Türk Tarihinden İlginç Anekdotlar (VOL-1)
Dünya tarihinde olduğu gibi Türk tarihi de kendi içinde
birçok hikayeler barındırır. Bu hikâyeler kimi zaman hüzün ve yenilgiler ile
yazılmışken kimi zaman sevinç ve zaferlerle yazılmıştır. Bazen tarihi ağdalı ve
ağır sözlerle anlatmak insanlara sıkıcı gelebiliyor. Bu kez biraz daha değişik
bir dil kullanarak, yeri geldiğinde argo kullanmaktan dahi çekinmeden bana göre
değişik bir yazım stiliyle metinleri oluşturmaya çalıştım. Burada kimi
ifadelere katılabilirsiniz veya katılmayabilirsiniz. Bu siz saygıdeğer
okuyucuların insiyatifinde olan bir durum.
Aşağıda paylaşacağım iki hikaye ve başlıktan anlayacağınız
üzere bu bir yazı serisinin başlangıcı olacak. Dolayısıyla hikayelerimiz kısa
ve sonunda bir özeleştiri barındırıyor. Başlıktan anlaşılacağı üzere ismi üzerinde bunlar birer anektod. Yani kısa hikayeler.
Herkese iyi okumalar
Herkese iyi okumalar
Orta Asya'daki eski Türklerin dilinde "sarp dağ yamacı" anlamına gelen Ergenekon'la
ilgili destanı bilmeyen yoktur. Türklerin yeniden doğuşunu ve çoğalarak Orta
Asya'ya egemen oluşlarını anlatan bu efsanenin adı aynı zamanda Soğuk Savaş
döneminde NATO ülkelerinde kurulan gizli antikomünist örgütün, Kontrgerillanın
Türkiye'deki kolunun adı olarak da gündeme gelmiştir, ama şu anda konumuz bu
değil.
Ele alacağımız konu, günümüzden yaklaşık üç bin yıl önce
demirden bir dağı eriterek yurt edindikleri Ergenekon'dan çıktığı söylenen
Türklerin daha sonra yurt edindikleri Anadolu'da bir dağ ile bir türlü başa
çıkamamaları...
Ergenekon Destanı'nın değişik biçimleri var ama en yaygın
olan anlatıma göre, Aral Gölü civarında olduğu varsayılan demir dağın eritilme
efsanesi şöyle gelişiyor:
Hunların Büyük İmparatoru Oğuz Han'ın ölümünden sonra
Türklere sırasıyla Gök Han, Ay Han, Yıldız Han, Deniz Han ve
İl Han başbuğ olur. İl Han'ın
döneminde tüm Türk bölgeleri egemenliğine girince, bunu kıskanan yabancı
kavimler, özellikle Tatarlar birleşip İl Han'a saldırırlar ve çarpışma sonunda
Türkleri kılıçtan geçirirler.
İl Han'ın oğlu Kayı
ve yeğeni dokuz oğuz eşleri ve
çocuklarıyla birlikte esir edilir. Daha sonra tatarların elinden kurtularak
eski yurtlarına geri dönerler. Burada dağınık ve ürkmüş bir halde birçok at ve
besi hayvanı bulurlar. Bunları da yanlarına alıp kendilerine güvenli bir yurt
ararlar. Bir kurdun ayak izlerinin peşinden giderek çıkış yolu görünmeyen
sarp dağların arasında yemyeşil, çok güzel bir yer bulurlar ve Ergenekon adını
vererek buraya yerleşirler. Bu iki ailenin çocukları birbirleriyle
evlenerek çoğalırlar.
Mutlu-mesut yaşadıkları yılların ardından çoğalarak artık
Ergenekon'a sığamaz olurlar. Sonunda 400
yıl kaldıkları bu yurttan çıkmaya karar verirler ama çıkış yolunu
bulamazlar. Nasıl onları oraya bir kurt getirmişse yine bir kurdun sayesinde
çıkış yolunu bulacaklardır. Nitekim koyunlara saldıran bir kurdun izlerini
takip ederek bir mağaraya ulaşırlar. Mağaranın dibinde küçük bir delik vardır
ve kurt oradan çıkmıştır. Bu deliği büyütmek isterler ama mağaranın
bulunduğu dağ demirdendir. Bir demirci ancak dağın ateşe verilmesiyle yolun
açılabileceğini söyler. Bunun üzerine kurultay toplanır ve dağın eritilmesine
karar verir. Dağın çevresine odun ve kömür yığarak yetmiş büyük körükle
dağın tutuşmasını sağlarlar. Böylece dağ erir ve Türkler de Ergenekon'dan
çıkarlar.
Daha sonra aradan yüzlerce yıl geçer ve Türkler Orta
Asya'dan yola çıkarak Anadolu'ya gelirler, yeni yurtları artık burasıdır. Gel
zaman, git zaman bu topraklar üzerinde çeşitli devletler kurarlar, kurdukları
devletler yıkılır, sonra yenisini kurarlar ve derken en sonunda Türkiye
Cumhuriyeti'ni kurarlar.
Artık bunun Türklerin son devleti olduğu ve sonsuza kadar
var olacağı söylenirken, bir yandan da Anadolu toprakları üzerinde çağdaş
uygarlık seviyesini yakalamak için bir uğraş verilmektedir. Çağdaş uygarlığın
egemen olduğu ülkelerde yük ve yolcu taşımacılığında ağırlık demiryolundadır ve
denizin olduğu ülkelerde ise tabii ki denizyolu da önem taşır.
Nitekim Anadolu da dört yanı denizlerle çevrili bir
yarımadadır ama Cumhuriyeti kurduklarında artık bin yıldır bu topraklarda
yaşayan Türkler arkalarını denize dönerek yaşamayı tercih ederler. Demiryolları
ise cumhuriyetin ilk yıllarında biraz gelişir, hatta marşlarda "Demir
ağlarla ördük anayurdu dört baştan" falan derler. ama sonraki dönemde gerçek hiç
de öyle değildir. Montaj otomotiv sanayii devreye girince, yerli ve yabancı
tekellerin çıkarları doğrultusunda demiryolları bir kenara bırakılır ve yurdun
dört bir yanı karayollarıyla örülmeye başlanır.
Çünkü yirminci yüzyılın sonlarına doğru Başbakan ve
Cumhurbaşkanı da olmuş bir "Türk büyüğü" Turgut Özal
demiştir ki;
"Demiryolu
komünistlere özgü, özgürlük imkanı tanımayan bir ulaşım ve nakliye sistemidir.
İstediğiniz yerde inip, binemezsiniz. Ama karayolu özgürlük demektir, nerede
isterseniz iner, binersiniz."
İşte böylece akıp giden yılların ardından Yirminci Yüzyılın
sonlarında karayolları yolcu taşımada yüzde
95, yük taşımada da yüzde 93
oranına ulaşmıştır. Bir yandan da cumhuriyetin ilk yıllarındaki "demir ağ heyecanı" gibi memleketi
"otoyol heyecanı" sarmış
ve yeni anayurdun dört bir yanı otoyollarla döşenmeye başlanmıştır.
Başlanmıştır başlanmasına ama işte bu noktada Türklerin karşısına bir dağ
çıkmıştır; bu dağ Bolu Dağıdır.
Bir zamanlar halk kahramanı eşkıyalara yataklık eden Bolu
Dağı Cumhuriyetin iki büyük kentinin, İstanbul ve Ankara'nın ortasında tüm
heybetiyle yükselir. Başta bu iki kent olmak üzere, İstanbul'u Anadolu'ya
bağlayan karayolunda seyreden araçlara etmediğini bırakmaz. Üç bin yıl önce
atalarının Ergenekon'dan çıkmak için demirden dağı eritmeleriyle övünen Türkler
Bolu Dağı karşısında yıllarca çaresiz kalırlar. En sonunda yapımına başlanan Anadolu Otoyolu ile bir tünel açarak bu
dağın hakkından gelmeye karar verirler. Edirne'den başlayan Anadolu Otoyolu
Bolu Dağı'nın eteklerine kadar gelir ama 6
kilometrelik iki viyadük ve 7
kilometrelik iki tünel bir türlü bitirilemez.
Yıllarca süren çalışmalar ve trilyonlarca harcamadan sonra
"bitti, bitecek" derken 12 Kasım 1999'da Düzce'de 7.2 büyüklüğünde bir deprem meydana gelince Türkler arasında
yeniden bir tartışma başlar; bu tüneli yapalım mı, yapmayalım mı? Vazgeçecek
olursak şimdiye kadar harcadığımız 400
milyon dolares ne olacak? Yapacaksak tam da fay hattının üzerine
kondurmuşuz, böyle hiç güvenli değil...
2000 yılında bir gazetede çıkan haberde şöyle yazmaktadır:
"Trilyonlar
tünelde kaldı. Uyarılara karşın fay üzerine inşa edilen bolu dağı geçidinin
güzergahı değiştiriliyor. Düzce depreminin ardından yapılan 'hasar yok' açıklamalarından yaklaşık 6
ay sonra Bolu Dağı Tüneli inşaatının durdurulması gündeme geldi. Bugüne kadar 433 milyon dolar harcanan Bolu
Tüneli'nin şimdiki güzergahın 2 kilometre sağa kaydırılması planlanıyor.
Karayolları genel müdürü, yeni bir tünel girişi oluşturmak istediklerini, bu
projenin de 107 milyon dolara mal
olacağını söyledi. Geçmişte harcanan miktarla birlikte Bolu Dağı Geçidinin
maliyeti en az 490 milyon dolara
yükselecek. Yeni tüneli yine Astaldi-Bayındır ortaklığı yapacak. Bolu
Tüneli'nin hiçbir zaman dikiş tutmayacağını belirten uzmanlar 'tünel yıkıldıkça firmalar para alıyor'
diyorlar."
Başka bir gazetede Karayolları Genel Müdürü'ne yanıt veren
Türk Müteahhitler Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Kadir Sever ise Bolu Dağı
Tüneli'ni bir mühendis olarak kendisinin yapmayacağını belirterek,
"Tünelin içinde
binlerce insan hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu kim olacak" diyor
ve şöyle devam ediyor:
"Bana sorsalardı, ben Bolu Dağı'nda Tünel
yapmazdım. Bolu Dağı Geçidi'nde pek çok heyelan olurdu. Bolu Dağı'nda trafiğin
en az olduğunda bile heyelan nedeni ile yol zaman zaman tıkanırdı. Heyelan hala
var. Bolu Dağı'na tünel yapılmaması gerektiğini yetkililere pek çok kez
söyledik. Ancak bir teki bile bizi dinlemeye cesaret edemedi. Çünkü yatırımlar
yapılmış, şimdiye kadar 400 milyon doların üzerinde para harcanmış. Çalışmalar
durdurulduğu zaman ‘’bu işi yapanlara
neden yanlış karar verdiniz’’ diye sorarlar. Bolu tüneli en son teknoloji
ile yapılması durumunda dahi risklidir. Tünelin içinde 300-400 araba varken bir
zelzele olması durumunda binlerce insan hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu
kim olacak merak ediyorum." (Kadir Sever'in ilgili açıklaması)
İşte böyle, Ergenekon efsanesini hatırladıkça utanç içinde
yüzleri kızaran Türkler neredeyse çeyrek yüzyıldır başa çıkamadıkları bu dağla
ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlar. Üstelik de 2000 yılında tünelin
yapımıyla ilgili Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nda Ergenekon Destanı'nı parti
programlarından bile daha fazla ciddiye alan bir parti vardı!
Ergenekon destanında dağı eriterek yol açan Türkler Bolu
Dağını delerek yol açmak için senelerce uğraşmış ve 2007 senesinde muradına
ermiştir.
Ya bu destanda bir tuhaflık var, ya da Anadolu'ya göç
ettikten sonra Türklere bir haller oldu!
ÖZETLE: TÜNEL AÇMAK DEMİR DAĞI ERİTMEKTEN ZORMUŞ...
Okuma yazma bilmek her zaman işe yaramayabilir, hatta
padişah bile olsa bazen insanın başını derde sokup, hayatına bile mal olabilir!
Nitekim okuma yazma bilen ilk Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'ın Timur'a yazdığı
hakaret mektupları nedeniyle canından olduğu tarihsel rivayetlerden biridir.
Yıldırım Bayezid ilklerin adamıdır; ilk okuma
yazma bilen padişah olmasının yanı sıra kardeşkanı döken, savaşta esir düşerek
can veren ve İstanbul'u kuşatan ilk Osmanlı padişahıdır.
Babası 1. Murad, Kosova'da haçlılara karşı kazandığı
zaferden sonra savaş meydanında hançerlenerek öldürülünce sadrazam Çandarlı Ali
Paşa'nın yardımıyla kardeşi Yakub Çelebi'yi
boğduran yıldırım 28 Ağustos 1389'da
padişahlığını ilan etti. Gerçekten de kısa sürede Rumeli'deki Osmanlı topraklarını
Macaristan'a kadar genişletti, Anadolu'daki beyliklerin de birçoğuna son
vererek egemenliğini Fırat'a kadar ulaştırdı. Böylece babasından devraldığı
toprakları üç misline çıkartırken Osmanlı'yı üçte ikisi Anadolu'da, üçte biri
de Rumeli'de büyük bir devlet haline getirdi.
1391'de İstanbul'u
ilk kez kuşatan yıldırım yedi ay süren kuşatmadan sonra Bizans imparatoru 2. Manuel'le bir anlaşma imzalayarak
onu haraca bağladı. Ayrıca İstanbul'da bir Müslüman Mahallesi kurulmasını, bu
mahalledeki bir kilisenin camiye çevrilmesini ve kadı bulunmasını da kabul
ettirdi.
2. Manuel |
Gerek Bizans'la yaptığı bu anlaşma, gerekse Rumeli'deki genişlemesi
sırasında yürüttüğü incelikli politikalar ve gerekse de 1394'de Kahire'deki Abbasi halifesinden "Kayzer-i Rum" unvanını almayı düşünmesi Yıldırım'ın diplomasinin
dilinden oldukça iyi anladığını göstermektedir. Ama yine de Timur'a karşı
dilini yeterince tutamamasının kurbanı oldu.
Başında bulunduğu devletin toprakları arasına sıkışmış bir
kent Devleti durumundaki İstanbul'u 1395'de
İkinci kez kuşatan Yıldırım, bir Haçlı Ordusu Bizans'a yardıma gelmek üzere
yola çıkınca kuşatmayı kaldırarak Rumeli'ye geçti ve 25 eylül 1396'da Niğbolu'da
büyük bir zafer kazandı. Zaferinin tadını çıkarmak ve yenilene eziyet etmek
için yıldırım korkunç bir yol bulmuştu; kellesi vurulmak üzere belirlenen
şövalyelerin içinden sadece ikisini kurtarma hakkı tanıdığı düşman ordusunun
komutanının önünden binlerce esire resmigeçit yaptıracaktı.
Ve seçilen iki kişi dışında diğerlerinin hepsinin başları
gövdelerinden ayrılacaktı. Yendiği ordunun komutanına böylesine korkunç bir
davranışı uygun görürken bir gün kendisinin de yenilebileceği, savaşta esir
düşebileceği herhalde aklına gelmemiş olsa gerek. Atalarımız boşuna dememiş
‘’gün döner, devran döner’’ diye. Oysa
en az kendisi kadar zalim olan başkaları da vardı...
Ardından tekrar Anadolu'ya geçen Yıldırım Doğuda Erzincan ve Malatya'ya kadar ilerleyince batıya doğru sefer yapmakta olan Timur'la
karşı karşıya gelmek zorunda kaldı.
Bu arada Yıldırım'ın topraklarını elinden aldığı Anadolu
Beyleri Timur'a sığınırken, Timur'un gazabına uğramış Karakoyunlu Yusuf Bey ve Celayir
Sultanı Ahmet’te Yıldırım'a sığınmıştı.
Sivas'a kadar gelip ardından Güneye inerek Suriye ve Bağdat'ı
fetheden Timur Anadolu Beyleri tarafından Osmanlılara karşı kışkırtılıyordu.
Aynı zamanda kendisini İlhanlıların varisi saydığı için Anadolu üzerinde hak
iddia ediyordu. Osmanlıların kendisine bağlanmasını ve ayrıca Yıldırım'a sığınan
Kara Yusuf ve Ahmet'in kendisine teslim edilmesini isteyen Timur'a Yıldırım hiç
aldırmayarak, bu taleplerin hepsini reddetti.
Rumeli ve Anadolu'da kazandığı zaferlerle başı dönen kibirli
Osmanlı padişahı tam tersine Timur'a hakaret dolu mektuplar gönderip, onu
küçümsemekten de geri kalmadı. Kendi adını yaldızlı ve büyük harflerle
yazıp, egemen olduğu toprakları uzun uzun sıralarken Timur'un ismini küçücük
yazarak ona sıradan bir hükümdar muamelesi yaptı. Bu arada, rivayete göre,
bir gözü kör olan Yıldırım, bir ayağı topal olan Timur'a;
"Bu dünya
bir körle bir aksağa kaldıysa vay bu dünyanın haline" diyerek
meydan okumuştu.
Böylece kaçınılmaz savaş en sonunda geldi çattı; büyük bir
orduyla Anadolu'ya giren Timur Sivas'ı yerle bir etti. Fethettiği şehirlerin
ahalisini öldürerek binlerce kelleden piramitler yapmak adetiydi, Sivas'ta da
aynısını yaptı. Ardından Ankara'ya yöneldi ve kaleyi kuşattı. Bu sırada
yıldırım da tokat üzerinden Ankara'ya doğru ilerliyordu. Kuşatmayı kaldıran Timur
çubuk ovasında Osmanlı ordusunu karşıladı.
28 Temmuz 1402'de meydana gelen Ankara savaşı tarihin
gördüğü en kanlı meydan savaşlarından biri oldu. Bütün gün boyunca, tam 14 saat
süren çarpışmaların başlangıcında Osmanlı ordusu daha üstün görünüyordu. Karatatarlar ve daha önce Timur'a sığınmış
olan beylerin askerleri de Osmanlı ordusunu terk ederek karşı tarafa geçince
savaşın kaderi de belli oldu. Osmanlılar ağır bir yenilgiye uğradı.
Yıldırım'ın oğulları ve Sadrazam Çandarlı Ali Paşa kuşatmayı
yararak kaçmayı ve canlarını kurtarmayı başardılar. Padişah ise hava
kararıncaya kadar savaşı sürdürerek karanlıktan yararlanıp kaçmayı denedi ama Timur'un
komutanlarından Çağatay Han tarafından
yakalanarak esir edildi.
Yine rivayete göre savaşçılığı dolayısıyla Yıldırım'a saygılı
davranan Timur yenik Osmanlı padişahından aynı şekilde karşılık görmedi. Tam
tersine hakaretlerine devam eden ve diline egemen olamayan Yıldırım'ı en
sonunda ayakta duramayacak kadar küçük bir kafesin içine kapatan Timur
Anadolu'da gittiği her yere onu da götürdü. Ayrıca onu daha da aşağılamak için
savaş meydanında Yıldırım'la birlikte yakalanan karısı Despina'yı da kendi sofrasında hizmetçi olarak kullandı.
Mağrur Yıldırım tüm bu hakaretlere ancak yedi ay
dayanabildi ve sonunda kapatıldığı altın kafesin arkasında 9 Mart 1403'de Akşehir'de öldü.
ÖZETLE: OKURYAZARLIKLA ADAM OLUNMADIĞI GİBİ KİBİR HERKESİN OLDUĞU
GİBİ PADİŞAHLARINDA BAŞ DÜŞMANLARINDAN BİRİSİ...
0 Yorumlar