2. Dünya Savaşında Türk-Alman İlişkileri
Türkiye, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yenilgisi, işgal edilmesi ve paylaşılmasıyla sonuçlanan Birinci
Dünya Savaşının ardından Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ulusal bağımsızlık
savaşı verdi. Bu savaş neticesinde, çok yönlü bir devrim gerçekleştirildi ve
bağımsız, halkçı bir ulus devlet kuruldu. Aslında bu Türk Devrimi, 20. Yüzyıl içinde gerçekleşecek bağımsızlık
atılımlarının öncülerindendi. Ancak ne Türk Devrimi emperyalizme karşı verilen ne
son bağımsızlık savaşıydı, ne de daha önce gerçekleşmiş olan Birinci Dünya
Savaşı, batılı devletlerin dünyayı paylaşmak için giriştiği son büyük kapsamlı
çatışmaydı.
Birinci Dünya
Savaşının bitmesiyle, Avrupa’nın eski imparatorlukları çökmüş, ‘’doğu sorunu’’ denen paylaşım çekişmesi
yeni bir yüze bürünmüştü. Ayrıca bu savaş büyük bir yıkıma ve dünyanın çoğunu
içine alan ilk askeri çarpışmaya sahne oldu. Ancak bu savaşın neticesi Avrupa merkezli
mali sermayenin ve batılı sömürge imparatorluklarının pazar paylaşımı üzerinden
giriştikleri çekişmeyi sonlandırmaktan çok uzaktı. Savaşın sonunda emperyalist
paylaşım yarışı sonuçlanmamış, hatta derinleşmiş ve sertleşmişti. 1918’de
yapılan ateşkes veya barış anlaşmaları, bir barıştan çok bir tür molayı
andırıyordu. Bunu, okuduğum bir kitapta adını hatırlayamadığım Fransız bir General,
“Yapılan, yirmi yıllık bir ateşkestir.”
diye belirtmişti.
Batı’nın
kendi içinde yaptığı ateşkes yirmi bir yıl sürecekti. Ancak Türkiye için savaş
bitmiş değildi. 1918 ve 1922 arasında verilen Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye’yi baştan
aşağı yeniledi, sömürülen bir imparatorluğun yerine ulusçu ve bağımsız bir
devletin doğmasını sağladı. 1923 yılında kurulan genç cumhuriyet, kendini
batılıların sömürgeci hesaplarından uzak tutmasına, bölgesinde kendine özgü bir
dış siyaset izlemesine ve Dünya için o dönemde yeni sayılabilecek bir düşünce
ile yaşamını sürdürmesi neden oldu.
Yukarıda
zikrettiğiniz bu yeni düşünce ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün şu sözleri ile
en iyi şekilde özetlenebilir:
"Yurtta
sulh cihanda sulh"
Bu düşünce
çerçevesinde genç Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa’nın yirmi bir yıllık ateşkesi
süresince hem komşularını, hem de dünyayı yakından büyük bir ilgiyle izledi,
tüm ülkelerle barışçıl ilişkiler kurmayı dış siyasetinin temel ilkesi yaptı.
Kuşkusuz Türkiye için batılıların sömürgeci hesaplarından uzak kalmak, Avrupa’dan
uzak kalmak ve olan bitenden etkilenmemek demek değildi. Çünkü Dünya’da dönemin
konjonktürel yapısı içerisinde yukarıda zikredilen unsurlardan etkilenmek
kaçınılmazdı. Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’ya mirası, kendi içinde çatışan
sermayenin o zamana değin görülmemiş ölçüde öfkeli yönetimler doğurması
olacaktı. Birinci Dünya Savaşından galip olarak çıkan devletler, kaybedenlerle
yaptıkları anlaşmalarda bulunan ağır şartlardan ötürü kısa süre içinde önce İtalya,
sonra Almanya'da yükselen faşizm ile karşı karşıya kaldı.
Birinci Dünya
Savaşı’nın ardından askeri sonuçlar bakımından yenen tarafta yer alan İtalya,
konu ekonomik getiri olduğu zaman, savaşa girerken umduklarının hemen hemen
hiçbirini alamadı. Almanya ise koşulları yıkıcı Versailles Anlaşması dolayısıyla
yenilgiyi her alanda ve uzun süre hissetti. Savaşın sonunda Almanya’da
İmparatorluk yönetiminin yerini Weimar Cumhuriyeti aldı ve Almanya yenilgiyi
kabullendi. Alman sermayesi ve özellikle de Alman toplumu hem ekonomik anlamda,
hem de moral olarak büyük bir çöküşe geçti. Yönetici sınıf barışın neden
gerekli olduğunu kendince biliyordu. Ancak halk ve özellikle askerler, savaşın
henüz sürdüğünü ve çatışmanın ortasındayken devletlerinin yenilgiyi
kabullendiğini ileri sürüyorlardı.
Öyle ki, bir
Alman askeri, “Hiç de yenilmiş değildik!”
diyecek. “Cephedeki askerler kendilerini
hiç de yenilmiş görmüyorlardı, ateşkesin niye bu denli aceleyle imzalandığını,
mevzilerimizi niye bu denli aceleyle bırakmak zorunda kaldığımızı anlamakta
güçlük çekiyorduk. Çünkü hala düşman toprakları üzerindeydik ve olan biten bize
tuhaf geliyordu.” Devam edecekti.
Ateşkes ve
ardından gelen Versailles Anlaşması, Alman halkı için bir utanç, bir "şeref lekesi" olacaktı. İşte bu
koşullar altında, pazar paylaşım çekişmesi derinleşecek, Avrupa’da Almanya ve İtalya,
Uzakdoğu’da ise bölgesinde bir emperyal güç olarak varlığını dayatmaya başlayan
Japonya, pazar payını ve varlığını İngiltere-Fransa-ABD üçlüsünden alma yönünde
adımlar atmaya başlayacaktı.
Önce İtalya’nın,
ardından Almanya’nın faşizme kayması, 1930’ların başından itibaren Avrupa’da savaş
öncesi gerginliği canlandırdı. 1918’den 1933’e dek İngiltere ve Fransa’nın ağır
yaptırımı altında bulunan ve Fransa’ya yönelik bir ödün siyaseti izleyen Almanya’nın
yerini, 1933’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin yönetimi ele
geçirmesinden sonra, Avrupa’yı sessizce ve gitgide artan oranda ürküten bir Almanya
aldı. Bu parti, yani NSDAP ya da kısaca Nazi Partisi, emperyalist paylaşım
çekişmesinin dizginlerini kısa sürede eline alacak ve dünyayı temelden
sarsacak, kısa sürede kalıcı olarak değiştirecekti.
Türkiye, Avrupa’yı
saran faşizm ve Nazizm dalgalarını, güvenli bir uzaklıktan ve kaygıyla izledi.
Mustafa Kemal’in devrimci cumhuriyeti, yarım kalan dünya savaşının yakın
zamanda tamamlanacağını düşünüyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal Atatürk kurduğu
genç Cumhuriyet bir yandan bölgede etkin rol üstlenirken öte yandan uluslararası
alanda barışın öncülüğünü yapmaya çalıştı ve bu yönde bir dış siyaset çizgisi
izlendi.
1938’de Mustafa
Kemal’in ölümünün ardından Türkiye’de yeni bir cumhurbaşkanı göreve başladı.
Yeni yönetim yalnızca Mustafa Kemal’in oluşturduğu devrimlerin devam etmesi
için çabalamakla kalmayacak, yaklaşan savaşa yönelik yoğun ilgi ve kaygısını da
kendi omuzları üzerinde hissedecekti. Kısaca 1938’den sonra Türkiye, Mustafa
Kemal'in ölümünden ileri gelen iç değişimiyle Dünyayı saran savaş sürecini aynı
anda yaşamak zorunda kalacaktı.
Birinci
Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki olan, Avrasya’nın tam ortasında yer
alan, Nazilerin değer verdiği tüm stratejik hedeflerle o veya bu biçimde yakın
ilişkide ve coğrafyada bulunan Türkiye’nin, Nazi düşüncesinde ve Nazilerin savaş
tasarılarında yer bulmaması beklenemezdi. Benzer nedenlerle İngiltere, ABD ve Rusya
için de büyük önem taşımakta olan Türkiye’nin savaş boyunca konumu her iki
taraf için de yaşamsal önemde olacaktı. Her iki tarafta savaş boyunca Türkiye’yi kendi yanında
savaştırmak için uğraşacaktı.
Bu durumda Naziler,
Türkiye’den İkinci Dünya Savaşı kapsamında ne beklemekteydi? Dünya egemenliği
tasarılarında Türkiye’nin yeri neydi? Savaş boyunca Nazi Almanyası ve Türkiye’nin
ilişkileri nasıl ilerleyecekti? Bunların yanıtını vermek, yalnızca dış siyaset
tarihi açısından değil, Türkiye’nin geçirdiği siyasal ve düşüncesel süreçleri
anlayabilmek için de, Dünya için önemi hiç azalmayacak olan Nazizm’i anlamak
için de gereklidir.
***TÜRKİYE’NİN SAVAŞA YÖNELİK TEMEL TUTUMU***
1938’de
devrim önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını yitirmesinin ardından, Türkiye belli
konularda 15 yıllık cumhuriyetin birikiminden ve alışkanlıklarından saparken,
belli başlı konularda da kusursuz bir süreklilik gösteriyordu. Mustafa Kemal’in
savaşa yönelik hazırlıkları ve bölge odaklı dış siyaset tasarısı 1939’dan başlayarak
çekmeceye kaldırıldı. Ancak olası bir İkinci Dünya Savaşı’nda, Türkiye’nin savaşın
dışında kalması gerektiğine yönelik inancı, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü’nün benimsediği bir düşünceydi.
İnönü
yönetimi, olası bir savaşa katılmanın Türkiye için eninde sonunda yıkıcı
olacağına inanıyordu. Savaşın büyük bölümünde Türkiye’nin Dışişleri Bakanı olarak
görev yapan ve diplomatik pazarlık becerileri dünyaca ün kazanan Numan Menemencioğlu, bu durumu şöyle
açıklayacaktı:
“Dış politikamızın amacı, kendi başımıza
karar yetkimizin sonuna kadar korunmasıdır. Kesinlikle inanıyorum ki savaşa
girersek kendi kendimiz karar verme yetkimizi yitiririz ve bundan ülkemin en
küçük bir kazancı olmaz.”
Ne olursa
olsun savaşın dışında kalma düşüncesi, Türkiye’nin 1939 ile 1945 yılları
arasında dış siyasetinin omurgasını oluşturacaktı. Hem coğrafi hem de tarihsel
konum bakımından Türkiye, Birinci Dünya Savaşının sonunda verdiği bağımsızlık savaşıyla Batı’da büyük yankı
ve kaygı uyandırmıştı. Türklerin verdiği bu bağımsızlık savaşı İngiltere’nin
Ortadoğu üzerindeki egemenliğini de temelinden sarmıştı. Dolayısıyla Türkiye'nin
şimdi hangi tarafta yer alacağı da hem müttefikler hem de Nazi Almanya’sı için yaşamsal
önemdeydi. Çünkü savaşın ikinci yılından itibaren çatışma bölgesi, Türkiye’nin
çevresiyle dönmekteydi.
İnönü
yönetimi, altı yıllık savaş boyunca cumhuriyetin dış siyasetini Osmanlı’nın dış
siyaset modeliyle yürüttü. Çöküş dönemindeki imparatorluk da tarihsel ve
coğrafi önemine dayanarak büyük güçler arasında bir tür ip cambazlığı yapmış,
yıkılmasını böylece geciktirmişti. Bu tarihsel birikimden yararlanan İnönü yönetimi,
aynı yöntemin güncellenmiş ve çağa uyarlanmış bir benzerini kullandı. Açıkçası
bana göre İsmet İnönü'nün aldığı sonuçlar Osmanlı’nın aldıklarından üstün oldu.
***İNGİLTERE-SOVYETLER-ALMANYA ÜÇGENİNDE DENGE
OYUNU***
Büyük güçler
arasında bir tür denge oyunu sürdürmek, savaşan taraflara eşit uzaklıkta ilişkiler
kurmak anlamına gelmiyordu. Türkiye, savaşın ilk haftalarında, İngiltere ve Fransa’yla
bir üçlü anlaşma yaptı. Koşulları büyük oranda Türkiye’nin yararına olan bu
anlaşma, katılımcı ülkelerin saldırıya uğraması durumunda işbirliği yapmasını
öngörüyordu. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti ile dış siyasette en sıkı ilişkilere
sahip olan Sovyetler Birliği’yle ters düşmesine neden olacak durumlarda Türkiye’nin
anlaşma koşullarından geri durmasını olanak sağlıyordu. Anlaşmanın doğrudan
savaşa girmeyi zorunlu kılmaması ve yardımlaşma ilkesi üzerine kurulu olması,
savaş boyunca Türkiye-İngiltere ilişkilerinde belirleyici oldu.
İngilizler,
üçlü anlaşmayı Türkleri kendi yanlarında savaşa çekmek için bir araç olarak
görürken, Türkler de kendi yararlarına yorumlanabilecek maddeleri ve
protokolleri kullanarak İngiltere’nin desteğini, savaşa girmek gibi büyük bir
bedel ödemeden sağlamak düşüncesindeydi.
Türk dış
siyaseti bakımından bu anlaşmanın tamamlayıcısı ilginç bir biçimde Türkiye’nin yaptığı
bir başka anlaşma olmayacak, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında yapılan bir
dostluk anlaşması olacaktı.
1939’da Türkiye’de
önceki 15 yıldan başka bir yönetim vardı. Bunu andıran bir değişim de Sovyetler
Birliğinde yaşandı ve dışişleri bakanı değişti. Aynı dönemde İnönü yönetimi de Mustafa
Kemal’in değişmez dışişleri bakanı Tevfik
Rüştü Aras’ı görevden almıştı. Her iki ülkenin dışişlerinde gerçekleşen bu
dönüşüm, Sovyet Rusya ve Türkiye arasında, Mustafa Kemal dönemine göre çok sert
bir soğuma sayılacak bir uzaklaşma dönemine yol açtı. Yeni Sovyet Dışişleri
Bakanı Molotov, dış ilişkilerde Nazilerle işbirliği çizgisine daha yakındı ve
1939 yılında Nazilerle Sovyetler arasında bir dostluk anlaşması imzalandı.
Türkiye,
savaşın ilk dönemlerinde işte 1939 tarihli bu iki anlaşmayı terazinin iki
kefesine yerleştirecek ve dengeyi buna göre sağlayacaktı. Evet, İngiltere ve Fransa
saldırıya uğramıştı ve Türkiye’nin onlara yardım etmesi gerekiyordu. Edecekti
de... Ancak bu yardımın sınırları Nazilerle saldırmazlık anlaşması imzalamış Sovyetler’i
Türkiye’ye karşı kışkırtacak bir boyuta ulaşmamalıydı.
***TÜRKİYE’NİN GÜCÜ VEYA GÜÇSÜZLÜĞÜ***
Yeni
kurulmuş ve yaşamının büyük bölümünü yoksullukla savaşarak geçirmiş Türkiye Cumhuriyeti,
kendi içinde bir kalkınma mucizesi yaratmıştı. Ancak bu mucizenin ekonomik
anlamda emperyalist Avrupa Devletleriyle doğrudan baş edebilecek bir güç
yaratması düşük bir olasılıktı. Türkiye’nin dış ticaret hacmi, büyük oranda
savaşan devletlere yaptığı ihracatı dayalıydı. Savaşın başından sonuna değin
bir saldırı olasılığı karşısında hazır bulundurulan yüksek sayılı bir ordu,
zaman geçtikçe bütçenin %80’ini
kullanmak zorunda kalacak ve bu durumdan dolayı Türkiye yoksullaşacaktı. Bu
yüzden savaş sırasında tarafsızlığına karşın Türkiye’nin omuzlarına ekonomik
olarak büyük bir yük binecekti.
Türk ordusu
da İngiliz ve Nazi ordularına göre teknik anlamda geri kalmıştı. Türk ordusunun
savaş gücü yüksekti ve askerin eğitimi nitelikliydi. Ancak konu mekanize güce
geldiği zaman Türkiye’nin caydırıcı tank tümenleri ve bir hava gücünün
bulunmadığı ortadaydı. Türkiye işte bu durumu kendi lehine çevirecek ve yaptığı
tüm dostluk ve ortak savunma anlaşmalarına karşın ‘’savaşa girmek için yeterli
gücü bulunmadığını’’ savaşan tüm devletlerle gerçekleştirdiği
görüşmelerde öne sürecekti.
Savaş
boyunca müttefiklerin, yani İngiltere, Rusya ve ABD’nin Türkiye’den beklentisi,
Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya karşısında savaşa girmesi olacaktı. Nazilerin
beklentileriyse döneme ve savaşın gidişine göre değişti.
***FAŞİZM KARŞISINDA TÜRKİYE'NİN TUTUMU***
Türkiye’nin Nazilerle
ilişkilerini mercek altına aldığımız zaman bakacağımız ilk yer Türkiye-Nasyonal Sosyalizm ilişkisi
değil, Türkiye-Faşizm ilişkisidir. 1922’de
Mussolini’nin Roma yürüyüşüyle İtalya’da yönetimi ele geçirmesi, o dönemde
kendi bağımsızlık savaşıyla ilgilenmekte olan Türkiye’de olağandışı bir yankı
yapmadı. Ama Nazizm’le hemen hemen aynı ilkelere dayanan faşizm de Birinci
Dünya Savaşı’ndan beklentileri karşılanmamış bir İtalya’nın bölgede emperyalist
amaçlarının uygulayıcısı olacağı açıktı.
Özellikle Anadolu’da
istediğini alamayan ve beklediği büyük ödülü Yunanistan’a kaptıran İtalya,
1920’lerde Akdeniz’e yayılma düşünce ve beklentisi duyuruyor, Akdeniz’e ‘’Mare Nostrum’’, yani ‘’Bizim Denizimiz’’ diyordu. Bu, Mustafa
Kemal önderliğindeki genç cumhuriyette tepkiye neden oldu ve Türkiye-İtalya ilişkileri
olası bir askeri çatışmanın gölgesi altında yürütüldü. Mustafa Kemal Atatürk’te
bilinenin aksine yaklaşan yeni bir Dünya savaşına işaret ederken büyük oranda İtalyan
yayılmacılığından söz ediyordu. Dolayısıyla bu dönemde Türkiye, kendini İtalya
ile her an savaşacakmış gibi hazırlığını sürdürmekteydi.
1922’de İtalya’yı
ele geçiren faşizm ve 1933’te Almanya’yı ele geçiren Nazizm, doğal birer
müttefik olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla ileride yaşanacak savaşta da
mihver bloğu olarak birlikte yer hareket edeceklerdi. Türkiye de uluslararası
alanda, özellikle Akdeniz’in güvenliği bağlamında, bu bloğa karşı kendini
güvenceye almaya yönelik hamleler yaptı. 1933’te imzalanan ‘’Saldırganın Tanımına İlişkin Londra
Anlaşması’’, Tevfik Rüştü Aras’a
göre, İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizm’ine bir tepkiydi.
Atatürk Türkiye’si,
tüm Dünyayla barışçıl anlaşmalar kurmayı ilke edinmişti. Ancak kendine özgü bir
bölgesel savunma sistemi de geliştirmiş bulunuyordu. Bunun için batıda Balkan Antantı, doğuda Sadabad Paktı, kuzeyde Sovyetler’le iyi
ilişkiler 1930’ların temel dış politika hareketlerine örnek olarak
gösterilebilir.
Bu dış
siyasi hamlelere, 1936’da İngiltere’yle yapılan Akdeniz Paktı’nı da eklemek gerekir. Bu pakt yalın bir savunma
anlaşmasıydı ve İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesi üzerine caydırıcı bir
diplomatik girişimdi.
Tüm bunlar
göz önüne alındığında, Türkiye’nin kendini yaklaşan savaşa hazırlamakla
kalmadığı, Nazi yayılmasına da Faşist İtalya’nın Akdeniz üzerindeki egemenlik
savlarına da tepkili olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu tepki, Atatürk sonrası İnönü
yönetimine, İngiltere’ye yanaşma biçiminde aktarılacaktı.
***NAZİLERİN TÜRKİYE’YE YAKLAŞIMI***
Dünyayı
üstün, aşağı ve insanlık dışı ırklar olarak bölümlere ayıran Nazi düşüncesi, Yahudiler,
Slavlar ve Polonyalılar gibi toplulukların ya aşağılık ırklar olduğunu, ya da
altinsanlar olduğunu öne sürüyordu. Bu sınıflandırmaya göre Türkler aşağılık
ırklar arasında sayılmıyordu ve Hitler, savaşta Türklerin kendi yanında yer
almasını istemekteydi. Ancak hem Türkiye’nin Nazizm’e Atatürk’ten kalan kuşkulu
bakışı, hem de İnönü yönetiminin 1939 tarihli İngiliz-Fransız-Türk üçlü
anlaşması, Almanya’nın beklentilerini güncellemesine yol açtı.
Bu
beklentiye göre, Türkiye en azından savaşın ilk döneminde tarafsız tutulmalıydı
ve İngiltere ile Fransa yanına geçmesi önlenmeliydi. Bunun için Türkiye’ye yeni
bir büyükelçi atandı. Bu büyükelçi, Hitler’den önce şansölyelik yapmış olan Franz Von Papen’di. Von Papen,
ilginçtir ki, Nazi Partisi üyesi değildi, ancak tanınmış bir devlet adamı ve
önemli bir diplomattı. Adolf Hitler’le çoğu zaman karşıt görüşteydi. Buna,
savaşın Almanya’nın yararına olmadığı gibi çok temel bir konu da girmekteydi.
Savaş çıktığında Von Papen,
“Almanya bu savaşı kazanamaz ve zavallı
memleketimizden geriye sadece yıkıntılar kalacak!” diyecekti. (bkz. Alman Büyükelçi Franz Von Papen’in
Anıları)
Büyükelçi Von
Papen’le Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun görüşmelerinden birinde Menemencioğlu,
Almanya’yı bir kargaşa ve sorun kaynağı olarak niteleyecek, Von Papen ise buna
karşı çıkmaksızın, ‘’görevinin barışı korumak olduğunu’’
belirtecekti.
Kuşkusuz bu
durumu Von Papen’in Türk yanlılığına yormak olanaksızdır ve deneyimli
büyükelçi, yeri geldiğinde Türkiye’nin savaşa sokulması için de çalışacaktır.
Ancak özellikle ilk dönemdeki ilişkiler, Von Papen’in kişiliğiyle yakından
ilişkilidir.
***TÜRKİYE’NİN İŞGAL EDİLMESİ DÜŞÜNCELERİ***
Savaşın
çeşitli aşamalarında Naziler, Türkiye’yi işgal etmeyi akıllarından geçirdiler.
Bu, düşünceler özellikle Nazi-Türkiye ilişkilerinin üç temel evresinde önemli
rol oynadı.
Türkiye’nin
uluslararası alanda büyük devletler ölçüsünde güçlü olmadığı yönündeki genel
kanıya karşın, bir de tarihsel birikim ve gözle görülebilir bir gerçek vardı. Evet,
Türk Ordusu çağdaş ölçütlere uymuyordu. Ancak bu ordunun ulusal onuru ve savaş
gücü yüksekti. Bu ordu sayesinde ‘’üzerinde
güneş batmayan’’ İngiliz sömürge imparatorluğunu yenilgiye uğratılmış ve
ülke özgürlüğünü kazanalı henüz 20 yıl olmamıştı.
Hitler, 13 Aralık 1940’ta,
“Türklerin
birkaç Alman Zırhlı Tümeniyle nasıl başa çıkacaklarını görmek isterim... Bir
yan bakışın İstanbul’u kaybetmelerine yeteceğini çok iyi biliyorlar.”
Demişti.
Ancak
sorunun İstanbul’u ele geçirmek olmadığını herkes biliyordu. Sorun Türkiye’yi işgal
etmek değildi, sorun, bunu yaptıktan sonra, başka hamleler için güç bulup
bulamamak ve eninde sonunda Türkiye’yi elde tutup tutamamak sorunuydu.
Büyükelçi Von
Papen yalnız deneyimli bir diplomat değildi, asker kökenli bir adamdı ve Birinci
Dünya Savaşı’nda Anadolu’da bulunmuştu. İşgalci bir ordunun Toroslar’ı aşmada
karşılaşacağı güçlüklerin, Anadolu’da ordu beslemenin olanaksızlığının ve en
önemlisi, Türklerin savunma savaşında ne ölçüde dirençli olduğunun farkındaydı.
Olası bir işgal başarılı olsa bile, bedelinin oldukça yüksek olacağını
biliyordu ve bu durumu devlet erkanına raporlamıştı. Bir de Çanakkale konusu
vardı ki, 1915 yenilgisinin tadı hala İngilizlerin damağındayken Türkiye’nin caydırıcılığını
artırıyordu. Von Papen, ‘‘Türklerin kanının son damlasına değin Çanakkale’yi
savunacağını’’ görüşüyle Nazi hükümetine raporlamıştı.
Özetle Türkiye,
diplomatik değerlendirmelere göre askeri
ve ekonomik gücü düşük, ancak coğrafi
önemi yüksek; işgal edilebilirliği
düşük, ancak desteğinin alınması önemli bir ülkeydi. Bu değerlendirme neticesinde Nazilerin neden Türkiye’yi
işgal etmediğinin cevabını kısmen vermiş oluyoruz. Ancak Naziler de orantısız
özgüvenleri kapsamında Türkiye’yi işgal etmeyi birkaç kez düşünmedi değil.
Nazilerin Balkanları işgal ettiği dönemde Türkiye’nin işgal edilmesi olasılığı ağırlık
kazanmıştır. Türkiye’nin işgali, savaşın ilk döneminden sonra bir kez daha
gündeme gelecekti. Ancak özellikle 1941 sonrasında Nazi orduları Rusya’ya saldırıp
Rus steplerinde saplanıp kaldıktan sonra bu olasılık büyük oranda masadan
kalkacak, diplomasinin önem ve ağırlığı artacaktı. Dolayısıyla Nazilerin
Balkanları işgali sırasında Türkiye ile ilgili planlarını değerlendirmek ve
anlamakta fayda var.
***BALKANLAR’DA NAZİ İLERLEYİŞİ***
Türkiye,
savaş boyunca sürdürdüğü denge oyunu sırasında hem müttefikler hem de miğfer
devletleri için sürekli önemli bir ülkeydi. Türkiye, Nazilere yönelik kuşkulu
ve kaygılı bakışına karşın, ikili ilişkileri hem siyasi hem de ekonomik
alanlarda sıcak tutmaya çalıştı. Buna ek olarak, Nazi yayılması üç ayrı dönemde
özel önem kazandı ve Nazi-Türkiye ilişkileri bu dönemlere göre değişiklikler
gösterdi. Bunların ilki, 1940-1941 döneminde Balkanlar’da gerçekleşen Nazi ilerleyişi
sırasında Türkiye’nin savaşa girmemesine yönelik girişimler kapsamında
değerlendirilebilir.
Türkiye’nin
1934’te Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde imzaladığı ‘’Balkan Antantı’’, imzacı Balkan Devletlerinin olası bir saldırı
durumunda ortak savunmasını amaçlamaktaydı. Bu, Mustafa Kemal’in dış
siyasetinin üç önemli sacayağından biriydi.
İkinci Dünya
Savaşı sırasında Türkiye savaşa ne olursa olsun girmemek kararlılığı
göstermekteydi ve bir yandan işgale karşı savunmada kullanılacak devasa bir
ordu beslerken, öte yandan savaşa girmesini gerektirecek tüm uluslararası
anlaşmaların ve ittifak girişimlerinin ‘‘yeterli
askeri gücünün olmadığı’’ gibi türlü bahanelerle kendini geri çekmekteydi.
Savaşın ilk
aşamasında Naziler Kıta Avrupa’sını denetim altına almıştı, ancak istemedikleri
ve hazırlıklı olmadıkları yeni cephelerin kendi istekleri dışında açılmasından
çekiniyorlardı. Bunun için Balkan Devletleri birer birer işgal edilirken Türkiye’yi
yatıştırmaya, Türklere çatışmaya girme nedeni vermemeye uğraştılar. Bunu
yapmadıklarında da Türkiye’nin tarafsız kalma isteğinin sarsılmazlığına
güveneceklerdi.
Hitler, bir
yandan Türkiye’nin ilk yan bakışında İstanbul’u kaybedeceğini belirtirken, öte
yandan Mussolini’ye Balkanlar’daki işgallerin ölçülü ve kışkırtıcılıktan uzak
olması gerektiğini bildirecekti.
Bulgaristan
işgal edildiğinde, Naziler, Türklere sınıra ‘’50 km kala durulacağını’’ bildirdi ve bu, Türkiye’yi yatıştırdı.
Yatışan yalnızca Türkiye değildi, Almanlar da Türklerle çatışmak için birlik
ayırmak zorunda kalmayacakları için oldukça hoşnuttular.
Türkiye, Balkanlar’daki
Nazi-Faşist işgalleri karşısında kaygılı bir bekleyiş içindeydi. Bu dönemde
Türkiye, Balkan Antantı’nı ‘‘kendi toprak bütünlüğü tehlikeye girince
uygulanacak bir anlaşma’’ olarak yeniden yorumladı. Öyle ki, İtalya,
Balkan Antantı’nın varlığını bilmesine karşın şunu söyleyebilecekti:
“Yunanistan yalnızdır.
Türkler, Yunanları savunmayacaktır. Yunanistan’a saldırılabilir.” (Bkz. Denge
Oyunu)
Balkan Antantı’ndan
açık bir geri adım da Yugoslavya’nın işgali sonucunda atıldı. Antantın 3.
Protokolüne göre Naziler Yugoslavya’yı işgal ettiğinde Türkiye’nin savaşa
girmesi gerekmekteydi. Ancak bu işgal gerçekleştiğinde Türkiye tarafsız kalmayı
sürdürdü ve kendi toprak bütünlüğünün sakınca altında bulunmadığını bildirerek
savaşa girmedi.
Doğu Avrupa ilerleyişi
sırasında Türkiye’nin savaşa girmemeye, Nazilerin de Türkiye’yi işgale karar
vermemeye yönelik tutumları, Türkiye’nin savaştan kaçınması ile birlikte Nazilerin
de Avrasya için ayırdığı güçlerini bölmeme isteğinden ileri gelmekteydi.
***NAZİ-İNGİLİZ SAVAŞINDA (THE BLİTZ)
TÜRKİYE’NİN TUTUMU***
Fransa’nın
işgalinden sonra İngiltere’yle Almanya arasındaki hava savaşlarının (The Blitz) İngiltere’yi savaş dışı
bırakmaya yetmemesi sonucunda, Naziler İngiltere’yi vurmak için başka stratejiler
geliştirmek durumunda kaldı. Bu yeni stratejiye göre, Süveyş ele geçirilmeliydi
ve İngiltere’nin sömürgeleriyle bağlantısı kesilmeliydi. Elbette bu sırada Süveyş
kanalı ile birlikte İran petrolleri de ele geçirilecekti.
Planlanan bu
harekat ise iki yoldan yapılabilirdi. Ya Afrika’da verilecek bir savaşla Süveyş’e
yürünecekti, ya da Türkiye işgal edilecek ve Anadolu üzerinden Ortadoğu’ya inilecekti.
Bir diğer seçenek Türkiye ile anlaşıp askeri geçiş hakkı alınmasıydı, ancak Türklerin
buna izin vermeyeceği biliniyordu.
Yıl,
1941’di. Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, “Türklerin, Almanya isterse Türkiye’yi birkaç haftada haritadan
silebileceği konusunda hiçbir kuşkusu kalmamalı.” Diyordu.
Ancak General
Jodl ve Hitler aynı fikirde değildi. Von Papen’in de uyardığı gibi, Türklerin
küçümsenemeyecek bir direnişi olacaktı. Üstelik 1941’de işler değişmişti.
Artık Avrupa içinde Nazilere direnebilecek biri kalmamıştı. Sovyetlerle iki
yıllık işbirliği, İngiltere’ye karşı savaşta kullanılmaktaydı. Toplama
kamplarında üretim çok yüksekti. Artık, Adolf Hitler, 1924’te yazdığı kavgam
adlı yapıtta dile getirdiklerini yaşama geçirebilecek güçte ve olanaktaydı.
Bunlardan biri Yahudilerin sistemli olarak soykırıma uğratılması, öbürü ise Lebensraum düşüncesinin yaşama
geçirilebilmesi için, Rusya’nın işgaliydi.
Görüldü ki
eğer Türkiye’ye bir askeri güç ayrılacaksa, Rusya’nın işgal edilmesi için
gereken güçten ödün vermek gerekecekti. Bunun yerine Afrika’da savaşmak uygun
görüldü ve ‘’Çöl Tilkisi’’ lakaplı efsanevi
Nazi generali Erwin Rommel’a
Süveyş’i alma emri verildi. Aslında bu emirden önce İtalyan kuvvetleri Afrika
çöllerinde İngilizlere karşı işgal girişiminde bulunmuştu. Ancak İtalyanlar,
İngilizler karşısında ciddi şekilde hezimete uğramıştı. Erwin Rommel, işte bu
başarısızlığı telafi etmek ve Nazi planlarını başarıya ulaştırmak için Kuzey
Afrika görevine gönderildi.
Dolayısıyla Türkiye,
Nazi işgal tasarılarında öne çıktığı ikinci aşamada da ciddi bir sorun
yaşamadan kurtuldu.
Rommell ise Afrika’da
İngilizleri önce ağır yenilgilere uğratacak, Ancak İngiliz güçlerini tümüyle
yok etmeyi başaramadığı ve kaynakları tükendiği için Nazilerin Süveyş işgalini gerçekleştiremeyecekti.
***TÜRKİYE’NİN SAVAŞAN ÜLKELERLE EKONOMİK
MÜNASEBETLERİ***
Türkiye, Nazilerin
dünya egemenliği tasarılarında yalnızca coğrafi ve askeri önemiyle öne
çıkmıyordu. Türkiye’de üretilen ve silah yapımında kullanılan kromun birinci
alıcısı Almanya’ydı ve bu alışveriş hem Alman savaş sanayisinin hem de Türk dış
ticaretinde oransal olarak ciddi yer tutmaktaydı. Ayrıca İngiltere de Türkiye’nin
krom kaynaklarıyla ilgilenmekteydi ve Almanların Türkiye üzerinden krom’a
kolayca erişebilmesinden büyük rahatsızlık duymaktaydı.
Bu denklem, İngiltere
ve Türkiye arasındaki bir anlaşmayla bozuldu. Anlaşma, Türkiye’nin ürettiği
krom’un tümünü 1943 yılına dek İngiltere’ye satmasını öngörüyordu. Böylece Nazi
silah sanayisine bir darbe indirilmesi ve kaynağın İngiltere’ye akması
düşünülmüştü.
Almanların
krom için İngilizlere göre daha yüksek fiyat vermesi, Türklerin ticari anlamda
zarar etmesi anlamına geleceği için, anlaşma kapsamında İngilizlerin Türklerden
bir de kuruyemiş almasına karar verildi.
Ticaret iki
yıl boyunca bu anlaşma kapsamında devam edecek ve 1943’ten sonra krom bir kez
daha diplomatik ilişkilerde belirleyici rol oynayacaktı. Savaşın son
aşamalarına gelindiğinde İngilizlerin Türkleri savaşa sokma yönündeki baskıları
arttı. Türklerin de buna direnci eşit oranda arttı. Bundan ötürü İngiliz-Türk ilişkileri
durma noktasına geldiğinde Türkiye bir kez daha Almanya’ya krom satışını
artıracak ve bunu diplomatik düzlemde bir silah olarak kullanacaktı.
1941’de İkinci
Dünya Savaşı vites yükseltti. Nazi Almanyası, Adolf Hitler’in öngördüğü üzere Rusya’yı
işgal etmek üzere Barbarossa Harekatı’na
girişti. Savaşın en kanlı, en yıkıcı evresi böylece başladı. Türkiye de, bu
kapsamda, Nazilerle ilişkilerinde üçüncü aşamaya geçmiş oldu.
Balkanlar’daki
işgalin tamamlanması ve Süveyş’e Afrika üzerinden ilerlenmesinin
kararlaştırılması sonucunda Nazi-Türkiye ilişkileri görece dengeli bir niteliğe
büründü. Şimdi işgal tasarıları hemen hemen tümüyle rafa kaldırılmıştı. Artık Alman
ordusu tüm gücüyle Rusya’da savaşacaktı. Türkiye’yle işbirliği olasılıklarının
zorlanmasının zamanı gelmişti.
Coğrafi
gerçekler göz önüne alındığında, Doğu Avrupa üzerinden Rusya’ya saldıran bir
güç için Türkiye’nin paha biçilemez bir müttefik olacağı açıktır. Naziler de
bunun farkındaydı. Türkiye’yi yanlarına çekmek için 25 yıl önceki görüşlerine
geri döndüler: Türkiye’yi emperyalist Almanya’nın uydusu konumundaki bir ‘‘küçük emperyalist’’ devlet konumuna
getirmek.
Barbarossa
Harekatı’nın başlamasından birkaç gün önce Türkiye ve Almanya arasında bir
dostluk anlaşması imzalandı. Bir yandan tarafsızlık siyasetine oldukça uyumlu
olan bu hamle, öte yandan İngiltere için kaygı vericiydi. Çünkü Türkiye’nin
Naziler için önemi savaşın başka aşamalarında değişip başka anlamlar taşırken, İngilizler
için hiç değişmeyecekti ve Türkiye’nin İngilizlerin yanında savaşa girmesi, İngiltere’nin
Türkiye’den altı yıl boyunca değişmeyen beklentisi olmuştu.
İngiliz
büyükelçisi Hugessen, 1941’de “Türkiye,
Almanya yanlısı olsaydı halimiz ne olurdu?” demişti. Aynı yıl içinde
imzalanan Türk-Alman anlaşması, kısa süre içinde daha da yaşamsal bir önem
kazandı. Çünkü Alman-Rus savaşında Türkiye sonucu doğrudan etkileyebilecek rol
oynayabilirdi.
Alman Dışişleri
Bakanı Ribbentrop, Türklerin Kafkasya’da Nazilerin yanında savaşması için
uğraşılması gerektiğini öne sürüyordu. Tıpkı Birinci Dünya Savaşında olduğu
gibi birleşik bir Türk dünyası düşüncesi Türkiye’ye satılabilirse, Rusya’nın paylaşımında
Türkiye’nin de yararlanacağı bir şeylerin bulunduğu noktasında inandırıcı
olunabilirse, Rusya’yı yalnızca birkaç cephede vurmak değil, Kafkas petrollerini
ele geçirerek kaynaksız bırakmak da olanaklı olabilirdi.
Türkiye,
savaşın başlarında kesin bir duruş göstermemiş ve denge siyaseti gütmüştü.
Hatta eski ittihatçılardan bir kısmının Almanya ile yarı resmi ilişki kurmasına
göz yumulmuştu. Almanya bu görüşmeler neticesinde, umutlanmıştı. Ribbentrop
bile, “Türkiye’nin bir süredir yatışmış
görünen emperyalist eğilimlerini canlandırmalıyız." diyordu.
Balkanlar’ın
işgal edilmesi sırasında savaşa girmeyen, bunun için imzalamış olduğu
anlaşmalara yüz çeviren İnönü yönetiminin Rusya’ya karşı savaşa girmesini
beklemek, herhalde Türkiye’den habersiz olmak demekti. İnönü’nün 1941’de İngilizlere
söylediği şu sözler, yalnız Türkleri Turancılıkla kandırmaya çalışan Almanlara bir
yanıt oluşturmuyor, aynı zamanda Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki tüm dış
siyasetini özetliyordu:
“Ben
Enver paşa değilim. Beni savaşa sürükleyemezler.”
Nazilerin Rusya
saldırısı 1941’in yaz aylarında bitmeliydi. Ancak İngiltere’de hava savaşı
nasıl bir düş kırıklığı olduysa, Barbarossa Harekatı Almanlar için daha da
büyük bir düş kırıklığı oldu. Nazi ordusu Rusya’dan 1943’e dek çıkamayacak,
1942’de kalkıştığı ikinci büyük saldırı Rusya’nın Stalingrad şehrinde
düğümlenecek ve buradaki Alman yenilgisi, savaşın gidişini değiştirecekti.
Yukarıdaki
gelişmeler yalnızca savaşın değil, Türk-Nazi ilişkilerinin de gidişi değişti.
Rusya’daki savaş süresince göz yumulan Turancı akım, savaşın Nazilere aleyhine
dönmesiyle gözden düştü ve cezalandırıldı.
1943
sonrası, Almanlar için uçurumdan aşağı yuvarlanmaktan farksızdı. Japonların
saldırısıyla savaşa girmiş olan ABD, İngiltere ve Rusya’yla birlikte Avrupa’da
Nazi karşıtı bir işgal başlamıştı. Normandiya’ya yapılan çıkartma sonrasında Naziler
Avrupa’da yenilgi üstüne yenilgi aldılar, batılı güçler bir yandan, Ruslar diğer
yandan Nazi ordusunu erite erite ve yok ederek Berlin’e ilerledi.
****NAZİLERLE İLİŞKİLERİN SONU***
Savaşın
açıkça Nazilerin yenilgisi yönünde gelişmesi, Türkiye’nin savaşa girmesi
tartışmalarını dindirmek yerine alevlendirdi. İngilizler, Nazilerin
Balkanlar’dan kalıcı olarak atılması süresince Türklerin de yardımını
istiyordu. Türklerin yaman bir pazarlıkla savaştan kaçınması, ABD ve İngiltere bloğunu
öfkelendirmiş ve ilişkileri durma noktasına getirdi.
Türkiye,
seçeneksiz olmadığını göstermek için, Nazilere krom satışını artırdı. Ancak
durumlar değişmişti. Şimdi, 1939’dan beri ilişkilerin kötü olduğu ve Türkiye üzerinde
yayılmacı düşünceleri olduğuna inanılan Sovyetler Birliği, Avrupa’nın en büyük
gücü olarak Nazi ordusunu Berlin’e dek kovalamaktaydı. Türklerin, belirecek Rus
tehdidine karşı güvenceye gereksinimi vardı. İnönü yönetimi, Ruslara karşı
kendilerini koruyacak gücün İngilizler olacağına inanmaktaydı.
İngiliz
büyükelçisi Hugessen, 1944’te,
“Menemencioğlu savaşın bitiminde İngiltere ve
Sovyetler'in birbirine düşeceğini varsayıyor. Rusya'nın karşısında Türkiye'nin bizim
için vazgeçilmez bir müttefik olacağına güveniyor.” Diyecekti.
Bu yeni
koşullara uyarlanmak için Türkiye, 2 Ağustos
1944’te Nazi Almanya’sı ile diplomatik ilişkilerini sonlandırdı. Savaşın tartışılmaz
olarak müttefikler yararına dönmesi Türkiye’nin ünlü ‘‘tarafsızlık’’ söylemini gereksiz kılmaya başlamıştı.
Avrupa’da Nazi
egemenliğine son verilmesi ve artık güç dengelerinin ABD-Rusya biçiminde
yeniden kurulması, Türkiye’yi konumunu yeniden düşünmeye itti. Rusya’yla
1939’dan beri bozulan ilişkilere ve Stalin’in Türkiye’ye karşı olumsuz,
yayılmacı tavırları göz önüne alınırsa, Türkiye’nin ABD ve İngiltere karşısında
yakınlaşabileceği bir ikinci seçenek kalmayacaktı. Bu nedenle hem Rusya’yla,
hem de özellikle ABD ve İngiltere’yle iyi ilişkilerin kesin olarak kurulması
için, Türkiye, savaş sonrası dünyada yer alabilmek ve Birleşmiş Milletler
Konferansı’na katılabilmek amacıyla 23
şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş açtı.
***SONUÇ***
İkinci Dünya
Savaşı, yarım kalmış emperyalist paylaşımın, ırkçı ve yayılmacı bir devlet olan
Nazi Almanyası’nın yayılmacı politikası ile başladı. Daha sonra Sovyet Birliği
ve ABD’nin önce Avrupa, sonra da dünya üzerinde bir paylaşım savaşına
tutuşmasıyla sonuçlandı.
Savaş
boyunca Nazi-Türkiye ilişkilerinin temel öğesi Türklerin müttefik cephesine Almanların
‘‘uygun gördüğünden’’ çok
yanaştırılmaması için verilen kesintisiz uğraş oldu. Türkiye’nin tüm tarafsızlık
politikasına karşın 1939 Türk-İngiliz-Fransız anlaşmasından tutun ‘’1941 krom anlaşmasına’’ değin tüm
keskin dönemeçlerde İngiltere’ye daha çok münasebete girdiği rahatlıkla
söylenebilir.
Bu
kesintisiz uğraşın yanı sıra Türkiye, Nazi Almanya’sının üç ayrı cephesinde
özel önem kazandı. Balkanlar’daki ilerleme sırasında uluslararası anlaşmaları
dolayısıyla Türkiye’nin de savaşa girmesi gerekirdi ve Nazilerin savaş stratejileri
hazırdı bile. Bundan kaçınılmasının ardından, Süveyş’e yönelik saldırıda Türkiye’den
asker geçirilmesi düşünüldü ve bunun için yeniden Türkiye’nin işgal edilmesi
masaya yatırıldı. Bu risklere karşın Nazi-Türk ilişkilerinin bir tür denge
içinde yürütüldüğünü söylemek gerekir. Rusya’ya saldırılırken Türkiye’nin desteğine
başvurmak için Türklere Kafkasya’nın önerilmesi de, ilişkilerin üçüncü
evresiydi. Buradaki Alman yenilgisinin ardından, Akdeniz’deki deniz
savaşlarında kısa bir evre dışında, Nazi-Türkiye ilişkileri önce yavaş, sonra
hızlı bir biçimde bozuldu ve kesildi.
Elbette
savaş süresince ilişkilerin nasıl yürütülmüş olduğu, bir devrim ülkesi olan Türkiye’yle
Nazi düşüncesinin her yeri kapladığı Almanya arasındaki ilişkileri anlamakta
görece küçük bir alan kaplamaktadır. Ancak denebilir ki Nazi-Türkiye ilişkilerinin
en önemli sonucu, Türkiye’nin bir korku duygusu içinde İngiltere-ABD bloğuna
itilmesi olmuştur. Çünkü Nazilerin Türkiye emelleri ve beklentileri, Türkiye’yi
kalıcı bir kaygı durumunda tutmuş, savaşa ve işgale sürekli hazır bulunma
zorunluluğu, bağımsız bir devleti dış güçler arasında denge kurmak zorunda
kalan bir duruma getirmiştir. Bu kalıcı kaygı, Nazilerin tarih sahnesinden
silinmesinin ve uluslararası çekişmenin ABD ile Rusya arasında dünya çapında ‘’soğuk’’ bir çatışmaya yol açmasının
ardından, Türkiye’nin kurtulamadığı bir alışkanlığı olmuş ve Türkiye uzun süre
kendini koruyacak dış güçler aramıştır. Dolayısıyla Sovyetler Birliğinin
yayılmacı düşüncesi ve politikası Türkiye’yi batılı müttefiklerin eksenine
sokmuş; bunun neticesinde de Türkiye’nin emperyalizmle ilişkileri de gün
geçtikçe önemini yitirmek yerine çoğalmıştır. Bu itibarla; İkinci Dünya
Savaşı sırasında girilen dış siyaset rotası 80 yıldır değişmiş değildir. Bu
anlamda Türkiye’nin o dönemde kurmuş olduğu ilişkiler daha iyi kavranmalıdır. Çünkü
o dönemde kurulan ilişkiler günümüzde güncelliğini korumaktadır. Dolayısıyla şu
günlerde eksen sapmasından bahsederken 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin
izlediği dış politikayı iyi irdelemek gerekiyor.
0 Yorumlar