardım Fonu’ndan” yapıldığının belirtilmesi istendi.

Sovyetler Birliği’nin bu hareketinden ‘’haberdar’’ olan Türkiye, Komünist propagandası yürüten kimseleri sürekli olarak izliyor ve kontrolü altında tutuyordu. Türk yetkililerin endişelenmesine rağmen Türkiye’de sosyalist devrimin gerçekleşmesi için gereken ortam henüz hazır değildi. Türk gazetelerinin manşet veya köşe yazılarında,

Türkiye’de devrim için herhangi bir ortam bulunmamaktadır. Ancak irticai anti-devrimci darbe olasılığı yüksektir” diye yazılıyordu.

Komünist propagandasının yürütülmesiyle ilgili problemler TBMM’de de görüşülüyordu. Milletvekilleri arasında kimi zaman birbirlerini komünistlikle suçlayanlar da oluyordu. Adalet Partili Milletvekili Fethi Tevetoğlu, oturumların birinde yaptığı konuşmada CHP milletvekillerinin komünist propagandası yaptığını belirtmişti. Bu konuşma sırasında Cumhuriyet Halk Partili Milletvekilleri yapılan bu ithamların yakışıksız olduğunu iddia ederek itirazda bulundular ve ortalık karıştı. Meclis Başkanı ise bu tartışmaları zorlukla sakinleştirebildi.

Adalet Partili Milletvekili Fethi Tevetoğlu

Böyle bir ortamda SSCB ile ilişkilerin nasıl olacağı, Türkiye’de, özellikle de partiler arasında tartışma konusu haline gelmişti. Oluşan iç ve uluslararası durum, iki ülke arasında güven ortamının sağlanmasını ve ilişkilerin normalleşmesini zaruri kılıyordu. Ancak bu normalleşmenin böyle bir ortamda gerçekleşmesi ise bir hayli zordu. 1960'ların sonundan itibaren sol örgütlerin yükselmesi ve bunun neticesinde Türkiye içerisinde anarşinin artmaya başlaması bir bakıma iki süper gücün Türkiye içerisinde oynadığı satrancın bir neticesi olarak görülebilir. Aynı şekilde bu dönemde yapılan politik bazı hareketler günümüze kadar sirayet etmiş sorunların da oluşmasına vesile olmuştu.

SSCB DIŞİŞLERİ BAKANI GROMIKO’NUN TÜRKİYE ZİYARETİ

1965 yılına gelindiğinde tüm engellemelere rağmen Türk-Sovyet yakınlaşması sürmekteydi. SSCB-ABD ilişkilerinde kendini gösteren iyileşme bunda en etkili nedendi. Küba Füze Krizi’nden sonra dünyanın nüfuz alanlarına bölünmesiyle ilgili olarak iki süper devlet arasında bir anlaşma sağlanmıştı. 1965 yılı ilkbaharında ABD Dışişleri Bakanı'nın Moskova ziyareti esnasında, Amerikalı yetkililer, Sovyet yetkililere Güney Amerika’yı ABD’nin, Yakın ve Ortadoğu’yu da SSCB etki alanına bırakılmasını önerdi. Sovyet yönetiminin böyle bir öneriyi kabul etmesi Yakın ve Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerinde yeni bir sürecin başlaması anlamına geliyordu. Ancak bu uzlaşma Sovyetler Birliği’nin Güney Amerika’daki, Amerikalıların da Yakın ve Ortadoğu’daki çıkarlarından vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Bu da yeni ortamda çıkarların diğer yöntemlerle gerçekleştirilmesi ögesini öne çıkarıyordu. Bu anlaşma, uluslararası ilişkilerde gerilimin azalmasına etki eden adımlardan ilkini oluşturuyordu.

İki ülke arasındaki ilişkilerin gelişiminde ilk adım, batı basınının “somurtkan adam” olarak vurguladığı SSCB Dışişleri Bakanı Andrey Andreyeviç Gromıko’nun 17 Mayıs 1965 tarihinde Türkiye’ye bir resmi ziyaretiyle atılmış oldu. Bu, 1931 yılında Litvinov’un Türkiye’ye ziyaretinden beri Dışişleri Bakanı düzeyinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yaptıkları ilk ziyaretti. 

1931 yılında Litvinov’un Türkiye’ye ziyareti

SSCB Dışişleri Bakanı Andrey Andreyeviç Gromıko

Gromıko ile birlikte eşi ve 6 kişilik heyet İL-18 tipi bir uçakla Ankara’ya geldi. SSCB heyetinin ziyareti 22 Mayıs 1965’e kadar sürdü. Gormıko’nun Ankara’ya gelişi Türkiye Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık’ın Londra’da düzenlenen NATO zirvesinden dönmesine denk geldi. Bu yüzden Hasan Esat Işık Bakanlığa dönmeden Esenboğa’da Gromıko’yu getirecek uçağı beklemeyi tercih etti. Sovyet uçağı yere inince Bakan Işık, Gromıko’yu karşıladı. Ardından ikili resmi tören kıtasının önünden geçtikten sonra şeref salonuna girdiler. Gromıko, kısa bir dinlenmeden sonra basın mensuplarına şunları söyledi:

Sovyet hükümetinin kararı gereğince Türkiye Cumhuriyeti’ne resmi ziyarette bulunuyorum. Biz bu ziyareti, Türk devlet adamları ile birlikte başlatılan yararlı temasların bir sonucu olarak değerlendiriyoruz. Bu temaslar ülkelerimiz arasında iyi ilişkilerin başlatılmasına neden olmuştur. Sovyetler birliği bu yönde üzerine düşeni yapmaya hazırdır ve Türkiye’nin de aynı isteği duyduğunu ümit ediyorum. Üzerinde durulacak bir dizi uluslararası ve bölgesel sorunlar bulunmaktadır. Bu anlamda iki komşu devletin, yani Türkiye ile SSCB’nin konuşacakları bir dizi konular bulunmaktadır. Burada bulunmam nedeniyle en samimi selamlarımı ve en iyi dileklerimi Türk halkına aktarmak isterim. Ülkenizde bulunmama fırsat tanıdığı için Türk yetkililerine bir kez daha teşekkür ediyorum. Beni samimi bir şekilde karşıladığınız için minnettarlığımı bildiriyorum.”

Türkiye Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık


Gromıko’nun gezi programında, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Başbakan Suat Hayri Ürgüplü, Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık ile görüşmeler ve İstanbul ziyareti bulunuyordu. Görüşmelerin başlıca gündem maddesini ikili ilişkiler, Kıbrıs ve dünya sorunları, Mısır kanalıyla Kıbrıs’a silah gönderilmesi gibi konular oluşturuyordu.

Başbakan Suat Hayri Ürgüplü

Bu gezi, Dışişleri Bakanı Erkin’in Sovyetleri ziyaretinin cevabı olmakla birlikte, Türkiye’nin sürdürdüğü çok yönlü dış siyasetin de sonucu idi. Batı basını Gromıko’nın gezisine özel ilgi göstererek çeşitli cephelerden yaklaşıyordu. Yapılan yorumlarda, Türkiye’nin Batı’dan ayrılıp SSCB’ye yaklaştığı yönünde de görüşlere rastlanıyordu.

17 Mayıs’ta Gromıko başkanlığındaki Sovyet heyeti Anıtkabir’i ziyaret edip çelenk koydu. Ardından heyet Anıtkabir’in içinde bulunan Atatürk Müzesine geçerek Sovyet devlet adamlarının Atatürk ile çekilmiş fotoğraflarını inceledi. Gromıko, konuk devlet adamları için ayrılan özel deftere şu notları kaydetti:

Sovyet yetkilileri, büyük Lenin’le birlikte Türk-Sovyet dostluğunun temellerini atmış Türk halkının ulu önderi Kemal Atatürk’ün hatırasını anıyor.

Gromıko, daha sonra kaleme aldığı hatıralarında bu olayı şöyle anlatmaktadır:

Atatürk’ün anısına gereken saygıyı gösterdim. Onun için yapılan Anıtkabir’e gittim ve mezarına çelenk koydum. Türkler Atatürk’ün hatırasını kutsal kabul ediyor. Bu ülkede onunla ilgili olumsuz konuşan birine rastlamadım.”

Bu ziyaretin ardından heyet buradan Türk Dışişleri Bakanlığına hareket ederek Bakan Hasan Esat Işık’la görüştü. Görüşmelerde karşılıklı ve iki ülkeyi ilgilendiren meseleler tartışıldı. Dostluk ve karşılıklı anlayış içinde geçen görüşmelerde ilk önce Türk-Sovyet ilişkileri görüşüldü. Görüşmelerin ileri safhalarında ise iki ülke arasındaki bazı önemli konular konuşuldu ve karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi ile bunun için mevcut olan imkanlara vurgu yapıldı. Ekonomik alandaki işbirliğinin gerçekleştirilerek geliştirilmesinin zarureti dile getirildi ve farklı siyasi bloklarda olmanın buna engel olamayacağı belirtildi.

Hasan Esat Işık, bu görüşmeler esnasında Kafkasya’da SSCB’yi dost bir ülke olarak görmek istediklerini ve Türk hükümetinin Ermenistan’daki Türk karşıtı gelişmelerden rahatsızlık duyduğunu konuk Bakan’a iletti. Bu istek üzerine söz alan Gromıko, bu tür olayların Türk-Sovyet dostluk ilişkilerine engel olamayacağını söyledi.

Bu görüşmelerde Kıbrıs konusu da tartışıldı. Gromıko, Kıbrıs’taki son durumun ne olduğunu sordu. Bakan Işık bu soru üzerine, “Bazı kimseler tarafından gölge düşürüldü.” diyerek SSCB’nin Mısır kanalıyla Ada’ya silah gönderdiğini dolaylı bir şekilde vurguladı. Gromıko, ülkesinin Türklere karşı kullanılmak üzere Kıbrıs’a silah satmadığını söyledi. Bakanlar, Kıbrıs konusunda karşılıklı görüşmelerde bulunulması konusunda uzlaştı. Her ikisi de uluslararası konulara yaklaşımda iki ülkenin de ortak bakış açısına sahip olması dolayısıyla memnuniyetlerini ifade ettiler.

Aynı günün akşamı Dışişleri Bakanı Işık ve eşi, Gromıko çiftinin onuruna bir yemek verdi. Çok sayıda yetkilinin katıldığı yemekte Osman Bölükbaşı tepkisini göstermek gayesiyle davete katılmadı. Bakanlar yemekte birer kısa konuşma yaparak iki ülke arasındaki işbirliğini geliştirmek için çaba harcayacağını vurguladı.



Osman Bölükbaşı

Aynı gün Gromıko, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından kabul edildi. Görüşme neticesinde iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmenin asıl yönleri üzerinde durulduğu açıklaması yapıldı. Görüşmeden sonra Gromıko Dışişleri Bakanı ile tekrardan görüştü.

Gromıko, 18 Mayıs günü Başbakan Suat Hayri Ürgüplü tarafından kabul edildi. Görüşmede Başbakan Yardımcısı Süleyman Demirel, Dışişleri Bakanı Işık, Milli Eğitim Bakanı Cihat Bilgehan, Dış Ticaret Bakanı Mecit Zeren, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Bayülken, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Vahit Halefoğlu, Sovyet Büyükelçisi Nikita Rıjov ve diğer yetkililer yer alıyordu. Ürgüplü, Gromıko’yu selamladıktan sonra “Öncelik hakkı misafirindir” diyerek sözü Sovyet Bakan’a bıraktı. Gromıko, Türk-Sovyet ilişkileri ile hükümetinin tutumunu açıkladı. İki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkilerin gözden geçirilmesinin elzem olduğunu vurguladı. Gromıko daha sonra Türkiye Başbakanı’nı SSCB’ye davet etti.

Ürgüplü, yaptığı açıklamada, Türkiye’nin ikili ilişkileri geliştirmek istediğini vurguladı. İçişlerine karışılmasının aleyhinde olduklarını ve eşitlik prensibini desteklediklerini bildirdi.

Milli Eğitim Bakanı Cihat Bilgehan


Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Vahit Halefoğlu

Görüşmelerden sonra Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü İsmail Soysal, iki ülke arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkiler alanında karşılıklı anlayış ve görüş birliğinin olduğunu kaydetti. Soysal şunları söyledi:

Siyasi alanda Türkiye’nin başka bir ittifak içinde yer alması normaldir ve bu durum ilişkilerimizin gelişimine engel değildir. Farklı taraflarda yer almamıza rağmen ilişkilerimizi sürdürmemiz dünyadaki mevcut duruma da olumlu etki yapacaktır.”

Soysal, Kıbrıs konusunda Sovyetler Birliği’nin tutumunda herhangi bir değişiklik olmadığını, bazı hususlarda fikir birliğinin mevcut olduğunu vurguladı.

Öğleden sonra iki buçuk saat devam eden görüşmelerden sonra gazeteciler Gromıko’ya sorular sormak isteyince Gromıko gazetecilere İngilizce, “Beyler, bir dakika bile zamanım yoktur. Rica ediyorum, bana inanın. Hiçbir şey söylemeyeceğim. Gerçekten de zamanım yok.” diyerek uzaklaştı. Arabası hareket ettiğinde durduran Gromıko, gazetecilere şunları söyledi: “Şimdilik şu kadarını söyleyebilirim, yararlı ve dostça görüşmeler gerçekleştirdik. Başka bir şey diyemem.” Kendisine yöneltilen sorulara cevap vermeyen Gromıko, İnönü ile görüşmek için Sovyet Büyükelçiliği’ne gitti.

Atatürk’ün silah arkadaşı ve Türk-Sovyet ilişkilerinin mimarı olan İnönü, Gromıko’nun kendisiyle görüşmesini rica etmişti. Gromıko onun isteğini geri çevirmedi. Hasan Esat Işık, görüşmeden önce İnönü’nün evine giderek yapılan görüşmeler hakkında ona gerekli bilgileri verdi. İnönü gereken bilgileri edindikten sonra Gromıko ile görüşmek üzere Sovyet Büyükelçiliğine gitti. Gromıko, Türkiye’nin en önemli siyasi lideri konumunda olan, 1938-1950 yıllar arasında Cumhurbaşkanlığı, 1961-1965 yılları arasında ise Başbakanlık görevinde bulunmuş, şimdi ise muhalefette olan İnönü ile görüştü.

Gromıko ve İnönü, iki ülke arasındaki ilişkilerin gidişatını müzakere etti. İnönü, hükümette yer alsın veya almasın, tüm partilerin SSCB ile iyi ilişkilerden yana olduğunu vurguladı. Gromıko görüşmeden sonra elçiliğin ikinci katında yer alan kantinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü onuruna bir yemek verdi. Yemekte İnönü’nün eşi ile CHP Başkan Yardımcısı Kemal Satır'da yer aldı. Yemeğin başlangıcında ilginç bir olay yaşandı. İnönü, Gromıko’nun eşinin elini öptü. Bayan Gromıko bu jeste karşılık İnönü’yü yanaklarından öptü. Bu yakın ilişki Türk gazetecilerinin büyük ilgisine mazhar oldu. Hatta şaşkınlıktan durumu fotoğraflamaya bile zaman bulamadılar. Bunun üzerine gazeteciler fotoğraf almak için Bayan Gromıko’dan aynı hareketi tekrar etmesini rica ettiler. Bayan Gromıko’da onları kırmadı.

CHP Başkan Yardımcısı Kemal Satır


SSCB Elçiliğinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü Onuruna Verilen Yemek

Yemek esnasında daha ziyade havyara meyleden İnönü, Gromıko’ya sordu:

Havyarın insanı güçlendirdiği söyleniyor, doğru mu?”.

Gromıko, soru üzerine “Siz, tecrübenize dayanarak bunun cevabını verebilirsiniz.” şeklinde cevapladı.

Görüşmeden sonra radyo muhabirinin sorularının cevaplandıran İnönü;

İki ülke arasındaki ilişkilerin seyrinden memnun kaldığını ve Gromıko’nun gezisinin önemli olduğunu vurguladı.”

Gromıko, ilerleyen dönemde anılarını yazdığı zaman bu görüşme ile ilgili olarak şu notları düşmüştü:

Bu sırada İnönü hiçbir resmi görev taşımıyordu. Gezim esnasında benimle görüşme konusundaki ricası iletildi. Bende bu ricayı kabul ettim. İnönü elçiliğe yardımcısıyla geldi. Son derece aydın, zekâsı ve olayları doğru tahlil etmesi, ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin daha da ileriye götürülmesi konusundaki kararlı fikirleri, hayranlığıma sebep oldu. İnönü görüşmelerin gidişatındaki en ince detayı bile gözden kaçırmadı. Görüşmemiz esnasında bana şunları söyledi: “Türkiye’de yapılanların çoğunu beğenmiyorum. Hiçbir şey benim merhum öğretmenimin (Atatürk kastediliyor) vasiyetleri doğrultusunda yapılmıyor. Ancak şunu düşünüyorum; Türkiye, Kuzeydeki büyük komşusu ile kendi ilişkilerini Lenin ve Atatürk’ün belirlediği temeller esasında sürdürmelidir ve sürdürebilir de.” Ben, Türkiye’nin Sovyetler birliği ile ilişkileri konusundaki görüşlerini, onun gibi açık ve net bir şekilde belirtme becerisini gösteren insanlara çok az rastladım. İnönü, şaka yaptığında bile bunu yerinde ve büyük bir incelikle yapardı. Davranışları daha çok bir Avrupalıyı andırıyordu. İnönü, benim hafızamda bu izleri bıraktı. O esnada ömrünün 90 yaşına merdiven dayamasına rağmen canlı ve hareketli idi. Açıkça söylemek gerekirse ben siyasetin bu aksakal gazisiyle görüşmekten özel zevk duydum. Ona bakarken şu düşüncelerden kendimi soyutlayamadım: onun dostu Atatürk ile Lenin dostmuşçasına yazışmışlar, onların bıraktığı iz ve önem gelecek kuşakların mirasıdır.”

Ziyareti esnasında Gromıko, Başbakan Yardımcılığı görevini yürüten Süleyman Demirel ile de bir araya geldi. Sovyet Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin Batı Blokunda yer almasının SSCB ile ilişkilerine engel olmadığını belirtti. Demirel’de, ilişkilerin Atatürk ve Lenin dönemindeki atmosfere kavuşturulmasının önemini vurguladı. Görüşmeler sonucunda şu ortak düşünce dile getirildi:

Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında çıkar çatışmasına götürecek hiçbir sorun bulunmamaktadır.

Günün ikinci yarısında Gromıko ve beraberindekiler İstanbul’a gitti. Havaalanında Gromıko ve eşi, tören kıtasını denetledikten sonra beraberinde protokole dahil olan şehrin yöneticileri ile arabasına doğru ilerledi. Bu sırada Gromıko'nun çevresi gazeteci ordusu ile çevrelemişti. Gazetecilerden birisi Gromıko'ya şu soruyu yöneltince:

Federasyon fikrinin, Kıbrıs sorununun çözümü olabileceği konusundaki görüşünüzde, dünyada bunun birçok örnekleri de mevcuttur demişsiniz. Örneklerden biri Sovyet anayasasında yer alan federasyon biçimi olabilir mi?

Gromıko, “Ankara’da basın toplantısı yapacağız.” diyerek hiçbir gazetecinin sorusunu cevaplandırmadan arabasına bindi. Topluluk Yeşilköy Havaalanından doğruca Topkapı Sarayı’na gitti ve heyetle birlikte Gromıko ve eşi de burayı gezdi. Silahların sergilendiği salonda foto muhabirlere poz veren Gromıko, “Silahlanmaya değil, silahsızlanmaya taraftarız.” dedi. Buradan sonra sırasıyla Ayasofya Müzesi ve Sultanahmet Camii’ni gezen Gromıko, İstanbul’daki Sovyet Başkonsolosluğu’na gitti. Konsolsoluktaki çalışanların durumuyla ilgilenen Gromıko’nun onuruna burada bir yemek verildi. Ardından da eşiyle birlikte motorla boğaz turuna çıkan dışişleri bakanı, İstanbul Belediye Başkanı’na şunları söyledi:

İstanbul olağanüstü güzellikte. Daha fazla kalmak ve gezmek isterdim. İstanbul bana mimari açıdan ilginç ve çekici geldi. Ayrıca İstanbul'da yaşayanlar çok cana yakın insanlar. Bu güzel şehrin güzel insanlarına en sıcak selamlarımı bildirmek istiyorum.”

Akşam İstanbul Valisi Niyazi Akı, konukların onuruna bir yemek verdi. Gromıko daha sonra tekrar Ankara’ya döndü.

 İstanbul Valisi Niyazi Akı

Gromıko, daha sonraları yazdığı hatıratında İstanbul gezisi ve özellikle de Ayasofya hakkında şunları kaydetmiştir:

Elbette Türkiye’de kutsal Ayasofya Kilisesinin, tüm Hristiyan mitlerinin, fresklerde yansıtılan İncil efsanelerinin yalnızca ölü bir anıt olmasını isteyen kimseler vardır. Buna rağmen toplumun Hristiyan kesimi ve Avrupa’nın etki gücü, bir ölçüde Hristiyanlığın kutsal değerlerine saygı göstermeye mecbur ediyor.”

Gromıko ile Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık 20 Mayıs günü yeniden bir araya geldiler. Türkiye tarafı bu görüşmede, Sovyetler Birliği’nin teknolojik desteği ve sanayi tesisleri konusunda yeşil ışık yaktı.

Gromıko, başbakan Ürgüplü ile de görüştü. Ekonomik konular görüşülürken SSCB’li bakan “proje verin, yapalım.” dedi. Taraflar bunun üzerine kapsamlı ekonomik işbirliği konusunda uzlaştı. Başbakan bundan sonra Çankaya’ya çıktı ve Gromıko ile yapılan görüşmeler konusunda Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e bilgi sundu.

21 Mayıs günü Işık, Gromıko, Bayülken ile Rıjov’un katılımı ile bir saat kadar süren bir görüşme daha yapıldı. Görüşmede imzalanacak ortak bildiri üzerinde görüş alışverişinde bulundular.

Işık, görüşmelerden sonra yaptığı açıklamada, ortak bildiride yansıtılacak konuları görüştüklerini ve bu konular üzerinde fikir birliği içinde bulunduklarını kaydetti. “Bildiride yer almayan konular hakkındaki ortak görüşün derecesi ne kadardır?” Şeklindeki soruyu ise cevapsız bıraktı.

Aynı gün resmi görüşmeler sonuçlandı. Gromıko, Ankara’daki Sovyet Büyükelçiliğinde yerli ve yabancı gazeteciler için bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısında 100 civarında yerli ve yabancı gazeteci vardı. Gromıko, soruları almadan önce bir açıklama yaptı. Ankara’da gerçekleştirdiği görüşmelerin son derece faydalı geçtiğini, Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin ortak çıkarlarını masaya yatırdıklarını belirtti. Görüşmelerde her iki ülkenin çıkarlarına özel önem verdiklerini, ilişkilerin gelişmesini Türkiye’nin de arzuladığını söyledi. Gromıko daha sonra, Ankara’da Türk yetkililerle yaptığı görüşmelerin Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişmesinde önemli rol oynayacağına inandığını vurguladı. Türkiye’deki siyasi parti başkanlarıyla yaptığı görüşmelerin önemli olduğuna işaret eden Gromıko şunları söyledi:

 “Kuşkusuz şimdi sıra verilen sözlerin uygulanmasına gelmiştir.

Gromıko, iki ülke arasındaki ilişkilerin prensipleri üzerinde durdu. Farklı sistemlerle yönetilmelerine rağmen tarafların birbirinin içişlerine karışmama, hükümranlık haklarına ve bağımsızlığına saygı gösterme prensipleri çerçevesinde bu ilişkilerin yürütüleceğini vurgulayarak şunları dile getirdi:

Biz, Türk yetkililerine, Atatürk ve Lenin dönemindeki mevcut ilişkilerimize dönmeyi önerdik. Türk devlet yetkilileri de aynı görüşü paylaştıklarını beyan ettiler. Güven ve yine de güven. İlişkilerimizin gelişiminde şart olan gerekli unsur yalnızca budur. Kuşkusuz bu güven, siyasilerin hayata geçireceği uygulamalarla mümkün olabilir. Ankara ve İstanbul’da karşılaştığım konukseverlikten dolayı teşekkürlerimi ifade ediyorum.”

Ardından da gazetecilerin soruları başladı.

 “Türk halkının Rusya’ya duyduğu güvenin artmasında Kıbrıs sorununda Rusya’nın izlediği siyasetin önemli olduğuna inanıyor musunuz?” tarzındaki soruya Gromıko şu cevabı verdi:

Gerek Ankara’da gerekse de İstanbul’da basın temsilcileri bana Kıbrıs’a ilişkin çeşitli sorular yönelttiler. Sovyetler birliği bu konudaki tutumunu defalarca beyan etmiştir. Sovyetler birliği, Kıbrıs’ın bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini istiyor. Ada’dan bir askeri alan olarak yararlanılmasına ve içişlerine karışılmasına karşıyız. Kıbrıs sorununun barışçıl yollarla çözüme kavuşturulmasından yanayız. Sorunun, Ada’nın toprak bütünlüğü, bağımsızlığı, burada yaşayan iki toplumun mevcudiyetinin ve haklarının göz önüne alınması doğrultusunda halledilmesinin taraftarıyız. Genel olarak toparlarsak, biz Kıbrıs’ın bütünlüğünden ve bağımsızlığından yanayız.

Yabancı basından bir muhabir Gromıko’ya, Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişiminin Balkanlara ne gibi etki yapacağı konusunda bir soru sordu. Sovyet Bakan, Türk-Sovyet ilişkilerinin sadece Balkanlara değil Avrupa’ya ve genel anlamda uluslararası ilişkilere bile olumlu yönde yansıyacağını söyledi. Hiç kimsenin Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişmesinden korkuya kapılmamasının gereğine işaret ederek, “Bundan her iki ülke toplumu ve dünya yarar görecektir.” dedi. Bir başka muhabir Gromıko’ya şöyle bir soru yöneltti:

 “1965’in Ocak ayında Kıbrıs sorununa ilişkin yaptığınız açıklamadan sonra Ankara’daki görüşmelerde yeni bir adım atıldı mı?

Gromıko: “Sovyet Dışişleri Bakanı sıfatıyla 21 Ocak 1965 tarihinde Kıbrıs konusuyla ilgili bir açıklama yaptım ve bu açıklama bugün de geçerlidir.

Kıbrıs’a Sovyetler Birliği’nin silah satmasıyla ilgili bir soruya ise Gromıko şu cevabı verdi:

Ortalıkta dolaşan bu tür haberlerin tamamı yalan ve uydurmadır. Bunlara inanmayın. Bu konu en üst düzeyde tartışılmıştır.

Bir Sovyet muhabirin, “Sovyet-Türk ilişkilerinin mevcut durumu hakkında ne söyleyebilirsiniz?” şeklindeki sorusunu, Gromıko, konuşmaya başlamasından beri ilk kez gülümseyerek şöyle cevaplandırdı:

Sovyet-Türk ilişkilerinde olumlu yönde seyreden gelişmeleri sevindirici olarak kabul ediyoruz. Bize göre, şimdiye kadar yaptıklarımızdan daha da fazlasını yapmalıyız ki, Türk-Sovyet ilişkilerinin gerçekten de dostluk ve iyi komşuluk temellerine dayandığı ortaya çıksın. Ancak iyi bir başlangıç vardır.”

Romanyalı bir gazetecinin balkanların nükleer silahlardan arınmış bir bölge olmasına ilişkin sorusuna, Gromıko, buna taraftar olduklarını ve Sovyetler Birliği’nin bunu birkaç kez gündeme getirdiğine değindi. Türkiye’nin ekonomik konumunda Sovyetlerin pozisyonu ne olmalıdır sorusuna Gromıko şu cevabı verdi:

Bu konu, ikili görüşmelerde tartışılabilir. Sovyetler birliği bu tür görüşmelerin yapılmasını istiyor ve ülkemiz buna hazırdır. İki ülkenin ilgili birimleri bu konuyu müzakere etmek için görüşecekler.”

Kıbrıs’ta ENOSİS’in gerçekleştirilmesi için yürütülen siyasetle ilgili bir soruya ise Gromıko, net bir açıklama getiremeyeceğini söyledi.

Ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler konusunda ortak bir karara varıldı mı?” Şeklindeki soruyu Gromıko,

 “Sonuca varacak görüşmelerde bulunmadık. Ziyaretim esnasında Ankara’da bazı adımlar atıldı ve bunun devam ettirilmesini istiyoruz.

Ortak bildiri hazırlandığı esnada Türkler zorluk çıkardılar mı? Şeklindeki soruya şu cevabı verdi:

Ortak bir bildirinin hazırlanması esnasında elbette bazı anlaşmazlıklar olabilir. Önemli olan ortak bir noktada buluşulmasıdır. Her iki taraf bu ortak paydayı bulmak için çaba göstermelidir.

Basın toplantısından sonra Gromıko, Sovyet Büyükelçiliği binasında, Türkiye’nin eski Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’le beraber öğle yemeği yedi. Yemek sırasında iki meslektaş ülkeleri arasındaki ilişkilerin durumu üzerinde görüş paylaşımında bulundu. Akşam ise Sovyet Büyükelçisi Rıjov, Gromıko’nun onuruna bir yemek düzenledi.

Seferin sonunda ‘’Türk-Sovyet ortak bildirisi’’ kabul edildi. Bildiride taraflar, SSCB ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun uluslararası ve karşılıklı ilişkiler üzerinde durdukları, barış ve uluslararası işbirliğinin sağlanmasına çalışacakları kaydediliyordu. Birleşmiş Milletler tüzüğüne ve ülkelerinin gayeleriyle örtüşen uluslararası gerilimin ve ateşinin düşürülmesi, iki devlet arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi, ayrı ayrı sistemlerle yönetilen devletlerarasında barış içinde yan yana yaşama prensiplerinin sağlanması yolunda ellerinden gelen şeyleri yapacakları, barışın devamı, korunması ve sağlamlaştırılması için uluslararası anlaşmalarla diğer yönlerden kaynaklanan sorumlulukların yerine getirilmesinin gereği vurgulanıyordu. Fikir alışverişi esnasında tarafların uluslararası gözetim altında topluca ve tamamen silahsızlanmaya hazır oldukları, Birleşmiş Milletler’in daha da güçlendirilmesine ve daha faydalı hale gelmesine çalışılmasını istedikleri, sömürge ülkeleri ve halklarına bağımsızlıklarının verilmesi ile ilgili Birleşmiş Milletler bildirisinin hayata geçirilmesinin barış ve güvenlik yönünden önemli olduğuna işaret ediliyordu. Taraflar 6 Kasım 1964 tarihinde kabul edilen Türk-Sovyet bildirisine sadık kaldıklarını da bildirdiler. Taraflar, Kıbrıs konusuyla ilgili tutumlarını açıklayarak Ada’daki ortamı germeye yönelik dış müdahalenin kabul edilmez olduğunu bildirdiler. SSCB Dışişleri Bakanı, konu ile ilgili olarak ülkesinin tutumunu bir kez daha dile getirdi.

Gromıko, Kıbrıs konusuyla ilgili olarak daha sonraları şunu yazacaktı:

Eğer NATO’nun nüfuzlu devletleri Kıbrıs’ın bağımsızlığına saygı gösterseydi o zaman Rum ve Türk kesimi çoktan anlaşmış olurdu. Kıbrıs’ta ve dışarıda meydana gelen olaylara, küçük bir ülkeye karşı hayata geçirilen yasadışı ve saldırganlıktan öte bir anlam yüklenemezdi.

Gromıko, ABD’nin Kıbrıs konusundaki tutumunu şöyle değerlendiriyordu:

1974 yılı Mayıs ayında Kahire’ye yaptığım yolculuklardan birisi, o zaman Nixon Hükümetinde Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Henry Kissinger’ın Yakındoğu ziyaretiyle aynı zamana rastlamıştı. Önceden kararlaştırdığımız gibi biz Kıbrıs’ın başkenti Lefkoşa’da araya geldik. Görüşmede bir dizi konularla birlikte Kıbrıs meselesi de gündeme geldi.

Kıbrıs konusunu konuştuğumuz esnasında meslektaşıma şunu sordum:

-ABD yönetimi, Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü savunuyor mu?

Dışişleri Bakanı bu soruyu dolaylı olarak cevapladı. Verdiği cevapta o şöyle demek istiyordu:

-Washington, Ada’nın Rum ve Türk kesimleri olarak ikiye, yani iki ayrı devlete bölünmesi halinde kılını dahi kıpırdatmayacaktır.

Bu konuşmadan sonra ABD’nin tutumuna ilişkin olarak Kissinger’ın açıklamalarını, Washington’un Kıbrıs siyasetindeki ikiyüzlülüğünün sınırsız olduğuna kesin olarak inandım.

Ortak bildiride, SSCB ile Türkiye arasında iyi komşuluk ilişkilerinin gelişiminden duyulan memnuniyet dile getiriliyordu. Tarafların iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin gelişmesi konularını müzakere ettiklerini, imzalanan ticaret protokolünün karşılıklı ilişkilerde yeni imkânlar yarattığı kaydediliyor, ticari ve ekonomik işbirliğinin devam ettirileceğine vurgu yapılıyordu. Kültürel işbirliğine ilişkin imzalanan 5 Kasım 1964 tarihli anlaşmaya uygun şekilde karşılıklı olarak bu alandaki ilişkilerin genişletilmesine taraftar oldukları bildiriliyor, karşılıklı ziyaretlerin iyi komşuluk, barış ve güvenliğe hizmet ettiğine vurgu yapılıyordu. Bundan sonraki ilişkilerin de iyi komşuluk, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığa saygı, eşitlik ilkesine dayalı, içişlerine karışmama prensipleri doğrultusunda yürütülmesi konusunun altı çiziliyordu.

22 Mayıs günü Gromıko başkanlığındaki Sovyet heyeti Esenboğa Havaalanından Moskova’ya uğurlandı. Havaalanında gazeteciler soru sormak istese de Gromıko basın toplantısı düzenleyerek ziyareti ile ilgili olarak geniş bilgi sunduğunu belirtip; çok kısa bir açıklamada bulunarak; Ankara’daki görüşmelerin faydalı olduğunu, her iki tarafın istemesi halinde Türk-Sovyet ilişkilerinin devam ettirileceğini vurgulayarak, ilişkilerin geleceği konusunda iyimser olduğunu söyledi.

Türkiye’de, Gromıko’nun gezisine bakış tek yanlı değildi. SSCB ile ilişkilerde farklı kesimlerde farklı kuşkular bulunuyordu. İktidara yakın olan partiler ve basın, Gromıko’nun gezisini Türk-Sovyet ilişkilerinin yeni bir aşaması olarak değerlendiriyordu. Bazı kesimler ise SSCB’nin Türkiye ile ilişkilerinin gerisinde farklı niyetlerin yattığını, bunlardan birinin de Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inme isteğinin olduğunun yer aldığını kaydediyorlardı. Bu kesimler Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’de nüfuz kazanmaya çalıştığını, Türkiye’ye Sovyet işçilerinin getirilmesini teklif ederek komünizm propagandasını güçlendirmeyi gaye edindiğini ileri sürüyordu. Adalet partisi, 24 Mayıs günü SSCB’ye güvensizlik dolu bir açıklama yayınladı. Açıklamada, önerilen Sovyet kredilerinden vazgeçilmesi isteniyordu. Sovyet karşıtı örgütler ise, SSCB’nin Türkiye’deki işçilerden bir ‘’proletarya sınıfı’’ oluşturarak mevcut düzene karşı kullanmasından endişe ediyordu.

Gromıko’nun gezisi batı ülkelerinde de tek yönlü yorumlanmadı. Bu ziyaret bazı ülkelerde kıskançlığa neden oldu. Federal Almanya’nın Ankara’daki Büyükelçisi, Gromıko’nun seferi esnasında SSCB, Türkiye’ye 300 Milyon Dolarlık kredi verecektir, şeklindeki söylentilerden rahatsız olduğunu açıkça dile getirdi.

Tüm karşıt görüş ve açıklamalara rağmen Gromıko’nun gezisiyle birlikte iki ülke arasındaki ilişkiler iyileşti. Türk yetkilileri, ilişkilerin gelişmesini desteklediklerini bildirdi. TBMM bütçe görüşmeleri esnasında Hasan Esat Işık, Türk-Sovyet ilişkilerine değindi ve iki ülke arasında iyi ilişkilerin oluşturulmasının önemine işaret ederek şunları söyledi:

 “Çünkü biz komşuyuz. Her iki taraf da karşılıklı ilişkilerde birbirinin içişlerine karışmayacak, bağımsızlık ve eşitlik ilkelerine saygı gösterecektir. Eğer bu prensipler ilişkilerimizin temeli olarak kabul edilecekse, o zaman iki ülke arasında kültürel, ticari ve ekonomik ilişkiler de gelişecektir. Gromıko’nun ziyareti, karşılıklı ilişkilerde yeni bir aşamanın başlangıcıdır.”

BAŞBAKAN SUAT HAYRİ ÜRGÜPLÜ’NÜN MOSKOVA ZİYARETİ

Geziden sonra iki ülke arasındaki yakınlaşma güçlenerek ilerlemeye devam etti. Bu noktadan sonra Türk diplomasisi uluslararası konularda SSCB’nin bazı isteklerinin yanında yer almaya başladı. Türk hükümeti Haziran ayında, SSCB’nin Asya ve Afrika ülkeleri konferansına katılımı konusunu desteklediğini bildirdi. Basında ise Sovyet yanlısı yazılar yer almaya başladı.

25 Haziran’da SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Aleksey Kosıgin, Sovyetler Birliği’ne bir ziyaret düzenleyen AKİS Dergisi genel yayın yönetmeni, gazeteci Metin Toker’i kabul ederek ona röportaj verdi. Kosıgin röportajında, iki ülke arasındaki ilişkilerin rayına oturduğunu ve güvensizliğin geride kaldığını söyledi.

Aleksey Kosıgin

Metin Toker

Aynı dönemde İzvestiya Gazetesi’nin Ankara temsilcisi ise Türkiye Başbakanı Suat Hayri Ürgüplü ile görüşerek SSCB’ye düzenleyeceği ziyaretle ilgili bir röportaj yaptı. Gazeteci, geçen kış Sovyet Parlamento heyetinin gezisi sırasında Başbakan’ın sarf ettiği “Ülkelerimiz arasındaki buzlar çok çabuk erimektedir.” sözünü hatırlatarak, ilişkilerin mevcut durumunu sordu. Ürgüplü bu soru üzerine,

 “Karşılıklı ziyaretler sonucunda Karadeniz’deki buzlar erimeye başlamıştır. Planlanan ziyaretim ilişkilerimizi daha da pekiştirecektir. Atatürk ve Lenin döneminden farklı olan bir uluslararası ortam oluşmuştur. Ülkelerimiz arasında fikir ayrılıkları mevcuttur. Ancak uzun yıllardan sonra 1963 yılının Mayıs ayından itibaren ülkelerimiz arasındaki ilişkiler yönünden ilk adımlar atılmaya başlanmıştır. Ülkemiz Rus mallarıyla henüz yeni yeni tanışıyor ve iki ülke arasındaki ekonomik işbirliği için gerekli potansiyel mevcuttur. Ancak ekonomik ilişkilerimizin seviyesi, mevcut imkanlarımızdan çok aşağılardadır. İki yıl önce Taşkent, Samerkant, Volgagrad, Leningrad ve Bakü’ye gitmiştim, oraları yeniden görmek istiyorum. Türkiye adına Sovyet halklarına mutluluklar diliyorum.”

1965 yaz mevsiminde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Suat Hayri Ürgüplü’nün Moskova’ya yapacağı gezi, Türk kamuoyunda çeşitli tartışmalara neden oldu. Bazı gazeteler, özellikle de muhalif basın organları SSCB ile ilişkilerden hiçbir yarar gelmeyeceğini yazarak Moskova ziyaretinin iptal edilmesini istiyordu. Bu ziyarete karşı çıkan kesim, SSCB’deki Türk halklarının zulüm altında yaşadıklarını vurguluyor, gezinin ertelenmesi için TBMM’nde bile tartışıyorlardı. Tartışmalar esnasında konuşan sağ kesim milletvekilleri bu ziyaretin tehlikeli olacağını vurguluyordu.

Türk dış politika uzmanları ise bu görüşe karşı çıkarak siyasi gerçekçilikle hareket edilmesinden yana beyanatlar veriyordu. Sovyetler Birliği ile işbirliğinden yana olanlar, bu işbirliğinin Türkiye’ye ekonomik ve siyasi anlamda fayda sağlayacağını ileri sürüyordu. SSCB ile ilişkilerin gelişmesi, Türkiye’nin, bağımsız bir dış siyaset çizgisinde yürümesinin sonucu şeklinde vurgulanıyordu. Bu esnada Moskova’nın Kıbrıs siyasetinde takındığı tarafsız tutumunun, ilişkilerin gelişmesine etki eden bir kanıt olarak ileri sürülüyordu. Ancak bu ziyaretin son derece ciddi sonuçlar doğuracağından yetkili merciler de şüphe ediyordu. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bu geziyi “bir nezaket ziyareti” olarak tanımlıyordu. Bazı şahıslar Ürgüplü’nün ziyaretini turistik bir gezi olarak yorumlayarak ironik bir üslup kullanıyordu.

Dile getirilen çeşitli fikirlere rağmen Ürgüplü’nün Moskova ziyareti son 33 yılın en önemli olayı oldu. Başbakan Ürgüplü, eşi ve diğer yetkililerle 9-16 Ağustos 1965 tarihleri arasında SSCB’yi ziyareti etti. Büyük sempatiyle karşılanan Ürgüplü, Kosıgin’le birlikte tören kıtasını selamladı ve her iki ülkenin milli marşları çalındı. Türk Başbakanı, Sovyet devlet adamları, Büyükelçiler ve sivil toplum liderleriyle görüştü.

Başbakanlar üzeri açık bir arabaya binerek kendilerine ayrılan ikametgaha gitti. Sokaklar “Sevgili Türk konuklar hoş geldiniz!”, “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Suat Hayri Ürgüplü’yü selamlıyoruz!”, “SSCB ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki dostluk ve komşuluk ilişkileri devamlı gelişsin” gibi pankartlarla süslenmişti.

Başbakanlar kısa bir dinlenmeden sonra görüşmelere başladı. Görüşmelerde karşılıklı ilişkilerin mevcut durumu, perspektifleri, Kıbrıs konusu ve diğer konular tartışıldı. Taraflar, iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirme taraftarı olduklarını bildirdi. İlişkilerin şu andaki durumunun mevcut imkanlardan daha geride olduğu vurgulandı.

İki ülkenin Başbakanı, Kıbrıs konusunun görüşmelerine geçince, Ürgüplü söz alarak;

"Kıbrıs’ın bağımsızlığına karşı Türkiye’nin herhangi bir planı olmadığını, yegâne endişelerinin Türk toplumunun varlığının, kanuni haklarının ve çıkarlarının korunması, birlikte yaşama ortamının sağlanması, uluslararası sorumluluklara saygı gösterilmesidir." dedi.

Kosıgin, Kıbrıs’ın bağımsızlığına, hükümranlık haklarına saygı gösterilmesine ve problemin Ada’nın iki toplumu arasında eşitlik ilkelerine dayalı olarak görüşmelerle çözümüne taraftar olduklarını ve Ada’daki dış güçlerin tamamının çıkarılmasını istediklerini bildirdi.

Görüşmelerin düzenlendiği sırada iki ülke arasındaki sorunları tespit etmek ve geliştirmek için üç alt komite oluşturuldu. Birinci komite, Türk-Sovyet görüşmeleri sonunda kabul edilecek ortak bildiriyi hazırlayacaktı. İkinci komite ticari ilişkilerin geliştirilmesi işini, üçüncü komite ise Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de yapacağı yatırım imkanları ve yolları konusunu araştıracaktı.

Komitelerde düzenlenen görüşmeler sonucunda iki ülke arasındaki ticari ilişkiler üzerinde duruldu, ikinci beş yıllık kalkınma planı kapsamında yatırım yapılacak sermaye konusu tartışıldı. Ekonomik işbirliği ile ilgili Türk tarafının önerisi Sovyetler Birliği tarafından ilgiyle karşılandı. Bu öneriler, Sovyet teknolojik desteği ile Türkiye’de kurulacak sanayi tesisleri ile ilgili idi.

9 Ağustos günü SSCB hükümeti adına Kremlin Sarayı’nda Türkiye Başbakanı onuruna bir yemek verildi. Ziyafette Başbakanlar karşılıklı birer konuşma yaptı. Türkiye Başbakanı’nı selamlayan Kosıgin konuşmasında şunları söyledi:

Sayın Başbakan, sizin Sovyetler Birliği’ne yaptığınız bu ziyaret bizim için son derece önemli bir olaydır. Bilindiği gibi Türkiye Başbakanı’nın ülkemize son seferinin üzerinden 33 yıl geçmiştir. O zamandan beri dünyada birçok olaylar olmuştur. Sizin Moskova’ya yaptığınız bu ziyaret, Türk-Sovyet ilişkilerinin yeninden gelişmeye başladığının göstergesidir. Bu olay, iki toplumu ve ülkeyi birbirine yaklaştırmak adına birlikte attığımız adımların bir sonucudur. Sovyetler birliği karşılıklı ilişkileri, büyük devlet adamları olan Lenin ve Atatürk’ün vasiyetlerine uygun olarak, onların devrindeki seviyeye ulaştırmak arzusundadır. Sayın başbakan, biz, ülkelerimizin birbirine yaklaşması için birçok imkânın olduğuna inanıyoruz. Bunu sizin de kabul ettiğinize eminiz. Türk-Sovyet dostluğu her iki ülkenin çıkarlarına cevap verecek niteliktedir ve başka hiçbir devlete karşı da yönelmemiştir. Halkımız Türkiye ile olumlu ilişkilerin kurulması taraftarıdır. Şimdi karşılıklı güveni tazelemek için bizim birbirimize karşı olumlu adımlarla yaklaşmamız gerekmektedir.”

Kosıgin’den sonra söz alan Başbakan Ürgüplü, karşılıklı anlayışa ve güvene dayanan ilişkilerin hem bölge hem de dünya barışının korunması için önemli bir faktör olduğunu, 44 yıl önce Atatürk ile Lenin tarafından temelleri atılan Türk-Sovyet dostluğunun sağlam temellere dayandığını vurgulayarak şunları söyledi:

Her iki halk kendi varlığı için büyük mücadeleler verirken ilişkilerin tarafların menfaatine, içişlerine karışmama, hükümranlık haklarına, eşitliğine ve toprak bütünlüğüne saygı esasında gelişti. Böylesine olumlu bir devirden sonra ilişkilerde kendini gösteren kriz ortamını tekrar dile getirmek istemiyorum. (Stalin dönemi kastediliyor.) artık o devirler gerilerde kaldı. Şimdi gayemiz iki ülke arasında güvene dayanan karşılıklı anlayışı sağlamaktır. Karşılıklı olarak ilişkilerimizin iyileştiğini görmekten memnunuz. İki ülke arasındaki ekonomik ve ticari işbirliğinin gelişimine yardımcı olacak birçok imkânlar vardır, bunu kabul ediyorum. Bu tür ilişkilerin hem Türkiye hem de SSCB’nin ekonomik gelişimine, halklar arasındaki karşılıklı anlayışa yardımcı olacağı ümidini taşımaktayım. Türk-Sovyet ilişkilerini güçlendirmek gayesiyle Moskova ziyaretimi gerçekleştirdim. Bu ziyaretimiz barışa katkı sağlayacaktır. Geleneksel Sovyet konukseverliği çerçevesinde karşılanmam ve konuk edilmem bu konudaki ümitleri tazelemiş ve güçlendirmiştir.

Türk başbakan Ürgüplü, 10 Ağustos günü Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’nde Kosıgin’in onuruna bir davet verdi.  davette, samimi bir konukseverlikle karşılanmasından memnuniyetini dile getiren Ürgüplü, Sovyet toplumuna mutluluklar dileyerek şunları söyledi:

Türkiye, kendi dış siyasetini karakterize ederek temellerini attığından beri, uluslararası hukuk kuralları, uluslararası anlaşmalar ve sorumluluklardan doğan görevleri yerine getirmiştir. Türkiye’nin, diğer ülkelerin de bu prensiplere uymasını bekleme hakkı vardır. Ben, Türk-Sovyet ilişkilerinin olumlu yönde seyrettiğinin şahidi olmamdan dolayı son derece mutluyum. Türkiye, Birleşmiş Milletler Tüzüğüne uyulmasına ve bu teşkilatın güçlendirilmesine taraftardır.

Cevabi konuşmasını yapan Kosıgin, Türk Başbakan Ürgüplü’nün ziyaretinden ve duyduğu güzel sözlerden dolayı memnuniyetini bildirdi. Türkiye ile iyi ilişkiler içinde bulunmanın Sovyetler Birliği’nin en önemli prensibi ve halklarının istekleri doğrultusunda olduğunu bildirdi. İki ülke arasındaki karşılıklı ilişkilerde tartışmalı konuların, karşılıklı güveni ve anlayışı sağlamlaştırmaya engel olamayacağını, ülkesinin Birleşmiş Milletler^’in güçlendirilmesine taraftar olduğunu vurguladı.

10 Ağustos günü Kosıgin, Ürgüplü ile Kremlin’de görüştü. Samimi bir havada geçen görüşmelerde Türk-Sovyet ilişkileri ve uluslararası konular tartışıldı. İki ülke arasında güven ortamının sağlandığı vurgulandı. Kosıgin, Sovyetler Birliği’nin Türkiye sanayisinin gelişmesi için gerekli sanayi tesislerini kurmaya hazır olduklarını bildirdi. Sovyet uçaklarının Türkiye’ye satılması konusu da gündeme geldi. Kosıgin, Sovyet uçaklarını görmelerini Türk tarafına tavsiye etti.

Türk heyeti 11 Ağustos günü Moskova Uçak Fabrikası’nı ziyaret etti. Heyete Sovyet büyükelçisi Rıjov eşlik ediyordu. Bu ziyaret sırasında Türk konuklara, SSCB’nin en büyük müesseselerinden biri olan bu fabrikanın tarihi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çift motorlu İL-14, daha sonra ise İL-18 yolcu uçaklarının üretimi konusunda bilgi sunuldu. Türkiye heyeti, kendilerini Ankara’dan Moskova’ya getiren İL-18 uçağını övdü ve uçak üretim teknolojisi konusunda bilgi aldı. Heyet, fabrikada çalışan işçilerle görüştükten sonra Başbakan Ürgüplü, Sovyet yetkililere teşekkür etti.

Kosıgin 12 Ağustos günü tekrar Ürgüplü’yü Kremlin’de kabul etti. Görüşmede karşılıklı ilişkiler, ticari ve ekonomik işbirliği konusu müzakere edildi. Görüşme sonunda Başbakan Ürgüplü, Kosıgin’i Türkiye’ye davet etti. Kosıgin bu daveti memnuniyetle kabul etti.

Sovyet tarafı Türkiye Başbakanı onuruna Kremlin’de bir ziyafet düzenledi. Davette Sovyet yüksek yönetimi dışında Sovyetler Birliği’ndeki diplomatik misyon temsilciliği başkanları, Sovyet ve yabancı ülkelerin gazetecileri de yer alıyordu.

Türkiye Başbakanı Ürgüplü, SSCB Komünist Partisi Merkezi Komitesi Başkanı Leonid Brejnev tarafından kabul edildi. 2,5 saat süren görüşmede iki ülke arasındaki ilişkilerin genel durumu ve perspektifleri tartışıldı. Brejnev, Türk-Sovyet ilişkilerinin Atatürk ve Lenin zamanındaki seviyesine kavuşturulmasını istiyordu. Taraflar ilişkilerin mevcut durumunun sahip olduğu potansiyelden çok geride olduğunu dile getirerek, mevcut potansiyelden faydalanılmasının gerekli olduğunu vurguladı.

Başbakan Ürgüplü, SSCB Başkanı Anastas Mikoyan ile de görüştü. Görüşmede iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik işbirliğinin imkânları masaya yatırıldı. Ancak bu görüşmede siyasi konulara değinilmedi.


Anastas Mikoyan

Türkiye Başbakanı 13 Ağustos günü Vnukovo Havaalanı’nda TU-124 ve TU-134 uçaklarını inceledi. Konuklar daha sonra Moskova’dan Kiev’e törenle uğurlandı. Türkiye ve SSCB bayrakları ile süslenmiş Vnukovo Havaalanı’nda özel tören kıtası hazırlanmıştı. Tören kıtası komutanı gerekli takdimi yaptıktan sonra iki ülkenin milli marşları çalındı. Konuklar daha sonra da İL-18 uçağıyla Kiev’e hareket etti.

Ürgüplü, Ukrayna’ya inince onu Başbakan Demyan Korotçenko karşıladı. Ukrayna yöneticileri, Ürgüplü'ye Sovyet döneminde Ukrayna’nın elde ettiği başarılar konusunda bilgi verdi. Bunun karşılığında Ürgüplü, Moskova’da yaptığı görüşmeler ve müzakere edilen konularla ilgili bilgi sundu. Konuklar daha sonra Kiev şehrini gezdi. Akşam ise Ürgüplü onuruna bir yemek verildi ve yemekte Urgüplü ile Kalçenko birer kısa konuşma gerçekleştirdi.

Daha sonra Türk konuklar Simferepol şehrine giderek buradaki sanayi ve tarım tesisleri, kültürel kurumları gezdi. Bu geziden sonra başbakan Ürgüplü önderliğindeki Türk heyeti Kiev’den ayrılarak Türkiye’ye döndü.

Başbakan Demyan Korotçenko

Gezi sonunda yayınlanan ortak bildiride samimiyet ve karşılıklı anlayış atmosferinde geçen görüşmelerde uluslararası problemler, karşılıklı ilişkilerin gelişmesiyle ilgili faydalı fikir alışverişi yapıldığı belirtiliyordu. Taraflar, uluslararası gerginliğin azaltılması ve Dünya genelindeki barışın sağlamlaştırılması için çaba göstermenin zaruri olduğunu ve bunun güçlendirilmesini vurguluyordu. Ayrıca çeşitli sistemlerle yönetilen ülkelerin barış içinde ve yan yana yaşayarak, birbirinin içişlerine karışmamak suretiyle ve eşitlik ilkesine uygun hareket etmesinin uluslararası gerginliğin azaltılmasına ve barışın sağlanmasına yardımcı olacağının altı çiziliyordu. Uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında Birleşmiş Milletler’in önemine vurgu yapılarak kurumun güçlendirilmesi taraftarı oldukları belirtiliyordu. Birleşmiş Milletler Tüzüğüne ve uluslararası anlaşmalarla diğer uluslararası hukuk kurallarının yükümlülüklerine harfiyen uyulmasının, uluslararası barışın korunması ve işbirliğinin geliştirilmesi için önem taşıdığının altı çiziliyordu. Uluslararası kontrol ile topyekûn silahsızlanmayı savunmanın gerekliliği, kısmi silahsızlanma için devletler arasında belirli adımların atılmasını savunacakları bildiriliyordu. Halkların, sömürgecilikten uzak olan ömür sürme haklarının, sağlam barışın önceliklerinden biri olduğu vurgulanıyordu. Taraflar, karşılıklı anlaşma yolu ile Avrupa’nın güvenliğinin sağlamlaştırılması konusundaki isteklerini de dile getiriyordu.

Bildiride Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, Kıbrıs konusuyla ilgili olarak 4 Mart ve 10 Ağustos 1964 tarihlerinde aldığı kararlar destekleniyor, dış müdahalelerin Ada’daki durumu kötüleştireceği vurgulanıyordu. Ortak bildiride SSCB Dışişleri Bakanlığı’nın soruna ilişkin olarak yayınladığı 21 Ocak ve 21 Mayıs 1965 tarihli açıklamalara da sadık kalındığı belirtiliyordu. (Bkz. Kıbrıs Barış Harekatına Giden Yol)

SSCB, Birleşmiş Milletler Üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, hükümranlık hakları ve toprak bütünlüğünü kesin olarak desteklediğinin altı çiziliyor, dış müdahaleye karşı olunduğu bildiriliyordu. NATO’daki bazı çevrelerin Kıbrıs’ı kendi üslerine çevirme gayretlerinin kesin bir dille kabul edilmez olduğu vurgulanıyordu. Ortak bildiride Sovyetler Birliği’nin, Kıbrıs halkının kendi hayatını istediği gibi oluşturma hakkının savunulduğu da belirtiliyordu. Sovyetler Birliği, Kıbrıs probleminin, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü, Ada’da yaşayan iki toplumun haklarının, barış içinde yaşama düzenlerinin korunmasının savunulmasını ve Kıbrıs’ın güvenliğinin korunmasını istediği vurgulanıyordu. En önemli konu Kıbrıs’ın bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunması idi. Ancak bununla Kıbrıs problemi dış müdahale olmadan bağımsız bir şekilde halledilebilirdi. Sovyetler Birliği’ne göre Kıbrıs Devleti’nin oluşturulması konusu orada yaşayan halkların kendi işi idi. Kıbrıs’ta yaşayan Türk ve Rum halklarının, kendi hükümranlık haklarını korumak kaydıyla, bağımsız olarak yaşayabilecekleri bir devlet yapısını seçme hakkına sahip olduğu dile ettiriliyordu.

Taraflar, Türk-Sovyet ilişkilerinin görüşülmesi esnasında iki ülkenin de bağımsızlık, toprak bütünlüğü, eşitlik ilkelerine karşılıklı saygı çerçevesinde iyi komşuluk ilişkilerini samimi bir şekilde geliştirmek istediklerini bildirdi. İki taraf da ayrıca karşılıklı ziyaretlerin devletler arasındaki anlayışa hizmet edeceği ve bunun dünya barışına fayda sağlayacağını vurguladı.

Bildiride iki ülke arasında görüşülen ticaret ve ekonomik konular da kendi yansımasını bulmuştu. Hükümet başkanları karşılıklı ticareti de görüşerek son yıllarda artan ticaret hacminden memnun olduklarını bildirdiler. Türkiye tarafı, ticaretin artırılması için de araba fabrikası ve sanayi tesislerinin yapımı için SSCB’den teknik destek, SSCB tarafı da Türkiye’den ürettiği malları almak konusunda anlaştı.

Ürgüplü’nün ziyareti iki ülke ve halkları arasında karşılıklı güven ve itimatla birlikte dünya barışına da hizmet ediyordu.

Başbakan Ürgüplü’nün SSCB ziyaretinin gidişatı ve sonuçları Türk siyasi çevrelerinde ve Türk basınında geniş yankı buldu. Türk gazetelerinin başlıklarında “Sovyet-Türk görüşmeleri dostluk ortamında devam etmektedir.” manşetleri atılıyor; köşe yazılarında ise genel olarak şunlara işaret ediliyordu:

Sovyetler Birliği, Türkiye ile ilk dostluk ilişkisi kurmuş bir devlettir. ...Sovyet yardımı Türkiye’yi, bir takım ülkelerin, özellikle de Batı’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin sömürgesi olmaktan kurtarmıştır.

Dönüşünden sonra başbakan Ürgüplü Ankara’da düzenlediği basın toplantısında, SSCB’nin Kıbrıs konusundaki tutumunu öğrenme, Sovyet hükümetinin ekonomik konularla ilgili önceki tekliflerini tekrar görüşme yönünden başarılı olduğunu söyledi. Ekonomik ilişkilerin gelişmesinden söz eden Ürgüplü, SSCB’nin yardımları ile yapılacak tesislerin Türkiye’nin kalkınmasında önemli rol oynayacağını, Sovyetler Birliği’nden alınan kredinin elverişli olduğunu ve bunun Türkiye’de üretilen mallarla ödeneceğini vurguladı.

Önceki Başbakan İnönü, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi gayesiyle Ürgüplü’nün yaptığı bu gezinin başarılı olduğunu, bunun, ülkenin ekonomik gelişimine olumlu katkıları olacağını vurguladı.

Başbakan Ürgüplü’nün ziyareti SSCB’de de iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesi açısından son derece olumlu değerlendirildi. Sovyet basınında konuya ilişkin olarak yayınlanan yazılarda:

Karşılıklı fikir alışverişi, ülkelerimiz arasındaki güvenin artmasına ve Türk-Sovyet işbirliğinin geliştirilmesine hizmet edecektir. ...Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında çözüm bekleyen hiçbir sorun bulunmamaktadır. Demek ki, halklarımız arasındaki dostluğun tazelenmesi için hiçbir engel gözükmemektedir.”

Sovyetler birliği, Türkiye ile ilişkilerin iyileştirilmesi yönündeki siyasetini devam ettiriyordu. Bu istek, resmi beyanatlarda kendi yansımasını buluyordu. 1965 yılının Eylül ayında, Sovyetler Birliği Politbüro Genel Sekreteri Leonid Brejnev yaptığı bir konuşmada Türk-Sovyet ilişkilerini şöyle değerlendiriyordu:

Biz, Türkiye ile ilişkilerimizin normalleştirilmesine yönelik siyasetimizi sürdürmek istiyoruz.

BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL DÖNEMİNDE SSCB İLE İLİŞKİLER

1965 sonbaharında Türkiye’de gerçekleşen genel seçimler sırasında Türk-Sovyet ilişkileri yeni bir sınav ile karşı karşıyaydı. Çünkü seçim kampanyasını komünist karşıtı sloganlar eşliğinde yürüten Adalet Partisi, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’yü komünizmle suçluyordu. Basın, “Ruslar isteklerin elde ediyor”, “SSCB’deki Türk halkları sömürülmektedir”, “Türkiye işgal ediliyor” gibi ifadelerle güçlü kamuoyu oluşturuyordu. Başbakan Yardımcısı Süleyman Demirel’in seçmenlerin karşısına çıkarak yaptığı konuşmalar büyük etki uyandırıyordu.

Bu ortamda Süleyman Demirel Başkanlığındaki Adalet Partisi 10 Ekim 1965'de gerçekleşen genel seçimlerden birinci parti olarak çıktı ve mecliste ezici çoğunluğu elde ederek tek partili bir hükümet kuruma şansı elde etti. Süleyman Demirel, 1949 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Fakültesini bitirdikten sonra ABD’de eğitim almış, 1954-1960 yılları arasında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü yapmıştı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra bir süre Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliği, Amerikan Morrisson Şirketi’nin Ankara temsilciliğini yapmış, 60’lı yıllardan itibaren siyasete atılmış, 1961 yılında Adalet Partisi’ne katılmış, 1964 yılında ise Parti Genel Başkanı seçilmiş, Şubat-Ekim 1965 tarihinde Ürgüplü hükümetinde koalisyon ortağı olarak Başbakan Yardımcılığı yapmıştı. Demirel deneyimli, atak ve iyi yetişmiş bir siyaset ve devlet adamdı ve çevresine kendini sağ eğilimli, ılımlı bir siyasetçi olarak benimsetmişti.

Demirel, Batı’da ise pragmatik politikacı olarak tanınıyordu. Demirel, SSCB ile ekonomik ilişkileri daha fazla geliştirmeden yana olmasına rağmen ikili siyasi ilişkilerde son derece temkinli davranma yolunu seçtiği için ''Demirel karşıtları'' onun için şöyle diyordu:

Demirel, mason, Amerikan’ın adamı ve büyük şirketlerin çıkarlarını gözeten biridir. O, Türkiye’nin başlıca problemidir, dış sermayeyi de Türkiye’ye getirerek ülkeyi başkalarının vesayeti altına sokacaktır.

Adalet Partisi seçimlerde zafer kazandıktan sonra, Demirel ortaya çıkan sonucu şu şekilde değerlendirmişti:

Biz, komünist olmadığımız için kazandık. Bu bizim parti felsefemizdir. Türkiye ve Türk halkı bağımsızdır.

Demirel, hükümetinin parti programı 3 Kasım 1965 günü TBMM’ye sunuldu. Programın dış siyasetle ilgili bölümünde SSCB ile ilişkilere de yer verilmişti. Programın SSCB ile ilgili bölümde şöyle deniyordu:

Komşularımızla yapılacak faydalı ve iyi ilişkilerin, Türkiye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı, eşitlik ve içişlerine karışmama prensipleri doğrultusunda yürütülmesini istiyoruz. Biz iki ülke arasındaki ilişkilerin, faydalı bir şekilde gelişmesini memnuniyetle desteklemekteyiz. Bu ilişkilerin güçlendirilmesi ve geliştirilmesi için gereken çabaları göstereceğiz. Çünkü bu hem Türkiye hem Sovyetler Birliği, hem bölgemizde, hem de dünyada barışın güçlendirilmesine yardımcı olacaktır.”

Çok yönlü siyasetten yana olduklarını belirten Demirel, Batı ile askeri ve siyasi ilişkileri geliştirmek, NATO’dan şemsiyesi altında kalmakla birlikte, SSCB ile de iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmeden yana olduklarını vurguluyordu. Demirel, ülkedeki NATO üslerinin savunma karakterinde olduğunu vurgulayarak şöyle diyordu:

NATO üsleri, Türkiye’ye Komünist saldırısı olması durumunda bizim kendimizi savunmak için topraklarımızda bulunmaktadır.

Demirel bu söylemiyle, Sovyet tehdidinin hala devam ettiğini belirtiyordu. Türkiye’deki Amerikan üslerinin oluşturulmasının temelleri, SSCB’nin Kars, Ardahan ve Boğazlar üzerinde hak iddia ettiği zamanlarda atılsa da aslında bu temeller Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı asılsız toprak iddialarından vazgeçmesinden sonra oluşturulmuştu. 

1965 yılının Kasım-Aralık aylarında Ankara’da iki ülkenin temsilcileri arasında ekonomik işbirliği konulu bir dizi görüşmeler gerçekleştirildi. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil 12 Kasım günü,

Gerekli değerlendirmeyi yaptıktan sonra Sovyet heyetinin tekliflerine cevap verileceğini duyurdu.

Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil

24 Kasım günü, iki ülke arasında Arpaçay Barajı’nın yapımıyla ilgili antlaşma imzalandı. Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’ye araba, yedek parça ve yapılan tesislere teknik yardım yapması, Türkiye’nin de SSCB’ye tarım ürünleri ihraç etmesi konusunda görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler neticesinde, Türkiye’de Sovyet teknik yardımları ile bazı tesislerin yapımı ile ilgili bir ön anlaşma yapıldı.

Bu anlaşma sonrası Türk tarafında akıllarda tek bir soru vardı:

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de yeni tesisler yapma isteği ve bu konudaki tekliflerinin arkasında yatan gerçek niyet acaba ne idi?

Bu sorunun en basit cevabı her şeyden önce, Türkiye üzerinde SSCB ile ABD arasında gizli bir nüfuz savaşı yürüttüğü şeklinde özetlenebilir. Detaylandıracak olursak, Sovyetler Birliği, tüm alanlarda Türkiye’de Amerikan nüfuzunun zayıflatılması için çalışıyordu. Bunun yollarından biri ekonomik ve teknik işbirliği ile yatırım yapılması; ikincisi ise, Türkiye’deki işsizler ordusundan yararlanarak bir ‘’proletar sınıf’’ oluşturma idi. Yapılacak tesislerde Türk işçilerinin Sovyet teknisyenleri ile bir arada çalışması halinde ‘’komünist ideolojinin’’ rahatça yayılacağına ve bir sınıf mücadelesinin yürütülmeye başlanacağına dair ümit besleniyordu. Sovyetler Birliği’nin, karşılıklı olarak işbirliği teklifi yalnızca bu gayeye hizmet ediyordu.

Seçimlerden sonra Türk-Sovyet ilişkilerde nisbi bir durgunluk meydana geldi. Bu durum, yalnızca Türkiye’deki iktidar değişikliği ile yorumlanamazdı. Yeni Türk yöneticileri, karşılıklı ziyaretler sonucunda elde edilen kültürel ve ekonomik işbirliği ile ilgili anlaşmaların hayata geçirilmesine mesafeli yaklaşıyordu. Kültürel işbirliği ile ilgili antlaşma meclisin onayından geçmeliydi. Ancak bu anlaşma halen meclise sunulmamıştı. Bu davranışa neden olan, yeni hükümetin muhafazakâr çevrelerin tepkisinden çekinmesi kadar, SSCB’nin ekonomik ve kültürel işbirliğinin arkasında saklanan gizli emellerinin oluşturduğu korkuda yatıyordu. Sosyalist ülkelerde, Türkiye’ye karşı başlayan etkili bir kampanyanın sürdürülmesinde bu korku belki de haklı görünebilirdi. Ancak karşılıklı ilişkilerin bu gerekçeler yüzünden geliştirilmemesi Türkiye için ‘’iftihar’’ edilecek bir durum da değildi. Sovyet yetkilileri tarafından çeşitli nedenler ileri sürülerek Türkiye’nin işbirliğinden çekinmesi, Türk toplumunun zayıflığı şeklinde görülüyordu

Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi SSCB’de de bazı kuşkuları depreştirmişti. Moskova, Türkiye’nin Batı’nın “truva atı” olmasından korkuyordu. Sovyet Büyükelçisi, 15 Kasım 1965 tarihinde verilen bir yemekte bu kuşkularını açık biçimde dile getirerek, Türkiye’nin diğer devletlerin elinde SSCB’ye karşı kullanılacak bir alete çevrilmesini istemediklerini söyledi. Türk yetkililerden, ilişkilerin geliştirilmesi konusunda hangi tavsiyelerinin olduğunu sordu. Türk yetkililer de,

İlişkilerin geleceği açısından SSCB’nin Kıbrıs konusunda tarafsız tavır takınmasının şart olduğunu…” vurguladı.

Bunun üzerine büyükelçi, “Kıbrıs konusunda Sovyetler Birliği, Türkiye’yi desteklemekte ve ilişkilerin geliştirilmesini arzu etmektedir.” dedi.

ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk

Sovyet-Türk ilişkileri, Türkiye’nin en büyük müttefiki ABD tarafından da ilgiyle takip ediliyordu. Dışişleri Bakanı Çağlayangil, 1 Aralık 1965 tarihinde Washington’da Amerikan Dışişleri Bakanı Dean Rusk ile görüştü. Görüşmede NATO ve Türk-Sovyet ilişkileri de dile getirildi. Çağlayangil görüşmede şu konulara dokundu:

Teşkilat, geçmişte kendi misyonu çerçevesinde belirli özel başarılar kazanmıştır ve Türkiye’nin bu kurumda yer alması da bunu onaylamaktadır. NATO’nun bu başarılarını devam ettireceği konusunda kuşkumuz yoktur. NATO’nun gelişmesi için tüm üye ülkelerin yakından katılımı sağlanmalıdır.”

Sovyetlerle ilişkilere değinen Çağlayangil sözlerini şöyle devam ettirdi:

Türk hükümeti, Sovyetler Birliği ile Atatürk tarafından temeli atılan prensiplere dayanarak iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmek istiyor. Türkler, geçmişte Türkiye ile Rusya arasında 13 kez savaş yapıldığını unutmamıştır. Her savaş ise ülkeyi ekonomik olarak 50 sene geri atıyor. Rusya şimdi Türkiye’yi gelişmiş bir ülke olarak kabul etmek zorundadır. Türkiye-SSCB ticari ilişkileri gelişecektir.”

Amerikan Dışişleri Bakanı da Türk-Sovyet ilişkileri konusunda ABD’nin bakışına açıklık getirdi. Henry Kissinger, müttefiklerinin SSCB ile normal ilişkilerinden rahatsız olmayacaklarını vurgulayarak, Türkiye’nin Rusya ile normal ilişkiler içinde olması düşüncesini destekledi. ABD Dışişleri Bakanı, ilişkilerde temkinli olunmasının gereğini ve gelecekte SSCB’nin bir dizi sıkıntıyla karşılaşacağını, ilişkilerin Sovyetler Birliği’nin baskısıyla dengesiz bir biçimde seyretmesi durumunda ABD’nin, Türkiye’nin çıkarlarını korumaya çalışacağını bildirdi. Çağlayangil, Türklerin ve Amerikalıların, Kıbrıs sorununa birlikte çözüm yolları bulacaklarına inandıklarını söyledi.

B-57 UÇAĞI GERGİNLİĞİ

Bu dönemde Türk-Sovyet ilişkilerinde yeni bir gerginlik oluştu. 1965 yılının Aralık ayında İncirlik’teki Amerikan Askerî Hava Üssü’nden kalkarak Sovyet sınırlarını ihlal eden B-57 uçağı, SSCB Hava Kuvvetleri tarafından vurularak Samsun’un 90 km. Kuzeyinde Karadeniz’e düşürüldü. Uçağı aramak için Karadeniz’e “Giresun” adlı bir mayın tarama gemisi gönderildi. Türk ve Sovyet gemileri Samsun’a 90-100 km. Mesafede uçağın düştüğü yere gittiler. Uçağın kalıntılarını arayan gemiler birbirlerine o kadar yaklaşıyordu ki, nerdeyse güverteleri birbirine dokunacaktı. Sovyet ve Türk uçakları da onları izliyordu. Aramaya Sovyet denizaltıları da katıldı. Her iki taraf da vurulan uçağın bazı kısımlarını buldu. Türk gemisi uçağın bir kanadını buldu. Arama yapan gemilerin asıl uğraşı ise uçağın gövdesi üzerine yoğunlaşmıştı. Uçakta nükleer silahların bulunduğu konusunda fikirler ileri sürülüyor. Ancak uzun aramalara rağmen gövde bulunamamıştı. Bunun üzerine aramalara Amerikan gemileri de katıldı. ABD’nin 6. Filosu’na bağlı, USS Springfield Kruvazörü (CLGL-7) ve USS Forrest Royal Destroyeri (DD-872) kaza bölgesine gönderildi. Amerikan gemileri Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne uygun olarak 10 Ocak günü Karadeniz sularına girdi. Bu durum, Türk-Sovyet ilişkilerinde gerilime neden oldu. SSCB hükümeti, ABD’ye bir nota verdi. Notada, ABD’nin bu hareketi, Sovyetler Birliği’nin Güney sınırlarında kışkırtıcı bir tavır olarak vurgulanıyordu. Sovyet hükümeti, Amerikan gemilerinin Karadeniz’e girmesi olayını Türkiye ile arasında bir gerilim sebebi olarak kabul etti. Bunu, Türk-Sovyet ilişkilerini bozmaya yönelik bir adım olarak değerlendirdi. Sulara gömülen uçak, SSCB’nin Türkiye’ye yönelik karşı adımlar atmasına neden oldu.

USS Springfield Kruvazörü (CLGL-7)

USS Forrest Royal Destroyeri (DD-872)

Karadeniz, bir anda, SSCB-ABD-Türkiye arasında kıyasıya mücadelenin yürütüldüğü bir mecraya dönüştü. SSCB gazetelerinde yapılan açıklamalarda, Amerikan gemilerinin Karadeniz’de faaliyet göstermesi, tehlikeli bir davranış olarak değerlendirilip, gemilerin bu hareketinden dolayı Türk tarafının rahatsız olduğunu yazıyor ve Türkiye’deki Amerikan üslerinin faaliyetine son verilmesini istiyordu.

ABD Dışişleri Bakanlığı, cevabi notasında Karadeniz’de gerçekten iki Amerikan gemisinin olduğunu onayladı. Ancak bu gemilerin Sovyet sularında değil, uluslararası sularda ve uluslararası deniz hukukuna uygun şekilde hareket ettikleri bildirdi. ABD tarafında bu konu nota ile sonlanmadı ve ABD Savunma Bakanlığı bir açıklama yaparak bunu ABD Dışişleri Bakanlığı’na yolladı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada, hiçbir Amerikan gemisinin Karadeniz’de bulunmadığı bildiriliyordu. Bu açıklama, Sovyet tarafında tam bir şok etkisi yarattı ve Sovyet tarafında, Amerikan gemilerinin faaliyeti konusundaki şüpheleri daha da artırdı.

Bu gelişmeler sırasında Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne göre Boğazlar üzerindeki denetim yetkisi bulunan Türkiye’ye Sovyetler Birliği’nin nota göndermemesi Ankara’da hayretle karşılandı. Ancak bunda hayret edilecek herhangi bir şey yoktu. Çünkü Boğazlar uluslararası deniz yollarından birisi olarak kabul ediliyordu. İsteyen her devlet, Montreux Anlaşması’nın 11 ve 12. Maddelerine göre önceden Türk hükümetine bildirmek kaydıyla gemilerini belirli kurallar dahilinde Karadeniz’e yollayabilirdi. (Bkz. MontreuxBoğazlar Sözleşmesi) Bu sebeple, Amerikan gemilerinin Boğazları kullanarak Karadeniz’e girmesinin sorumluluğu Türkiye’ye ait değildi.

Bu gelişmeler sonucunda; Türk Dışişleri Bakanlığı, hükümet adına bir açıklama yayınlayarak Karadeniz’de Amerika’ya ait herhangi bir geminin bulunmadığını bildirdi. Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin önceden bildirmek kaydıyla gemilerini Karadeniz’e yollama hakları bulunduğunu bildirdi.

Bu açıklama, ortamı daha da gerdi ve Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında diplomatik gerginlik oluşmasına neden oldu. Bu gerginlik neticesinde; SSCB, Türkiye’ye yönelik notasını SSCB’nin Ankara Büyükelçisi Rıjov aracılığı ile Dışişleri Bakanı Çağlayangil’e sundu. Notada özetle şöyle deniyordu:

Şayet Türkiye, Sovyetler Birliği ile dost ve iyi komşuluk ilişkisinin gelişmesini istiyorsa, limanlarının ve Amerikan askeri üslerinin kullanımına dikkat etmelidir.”

SSCB, ABD’ye ait düşürülen uçak olayına ve bu olayla ilgili olarak ABD gemilerinin Karadeniz’e girmesine, Güney sınırlarının korunması meselesi yönünden yaklaşım gösteriyor ve Amerikan gemilerinin Karadeniz’e girmesi, Sovyetler Birliği tarafından tehdit olarak değerlendiriliyordu. SSCB, Kore, Küba ve Vietnam’da olduğu gibi Karadeniz bölgesinde de Soğuk Savaş’tan doğan çekişmenin yayılmasını istemiyordu. SSCB yönetimi Karadeniz’in iki ‘’ideolojik sistem’’ arasında mücadeleye sahne olmasında istekli değildi. Bu yüzden nota sunulurken Sovyet büyükelçisi, Dışişleri Bakanı’na şunları söyledi:

 “Beni, söylemekte zorlandığım şeyleri söylemek zorunda bırakmayın.

Türkiye de Karadeniz’de soğuk savaştan doğan herhangi bir çekişmenin oluşmasını istemiyordu. Çağlayangil, Sovyet Büyükelçisi ile görüşmesinde, büyükelçiye Amerikan uçaklarının eğitim ve araştırma yapmak gayesiyle SSCB’nin değil, uluslararası kullanıma açık hava sahasında uçtuğunu belirtti ve gemilerin de, Montreux Anlaşması’na uygun olarak Karadeniz’e girdiğini söyledi. Bu gemilerin de Karadeniz’de 21 günden fazla kalamayacağını vurguladı. Açıklamanın sonunda Çağlayangil, büyükelçiye hiçbir gücün iki ülke arasındaki iyi ilişkileri bozamayacağını üzerine basa basa vurguladı.

Amerikan uçağının vurulmasıyla ortaya çıkan durum, TBMM’nin gündemine de damgasını vurdu. Bazı kesimler, uçağın Batı Avrupa ülkelerinde bulunan Amerikan askeri üslerinden kalkarak Türk hava sahasına girdiğini ileri sürüyordu. Toplantıda konuşma yapan bir milletvekili şu soruyu sordu:

Uçakların uçuşu için Türk hükümetinden izin alınmış mı? Amerikan gemilerinin Karadeniz’e hangi amaçla girdiğini Türkiye biliyor mu?

Uçağın Batı Avrupa’daki Amerikan üslerinden kalkarak Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanındaki Doğu Avrupa ülkelerinin hava sahasını izinsiz olarak geçip Karadeniz semalarına girmesi imkansızdı. Çünkü söz konusu ülkelerin hava sahası, Amerikan uçaklarının kullanımına kapalıydı. Karadeniz’de Sovyet ve Amerikan gemilerinin karşılaşmasının veya çarpışmasının Türkiye’ye hiçbir getirisi olamazdı. Amerikan gemilerinin Karadeniz’deki varlığı, Türkiye’yi bir tartışmanın içine sürüklüyordu. Türkiye’deki Amerikan üslerinden havalanan her uçak, SSCB’de, Türkiye’ye karşı bir kızgınlık uyandırıyordu. Bu tür hareketler Türk-Sovyet ilişkilerinin ilerlemesine ve gelişmesine de zarar veriyordu. Bu tür gelişmelerden ötürü Anadolu toprakları bir hiç uğruna hedef tahtasına dönebilirdi. Amerikan gemilerinin sebep olduğu bu problem Türkiye’nin başını uzun süre ağrıttı. Aslında ABD kendi topraklarından 10.000 kilometre uzaklıktaki Karadeniz’e gemi göndermekle gizli mesajını da ortaya koymuş oluyordu. ABD’nin gizli mesajlarından birincisi, Karadeniz’in “Sovyet Gölü” olmadığını vurgulanmasıydı. İkincisi, Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus’ta casusluk faaliyeti yürüten Sovyet denizaltı ve balıkçı gemilerinin de aynı cevabı alacağının mesajı verilmiş oluyordu. Üçüncüsü ise, Amerikalılar istihbarat çalışmalarını genişleterek Sovyet radar sisteminin nasıl çalıştığını öğrenildiği mesajı veriliyordu.

Genelkurmay Başkan Yardımcısı Orgeneral Refik Tulga

Mecliste konuyla ilgili tartışmalar devam ederken Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Amerikan Büyükelçisi Parker Hartt’ı Dışişleri Bakanlığına davet etti. Büyükelçiyle birlikte Amerikalı Generaller ve bürokratlar da gelmişti. Çağlayangil, Büyükelçi’yi kabul etmeden önce Türkiye’nin Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Dairesi Başkanı Sezai Okur ve Genelkurmay Başkan Yardımcısı Orgeneral Refik Tulga ile ayrı ayrı görüştü. Tulga ile Çağlayangil arasındaki görüşme devam ederken ABD Büyükelçisi, yardımcıları ve Generaller Özel Kalem Müdürü’nün odasında beklemeye alınmışlardı. Onlar, Bakan’ın kiminle görüştüğünden haberdar olmadılar. Çünkü Tulga, Bakan’ın şahsi kapısından çıkarak orayı terk etti. Bundan sonra Amerikalı Elçi ve beraberindekiler Bakan’ın odasına davet edildiler. Çağlayangil onlarla 4 saate yakın sohbet etti. Toplantıda, Türkiye tarafından Dışişleri Genel Sekreteri Haluk Bayülken, Dışişleri Bakanlığı Nato Temsilcisi Şükrü Elekdağ, ABD Büyükelçisi Hartt’la birlikte Türkiye Yardım Misyonu Başkanı General Evans, Avrupa’daki Amerikan Hava Kuvvetleri Komutanı Yardımcısı General Smarth, elçiliğin Siyasi Konulardan Sorumlu Danışmanı Frank Kesh yer alıyordu.

Dışişleri Genel Sekreteri Haluk Bayülken

Görüşmede, Türkiye’deki Amerikan üsleriyle ilgili Sovyetler Birliği’nin tutumu, Karadeniz’de yaşanan son kriz, Kıbrıs Meselesi, ABD Başkanı Johnson’un Mektubu, İnönü’nün bu mektuba cevabı ve Türk-Amerikan askeri ilişkileri tartışıldı. Johnson’un mektubunun açıklanması konusunda fikir ayrılığı oluştu. Büyükelçi buna açık şekilde itiraz etmedi. Ancak konunun gizli tutulmasını istedi. Çağlayangil, Amerikan üslerinin, kendilerine tanınan sınırları aşmamasının ve Türk-Sovyet ilişkilerinde anlamsız ve faydasız gerilime sebep olunmamasının gereğini vurguladı. Çağlayangil, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında oluşan gergin ortamın sıkıntı verici atmosferini Büyükelçi’nin dikkatine sundu.

Çağlayangil, görüşmeden sonra Başbakan Süleyman Demirel’i arayarak durumla ilgili bilgi verdi.

JOHNSON MEKTUBU İLE ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN GERİLMESİ VE TBMM’DE TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR

Johnson ile İnönü’nün mektupları Ocak 1966’da gazetelerde yer aldı. Mektubun içeriği konusunda bilgi edinen Türkiye kamuoyunda ve çeşitli çevrelerde tepki dalgası oluştu. Mektup içeriklerinin Türk kamuoyu ile paylaşılmasından sonra Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir krizin oluşmasına ve ilişkilerin bozulmasına neden oldu. Johnson’un mektubu, Türkiye’nin dış siyasetinde birçok yetersizliğin bulunduğunu gösteriyordu. Dış siyasetini genelde Batı’ya endeksleyen Türkiye, dengeli siyaset izlemede güçlükler yaşıyor, oluşan bu tehlike karşısında veya kriz ortamında sıkıntı yaşıyordu. Johnson’un mektubu, Türkiye’nin dış siyaset anlayışını yeniden gözden geçirmesinin zorunlu olduğunu gösteriyordu. Gazeteci Ahmet Şükrü Esmer bu konuyla ilgili şunları yazıyordu:

 “Johnson’un mektubundan sonra Türkiye ABD’ye güvenilmeyeceğini ve herhangi bir tehlikeye maruz kalmaması için yeni yollar aramak zorunda olduğunu anladı.”

Ahmet Şükrü Esmer

Demirel, 4 Ocak günü düzenlediği basın toplantısında şöyle dedi:

İnönü Hükümeti, SSCB ile ENOSİS’i reddeden, bağımsız, Ada’daki her iki kesimin haklarını koruyan, Federal bir Kıbrıs Devleti’nin oluşturulması konusunda anlaşmışlardır.”

Demirel, gazetelere verdiği bir demecinde verdiği demecinde;

Biz, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk ilişkileri ve ekonomik işbirliğinin devamından yanayız. Türkiye’nin çıkarlarına uygun olduğu sürece bu ilişkilerimizi devam ettireceğiz.” demişti.

Bu gelişmelerden sonra Emekli Subaylar Birliği, 20 Ocak 1966 tarihinde 10 paragraftan oluşan çağrısında şunlara işaret ediyordu:

Türkiye, Batı’nın maşası değildir. Eşit haklara sahip bir müttefiktir. Bunu herkes böyle anlamalıdır. Topraklarımız, Amerikan üslerinden arındırılmalıdır

Sovyetlerin Akdeniz’e inme planları Beyaz Saray, önceki yıllarda olduğu gibi, yine Kıbrıs yönetimini SSCB ile ortak hareketten uzak tutmaya çalışıyordu. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk, 1966 tarihinde BM’deki temsilciğe bir telgraf çekerek;

Kıbrıs Yönetimi’nin, Kıbrıs konusunda Sovyetler Birliği ile ortak hareket etmesi veya Sovyetler Birliği’nin sorunun çözümünde doğrudan muhatap kabul edilmesi asla arzu etmediğimiz bir durumdur.” şeklinde uyarıda bulundu. Amerika’ya göre Kıbrıs Sorunu her zaman Batı’nın birinci dereceli çıkarları arasında yer alıyordu. Çünkü bu konu, NATO ile Sovyetler Birliği arasında Akdeniz’in doğusundaki ilişkileri yansıtıyordu.

Yunan ve Rum tarafı, Sovyet desteği ile Ada’da ENOSİS’i gerçekleştireceklerini umuyorlardı. SSCB ise Akdeniz Bölgesinde kendi çıkarlarının peşindeydi. SSCB yönetimi, Türkiye ile ekonomik ilişkilerini geliştirerek karşılıklı ilişkilerin maddî temelini sağlamlaştırarak Kıbrıs probleminden yararlanıp NATO bünyesindeki çatlakları büyütmekle meşguldü.

19 Şubat 1966 tarihinde Dışişleri Bakanı Çağlayangil, TBMM’de bir konuşma yaptı. Dış siyaset çizgisi ve sorunları ile ilgili konulara genişçe yer verdi. SSCB Başbakanı Kosıgin’in Türkiye’yi ziyaret edeceğini, ilişkilerin gelişiminin iki tarafa da fayda sağlayacağını vurgulayarak şunları söyledi:

Türkiye’nin gücü Rusya’yı kapitalist bir ülkeye dönüştürmeye yetmez, Rusya’nın da Türkiye’yi komünist bir ülke yapmaya gücü yetmez. Türkiye ile Rusya komşu devletlerdir. Bazıları çeşitli renklerde elbiseler giyebilir, ancak giysilerimiz farklı diye komşularımızdan yüz çevirecek değiliz. SSCB ile ilişkilerin gelişmesi NATO ile ilişkilerimizin kesileceği anlamına gelmez. NATO, Türkiye için önemlidir. NATO bünyesindeki değişime Türkiye hazırdır. Türkiye, nisan ayından itibaren daha aktif bir siyaset dönemine başlayacaktır.”

Çağlayangil, konuşmasından sonra kendine yöneltilen sorular karşısında milletvekillerine şunları söyledi:

Bazı siyasi partilerin, bizim devam eden ilişkilerimizde Sovyetler Birliği’nin lehine olacak davranışları sergilemelerini anlayamıyorum.”

Bu konuşma sonrası kürsüye çıkan CHP Milletvekili Nihat Erim, Çağlayangil’i eleştirerek şunları söyledi:

1964 yılında SSCB ile ilişkileri geliştirmek istediğimiz zaman bizi eleştiriyordunuz. Şimdi ise Türkiye’ye Moskova’nın yolunu açıyorsunuz. Konuşmanızda, Rusya ile iyi komşuluk ilişkileri üzerinde çalıştığınızı ve ticari ilişkileri genişletmek istediğinizi belirttiniz. Biz bundan memnunuz. Ancak Sayın Bakan, Sovyetler Birliği’nin bizimle olan ilişkilerinden dolayı herhangi bir rahatsızlık duymadıklarını söyledi. Biz sorularımızı Sovyetler Birliği lehine sormuyoruz, Türk halkının çıkarları için soruyoruz. Biz, Türkiye’nin iki siyasi kutup ve iki süper güç arasında tarafsız ve dengeli bir siyaset çizgisi izlemesini istiyoruz. Sovyetler Birliği bu kutuplardan birinin lideri durumundadır ve Sovyet Rusya ile yapılan işbirliği Türkiye’nin çıkarlarına uygundur. Şayet Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkiler adalet ve hakkaniyet doğrultusunda gelişirse, o zaman Türkiye diplomatik ve askeri yönden kendini güvende hisseder ve ekonomik planlarını emniyetli bir şekilde hayata geçirir.”

CHP Milletvekili Nihat Erim

Konuyla ilgili Milletvekili Rıfat Baykal kürsüde yaptığı konuşmada;

Bütün ülkelerde rejimler değişse de belirli siyaset çizgisi devam ettirilir.” diyerek Rusya’yı örnek gösterdi ve Rusya’nın uzun yıllardır Yunanistan kanalıyla Akdeniz’e inmek istediğini, Türkiye’nin ise böylesine daimi bir siyaset anlayışı olmadığını vurguladı.

Adalet Partili Milletvekili Ali Settar İlksel yaptığı konuşmada, Türkiye’nin mevcut NATO Blokundan ayrılarak Bağlantısızlar Hareketi’ne girmesini teklif edenlerin ideolojik tutumlarının bilindiğini söyledi. İlksel, Türkiye’nin Batı Blok’unda yer almasının hayati derecede önemli olduğunu vurgulayarak şunlara işaret etti:

Rusya’nın, 1. Petro’dan beri sürdürdüğü yayılmacı siyaset çizgisi, bizim onlarla yakın ilişki kurmamıza engel olmuştur. Türkiye’nin NATO’ya girmesinin asıl nedeni Sovyet tehdididir. Biz, Rusya ile yalnızca ekonomik ilişkiler kurabiliriz. Çünkü Rusya’nın bugünkü tutumu 1945, 1951 ve hatta Türkiye’nin NATO’ya girdiği dönemdeki ile örtüşmüyor. Küba Krizi esnasında Kruşçev, ABD’den, Türkiye’deki silah sistemlerini çıkarmasını istedi. Sovyetler Birliği, Türkiye’yi Batı Blok’undan ayırmaya, kendi askeri etkisi altına almaya çalıştı. Türkiye Batı Blok’undan ayrılmamalı ve NATO’da kalmalıdır.”

Bazı milletvekilleri, ABD’nin kendisinin SSCB ile iyi ilişkiler kurduğunu, ancak Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile yakınlaşmasını ve iyi komşuluk ilişkileri kurmasını kıskandığını ileri sürüyordu.

Mecliste yapılan konuşmalar basında geniş yer aldı. Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurma konusunda herkes aynı fikirde değildi. Bazıları Çağlayangil’in sorular karşısında verdiği cevapları olumlu, bazıları da olumsuz olarak değerlendiriyordu.

Bu konuyla ilgili Milliyetçi Hareket Partisi Lideri Alparslan Türkeş yaptığı konuşmada, nükleer saldırının hedefinde öncelikle ABD’nin, ardından da Türkiye’nin olduğuna dikkatleri çekti ve Türkiye’nin milli bir dış siyaset çizgisi yürütmesinin elzem olduğunu, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk ilişkilerinin tesisinin zarurî olduğunu vurguladı.

Ordunun bu konudaki tutumu da tartışılıyordu. Bazı Gazeteler, ABD ve Türkiye’nin Savunma Bakanları nezdinde Türk-Sovyet ilişkilerinin iyileşmesine engel olmaya çalıştığını, hükümetin de Kosıgin’in Türkiye ziyaretini ertelediğini ileri sürüyordu.

İSTANBUL BOĞAZINDA RUS GEMİLERİNİN KAZASI VE İLİŞKİLERDE YAKINLAŞMA

Bu esnada İstanbul Boğazından geçerek Küba’ya 32.000 ton mazot taşıyan Lutsk adlı Sovyet Tankeri ile Karadeniz’e girmekte olan 22.000 tonluk Krasnıy Oktyabr tankeri çarpıştı ve bu kaza neticesinde, büyük bir yangın meydana geldi. Gemilerdeki mazot denize akmaya başladı ve oluşan yangının bazılarına göre 30.297, bazılarına göre de 20.000.000 Liralık zarara sebep olduğu ileri sürüldü. Yangın sonucunda İstanbul’da Asya ile Avrupa arasındaki seferler durdu, trafik aksadı. Boğaz kıyısındaki evlerde oturan insanların yaşamı tehlikeye girdi. Türkiye’nin Kuzey Deniz Saha Komutanı Tuğamiral Celal Eyicioğlu duruma müdahale ederek, yanmakta olan geminin açık denize çekilmesi emrini verdi. Buna rağmen köprü altındaki dükkânlar ve Ziraat Bankası Şubesinin Rıhtım tarafındaki camlarının tamamı eridi. 30 araba, 20 motorlu kayık ve 180 kişilik çalışma grubunun katılımıyla yangın zor da olsa söndürüldü. Yangının söndürülmesi için 96 bidon köpük kullanıldı. Böylelikle İstanbul büyük bir felaketin eşiğinden döndü. Sovyet vatandaşları olan kaptanlar sorgulandı ve haklarında Türk Ceza Kanununun 383. Maddesi gereğince işlem yapıldı. Söz konusu maddeye göre, tedbirsizlik, dikkatsizlik ve deneyimsizlik yüzünden meydana gelen tahribat ve hasar dolayısıyla 30 aya kadar hapis ve para cezasına çarptırılması isteniyordu. Savcı, felaketin sebeplerini, zararın tutarını ve Rus kaptanların durumunu araştırdı. Tamamen yanan Kadıköy Vapuru hakkında Sovyet gemi personelinin ifadeleri alındı. Ancak Karaköy Vapurunda çıkan yangının asıl sebebi belirlenemedi. Uzmanlar, yangının bir kibrit çakılması veya gemilerin çarpışmasından sonra oluşabileceğini ileri sürdüler.

Kuzey Deniz Saha Komutanı Tuğamiral Celal Eyicioğlu

Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Sovyet Büyükelçisi Rıjov’u 3 Mart günü durumla ilgili görüşmek üzere makamında kabul etti. Yapılan görüşmede İstanbul Limanında meydana gelen yangın ve Türk-Sovyet Ticaret Antlaşması konuları üzerinde duruldu. Büyükelçi, yangın sonucu oluşan zararın %20’sini ödemeye hazır olduklarını bildirerek, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin geliştirilmesinin önemini vurguladı.

Kosıgin 15 Mart günü, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan antlaşmanın 45. Yılı dolayısıyla Başbakan Demirel’e bir mektup yolladı. Kosıgin mektubunda, SSCB-Türkiye dostluğunun devam ettirilmesinin Zaruretine işaret ederek, hükümetinin komşu Türkiye ile ilişkilerin gelişmesinden duyduğu memnuniyeti dile getiriyordu. Demirel de bu mektuba verdiği cevapta aynı niyetleri taşıdığını ve onun duygularını paylaştığını ifade etti.

Mektuplar, gazetelerde yayınlandı. Basın olaya özel ilgi gösterdi. Sistemlerdeki farklılıklara rağmen iki ülke arasında iyi komşuluk ilişkilerinin oluşturulmasının faydalı olduğu savunuluyordu. Zafer gazetesi konuyla ilgili makalesine şu başlığı atmıştı:

Bana dokunmayan yılan 1000 yıl yaşasın.”

Makalede, Rus ve Türk halklarının iyi komşular gibi yaşamalarına ve başarılı işbirliğine gitmesinin gerekliliğine, antlaşmanın her iki tarafa fayda sağlayacağına işaret ediliyordu. İki ülke arasındaki ilişkilerin gelişim trendine dikkat çekiyordu. Birçokları makalede kullanılan “yılan” kelimesinin Sovyetlere işaret ettiğini söylese de genel yayın yönetmeni aynı fikirde değildi.

SSCB’de ise 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması’nın yıldönümü görkemli bir toplantıyla kutlandı. SSCB Dışişleri Bakan Yardımcısı Vasili Kuznetsov’un hazırladığı makale Rus gazetelerinde yayınlandı. Aynı tarihlerde Moskova’daki Türkiye Büyükelçisi bir ziyafet verdi. SSCB İlimler Akademisi Doğubilimleri Enstitüsünde bir konferans yapıldı ve Enstitü Başkanı Gafurov bir konuşma gerçekleştirdi.

SSCB Dışişleri Bakan Yardımcısı Vasili Kuznetsov

Benzer toplantılar Türkiye’de de yapıldı. Türkiye’nin eski Dışişleri Bakanı Erkin, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyeleri ve öğrencilerin katıldığı toplantıda yaptığı konuşmada şunları söyledi:

Biz, Batı’yla olan ilişkilerimize yüzeysel değil, derinden nüfuz etmeliyiz. Doğu’yla olan ilişkilerimizi iyileştirmeliyiz. Sovyetler Birliği, Kıbrıs konusunda en yakın dostlarımızın yapmadığı yardımı yaptı. Eğer müttefiklerimiz aynı desteği vermiş olsalardı Kıbrıs konusu bugünkü durumda olmazdı. Türkiye, Bulgaristan, Romanya ve SSCB ile ilişkilerini mutlaka geliştirmelidir, bu bir zarurettir.

Nihat Erim ise Sosyalist Kültür Derneği’nde düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada Türkiye’nin karşısında iki esas gayenin olduğunu vurgulayarak şunları söyledi:

 “Birincisi, Türkiye’nin güvenliği için tehdit oluşturan noktaları ortadan kaldırmak, ikincisi ise ülkenin sanayileşmesi için dışarıdan yardım almaktır. Türkiye, NATO’dan ayrılmamalıdır. Türkiye, NATO’da kalarak aynen Fransa ve Federal Almanya örneğinde olduğu gibi kendi milli menfaatlerine karşı yönelen faaliyetleri kararlılıkla def etmelidir. Türkiye, bağımsız siyaset yürütme isteğini ifade ettiği anda Amerikalılar da Ruslar da Türkiye’yi yakından takibe alacaklar. Hal böyle olunca da ABD ve Rusya, Türkiye’nin belirlediği şartlara göre yardım yapmaya razı olacaklar. Eğer pazarlığı iyi yaparsak bunu başarırız.

1966 yılının Mart ayında Hasan Esat Işık, Vahit Halefoğlu’nun yerine Moskova Büyükelçiliği’ne atandı. Onun SSCB Büyükelçisi olarak atanması diplomatik kulislerde iki ülke arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi olarak değerlendirildi. Bir müddet sonra SSCB’nin Ankara’da görev yapan büyükelçisi Rıjov da değiştirildi.

TBMM Başkanı Ferruh Bozbeyli, 15 Mart günü Sovyet Büyükleçisi Rıjov’u kabul etti. Yapılan görüşmede Bozbeyli’nin SSCB’ye yapacağı gezi müzakere edildi.

TBMM Başkanı Ferruh Bozbeyli

Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu, 19 Mart 1966 tarihinde böyle bir atmosferde, SSCB ile 1965 yılı Kasım ayında mutabakata varılan protokole uygun olarak ilişki kurmak ve yapılacak işleri belirlemek gayesiyle Dışişleri Bakanlığı Birinci Ekonomi Dairesi Başkanı Rahmi Gümrükçüoğlu başkanlığındaki bir heyetin SSCB’ye yollanmasını karara bağladı.

Gezinin gayesi Türkiye’de yapılacak sanayi tesislerinin benzerlerinin çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmaktı. Uzmanlardan oluşan heyet tesislerin çalışmasını beğendikten sonra anlaşmaların imzalanması düşünülüyordu. Ancak Sovyet tarafı, SSCB Komünist Partisi’nin 23. Kurultayı’nın yapılması dolayısıyla heyete gereken özenin gösterilemeyeceğini, dolayısıyla da gezinin ertelenmesini rica etti. Bu rica kabul edildi.

İlişkilerin sıcak bir ortama doğru gitmesine rağmen bazen problemler de meydana geliyordu. Sovyetler Birliği’ni en çok rahatsız eden konu, Türkiye’de bulunan Amerikan üsleri ve bu üslerin SSCB’ye karşı kullanılmasından doğan korku idi. Türkiye’de başta incirlik olmak üzere Trabzon, Diyarbakır, Sinop, Samsun ve İzmir’de ABD’nin 6 radyo istasyonu faaliyet gösteriyordu. İncirlik’te bir de Amerikan televizyonu faaliyette idi. Bunlar Türk-Sovyet sınırlarını kontrol altında tutuyordu. Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu 18 Mart 1966 tarihinde, daha önce NATO askeri üslerinin kurulmasının yasaklandığı bölgelerde bu yasağın kaldırılması ve üsler için gerekli faaliyetlerin yürütülmesi kararına vardı.

NATO İÇERİSİNDEKİ KARMAŞA VE SSCB’NİN SİYASİ YAKLAŞIMI

Sovyetler Birliği ile ilişkilerin iyileşmeğe doğru gittiği bir zamanda Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO Blok’unda durum pek iç açıcı değildi. Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün NATO’ya yönelik siyaseti Türk kamuoyuna da ciddi etki ediyordu. Fransa hükümeti, ABD ile şu konuların görüşülmesini öneriyordu:

Birinci konu, Fransa’daki Amerikan üslerinin statüsü. Fransa’da toplam 26. 000 Amerikan askeri personeli görev yapıyordu. Bunların sayısı aileleriyle birlikte 60.000’e ulaşıyordu. Söz konusu üslerde çalışan Fransızların sayısı ise 30.000 idi. Üslerin kapatılması bu kadar insanın işsiz kalması anlamına geliyordu. Fransa’daki Amerikan üsleri ve binalarının maddi değeri 1 Milyar 750 Bin Dolar ediyordu. Bu üsler sayesinde Fransa’nın bütçesine her yıl 200 Milyon Dolarlık bir gelir akıyordu. Cumhurbaşkanı De Gaulle, üslerin denetiminin Fransa’ya bırakılmasında ısrar ediyordu. İkinci konu, Paris’in 15 km Batısında yer alan Ronkengaur’da bulunan NATO Karargâhı ile Fontenblo’daki Avrupa Müttefik Orduları Karargâhı’nın ülkesinden çıkarılmasını istiyordu. Üçüncü konuda ise De Gaulle, Batı Almanya’daki Fransız Ordularını geri çekmek istiyordu.

Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle

Elbette bütün bunlar Fransa’nın NATO’dan ayrılması anlamına gelmiyordu. Ancak Türk basınının da yazdığı gibi, Charles De Gaulle, bu adımları ile Amerika’yı Fransa’dan kovmuş oluyordu. Bu yüzden ABD açısından içinden çıkılması son derece zor bir durum oluşmuştu. Bir taraftan Vietnam’da yürütülen ve başarısız olan savaş, öte yandan NATO içinde kendini gösteren zor süreçler Washington’u rahatsız ediyordu. Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan NATO içinde meydana gelen kriz ABD’yi Vietnam’da devam eden savaşı bir kenara koymaya mecbur ediyordu. Beyaz Saray için dünyanın komünistlere ve karşıtlarına bölünmesi “dünyanın siyah beyaz bir tabloya” dönüşmesiyle eşdeğerdi. Dünya Batı’da ABD, Doğu’da ise SSCB tarafından ele geçirilmişti. Bu iki güç arasında devam eden ‘’Soğuk Savaş’’ tüm Dünya’yı etkisi altına almıştı. NATO’nun geleceği konusunda birçok sorular ve bilinmezlikler oluşuyordu.

Fransa’nın NATO ile ilişkilerindeki değişim, Türkiye’de de etraflı bir şekilde konuşulmasına sebep oldu. Türkiye’de, NATO’nun krizle karşı karşıya kalmasından dolayı çok yönlü ve bağımsız bir siyasetin izlenmesi ve teşkilatın maddî yükünün üstlenilmemesi konusu dile getiriliyordu. Bu dönemde Türkiye’nin toplam milli üretiminin %5,4’ü NATO’nun ihtiyaçlarını karşılamak gayesiyle harcanıyordu. Türk basınında yayınlanan yazılarda NATO’da meydana gelen durum için şunlar yazılıyordu:

Eğer Rusya Türkiye’nin İçişlerine karışır ve bir saldırıda bulunursa, NATO bu haliyle kendi üyesini nasıl savunacak? O zaman Türkiye, kendi elini ve kolunu bağlayan bu kuruma ulusal çıkarlarını koruma konusunu havale etmeli midir? Türkiye, nükleer silahların hedefi olmamalıdır. Türkiye topraklarında konuşlandırılan ve Rusya’ya karşı yönlendirilen füzelere karşı saldırı yapıldığında Türkiye çok zor bir durumda kalacaktır.”

Fransa’nın NATO’dan ayrılacağını ilan etmesi, Türk yetkililerin kafasında birçok sorunun oluşmasına sebep oluyordu. Türk kamuoyu, “NATO, Türkiye için yararlı mı, değil mi?” sorusuna cevap arıyordu. Bu dönemde nükleer silahların tehdidi karşısında güvenliği en zayıf ülke Türkiye idi. Türkiye’deki Amerikan üsleri, aslında Sovyetler Birliği’ne karşı kurulduğundan dolayı Türk toprakları SSCB’nin nükleer silahlarının hedefine dönüşmüştü. Türk silahlı kuvvetleri, hâlâ NATO standartlarını tam anlamıyla yakalayamamıştı. Ordunun NATO standartları seviyesine ulaştırılabilmesi için 41 Milyar Lira gibi bir miktara, yıllık ise 5,8 Milyar Liralık harcamaya ihtiyaç duyuluyordu. Diğer taraftan Türkiye’deki NATO üsleri tamamen Amerikalıların denetiminde idi. Amerika, diğer ülkelerdeki üsleri için o yönetimlere belirli bir maddî miktar ödese de Türkiye’de bunu yapmıyorlardı. TBMM, ülkenin millî çıkarlarını savunmak gayesiyle bir savaş ilan etse NATO bu kararı desteklemeyecekti. Kıbrıs olayları bunu göstermişti. ABD, Türkiye’ye yardım adı altında borç senetleri veriyor. Ancak Amerikan heyetinin maaşlarını ödetmekle verdiklerini de geri alıyordu. Bazı milletvekilleri bu durumu Türkiye’nin sömürge bir ülke konumuna düşürülmesi olarak görüyordu. Türk savaş sanayiinin geliştirilmesi NATO’ya bağımlı hale gelmişti. NATO, Yunanistan’a daha özenli davranıyordu. Türk çevreleri de bu yüzden, dış yardımların başka kaynaklardan alınmasını zarurî görüyordu. Oluşan bu durumdan faydalanan sol çevreler ise komünist propagandasını hızlandırıyordu. Bazı sol düşünceli gazeteler; “2000 yılında tüm dünya devletleri sosyalizme geçecek, Türkiye ise bu süreçte geri kalacak.” şeklinde yazıp çiziyordu.

NATO’da oluşan bu durum, SSCB’nin daha aktif siyaset yapmasına sebep olan faktörlerden birisi konumuna geldi. Bu vesileyle SSCB, ilk önce Avrupa’da daha aktif hareket etmeye başladı. Çünkü kıtada Doğu Blok’u (Demokratik Almanya) ve Batı Blok’u (Federal Almanya) saflarında ikiye bölünmüş bir Almanya meselesi gibi son derece karmaşık bir problem bulunuyordu. Bu problem, Soğuk Savaş döneminin en önemli sorunu idi. SSCB ve Batılı Devletlerin, Almanya meselesine yaklaşımında derin farklılıklar vardı. Sovyetler Birliği, iki Almanya’nın birleşmesine karşı çıkıyordu. Batı ülkeleri ve Türkiye ise Birleşik Almanya idealini sürekli olarak savunuyordu.

SSCB bu aktif siyasetiyle, Güney ve Batı sınırlarına komşu ülkelere karşı güç kazanıyordu. Bu güç kazanımı boşuna değildi. Çünkü Sovyet-Çin ilişkileri artık düşman olma seviyesine ulaşmıştı. CIA’nın 28 Nisan 1966 tarihinde yayınlanan “Sovyet siyasetinin yönelimleri” adlı bildirisinde şunlara yer veriliyordu:

Sovyetler Birliği, Türkiye, İran, Hindistan, Pakistan, Japonya ile ilişkilerinde başarı sağlamıştır ve bu başarılarını Çin’e ve Batı’ya karşı birleştirmek arzusundadır.”

YAKUP DEMİR OLAYI VE YAŞANAN GELİŞMELER

Sovyetler Birliği, Türkiye ile işbirliği yapmakla birlikte ülkede faaliyet gösteren sol örgütlere verdiği maddî desteği asla kesmiyordu. Merkezî Komite’nin uluslararası şubesinin önerisi doğrultusunda Politbüro 6 Ocak 1965 tarihli oturumunda, uluslararası sol örgütlere ve komünist partilere, “Romanya Sendikalar Birliği Konseyi” bünyesindeki sol işçi örgütlerine Uluslararası Sendikalar Birliği Yardım Fonu’nun 1965 yılı için planlanmış bütçesinin 15 Milyon 750 Dolar tutarında olmasını onayladı. Bunun 13 Milyon 200 Bin Doları Sovyetler Birliği Komünist Partisi bütçesinden, geri kalanı ise Varşova Pakt’ı devletlerinin komünist ve işçi partileri tarafından karşılanacaktı. SSCB’nin payına düşen meblağ, SSCB Devlet Bankası’ndan, Merkezi Komite Başkanı Ponomoryov’a özel harcamalarda kullanmak gayesiyle ödendi. Kararda yalnızca Türkiye’nin değil hiçbir ülkenin adı anılmamıştı. Bu konu tamamen gizli kalmıştı.

Sovyetler Birliği’nin bu yöndeki faaliyetlerinden haberdar olan Türkiye, gerekli önlemleri alıyordu. Başbakan Demirel, Kosıgin’in Türkiye ziyareti arifesinde sosyalist harekâta karşı oldukça sert beyanat verdi. Bu beyanattan sonra aralarında bazı yazar ve şairlerin de bulunduğu 82 kişi kendilerini mahkeme karşısında buldu.

Attila Tokatlı’nın tercüme edip yayınladığı “Lenin, Seçilmiş Eserler” adlı kitap, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın kararıyla toplatıldı. Komünist propagandası yapanlar tutuklanarak mahkemeye sevk edildiler.

Attila Tokatlı

Orhan Kemal, Mustafa Kutlu, Mehmet Şahin ve diğerleri, komünist propagandası yapmakla suçlanarak hapse atıldılar. Sovyet istihbarat birimlerinin raporlarına göre bu yazarlar, kendilerini sosyalist olarak tanımlıyor ve sosyalist harekâtı destekliyorlardı. Bu olayların gerçekleştiği dönemde Türkiye’de üç büyük sosyalist eğilimli grup mevcuttu:

1- Cumhuriyet Halk Partisi’ne sempati besleyen memurlar ve burjuvazi;

2- Adalet Partili büyük tüccarlar ve köy burjuvazisi;

3- Halk: köylüler, küçük burjuvazi ve işçi sınıfı.

Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hayrettin Nakiboğlu, komünizmle suçlanan kimselerin durumuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

Yasalarımız komünizm propagandasını yasaklamıştır. Mevcut rejime ve sisteme karşı gelenler, yasalarımız gereğince cezalandırılacaktır. Sol çevrelerle birlikte aşırı sağcı gruplara karşı da gerekli tedbirler alınmıştır.”

Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hayrettin Nakiboğlu

Sovyetler Birliği ise sol örgütlere verdiği yardımları durdurmuyordu. Politbüro’nun 4 Ocak 1966 tarihli toplantısında alınan kararla; 1966 yılında bu fonun bütçesi 15 Milyon 750 Bin Dolar olarak belirlendi. Bu rakamın yine 13.200.000 Doları Sovyetler Birliği Komünist Partisi bütçesinden, geri kalanı ise Çekoslovakya Komünist Partisi, Polonya Birleşik İşçi Partisi, Bulgaristan Komünist Partisi, Romanya İşçi Partisi, Macaristan Sosyalist İşçi Partisi, Almanya Birleşik Sosyalist Partisi tarafından karşılanacaktı. Söz konusu parayı Bakanlar Kurulu nezdinde faaliyet gösteren KGB teşkilatı gerekli yerlere ulaştıracaktı.

Türkiye’de ise Komünist Partisi’nin faaliyeti yasaklanmıştı. Ancak Sovyetler Birliği, Türkiye Komünist Partisi’nin yurtdışı kanadıyla ilişkilerini sürdürerek maddî yardımlarda bulunuyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1966 yılının Mart-Nisan aylarında yapılan 23. Kurultayı’nda, tebrik için konuşma yapanlar arasında Türkiye Komünist Partisi Merkezî Komitesi’nin Yurtdışı Bürosu Sorumlusu Yakup Demir'de bulunuyordu. 29 Mart günü yapılan oturumunda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezî Komitesi Genel Sekreteri Brejnev, kutlama konuşması yapması için Yakup Demir’e söz verdi. Brejnev’in davetinin ardından SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Kosıgin şunları söyledi:

Biz, yoldaş Yakup Demir başta olmak kaydıyla, Türkiye Komünist Partisi Yurtdışı Bürosu’nu selamlıyoruz.”

SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Aleksey Kosıgin

Konuşmasında Sovyet komünistlerinin yaptığı kurultayı selamlayan ve başarılar dileyen Demir, SSCB’nin ekonomik ve askerî gücünün arttığı bir dönemde kurultay yapılmasının olumlu bir adım olduğunu bildirdi. Sovyetler Birliği’nin uluslararası nüfuzunun, ekonomik, askerî ve siyasî kudretinin artmasından bahsetti. Türk komünistlerinin Türkiye’nin vatansever ve barışseverlerle birlikte SSCB’nin başarılarını hayranlıkla izlediğini bildirdi. Bu gelişmeyi kendileri için de arzu ettiklerini söyledi. Türk halkının, Komünist Partisi’nin yakın hedeflerine varması için yardım ettiğini, emperyalistlerin ve onların ortakları olan Türkiyeli gericilerin halkı soyduğunu, ülkeyi yoksulluğa ve felâkete sürüklediğini, Türk halkının da onların siyasî ve ekonomik ağalığına karşı mücadele ettiğini söyledi. Demir, millî bağımsızlık, demokrasi ve barış için çalıştıklarını vurguladı. Onun düşüncelerine göre Türkiye’deki gerici emperyalist yönetimle siyasî ve askerî işbirliği, Türk halkının başına büyük felâket açmıştı. Yakup Demir, askerî harcamalarla birlikte vergilerin de artmasının yükünün halkın omuzlarına yüklendiğini, ekonomik krizlerin artık kronikleştiğini söyledi. Geniş halk kitlelerinin, millî ekonominin gelişimine engel olan krizi doğuran sebeplerin ortadan kaldırılması için mücadeleye başladığını, Türkiye’deki ‘’işçi sınıfının’’ bu mücadelenin önünde yürüyerek toplum için önemli rol oynadığını vurguladı. Son yıllarda Türk işçi sınıfının siyasî bilincinin yükseldiğini, Türkiye burjuvazisinin çeşitli tabakaları arasındaki fikir ayrılığının derinleştiğini, yabancı tekellerle birlikte Türkiye’yi soyup soğana çeviren büyük burjuvazi ve toprak ağaları ile yabancı sermayenin sıkıntıya soktuğu millî burjuvazi arasındaki çelişkinin büyüyerek açık siyasî mücadeleye dönüştüğünü söyledi. Önceleri birbirinden farkı olmayan burjuva partileri arasında dış siyaset ve emekçilerle ilgili konulardaki fikir ayrılığının derinleştiğini, bu düşünce ayrılığının sebep olduğu mücadelenin, millî burjuvazinin sol kanadını demokratik güçlere yaklaştırarak ortak düşmana karşı mücadelede elverişli bir cephe oluşturma zemini yarattığını vurguladı. Türkiyeli komünistlerin lideri olan Demir’e göre bütün bunlar ilerici ve demokratik güçleri emperyalizme ve gericiliğe karşı bir yumruk gibi birleştiriyordu.

Yakup Demir konuşmasının ileri safhalarında ABD ve NATO’nun Türkiye’deki askerî üsleri konusuna değindi. Demir, bunları Türkiye’nin İçişlerine müdahale olarak değerlendirdi ve bu durumun ülkede anti-emperyalist ve vatansever güçlerin aktifleşmesine sebep olduğunu vurguladı. Türkiye’deki gericilerin, emperyalizmin bozulan nüfuzunun tekrar eski durumunu kazanması için her türlü vasıtayı kullandığını, bu maksatla anti-komünist propagandanın güçlendirildiğini, Türk halkının istekleri yerine getirilmediği ve büyük değişikliklerin hayata geçirilmediği müddetçe mücadelenin durdurulmayacağını, emperyalizmin gayesine ulaşamayacağını söyledi. Konuşmasında ülkesinin dış siyasetine de dokunan Demir, ülkedeki siyasî durumun 1950-1960 yıllardakinden tamamen farklı olduğunu, SSCB ile ilişkilerde yeni hükümetin gerçekçi tavırlar takınacağını, Türk komünistlerinin SSCB-Türkiye dostluğu için çalışacağını vurguladı. Demir, ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü siyaseti ağır bir dille eleştirdi. Yakup Demir, 10 Ekim’de Türkiye’de yapılacak seçimlerde demokratik güçlerin aktif hareket etmesini isteyerek onlara başarılar diledi.

Demir, “demokratik güçler” derken sol ve komünist çevreleri kastediyor, sınıf mücadelesinin derinleşmesi propagandasını yapıyordu.

Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışan Komünist Partisi’nin hükümran olduğu bir ülkenin başkentinde meydana gelen bu olay, 32 Milyon Türk’ün nefretine sebep oldu. Türkler, Moskova’nın, Stalin’in yolunu takip etmesinden, Türk’e düşman olanlarla dostluk kurmasından, komünist metotları ile Demir’den bir araç gibi faydalanmasından dolayı hiddetlenmişti.

Türkiye’de, Yakup Demir’in bu konuşması büyük sansasyon yarattı. Öncelikle, Komünist Partisi’nin Türkiye kanunlarına göre kurulması ve faaliyeti yasaklanmıştı. Demir’in kurultaya davet edilmesi, iki ülke arasındaki ilişkilere son derece olumsuz etki yaptı. Türkiye’de faaliyetleri yasaklanan TKP, Doğu Almanya’da üslenmişti. Almanya Demokratik Cumhuriyeti ile Türkiye arasında ise hiçbir diplomatik ilişki bulunmuyordu. ABD ve Fransa’da faaliyet gösteren Ermeniler de Türkiye’ye karşı asılsız toprak iddiaları ileri sürüyordu. Türkiye’de faaliyet göstermeyen bir siyasî partinin kurultaya davet edilmesi, Brejnev’in bu partinin başkanına konuşma yapması için söz vermesi neye hizmet ediyordu acaba? Bir siyasî teşkilat, hâkimiyete gelmek için kurulur ve faaliyet gösterir. Hal böyle olunca Sovyetler Birliği’nin yöneldiği bu hareket, Türkiye’deki yönetimi değiştirmeye mi yönelikti?

Bu adım, Sovyetler Birliği’nin hatası olmakla birlikte iki ülke arasındaki ilişkilere de olumsuz etki eden bir olaydı. Sürekli olarak, “Sovyetler Birliği, dünyada büyük çoğunluğun kabul etmediği bir ideolojiyi mi, yoksa uluslararası hukuk kurallarını mı?” Esas alıyor sorusu soruluyordu. Sovyetler Birliği, bu hareketi ile imza atarak kabul ettiği uluslararası hukuk normlarının temel prensiplerini, özellikle de başka devletlerin İçişlerine karışmama kurallarını çiğniyordu.

Diğer yönden Türkiye Komünist Partisi’nin faaliyeti Türkiye açısından son derece rahatsızlık yaratıyordu. Ülke dışında üstlenerek ister Sosyalist, ister Komünist, isterse de Burjuva Partisi olsun, Türkiye’de yönetime gelmek isteme konusunda herhangi bir iddiada bulunma hakkına sahip değildi. Yalnızca ülke içinde ve kanun gereği kurulan partiler yönetime gelmek için mücadele edebilme hakkına sahipti.

Oluşan bu durum, Türkiye’nin kendi dâhilî bağımsızlığını korumasını gerekli kılıyordu. Bazıları, “Türkiye, Küçük Amerika’ya dönecek. Türkiye dışında faaliyet gösteren, ABD ve Rusya’ya karşı sempati besleyen bir partinin Türk halkına hiçbir faydası olamaz. İster Moskova’nın, isterse de Washington’un hizmetçileri olsunlar, bunların hiçbiri saygıya lâyık değildir.” diyerek kendi fikirlerini açıkça bildiriyordu.

Dışarıda TKP’nin faaliyet göstermesi yeni bir olay değildi. Türk istihbarat birimleri bu konuda güvenilir bilgiler elde etmişlerdi. Yalnızca, Sovyet yöneticilerinin davranışı hayrete sebep oluyordu. Sovyet yöneticileri, bir taraftan Türkiye ile iyi ilişkilerin kurulmasını ve geliştirilmesini istediklerini bildiriyor, diğer taraftan da yasaklanmış bir siyasî partiye destek veriyordu. Eğer bir parti faaliyet gösteriyorsa, üyelerinin belirli gayeleri ve niyetleri var demekti. Bu sebeple Türk toplumu, SSCB’ye asla inanılmaması ve güvenilmemesinin gereğini vurguluyor ve onlara dost gözüyle bakılamayacağına ileri sürüyordu.

Sovyet yöneticileri bu tavırları ile TKP’nin varlığını, faaliyetini ve ona yaptıkları yardımı da ilan etmiş oluyordu. Bu durum, ülke içinde hem Demirel yönetimi için zorluk yaratıyor, hem de Türk-Sovyet ilişkilerini geriyordu. Gerçekten de muhalefetin yönetim üzerindeki baskısı bu olaydan sonra daha da arttı.

Kosıgin’in, Demir’i tebriki birkaç sözden ibaret olsa da, karşılıklı ilişkilere yaptığı olumsuz etki katbekat fazla idi. SSCB başbakanı bu sözleriyle aslında, eğer dışarıda bir büro varsa, içeride de bir büro vardır demek istiyordu. Bir taraftan Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin dostu olduğunu söylüyor, diğer taraftan da yasaklanmış bir teşkilata yardım ediyordu. Sovyet yöneticileri bu tavırlarıyla Türkiye’de kendilerine uygun bir rejimin oluşturulması arzusunu ortaya koyuyordu. Türkiye’de hep illegal şekilde mevcut olmuş Komünist Partisi, ülkenin bağımsızlığı ve demokratik rejimin aleyhine çalışıyordu. Komünistlerin Demir Perde’ye çevirdiği SSCB bir taraftan Türkiye’ye dost diyor, diğer taraftan da aşırı sol güçlerin temsilcilerini, vatan hainlerini Moskova’da bir araya getirerek onlara yardım ediyordu. Türkiye’deki bazı gazeteler bu durumla ilgili olarak şunları yazıyordu:

SSCB, şimdi sadece Boğazları ve Gürcü Profesörlerinin tavsiyesi ile Türkiye’nin üç vilayetini değil, bu hareketleriyle Türkiye’nin tamamını istiyor. Bu durum, iki kere iki dört eder kadar açıktır. SSCB için çalışan komünistlerin üsleri Türkiye’nin neresindedir? Bunlar Türkiye için mikroptur.

1966 yılında Türk gazeteleri “Kızıl diktatörlerin gizli ümitleri. Rusya, uluslararası normları çiğnedi” şeklinde başlıklar atıyor ve bu başlıkların altında şunlar yazılıyordu:

Sovyet Rusya Devlet Başkanı Brejnev ve Başbakan’ı Kosıgin’in tavırları, Türkiye’de büyük tepki ve iğrençlikle karşılandı.”

Bu durum, SSCB’nin Türkiye’nin İçişlerine karıştığını göstermekteydi. Türkiye Komünist Partisine mensup Demir’e kurultayda çıkıp konuşma fırsatı tanımak, Türk-Sovyet ilişkilerine zarar vermekle birlikte son zamanlarda Türkiye’de komünistlere karşı yapılan mitinglere ve tutuklamalara karşı verilen bir cevaptı. Bu tür hareketler uluslararası hukuk kurallarına ve karşılıklı ilişkilerin gelişimi ile taban tabana zıttı. Diplomatik yönden de elle tutulur tarafı yoktu. Sovyet yöneticileri, ilişkilerinde samimi olmadıklarını gösterdiler. Oluşan durum, Türk-Sovyet ilişkilerinin kötüleşmesinin habercisi idi.

Türk gazeteleri, bu davranışlarından dolayı Sovyet yöneticilerine “yılan” sıfatını yakıştırmıştı. Solu destekleyen basın ise, oluşan duruma başka gözle bakıyordu. Sol basın, ABD’de ve Fransa’da Komünist Partileri’nin kurulmasına izin verildiği halde Türkiye’de bunun neden yasaklandığını soruyordu. Bu konuda Sol Basın şöyle diyordu:

Maceraperest ve satılmış Demir, belki de ABD’nin adamıdır. Türkiye, ABD’ye bir şey vermek istediğinde, diğeri hemen başka bir yerden fırlayıp ben de Rus’un adamı, Moskova’nın Uşağıyım demektedir. Rus’a satılmakla Amerika’ya satılmanın hiçbir farkı yoktur. Şayet Demir, Moskova ile değil, Washington’la pazarlığa otursaydı o zaman vatansever olurdu. ABD ile ilişkilerde Türkleri satmak suç değil, Türkiye’nin dışında Sovyetler Birliği ile ilişkiye girmek mi suçtur? Her ikisi de suçtur!

Türkiye Komünist Partisi bir zamanlar Kıbrıs konusunda da İnönü’ye karşı çıkarak Sovyetler Birliği’nin tutumunu desteklemişti. Türkiye Komünist Partisi, 20 Ocak 1964 tarihli kararıyla Makarios’u destekleyen SSCB’nin yanında yer almıştı.

Dolayısıyla, Yakup Demir’in kurultayda yaptığı konuşma ve Sovyetler Birliği’nin bu hareketi Türkiye’yi kızdırmıştı. Türkler, ülke dışında faaliyet gösteren TKP bürosunun Moskova’da, “Türkiye’nin bağımsızlığı için” konuşma yapmasına son derece hiddetlenmişti. Gazeteler, Türkiye’ye dışarıdan herhangi bir tehlike gelemeyeceğini, bütün tehlikelerin içeride çöreklendiğini, ‘’Moskova’nın hizmetçilerine’’ hiçbir saygı gösterilmemesini istiyordu. Onlara göre SSCB-Çin ilişkilerinin gerildiği bir dönemde Sovyetler Birliği’nin böyle bir teşkilatın kurulmasına ve faaliyetine yardım etmesine ihtiyaç duyuyordu.

Vaktiyle buna benzer bir olay, 1961 yılında düzenlenen Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 21. Kurultay’ında da TKP Parti temsilcisine söz verilmesi üzerine yaşanmıştı. Türk hükümeti bir nota ile tepkisini ortaya koymuştu. SSCB Dışişleri Bakanlığı ise bu konuşmanın resmî bir nitelik taşımadığını bildirmişti.

Demir’in Moskova’da konuşma yapması olayı ise gereğinden fazla büyümüştü. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, gazetecilerin sorularını cevaplarken konu hakkında bilgi edineceklerini, Moskova’daki Büyükelçiliğe gerekli bilgilerin toplanması konusunda da talimat verildiğini bildirdi.

İçişleri Bakanı Faruk Sükan, Yakup Demir’in Moskova’da yaptığı konuşma konusunda gerekli araştırma yapıldığını, ancak herhangi bir açıklama yapılmasının millî çıkarlar açısından uygun olmadığını belirtti. Bakan’ın verdiği bilgiye göre Yakup Demir’in gerçek adı Zeki Baştımar idi.

Zeki Baştımar (Yakup Demir)

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, meydana gelen bu olayla ilgili olarak 6 Nisan tarihinde Cumhuriyet Gazetesi muhabirinin kendisine yönelttiği;

Brejnev, SSCB Komünist Partisi’nin 23. Kurultayı’nda TKP’nin varlığından ve Türkiye dışındaki bürosundan, Yakup Demir’den bahsetti. Rusya ile olan ilişkilerle hangi kurum ilgilenmektedir, ilişkiler hangi seviyede olacak?” şeklindeki sorulara şu cevabı verdi:

Türkiye’de Komünist Parti’nin kurulması yasaktır ve buna hiçbir zaman izin verilemez. Rusya bizim komşumuzdur ve komünizm rejimiyle idare ediliyor. Komşu olmamız da dostça yaşamayı gerekli kılıyor. Ancak ilişkilerde rejim konusu asla tartışılamaz. Ben ülkede hem sağ hem de sola karşıyım. Türkiye’yi, orta yol gelişme menziline götürecektir.”

Yakup Demir’in, asıl isminin Zeki Baştımar olarak ifşa edilmesiyle geçmişi de ortaya dökülmüştü. Yakup Demir, 7 Ekim 1954 yılında, Ankara 2 no’lu Askerî Mahkeme’nin kararıyla 8 arkadaşıyla birlikte TKP’yi kurmak suçlamasıyla, Türk Ceza Kanunu’nun 41. Maddesine göre 10 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Yakup Demir, Mahkemede, 173 sayfadan oluşan savunma yapmıştı. Ancak, Yakup Demir 1960 yılında çıkartılan af yasası ile hapisten çıkmış, o zamanlar Halis Okan kod adıyla bilinen Mihri Belli ile birlikte bir kitapevi kurmuştu. Başlattıkları bu faaliyette kendilerine Trabzonlu bir işadamı yardım etmişti. Bu ikilinin kurduğu kitapevinde Mağazalarında, yurtdışından getirilen komünist öğretiye ait kitaplar satılıyordu. Yakup Demir ve Mihri Belli, bir süre sonra Türkiye Komünist Partisi’ni kurmak için yurtdışına çıkmışlardı.

TKP, yapay bir şekilde oluşturulmuş bir örgüttü. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Yakup Demir olayından sonra, Türkiye’de komünist teşkilatların faaliyeti ve komünizm tehlikesi konusunda bir uyarı yayınladı. Basında anti-Sovyet karakterli yazıların sayısı arttı. Yeni İstanbul ve Son Havadis Gazetelerinde, Menderes hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev yapmış, Uzakdoğu, Sibirya ve Ortaasya’da bulunmuş gazeteci Samet Ağaoğlu’nun, Sovyet karşıtı yazıları yayınlandı.

Türk basını, Sovyetler Birliği’nin komünizm propagandasına karşı kendinin en etkili ve güçlü yöntemlerinden birine yöneldi. SSCB’de yaşayan Türk ve Müslüman toplulukların komünizm baskısı ve zulmü altında yaşadığını kaşımaya başladı. Yeni İstanbul Gazetesi, Sovyet Azerbaycan’ında, Türkistan’da, Kafkasya ve diğer bölgelerde toplam 70 Milyon Türkün esaret altında yaşadığını yazıyordu. Dış ülkelere yayınlanan radyo programlarında, SSCB’deki Türklerin baskı altında yaşadığı belirtiliyor, millî ve dinî bilinç güçlendiriliyordu. Kamuoyunda, zulüm altında inleyen Türklerin hürriyetine kavuşması arzusu gittikçe güçleniyordu.

Gazeteci Samet Ağaoğlu

Türkiye’de, komünist propagandasının artmasıyla birlikte hükümetin faaliyetlerini tenkit eden bildirilere de sıkça rastlanmaya başlandı. Dağıtılan hükümet karşıtı bildirilerin CIA tarafından dış ülkelerde hazırlatıldığı iddia ediliyordu. Türkiye üzerinde büyük oyunlar oynanıyordu. Ülkede, komünizm tehlikesinin arttığını ileri süren uyarılar hızla artıyor ve Türkiye’de komünist bir toplumun asla oluşturulamayacağı fikri vurgulanıyordu.

Bu yayınlar ve gelişmelerden dolayı ülkedeki atmosfer gittikçe geriliyordu. Sağ kesimin temsilcileri, Türkiye’nin bağımsız bir dış siyaset izlemesini Moskova’ya yönelmek olarak algılıyor, Türk basınında Beyaz Saray’ın Vietnam siyasetinin tenkit edilmesini de ABD’ye karşı bir faaliyet olarak değerlendiriyordu.

Durumdan faydalanan bazı olumsuz hareketler de fazlalaşmıştı. Türkiye’de millî menfaatleri çarpışan yabancı güçlerin ajanları, Türk halkı içinde karışıklık çıkarmaya, onları birbirine saldırtarak toplumda gerginlik oluşturmaya çalışıyordu.

Bazı kesimler ise sol fikirlerin Türkiye için bir tehlike oluşturamayacağına, insanları hapse tıkmakla komünizme engel olunamayacağına inanıyordu. Türkiye İşçi Partisi, yayınladığı bir bildiriyle, komünizme sınıf mücadelesi yoluyla gitmek isteyenlerin, Türk halkının ve ulusunun toplumsal birliğini bozmaya çalışan güçleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve demokratik rejiminin en tehlikeli düşmanı olarak kabul ettiğini ve onlara karşı mücadele edeceğini söylüyordu. Bildiride ayrıca, diğer komşu ülkelerle yapılan işbirliğinde olduğu gibi, Sovyetler Birliği ile de iyi komşuluk ilişkilerinin yürütülmesinin dünya barışına katkı sağlayacağına olan inanç vurgulanıyordu.

Bu esnada SSCB’nin Ankara Büyükelçiliği’nin Basın Ataşesi Vitali Nikiforov’un davranışları yeni bir gerilime neden oldu. Nikiforov, bazı üniversiteli öğrencilerle bağlantılar kurarak komünizm propagandası yürütüyordu. Ataşe, Ankara’da Millî Kütüphane’de gençlere açıktan açığa propaganda yapmaya kalkışmış, dostluk kurduğu kimselere hediyeler göndermişti. Hatta kütüphanede çalışanlara votka vermeye bile kalkışmış, ancak ret cevabı almıştı. Gençlik teşkilatlarıyla sıkı ilişki kuran ataşe, bir okulun önünde açılan Sovyet sergisine gelen Gürbüz Şimşek’le dostluk kurmuştu. Gürbüz Şimşek, sergide Sovyet memurları ve ataşe ile tanışmış ve Nikifirov ile sık sık bir araya gelmeye başlamıştı. Konudan haberdar olan MİT elemanları, ataşenin hareketlerini izlemeye almış gerekli bilgiler toplanmış ve sonunda Sovyet Büyükelçiliği’nin diğer elemanlarının da halk arasında komünizm propagandası yaptığı ortaya çıkmıştı.

Komünizm yanlısı gazete ve dergiler Federal Almanya’ya giden Türk öğrenciler ve işçiler tarafından alınıyor, sol fikirli siyasî teşkilatlara, hatta öğrencilere bile dağıtılıyordu. Marx, Lenin ve Nazım Hikmet’in eserleri parasız dağıtılıyordu.

Bilgiler netleştirildikten sonra Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Sovyet Büyükelçiliği’ni uyardı. Sivil polisler ataşenin faaliyetlerini denetim altına aldı. Mit Müsteşarı Hayrettin Nakiboğlu’nun sunduğu belgelerle ataşenin karanlık ilişkileri ifşa edildi. Gürbüz Şimşek hapse atıldı. Hâkim karşısına çıkarıldığında ise şunları söyledi: “Rus kültür ataşesinin etkisinde kaldım.” meydana gelen olay basında geniş yer aldı.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı gizlice yürüttüğü bu harekât ülkeyi ayağa kaldırdı. Millî Türk Talebe Birliği, hükümete çağrıda bulunarak, ‘’komünizm propagandası’’ adı altında ülkenin anarşiye sürüklendiğini bildirdi. Türkiye İşçi Partisi Başkanı Mehmet Ali Aybar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde konuşma yaparken milliyetçi gençler ona engel olarak “Moskova’ya, Moskova’ya!” diye slogan atıp protesto ettiler ve taşla saldırdılar. Okulun camları kırıldı. Aybar, Moskova ajanlığıyla suçlandı. Çıkan kavgada 4 kişi yaralandı. Polis olayları güçlükle yatıştırdı. Bundan sonra Hukuk Fakültesi koridorundaki Atatürk büstü önünde toplanıp yemin ettiler ve “Türkiye topraklarından komünizmi kovacağız.” diye slogan attılar.

Türkiye İşçi Partisi Başkanı Mehmet Ali Aybar

Türkiye’nin büyük şehirlerinde komünizm karşıtı gösteriler yapıldı. Taksim’de, 100 derneğin katılımıyla düzenlenen protesto gösterisinde bir konuşma yapan Millî Türk Talebe Birliği Başkanı Rasim Cinisli, ülkede komünizm tehlikesinin arttığını, gizli komünist örgütlerinin faaliyet yürüttüğünü bildirdi. “Komünist ajanlar izlensin” diye çağrı yaptı. Yapılan konuşmalarda, komünistlerin ülkedeki demokratik rejimi devirerek ‘’kızıl diktatörlük’’ kurmak istediği, bunların ceplerinin ve midelerinin Kremlin tarafından doldurulduğu, Moskova’dan emir aldıkları dile getirildi. Konuşmacılar, komünistlere hitaben; “Siz Sovyet Rusya’ya hizmet ediyorsunuz.” diyerek onları suçladılar.

Gösteride, millî elbiseleriyle katılmış Türkistan’dan göz etmiş kişilerde yer alıyordu. Göstericiler; “Türkiye ikinci Türkistan olmayacaktır!”, “Komünizm, yılanının başı ezilmelidir!”, “Komünizmi mahvedecek güç İslam’dır!”, “Eşitliğin olmadığı yerde özgürlük de yoktur.”, “Lenin’in lânetlenmiş köpekleri!”, “Solculara lânet!”, “Kızıllar, Türkiye’de yaşayamaz!” “Türkistanlılar, bize bakıp ibret alın!” gibi ve benzeri sloganlar atıldı.

Millî Türk Talebe Birliği Başkanı Rasim Cinisli

Böyle bir atmosferde ülkedeki merkezci ve sağ örgütler birbiri ardınca açıklamalar yapmaya başladı. Adalet Partili Milletvekili Zafer Eroğlu, TBMM’deki grup toplantısında söz alarak, Türkiye’de gizli komünist propagandası yürütüldüğünü, komünist tehlikenin arttığını, komünizme karşı birlikte mücadele edilmesi için tüm partilerin birleşmesi gerektiğini vurguladı.

Ancak kısa bir müddet sonra İzmir’de komünizm propagandası yapan bildiriler dağıtıldı. Bildirilerde, hükümet, Amerika taraftarı bir siyaset izlediği ileri sürülerek tenkit ediliyordu. İzmir, Malatya ve Antalya’da Atatürk heykellerine saygısızca saldırılar yapıldı. Bunun duyulmasıyla birlikte ülkeyi büyük mitingler yapıldı. Bu olaylar neticesinde, ülkedeki atmosfer iyice gerilmişti. Gazetecilerin sorularını cevaplayan Demirel, Türkiye için yalnızca faşizmin değil, komünizm’in de tehdit olduğunu bildirdi. Her iki ideolojiyi de savunanları suçladı.

Sovyetler Birliği’nin faaliyetleri karşısında Türkiye Dışişleri Bakanlığı gereken uğraşıyı vermeye başladı. Bakan Çağlayangil, Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’nden Brejnev ve Kosıgin’in kurultaydaki konuşmalarının tam metnini ve kurultayın protokolünü istedi. Gazetecilerin sorularını cevaplayan Çağlayangil, doğu Almanya’da oturan bazı Türkler tarafından oluşturulmuş bir siyasî partinin faaliyet yürüttüğünü, bunların Türkiye’deki komünistlerle dirsek temasında bulunduklarını bildiklerini, Sovyet yöneticilerinin Türkiye dışında faaliyet gösteren komünist partisi hakkında konuştuklarını söyledi. Büyükelçilikten alınan bilgilerden sonra Sovyetlere karşı gerekli adımlar atılacaktı.

Türkiye büyükelçiliği, durumu öğrendikten sonra genişçe bir bilgiyi ve Yakup Demir’in konuşmasının tam metnini Ankara’ya yolladı. Bilgileri alan Çağlayangil, 11 Nisan günü Başbakan Demirel’i evinde ziyaret ederek konuyu görüştü. Her ikisi de Demir konusuyla ilgili olarak Sovyetler Birliği’ne karşı adımlar atmak, ülkedeki komünist düşünceli örgütlerin köklerinin nereye kadar indiğini araştırmak konusunda mutabık kaldılar. Ankara’daki siyasî çevreler ise bu gelişmelerden sonra Moskova’nın geri adım atacağını ileri sürüyordu.

Çağlayangil, 13 Nisan günü Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’ne, Demir’le ilgili konuda şu cümlelerle uyarıda bulunulması talimatını verdi:

Bu olay Türkiye’de olumsuz bir reaksiyona neden olmuştur. Bu durum, iki ülke arasındaki ilişkilere olumsuz yönde etki etmiş, Türk kamuoyunda büyük bir hiddete yol açmıştır. SSCB eğer ikili ilişkileri geliştirmek istiyorsa bu tür hareketlerde dikkatli olmalıdır.”

Talimatı alan Moskova Büyükelçiliği, SSCB Dışişleri Bakanlığına giderek Dışişleri Bakanı Gromıko’ya, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın meydana gelen olaydan dolayı büyük rahatsızlık duyduğunu bildiren notayı sundu. SSCB Dışişleri Bakanı Gromıko, bu olaylarla ilgili olarak, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin iç işi olduğunu, Sovyet Hükümeti’yle herhangi bir bağlantısının olmadığını, kurultaya dünyanın 85 ülkesinde faaliyet yürüten Komünist Parti delegasyonlarının davet edildiğini bildirdi. Meydana gelen olayın iki ülke arasındaki iyi komşuluk ilişkilerine olumsuz etki etmeyeceğini, Sovyetler Birliği’nin tutumunu ifade edemeyeceğini söyledi.

Kuşkusuz Gromıko’nun verdiği bu cevap samimiyetten son derece uzak olup, diplomatik bir manevra idi. Çünkü SSCB’de iç ve dış siyasetin yürütülmesinde hâkim rol Komünist Partisi’nin tekelinde idi. Hükümet onun iradesi dışında bir adım bile atamazdı. Bununla birlikte Türkiye’nin resmî notası, SSCB tarafını endişeye düşürerek içişlerine karışmada son derece ihtiyatlı davranmaya mecbur ediyordu.

Böyle bir ortamda Türk hükümeti, toplumdaki gerilimi azaltmak için sağ ve sol arasındaki mücadelenin dozunun zayıflatılmasının en sağlıklı yol olduğuna karar verdi. Bu yolda adımlar atılmaya başlandı. Orhan kemal ve diğer siyasî tutuklular serbest bırakıldı.

Yakup Demir olayı, SSCB-Türkiye ilişkilerinin çerçevesini aşarak uluslararası alana yayıldı. 20 Nisan günü Ankara’da yapılan CENTO Konseyi’nin 14. Yıldönümü Toplantısı’nda konuşma yapan kurumun genel Sekreteri, yaptığı konuşmada şunları dile getirdi:

Son yıllarda, bölgede Sovyetler Birliği ile olan kültürel ve ekonomik ilişkiler gelişmiştir. SSCB, barış içinde, yan yana yaşama siyasetini dile getirmiş olsa da kendi siyasetinin yalnızca taktiğini değiştirmiştir. Komünist Blok’a mensup ülkeler ideolojik mücadele yürütmektedir. Bir müddet önce Sovyet liderleri, Türkiye ve İran Komünist Partileri’nin dış ülkelerdeki varlığını kabul ederek onayladı. Ülkelerimizde yasaklanan bir partiyi savunan ve ona yardım eden komşu bir devletle dostluk ilişkileri nasıl kurulabilir?

Toplantıda yer alan İngiltere Dışişleri Bakanı Michael Stewart, konuşmasında, Sovyetler Birliği’nin dış siyasette bölücülükle meşgul olduğunu ve ideolojik alanda baskı yaptığını vurguladı. Bu baskıların ekonomik ve kültürel alanlarda yayılma karakteri gösterdiğini, bölgede komünizme karşı mücadele etmenin önemine değindi. Stewart şunların altını çizdi:

Hükümetim adına İngiltere’nin CENTO’yu destekleyeceğini bildiriyorum.

İngiltere Dışişleri Bakanı Michael Stewart

Toplantıda bir konuşma yapan ABD Dışişleri Bakanı Kissinger şunları söyledi:

Komünistler dünya devrimi hayallerinden vazgeçmedikleri için bir savunma şemsiyesi olarak CENTO gereklidir.”

CENTO’nun olaya bu şekilde müdahil olması, Türk kamuoyuna daha büyük etki ediyordu. Türkler için tehlikenin Kuzeyden geleceği inancını pekiştiriyordu.

Bazı Türk Gazeteleri ise Demirel Hükümetini tenkit ederek şöyle yazıyordu:

Türkiye’deki Amerikan üsleri ülkenin bağımsızlığına zarar veriyor.” Demirel, kendisine

Üslerle ilgili olarak yöneltilen soruyu şöyle cevaplandırıyordu:

Türkiye’ de üsler değil, yerleşimler vardır. Özgürlüğü ve batı uygarlığını savunmak için oluşturulmuş NATO yerleşimleri Türkiye için hayatî öneme maliktir. Türkiye’nin siyaseti, saygı ve güven esasına dayanmaktadır.”

Ancak Türk kamuoyunda, “NATO’nun oluşturulmasını gerekli kılan sebepler çağdaş dünyada ortadan kalkmış mı?”, “Komünist tehlikesi ortadan kalktı mı?” Şeklindeki sorularla ilgili düşünceler ve kuşkular kafaları sürekli meşgul ediyordu. Bu sebeple de NATO’nun Türkiye’de varlığını sürdürmesi ve Türkiye’nin de ona üye olması gerekli görülüyordu. Halkın büyük çoğunluğu, komünizm tehdidine karşı Türkiye’nin NATO’nun üyesi olarak kalmasını istiyordu. Türk yazarlar bu konuda şunları yazıyordu:

NATO’nun kurulmasına sebep olan şahıs Stalin’dir. Sovyetler Birliği, onun ölümünden sonra komünizmi dayatmanın imkânsızlığını anlayarak, huzur içinde yan yana yaşama yolunu seçti. Bu da ABD’nin siyasetine etki ediyor ve Washington, örgüt üyelerinin eşitliğini istiyor.”

Türkiye’nin dış siyasetle ilgili konulardaki arayışı dur durak bilmiyordu. Devlet Bakanı Nevzat Cihat Bilgehan, Türkiye’nin dış siyasette SSCB, Arap ve Afrika ülkelerine yaklaşmak niyetinde olduğunu bildirdi. Türkiye, bağımsız bir siyaset yolu takip edeceğini de açıkça bildirmiş oldu. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Haluk Bayülken, Türkiye’nin dış siyasetiyle ilgili bilgi verirken genelde şu konulara özel dikkat gösterileceğini söyledi:

‘’Milli bağımsızlık, gelişme, ülke nüfuzunun yükseltilmesi, Türk tarihi, ekonomisi, sosyal durumu ve gelişmesinin gayelerine uygun olan şeylerin elde edilmesi. Ancak bu hedeflerin içinde öncelik Milli güvenlik ve ulusal gelişme idi.’’

Aşırı sağ kesim, Türkiye’nin yürüttüğü çok yönlü siyasetin mahiyetini anlamakta zorlanıyor, SSCB ile işbirliğini komünizm taraftarlığıyla eşdeğer kabul ediyordu. Demirel hükümetinin yürüttüğü siyaset açık bir şekilde tenkit ediliyordu. Cumhuriyet Gazetesi bu konuda şunları yazıyordu:

Demirel’in siyaseti tereddütlerle doludur. Bir taraftan Türkiye’de yeni tesislerin yapımı için Rusya ile flört ederken, diğer taraftan da komünizmle mücadele ediyor.

TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİNİN DEVAMLILIĞI

Tüm bu tezatlara rağmen Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler gelişiyordu. Rahmi Gümrükçüoğlu başkanlığında teknik elemanlardan oluşan 15 kişilik bir heyet 26 Nisan’da Moskova’yı ziyaret etti. Heyetin SSCB gezisi tam 34 gün devam etti. Amaç ise, Türkiye’de yapılacak olan tesislerin faaliyeti konusunda bilgi sahibi olmaktı. Heyet, 27 Nisan’da Moskova’da Türk-Sovyet görüşmelerini başlattı. Kosıgin’in Türkiye’ye yapacağı ziyaret esnasında imzalanması göz önünde bulundurulan belgeler müzakere edildi. Türk heyeti, imzalanacak belgelerde “Sovyet yardımları” ibaresinin yazılmasına karşı çıkarak “teknik işbirliği” veya “Sovyet teknolojik yardımı” ifadelerinin yazılmasını teklif etti. Türk tarafının İsteği kabul edildi.

Belgeler, Kosıgin’in Türkiye ziyareti esnasında imzalanacaktı. Yapılacak tesislerin masrafının %40’ını Türkiye, geri kalanını ise SSCB karşılayacaktı. Türkiye bu krediyi 15 yıl süre ile %2,5 faizle geri ödeyecekti. Türk kamuoyu, teknik heyetin Moskova ziyareti esnasında 7 tesisin SSCB yardımı ile yapılacağını Memnuniyetle karşıladı. Bir müddet sonra SSCB’den 500 nakliye aracı satın Alındı.

Kosıgin’in Türkiye ziyareti öncesinde, SSCB sınırları içinde yaşayan Türk halklarının durumuyla ilgili olarak oluşan rahatsızlık devam ediyordu. Ankara’da faaliyet gösteren Azerbaycan Kültür Derneği, 28 Nisan tarihinde, “Azerbaycan’ın Komünist Rus emperyalizminin pençesine düşmesinin 46. Yılı dolayısıyla” bir beyanat yayınladı. Beyanatta şunlar dile getiriliyordu:

Azerbaycan Türkleri, Kırım Türkleri ve Kuzey Kafkasya Türkleri sürgün edildiler. Azerbaycan’ın doğal zenginlikleri ve manevî servetleri 46 yıldır Komünist-Rus sömürgecileri tarafından yağma ediliyor. Hür dünya ise bir halkın yok oluşu karşısında kayıtsız kalmaktadır. Biz tüm halkların, Rus komünizminin pençesinden kurtulup özgür olmasını istiyoruz.

Nisan ayında milliyetçi gençler de bir açıklama yaparak şunları dile getirdi:

Türk halkının başlıca düşmanı ve sömürücüsü olan Sovyet Rusya’nın Başbakanı Kosıgin’in Türkiye’ye geleceği söylenmektedir. En iyisi, onun ülkemize hiç uğramamasıdır.

Milli Türk Talebe Birliği ve İkinci Ordu Derneği’nin İstanbul Şubesi, 4 Mayıs günü İstanbul’da “Türk milleti ve zulüm altındaki Türklerin günü” adıyla Bir toplantı düzenledi. Toplantıda kürsüye çıkan konuşmacılar, 1944 yılında Azerbaycan, Kırım ve Kafkasya’dan silah zoruyla yapılan sürgünleri dile getirerek Sovyet Rus emperyalizmini lânetlediler.

Türkiye’nin resmî siyaseti ise Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerin iyileştirilmesine yönelmişti. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 17 Mayıs tarihinde TBMM’de milletvekillerinin sorularını cevaplandırırken şunları dile getiriyordu:

Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile ilişkileri, özellikle de ticarî ve ekonomik alanda gelişecektir. Bu siyaset, Türkiye’nin Batılı ülkelerle olan ilişkilerinin gelişmesine engel teşkil etmiyor ve onu mensubu olduğu bloktan ayırmıyor, NATO üyeliğine engel olmuyor.

Çağlayangil, Sovyet Başbakanı Kosıgin’in ziyaretinin faydalı olması için çalışacaklarını vurguladı.

Yönetime yakın olan basın organlarında SSCB ile olan ilişkilerin iyileştirilmesinin önemi konusunda dizi dizi makaleler yayınlanıyordu. Köşe yazarları, Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs konusundaki tutumunun son derece önemli olduğunu vurguluyordu. Konuyla ilgili Cumhuriyet Gazetesi 26 Mayıs tarihli haberinde;

Rusya hiçbir Zaman ENOSİS’in gerçekleşmesini kabul etmeyecektir. Bu da Türkiye’nin elinde büyük kozdur.” diye yazdı.

Milliyetçi Hareket Partisi Lideri Alparslan Türkeş, yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin Doğu ve Batı, Kuzey veya Güney’den herhangi birinin tarafına geçemeyeceğini, kendi yolunda yürüyeceğini, Türkiye’de birçok komünist örgütün faaliyetinin rahatsızlık meydana getirdiğini söyledi. Türkeş, bu örgütlerin Moskova’dan yönlendirildiğini ve komünizm propagandası yürüterek gençleri zehirlediğini İleri sürüp, komünizme karşı daha aktif mücadele yürütülmesini istedi.

Kayseri’de konuşma yapan İsmet İnönü ilişkiler hakkında şunları dile getirdi:

Biz, İstiklâl Harbi yıllarında komünizm rejiminin ülkemize faydalı olamayacağı inancıyla, Sovyet Rusya ile olan önceki düşmanlığı ortadan kaldırdık, işbirliği yaptık, Türkiye Cumhuriyeti, halkının hür iradesiyle kurulmuş bir devlettir. Bu sebeple komünizm yanlılarına kesin olarak karşı çıktık

Bütün bunlara paralel olarak Türk-Sovyet işbirliği gelişiyordu. Sovyet Büyükelçiliği’ne atanan Andrey Smirnov, 21 Haziran günü Ankara’ya geldi. Yeni büyükelçi kendisiyle yapılan röportajda, SSCB ile Türkiye arasındaki dostluğu güçlendirmek ve geliştirmek için çalışacağını, bunun yalnızca Türk-Sovyet halklarına değil dünya genelinde barışa katkısı olacağını söyledi. Büyükelçi Andrey Smirnov, 28 Haziran günü Çankaya’ya çıktı ve son derece sıcak karşılandı. Büyükelçi, güven belgesini Cumhurbaşkanı Sunay’a takdim etti. Kendisiyle yapılan sohbette, SSCB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin gerekliliği üzerinde duruldu.

SSCB Türkiye Büyükelçisi Andrey Smirnov

Türk basınında ABD aleyhindeki yazılar artmaya başlamıştı. Bağımsız dış siyaset yolu izleme taraftarı olanlar şu fikirleri dile getiriyordu:

Türkiye ABD’nin eyaleti değildir. Vietnam’da yürütülen savaşa karşı çıkılmalıdır.

11 Temmuz tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Federal Almanya Dışişleri Bakanı Gerhard Schröder’i kabul etti. Sunay bu görüşmede Schröder’e,

Fransa’nın NATO’dan ayrılmasından sonra Sovyetler Birliği’nin burnunun dibinde yer alan Almanya ile Türkiye’nin kendi askerî güçlerini modernleştirmesine bakmalıdır.” diyerek düşüncesini bildirdi.

Federal Almanya Dışişleri Bakanı Gerhard Schröder

Türkiye’nin bağımsız bir siyaset çizgisi takip etmesine engel olmaya çalışan güçler, çeşitli vasıtalara, hatta şantajlara bile başvuruyordu. Temmuz ayının ortalarında Türkiye’de diplomatik bir sansasyon meydana geldi. Amerikalı uzmanlar, Türkiye’nin 18 Bakanlığında ve Başbakanlığa ait binaların yalnızca beşinde çalışmıyordu. Bunlar Adelet, Dışişleri, Sanayi, Gümrük ve Ulaştırma Bakanlıkları İdi. Başbakanlık, Savunma Bakanlığı, Maliye ve Enerji Bakanlığı’nda bile Amerikalı uzmanlar çalışıyordu.

Milletvekili Haydar Tunçkanat, tanınmış 50 siyasetçi, gazeteci ve askerî yetkilinin, Amerikan ajanı olarak gösterildiğini bildiren bir belgeyi Meclis’e sundu. Belgenin altında, Ankara’daki ABD Büyükelçiliğinin Askerî Ataşesi Albay Dixon’un İmzası vardı. Amerikan ajanı olarak gösterilen şahısların içinde Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Hasan Esat Işık’ın da adı vardı. Bazı kimseler bunu Rusların, Bazıları da Türk-Sovyet ilişkilerini bozmak isteyen Amerikalıların oyunu olduğunu İleri sürdü. Muhalefet milletvekilleri konuyla ilgili geniş bir tartışmanın açılmasını talep etti. Ancak Adalet Partisi bu isteği reddetti. Karışıklık, dedikodu, ülkede almış başını gidiyordu. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 15 Temmuz tarihinde ABD Büyükelçisi Parker Hartt’ı Bakanlığa davet etti. Yapılan görüşme 3 saat sürdü. Büyükelçi, ABD’nin belge ile herhangi bir ilişkisinin olmadığını bildirdi. Belgede imzası bulunan Albay Dixon imzasının sahte olduğunu ve imzanın kopyasının çıkarılarak belgeye nakledildiğini söyledi.

Aynı gün Demirel de Hartt’ı kabul etti ve görüşme iki saatten fazla sürdü. Görüşmede, Türkiye’nin içişlerine karışma konusunu yansıtan belge üzerinde duruldu. Ancak Büyükelçi ülkesinin söz konusu belgeyle bir bağlantısının olmadığını Söyledi. Görüşme bittikten sonra gazetecilerin sorularını cevaplandıran Demirel kısaca, “büyükelçi konuyu araştıracaktır” demekle yetindi.

Konu iki yönden araştırıldı. Belgenin sahte olduğu açıklandı. Yapılan açıklamada söz konusu belge Türk-Sovyet ve Türk-Amerikan ilişkilerini baltalamak üzere meydana getirildiği dile getirildi.

Tüm bu olup bitenler, Türk-Sovyet ilişkilerinin seyrini değiştirecek güçte değildi. Başbakan Demirel, 16 Temmuz günü Sovyet Büyükelçisi Smirnov’u kabul etti ve görüşme 50 dakika sürdü. Görüşmede iki tarafı da ilgilendiren konular tartışıldı. Başbakan ve Büyükelçi, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin gerekli olduğu konusunda ortak kanaate vardı. Büyükelçi, görüşmeden sonra gazetecilerin, “Sovyet devlet adamlarının Türkiye’ye yapacağı ziyaretler konusu gündeme geldi mi?” şeklindeki sorusuna şu cevabı verdi: “Her konuyu dile getirdik. Bundan sonra sık sık görüşeceğiz ve her şeyi tartışacağız.”

Bu görüşmeden birkaç gün sonra 21 Temmuz’da Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu kararıyla SSCB ile yapılan ticaret ve ödeme şartlarını ihtiva eden antlaşmanın süresi uzatıldı.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Aslında 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye ve SSCB ilişkileri tek başına değerlendirilmesi pek mümkün olmayan şekilde gelişmiştir. Bu dönemde Dünya siyasetinin getirileri nedeniyle Türk-Sovyet ilişkileri iyi ya da kötü bir seyir içine girmiştir. 1945 yılına kadar ilişkiler çıkarlar doğrultusunda iyi gider iken, savaşın patlak vermesi ve Türkiye’nin izlediği denge politikası SSCB ile ilişkilerin durumunu tamamen değiştirmiştir. Bu değişim sadece Türkiye’nin politikası nedeniyle değil Stalin’in yayılmacı düşüncelere, sıcak denizlere inme amacıyla da olmuştur. İlişkiler ancak 1953 yılından sonra düzene girmeye başlamış fakat o zamana kadar SSCB’nin Türkiye’den istekleri değişmemiştir. 1925 yılında imzalanan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın 1945 yılında feshinin ardından Türkiye, ilişkileri düzeltmek adına girişimlerde bulunmuş fakat SSCB’nin olumsuz tavrı nedeniyle başarılı olunamamıştır. Yalta ve Potsdam Konferansları ile SSCB’nin gerçek amacı ortaya çıkmış ve 1946 yılından sonra ilişkiler tamamen gergin devam etmiştir. SSCB tehdidi Türkiye’yi ABD’ye yakınlaştırmış ve böylece olası bir SSCB-Türkiye ''Avrasya Paktı'' o dönem içinde sonlanmıştır. Günümüzde Rusya ile Türkiye arasında Avrasya Paktı'nın mümkün olabileceğini söyleyenler olsa da, iki ülke arasındaki ilişkileri etkileyen ABD ve Avrupa Birliği gibi faktörler bulunmaktadır. Daha önce belirttiğim gibi ülkeler arası ilişkiler sadece iki ülke arasında gerçekleşmemekte, iç-dış dinamikler, dünya politikası ve üçüncü ülkelerde bu ilişkileri etkilemektedir. Savaşın ardından değişen ‘’Dünya Dengesi’’, güç düzeni olarak SSCB ile ABD arasında kurulmaya başlamış, çok kutuplu dünya düzenine karşı iki ülke tek lider olarak ortaya çıkmaya çalışmıştır. Bu düzenin gelişimi içinde, SSCB ve ABD başarılı olmak için her yolu denemişlerdir. İşte bu süreçte SSCB’nin Çarlık Rusya’sı sınırlarına erişebilmek için yönünü Türkiye’ye ve sıcak denizlere çevirmesi SSCB ile Türkiye arasındaki ilişkileri fazlasıyla etkilemiştir. Savaşın ardından Batı’da gelişen serbest seçimlere ve çok partili hayata geçiş ile birlikte doğu ve batı bloğu arasında ki ayrım iyice ortaya çıkmıştır. Bu süre içinde SSCB ve Türkiye’nin çatışmaya varabilecek ilişkileri, Türkiye’nin Batı Blok’una yanaşmasında etkili olmuştur. Türkiye’nin SSCB tehdidine karşı ABD’ye yanaşması ise, SSCB ile ilişkileri düzeltilemez bir noktaya gelmiştir.

Yukarıda yaşanan gelişmelerden anlaşılacağı üzere; ''Türkiye’nin Batı’ya yakınlaşmasının temel sebebi SSCB’nin toprak istekleridir.” diyebiliriz. Türkiye bu istek karşısında bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün tehdit edildiğini düşündüğü için kendini Batı ittifakının içerisinde bulmuştur. Zira 1920’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, ardından gerçekleşen İstiklal Harbi ülkeyi hem maddi hem de manevi açıdan çöküntüye uğratmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü’nün denge politikası yürütmesinde bu çöküşün etkisi gözardı edilmemelidir. Çünkü yeni toparlanmaya başlayan bir ülkenin tekrar büyük ve masraflı bir savaşa dahil olması söz konusu bile olamazdı. Bu yüzden Türk siyasetçiler 1940’lı yıllarda yüzlerini Batı’ya çevirmişlerdir. Geçmişten çıkarılan ders, ülkenin bir savaşı daha kaldıramayacağını göstermektedir. Diğer taraftan “Eğer Rusya 1925 antlaşmasını feshederek Türkiye’den toprak ve boğazlarda üs istemeseydi, belki Türkiye’nin NATO’ya bu kadar çabuk girmesi düşünülemezdi.” Görüşü de iki ülke arasındaki ilişkiler konusunda ki tartışmalar içerisinde göz önüne alınabilir.

Bu gelişmelerden ilki 1953 yılında Stalin’in hayatını kaybetmesi ile başa geçen Nikita Kruşçev’in iki ülke arasında Stalin döneminden beri süre gelen toprak ve askeri üs isteklerini bir kenara iterek yeni bir yaklaşım ortaya koymasıydı. Bu politik yaklaşımın değişmesi sonucu iki ülke arasındaki ilişkiler ilk önce ekonomik ve kültürel alanda gelişmeye başlamıştır. İkili ilişkilerdeki ikinci önemli gelişme ise Demokrat Parti iktidarı sırasında yaşanan ekonomik buhran sırasında ABD başta olmak üzere tüm Batılı devletlerin Türkiye’nin ihtiyacı olan ekonomik yardımları yapmaması neticesinde; Türkiye’nin istikametini SSCB’ye çevirerek çeşitli ekonomik yardımlar çerçevesinde anlaşmasıyla sonuçlanan süreç ile kendini göstermiştir.

Bu iki gelişmeye rağmen ikili ilişkilerin ilerlemesi ‘’ideolojik’’ yaklaşımların değişmemesinden dolayı çoğu kez sekteye uğramıştır. İkili ilişkilerin ilerlemesindeki en önemli engel SSCB tarafının ‘’komünizm ile yönetilen bir Türkiye’’ istemesi ile ilgili yaklaşımını el altından körükleyerek Türkiye Komünist Partisi’ne yaptığı yardımlar gösterilebilir. Her ne kadar SSCB yönetimi bu süreçte yazıda belirtilen yardımları inkar etmiş olsa da, özellikle ‘’Yakup Demir olayında’’ görüldüğü üzere TKP ile SSCB yönetimi arasındaki bağlantılar açık şekilde görülebilmektedir. Bilindiği üzere 1960’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye içerisinde filizlenmeye başlayan sağ-sol çekişmesi yavaş yavaş kendini çatışmalara bırakmış ve 70’li yıllarda bu çatışmalar ülke içerisinde bir iç savaş ortamının hakim olduğu bir durum ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla bir bakıma 1980 darbesinin temellerinin SSCB yönetimi tarafından atıldığı söylenebilir.

Olaylara bu pencereden baktığımızda, SSCB’nin bu yaklaşımı yüzünden Türkiye’nin yine Stalin döneminde olduğu gibi ülkenin Sovyetler Birliği tarafından işgal edilme çekincesini her daim içerisinde yaşadığı söylenebilir. Bunun sonucu olarak ikili ilişkilerde günümüze kadar sirayet etmiş bir çekince her daim söz konusu olmuştur. Bu çekincenin bir başka nedeni ise ABD tarafından Türk kamuoyuna ‘’komünistler tarafından işgal edilme’’ korkusunun devamlı pompalanmasıdır. Bu konuda İlber Ortaylı’nın dediği gibi; ‘’Türkiye, 2. Dünya savaşı sonrası sosyalizm veya komünizm ile yönetilmeye en hazırlıksız ülkeydi.’’ ABD’nin bu durumda tek yaptığı Türk halkının geçmişten gelen ‘’yaralarını kaşıyarak’’ bu korkusunu devam ettirmekti.

Her ne kadar ABD ve Batı ittifakı Türk kamuoyunu ‘’komünizm tehlikesine’’ karşı korkutarak kendi saflarında tutmuş olsa da yazı içerisinde belirtilen nedenlerden ötürü SSCB ile Türkiye arasında çeşitli alanlarda ilişkilerin gelişimine engel olamamıştır. Bunun en önemli nedeni ise ilk başta Türkiye’nin çeşitli dönemlerde yaşadığı ekonomik buhranlar olmuştur. Bu kapsamda Sovyet teknik ekipleri üzerinden yapılandırılan projelerde yavaşta olsa ilerleme kaydedilmiş ve bu konularda iki tarafında birbirini ziyareti neticesinde; çeşitli anlaşmalar yapılmıştır. Ancak bu anlaşmaların kağıt üzerinden uygulamaya geçirilmesi ise kolay olmamıştır. Bu durumun temel sebebi ise iki ülkenin de kendisine göre gizli ajandalarının olmasından ileri geldiği söylenebilir. Sovyet tarafı yazının içerisinde anlatıldığı üzere uygulamaya konulacak projeler sayesinde ‘’proletar bir sınıf’’ oluşturulması ve bunun Türkiye içerisinde yayılması amacını güderken; Türk tarafı istediği ve gerekli olan destekleri müttefikleri tarafından kendisine verilmediği takdirde kendilerinin bir ‘’alternatifi’’ olduğunu göstermek amacı güdülüyordu.

İki ülke arasında belirtilen tarihleri içerisinde yaşanan en önemli sorunlardan birisi de Türkiye’ye konuşlanmış olan ABD üsleri ve bu üslerde bulunan nükleer başlıklı silahlardı. SSCB yaklaşımına göre Güney sınırlarında bulunan bu üsler kendi ülkelerinin ‘’güvenliği’’ için büyük sorun teşkil ediyordu. Ülke topraklarına bu kadar yakın dinleme istasyonları ve füzelerin konuşlandırılması berberinde birçok krizi de getirmişti. Bu krizler (U-2 uçak krizi-Jüpiter füzelerinin durumu) yüzünden Türkiye iki süper gücün birbirine misillemelerinin arasında kalmış ve bu durum Türkiye’yi zor durumda bırakmıştır. Bu krizler haliyle iki ülke arasındaki ilişkilerinde yeri geldiğinde gerilmesine yeri geldiğinde kopma noktasına gelmesine neden olmuştur. Burada Türkiye doğrudan kendisi tarafından oluşmuş bu krizlere tek başına göğüs germeye çalışmıştır. Bu durumu özetleyecek olursak Türkiye için, ‘’filler tepinirken altta ezilen fare’’ tabirini rahatça kullanabiliriz.

1960’lı yıllarda NATO’da oluşan fikir ayrılığı, Pekin-Moskova ihtilafı, Küba roket krizi, sosyalist üsler buhranı vb. SSCB-Türkiye yakınlaşmasına etki eden faktörlerdi. İki ülkenin yakınlaşmasına etki eden etmenlerden biri de Kıbrıs meselesinde SSCB’nin tutumu idi. Ankara’nın Batılı müttefikleri Türkiye’nin bu haklı davasında onu savunmadığında Türkiye’nin tek taraflı siyaset çizgisi izlemesinin ne kadar hatalı olduğu ortaya çıkmış oldu. Atatürk devrinde yürütülen çok yönlü siyasete dönme, zaruret halini aldı. Türkiye’nin, problemi Ada’da yaşayan iki toplum arasında yapılan görüşmeler yoluyla halletme yönündeki teklifi Sovyetler tarafından kabul edildi. SSCB, Enosis’e karşı idi. Sovyetlerin bu tutumu boşuna değildi. Sırf kendi stratejik menfaatleri onları bu tutuma yönelmeye mecbur ediyordu. Ada’nın Yunanistan’a ilhakı Akdeniz bölgesinin NATO’nun kontrolüne geçmesi demekti. Oluşabilecek böylesi bir durum hem SSCB’nin, hem de Türkiye’nin millî menfaatlerine aykırı idi. Akdeniz bölgesi, SSCB ile ABD arasında yürütülen soğuk savaş alanına dönmüştü. SSCB, Kıbrıs probleminden faydalanarak Yunanistan ve Türkiye arasındaki anlaşmazlığı daha da derinleştirerek NATO’yu içinden parçalama ve onu zayıflatma gayesini güdüyordu.

Bu itibarla; yakın zamanda gerçekleşen olaylar ile yukarıda anlattığımız olayların birbirine ne kadar paralel olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla ‘’tarih tekerrürden ibarettir.’’ sözünün doğruluğu bir kez daha teyit edilmiş oluyor. Bu noktada yazının en başında belirttiğim olaylar neticesinde; bazı kesimlerin iddia ettiği şekilde Türkiye’de siyasi olarak bir ‘’eksen kayması’’ veya ‘’Batı ittifakından aforoz edilmesi’’ gibi bir durumun söz konusu olmadığını belirtmek gerekiyor. Çünkü hem Batı ile hem de Rusya ile olan ilişkilerimiz tarihe dayanan grift ilişkiler içermektedir ve Türkiye bu ilişkilerin tam ortasında bulunmaktadır.


Dolayısıyla Türkiye günümüzde uluslararası ilişkiler olarak her ne kadar kötü yönetilse de; stratejik, ekonomik ve askeri güç olarak önemli bir ‘’bölgesel aktör’’ olarak kendisine yer edinmiş bir ülkedir. Bu güç dengesini bozmak ve bölgede önemli bir aktör olarak kendine yer edinmek isteyenler ise bu dengeyi bozmaya çalışıyor.

KAYNAKLAR:

Andrey Gromiko : Anılarım

Akis Dergisi: 29 Mayıs 1965 Baskısı

Musa Qasımlı: Türkiye - Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği İlişkileri (1960-1980) 

Melih Aktaş: 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Türk-Sovyet İlişkilerinde ABD Faktörü

Mehmet Saray: Sovyet Tehtidi Karşısında Türkiye'nin NATO'ya Girişi


0 Yorumlar