Dünya tarihinde olduğu gibi Türk tarihi de kendi içinde birçok hikayeler barındırır. Bu hikâyeler kimi zaman hüzün ve yenilgiler ile yazılmışken kimi zaman sevinç ve zaferlerle yazılmıştır. Bazen tarihi ağdalı ve ağır sözlerle anlatmak insanlara sıkıcı gelebiliyor. Bu kez biraz daha değişik bir dil kullanarak, yeri geldiğinde argo kullanmaktan dahi çekinmeden bana göre değişik bir yazım stiliyle metinleri oluşturmaya çalıştım. Burada kimi ifadelere katılabilirsiniz veya katılmayabilirsiniz. Bu siz saygıdeğer okuyucuların insiyatifinde olan bir durum. 

Aşağıda paylaşacağım iki hikaye ve başlıktan anlayacağınız üzere bu bir yazı serisinin başlangıcı olacak. Dolayısıyla hikayelerimiz kısa ve sonunda bir özeleştiri barındırıyor. Başlıktan anlaşılacağı üzere ismi üzerinde bunlar birer anektod. Yani kısa hikayeler.

Herkese iyi okumalar

 TÜRKLER ERGENEKON'DAN NASIL ÇIKMIŞ?

Orta Asya'daki eski Türklerin dilinde "sarp dağ yamacı" anlamına gelen Ergenekon'la ilgili destanı bilmeyen yoktur. Türklerin yeniden doğuşunu ve çoğalarak Orta Asya'ya egemen oluşlarını anlatan bu efsanenin adı aynı zamanda Soğuk Savaş döneminde NATO ülkelerinde kurulan gizli antikomünist örgütün, Kontrgerillanın Türkiye'deki kolunun adı olarak da gündeme gelmiştir, ama şu anda konumuz bu değil.

Ele alacağımız konu, günümüzden yaklaşık üç bin yıl önce demirden bir dağı eriterek yurt edindikleri Ergenekon'dan çıktığı söylenen Türklerin daha sonra yurt edindikleri Anadolu'da bir dağ ile bir türlü başa çıkamamaları...

Ergenekon Destanı'nın değişik biçimleri var ama en yaygın olan anlatıma göre, Aral Gölü civarında olduğu varsayılan demir dağın eritilme efsanesi şöyle gelişiyor:

Hunların Büyük İmparatoru Oğuz Han'ın ölümünden sonra Türklere sırasıyla Gök Han, Ay Han, Yıldız Han, Deniz Han ve İl Han başbuğ olur. İl Han'ın döneminde tüm Türk bölgeleri egemenliğine girince, bunu kıskanan yabancı kavimler, özellikle Tatarlar birleşip İl Han'a saldırırlar ve çarpışma sonunda Türkleri kılıçtan geçirirler.

İl Han'ın oğlu Kayı ve yeğeni dokuz oğuz eşleri ve çocuklarıyla birlikte esir edilir. Daha sonra tatarların elinden kurtularak eski yurtlarına geri dönerler. Burada dağınık ve ürkmüş bir halde birçok at ve besi hayvanı bulurlar. Bunları da yanlarına alıp kendilerine güvenli bir yurt ararlar. Bir kurdun ayak izlerinin peşinden giderek çıkış yolu görünmeyen sarp dağların arasında yemyeşil, çok güzel bir yer bulurlar ve Ergenekon adını vererek buraya yerleşirler. Bu iki ailenin çocukları birbirleriyle evlenerek çoğalırlar.

Mutlu-mesut yaşadıkları yılların ardından çoğalarak artık Ergenekon'a sığamaz olurlar. Sonunda 400 yıl kaldıkları bu yurttan çıkmaya karar verirler ama çıkış yolunu bulamazlar. Nasıl onları oraya bir kurt getirmişse yine bir kurdun sayesinde çıkış yolunu bulacaklardır. Nitekim koyunlara saldıran bir kurdun izlerini takip ederek bir mağaraya ulaşırlar. Mağaranın dibinde küçük bir delik vardır ve kurt oradan çıkmıştır. Bu deliği büyütmek isterler ama mağaranın bulunduğu dağ demirdendir. Bir demirci ancak dağın ateşe verilmesiyle yolun açılabileceğini söyler. Bunun üzerine kurultay toplanır ve dağın eritilmesine karar verir. Dağın çevresine odun ve kömür yığarak yetmiş büyük körükle dağın tutuşmasını sağlarlar. Böylece dağ erir ve Türkler de Ergenekon'dan çıkarlar.

Daha sonra aradan yüzlerce yıl geçer ve Türkler Orta Asya'dan yola çıkarak Anadolu'ya gelirler, yeni yurtları artık burasıdır. Gel zaman, git zaman bu topraklar üzerinde çeşitli devletler kurarlar, kurdukları devletler yıkılır, sonra yenisini kurarlar ve derken en sonunda Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarlar.

Artık bunun Türklerin son devleti olduğu ve sonsuza kadar var olacağı söylenirken, bir yandan da Anadolu toprakları üzerinde çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak için bir uğraş verilmektedir. Çağdaş uygarlığın egemen olduğu ülkelerde yük ve yolcu taşımacılığında ağırlık demiryolundadır ve denizin olduğu ülkelerde ise tabii ki denizyolu da önem taşır.

Nitekim Anadolu da dört yanı denizlerle çevrili bir yarımadadır ama Cumhuriyeti kurduklarında artık bin yıldır bu topraklarda yaşayan Türkler arkalarını denize dönerek yaşamayı tercih ederler. Demiryolları ise cumhuriyetin ilk yıllarında biraz gelişir, hatta marşlarda "Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan" falan derler. ama sonraki dönemde gerçek hiç de öyle değildir. Montaj otomotiv sanayii devreye girince, yerli ve yabancı tekellerin çıkarları doğrultusunda demiryolları bir kenara bırakılır ve yurdun dört bir yanı karayollarıyla örülmeye başlanır.

turgut özal ile ilgili görsel sonucu

Çünkü yirminci yüzyılın sonlarına doğru Başbakan ve Cumhurbaşkanı da olmuş bir "Türk büyüğü" Turgut Özal demiştir ki;

"Demiryolu komünistlere özgü, özgürlük imkanı tanımayan bir ulaşım ve nakliye sistemidir. İstediğiniz yerde inip, binemezsiniz. Ama karayolu özgürlük demektir, nerede isterseniz iner, binersiniz."

İşte böylece akıp giden yılların ardından Yirminci Yüzyılın sonlarında karayolları yolcu taşımada yüzde 95, yük taşımada da yüzde 93 oranına ulaşmıştır. Bir yandan da cumhuriyetin ilk yıllarındaki "demir ağ heyecanı" gibi memleketi "otoyol heyecanı" sarmış ve yeni anayurdun dört bir yanı otoyollarla döşenmeye başlanmıştır. Başlanmıştır başlanmasına ama işte bu noktada Türklerin karşısına bir dağ çıkmıştır; bu dağ Bolu Dağıdır.

Bir zamanlar halk kahramanı eşkıyalara yataklık eden Bolu Dağı Cumhuriyetin iki büyük kentinin, İstanbul ve Ankara'nın ortasında tüm heybetiyle yükselir. Başta bu iki kent olmak üzere, İstanbul'u Anadolu'ya bağlayan karayolunda seyreden araçlara etmediğini bırakmaz. Üç bin yıl önce atalarının Ergenekon'dan çıkmak için demirden dağı eritmeleriyle övünen Türkler Bolu Dağı karşısında yıllarca çaresiz kalırlar. En sonunda yapımına başlanan Anadolu Otoyolu ile bir tünel açarak bu dağın hakkından gelmeye karar verirler. Edirne'den başlayan Anadolu Otoyolu Bolu Dağı'nın eteklerine kadar gelir ama 6 kilometrelik iki viyadük ve 7 kilometrelik iki tünel bir türlü bitirilemez.

Yıllarca süren çalışmalar ve trilyonlarca harcamadan sonra "bitti, bitecek" derken 12 Kasım 1999'da Düzce'de 7.2 büyüklüğünde bir deprem meydana gelince Türkler arasında yeniden bir tartışma başlar; bu tüneli yapalım mı, yapmayalım mı? Vazgeçecek olursak şimdiye kadar harcadığımız 400 milyon dolares ne olacak? Yapacaksak tam da fay hattının üzerine kondurmuşuz, böyle hiç güvenli değil...

düzce depremi manşet ile ilgili görsel sonucu

2000 yılında bir gazetede çıkan haberde şöyle yazmaktadır:

"Trilyonlar tünelde kaldı. Uyarılara karşın fay üzerine inşa edilen bolu dağı geçidinin güzergahı değiştiriliyor. Düzce depreminin ardından yapılan 'hasar yok' açıklamalarından yaklaşık 6 ay sonra Bolu Dağı Tüneli inşaatının durdurulması gündeme geldi. Bugüne kadar 433 milyon dolar harcanan Bolu Tüneli'nin şimdiki güzergahın 2 kilometre sağa kaydırılması planlanıyor. Karayolları genel müdürü, yeni bir tünel girişi oluşturmak istediklerini, bu projenin de 107 milyon dolara mal olacağını söyledi. Geçmişte harcanan miktarla birlikte Bolu Dağı Geçidinin maliyeti en az 490 milyon dolara yükselecek. Yeni tüneli yine Astaldi-Bayındır ortaklığı yapacak. Bolu Tüneli'nin hiçbir zaman dikiş tutmayacağını belirten uzmanlar 'tünel yıkıldıkça firmalar para alıyor' diyorlar."

Başka bir gazetede Karayolları Genel Müdürü'ne yanıt veren Türk Müteahhitler Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Kadir Sever ise Bolu Dağı Tüneli'ni bir mühendis olarak kendisinin yapmayacağını belirterek,

"Tünelin içinde binlerce insan hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu kim olacak" diyor ve şöyle devam ediyor:

 "Bana sorsalardı, ben Bolu Dağı'nda Tünel yapmazdım. Bolu Dağı Geçidi'nde pek çok heyelan olurdu. Bolu Dağı'nda trafiğin en az olduğunda bile heyelan nedeni ile yol zaman zaman tıkanırdı. Heyelan hala var. Bolu Dağı'na tünel yapılmaması gerektiğini yetkililere pek çok kez söyledik. Ancak bir teki bile bizi dinlemeye cesaret edemedi. Çünkü yatırımlar yapılmış, şimdiye kadar 400 milyon doların üzerinde para harcanmış. Çalışmalar durdurulduğu zaman ‘’bu işi yapanlara neden yanlış karar verdiniz’’ diye sorarlar. Bolu tüneli en son teknoloji ile yapılması durumunda dahi risklidir. Tünelin içinde 300-400 araba varken bir zelzele olması durumunda binlerce insan hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu kim olacak merak ediyorum." (Kadir Sever'in ilgili açıklaması)

İşte böyle, Ergenekon efsanesini hatırladıkça utanç içinde yüzleri kızaran Türkler neredeyse çeyrek yüzyıldır başa çıkamadıkları bu dağla ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlar. Üstelik de 2000 yılında tünelin yapımıyla ilgili Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nda Ergenekon Destanı'nı parti programlarından bile daha fazla ciddiye alan bir parti vardı!

Ergenekon destanında dağı eriterek yol açan Türkler Bolu Dağını delerek yol açmak için senelerce uğraşmış ve 2007 senesinde muradına ermiştir.

Ya bu destanda bir tuhaflık var, ya da Anadolu'ya göç ettikten sonra Türklere bir haller oldu!

ÖZETLE: TÜNEL AÇMAK DEMİR DAĞI ERİTMEKTEN ZORMUŞ...

yıldırım beyazıt portre ile ilgili görsel sonucu

  PADİŞAH DA OLSAN OKUMA YAZMA BİLMEK VE KİBİR TEHLİKELİDİR!

Okuma yazma bilmek her zaman işe yaramayabilir, hatta padişah bile olsa bazen insanın başını derde sokup, hayatına bile mal olabilir! Nitekim okuma yazma bilen ilk Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'ın Timur'a yazdığı hakaret mektupları nedeniyle canından olduğu tarihsel rivayetlerden biridir.

Yıldırım Bayezid ilklerin adamıdır; ilk okuma yazma bilen padişah olmasının yanı sıra kardeşkanı döken, savaşta esir düşerek can veren ve İstanbul'u kuşatan ilk Osmanlı padişahıdır.

Babası 1. Murad, Kosova'da haçlılara karşı kazandığı zaferden sonra savaş meydanında hançerlenerek öldürülünce sadrazam Çandarlı Ali Paşa'nın yardımıyla kardeşi Yakub Çelebi'yi boğduran yıldırım 28 Ağustos 1389'da padişahlığını ilan etti. Gerçekten de kısa sürede Rumeli'deki Osmanlı topraklarını Macaristan'a kadar genişletti, Anadolu'daki beyliklerin de birçoğuna son vererek egemenliğini Fırat'a kadar ulaştırdı. Böylece babasından devraldığı toprakları üç misline çıkartırken Osmanlı'yı üçte ikisi Anadolu'da, üçte biri de Rumeli'de büyük bir devlet haline getirdi.

1391'de İstanbul'u ilk kez kuşatan yıldırım yedi ay süren kuşatmadan sonra Bizans imparatoru 2. Manuel'le bir anlaşma imzalayarak onu haraca bağladı. Ayrıca İstanbul'da bir Müslüman Mahallesi kurulmasını, bu mahalledeki bir kilisenin camiye çevrilmesini ve kadı bulunmasını da kabul ettirdi.

2. manuel bizatium ile ilgili görsel sonucu
2. Manuel
Gerek Bizans'la yaptığı bu anlaşma, gerekse Rumeli'deki genişlemesi sırasında yürüttüğü incelikli politikalar ve gerekse de 1394'de Kahire'deki Abbasi halifesinden "Kayzer-i Rum" unvanını almayı düşünmesi Yıldırım'ın diplomasinin dilinden oldukça iyi anladığını göstermektedir. Ama yine de Timur'a karşı dilini yeterince tutamamasının kurbanı oldu.

Başında bulunduğu devletin toprakları arasına sıkışmış bir kent Devleti durumundaki İstanbul'u 1395'de İkinci kez kuşatan Yıldırım, bir Haçlı Ordusu Bizans'a yardıma gelmek üzere yola çıkınca kuşatmayı kaldırarak Rumeli'ye geçti ve 25 eylül 1396'da Niğbolu'da büyük bir zafer kazandı. Zaferinin tadını çıkarmak ve yenilene eziyet etmek için yıldırım korkunç bir yol bulmuştu; kellesi vurulmak üzere belirlenen şövalyelerin içinden sadece ikisini kurtarma hakkı tanıdığı düşman ordusunun komutanının önünden binlerce esire resmigeçit yaptıracaktı.

Ve seçilen iki kişi dışında diğerlerinin hepsinin başları gövdelerinden ayrılacaktı. Yendiği ordunun komutanına böylesine korkunç bir davranışı uygun görürken bir gün kendisinin de yenilebileceği, savaşta esir düşebileceği herhalde aklına gelmemiş olsa gerek. Atalarımız boşuna dememiş ‘’gün döner, devran döner’’ diye. Oysa en az kendisi kadar zalim olan başkaları da vardı...

Ardından tekrar Anadolu'ya geçen Yıldırım Doğuda Erzincan ve Malatya'ya kadar ilerleyince batıya doğru sefer yapmakta olan Timur'la karşı karşıya gelmek zorunda kaldı.

Bu arada Yıldırım'ın topraklarını elinden aldığı Anadolu Beyleri Timur'a sığınırken, Timur'un gazabına uğramış Karakoyunlu Yusuf Bey ve Celayir Sultanı Ahmet’te Yıldırım'a sığınmıştı.

Sivas'a kadar gelip ardından Güneye inerek Suriye ve Bağdat'ı fetheden Timur Anadolu Beyleri tarafından Osmanlılara karşı kışkırtılıyordu. Aynı zamanda kendisini İlhanlıların varisi saydığı için Anadolu üzerinde hak iddia ediyordu. Osmanlıların kendisine bağlanmasını ve ayrıca Yıldırım'a sığınan Kara Yusuf ve Ahmet'in kendisine teslim edilmesini isteyen Timur'a Yıldırım hiç aldırmayarak, bu taleplerin hepsini reddetti.

Rumeli ve Anadolu'da kazandığı zaferlerle başı dönen kibirli Osmanlı padişahı tam tersine Timur'a hakaret dolu mektuplar gönderip, onu küçümsemekten de geri kalmadı. Kendi adını yaldızlı ve büyük harflerle yazıp, egemen olduğu toprakları uzun uzun sıralarken Timur'un ismini küçücük yazarak ona sıradan bir hükümdar muamelesi yaptı. Bu arada, rivayete göre, bir gözü kör olan Yıldırım, bir ayağı topal olan Timur'a;

 "Bu dünya bir körle bir aksağa kaldıysa vay bu dünyanın haline" diyerek meydan okumuştu.

yıldırım beyazıt ve timur ile ilgili görsel sonucu

Böylece kaçınılmaz savaş en sonunda geldi çattı; büyük bir orduyla Anadolu'ya giren Timur Sivas'ı yerle bir etti. Fethettiği şehirlerin ahalisini öldürerek binlerce kelleden piramitler yapmak adetiydi, Sivas'ta da aynısını yaptı. Ardından Ankara'ya yöneldi ve kaleyi kuşattı. Bu sırada yıldırım da tokat üzerinden Ankara'ya doğru ilerliyordu. Kuşatmayı kaldıran Timur çubuk ovasında Osmanlı ordusunu karşıladı.

28 Temmuz 1402'de meydana gelen Ankara savaşı tarihin gördüğü en kanlı meydan savaşlarından biri oldu. Bütün gün boyunca, tam 14 saat süren çarpışmaların başlangıcında Osmanlı ordusu daha üstün görünüyordu. Karatatarlar ve daha önce Timur'a sığınmış olan beylerin askerleri de Osmanlı ordusunu terk ederek karşı tarafa geçince savaşın kaderi de belli oldu. Osmanlılar ağır bir yenilgiye uğradı.

Yıldırım'ın oğulları ve Sadrazam Çandarlı Ali Paşa kuşatmayı yararak kaçmayı ve canlarını kurtarmayı başardılar. Padişah ise hava kararıncaya kadar savaşı sürdürerek karanlıktan yararlanıp kaçmayı denedi ama Timur'un komutanlarından Çağatay Han tarafından yakalanarak esir edildi.

1402 Ankara Savaşı | Nedeni, tarihteki önemi ve sonuçları

Yine rivayete göre savaşçılığı dolayısıyla Yıldırım'a saygılı davranan Timur yenik Osmanlı padişahından aynı şekilde karşılık görmedi. Tam tersine hakaretlerine devam eden ve diline egemen olamayan Yıldırım'ı en sonunda ayakta duramayacak kadar küçük bir kafesin içine kapatan Timur Anadolu'da gittiği her yere onu da götürdü. Ayrıca onu daha da aşağılamak için savaş meydanında Yıldırım'la birlikte yakalanan karısı Despina'yı da kendi sofrasında hizmetçi olarak kullandı.

Mağrur Yıldırım tüm bu hakaretlere ancak yedi ay dayanabildi ve sonunda kapatıldığı altın kafesin arkasında 9 Mart 1403'de Akşehir'de öldü.

ÖZETLE: OKURYAZARLIKLA ADAM OLUNMADIĞI GİBİ KİBİR HERKESİN OLDUĞU GİBİ PADİŞAHLARINDA BAŞ DÜŞMANLARINDAN BİRİSİ...

0 Yorumlar