70’li yılların Türk dış politikasını yansıtan manşetler

Türk demokrasisi 27 Mayıs darbesini ve 12 Mart muhtırasını atlatıp yeni bir yola koyulmuş ve 70’li yıllara bu olayları ardında bırakarak giriyordu. Ancak 27 Mayıs darbesi ve 12 Mart muhtırası ülke içerisindeki hesaplaşma ve hizipleşmeleri de beraberinde getirmişti. Bahsi geçen bu hizipleşme ve hesaplaşmalar ise 12 Eylül 1980 yılına kadar sürmüş ve askerler yine yönetime el koymuştu. Aslında 1980 yılı Türkiye için bir dönüm noktasıdır. 1980 yılında yaşananlar Sonraki yıllara öyle sirayet etti ki ekonomiden siyasete, sokaktan sanata kadar her şey 1980 öncesi ve sonrası şeklinde anılmaya başlandı. 1980 yılında, demokrasi 12 Eylül tarihinde bir kez daha kazaya uğrayarak, ağır yaralandı ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı, olamadı. Bu kazanın hemen öncesinde ülkede öyle suikastler öyle katliamlar ve öyle bir ekonomik kriz yaşandı ki darbe adeta geliyorum diyordu. Sonuç olarak bu darbenin neye karşı ve neden yapıldığını anlamak için Türkiye’nin 70’li yıllarda bulunduğu durumu iyi bilmek ve değerlendirmek gerekiyor. İşte bu yazımızda, 12 Mart muhtırası sonrası yaşanan olaylar ile birlikte 12 Eylül darbesine giden süreci ve Türkiye’nin 1970’li yıllarda içinde bulunduğu durumu sizlere anlatmaya çalışacağım. Tabi ki değineceğim konuların her birisi kendi başına uzun uzun anlatılması gereken ve yakın tarihimizin mühim olaylarını içerisinde barındırıyor. Ancak bu olayları burada tek tek ve detaylı anlatmaya kalktığımız takdirde yazı gerçekten uzun olacaktı. Aslına bakılacak olunursa yazı bazı bölümleri kısaca geçmeme rağmen uzun oldu. Bu yüzden okumaya başlamadan önce çayınızı veya kahvenizi alarak yazıya başlamanızı öneririm. Herkese iyi okumalar…

***12 MART MUHTIRASI SONRASI GELENLER VE GİDENLER***

12 Mart 1971 yılında siyasete yeniden haki renk damgasını vurmaya başlamıştı. Bu dönemde protokol kuralları yerini esas duruşa, makam arabalarının yerini ise tanklar aldı. Askerler aradan 10 yıl geçtikten sonra yeniden demokrasiye müdahale ediyordu. Bu dönemde demokrasi bir kez daha askıya alınmıştı. 12 Martta komutanların muhtırası ile Demirel hükümeti istifaya zorlanmış, bu hükümetin yerine ise tüm partilerin kerhen dahi olsa desteğini almış olan bir hükümet kurulmuştu. Yeni hükümet adına ise temel kararları askerler alıyor, uygulamayı ise kurulan yeni hükümet yapıyordu. Aslında siyasiler bir bakıma bardağın dolu tarafından bakmayı tercih etmişti. Bu müdahale ile hiç olmazsa parlamento kapatılmamıştı. Yani siyasiler meclisin açık kalmasıyla yetinmek zorundaydı. Ancak 12 Mart rejimi bir kasırga gibi ülkenin üzerine çökmüş ve bu kasırga solcuları ezip geçmişti. Ülkede sol görüşlü olanlara büyük bir tutuklama ve takibat kampanyası başlamıştı. Gözaltılar da ise işkence ile gerçekleştirilen sorgular insanları dehşete düşürüyordu. Aynı dönemde dernekler kapatıldı, sokağa çıkma yasaklarıyla özgürlükler kısıtlandı. Müdahalenin üzerinden bir yıl geçtiğinde ise Türkiye bir kez daha idam sehpalarıyla tanıştı. 12 Mart müdahalesine giden olayların faturası Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'a çıkartılmıştı.




Bu kişiler öğrenci liderleriydi ve heyecanla düzene karşı çıkıyorlardı. Kusurları ise düzene karşı çıkarak adına ''milli demokratik devrim'' dedikleri düşünceleri savunmaktı. Ancak askeri rejim bu gençleri hoş görmedi. Bu gençler mahkemeler boyunca ''ölümle nişanlı'' olduklarını da dile getirmekten geri kalmadı. Sonuç olarak 9 Ekim 1971 günü görülen son duruşmada Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi kararı okudu:

'' Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, ve Hüseyin İnan mahkememiz Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını; bir kısmını tağyir, tebdil veya ilgaya cebren teşebbüs suçunu işlediğinizi sabit gördü. Türk Ceza Kanunun 146/1 maddesi uyarınca ölüm cezası ile tecziyenize karar verdi.''

İşte mahkeme başkanının bu kararı üzerine deniz gezmiş ve arkadaşları yolun sonuna geldiklerini anladılar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları için alınan idam kararı 3 Mayıs 1972 günü cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından imzalandı ve 5 Mayıs 1972 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. 6 Mayıs 1972 günü sabaha karşı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi avlusunda ise infaz gerçekleştirildi. Askeri yönetimin ülke üzerindeki kasırgası yavaş yavaş dindi ve kasırgadan geriye darağacında sallanan 3 gencin bedenleri kaldı.


Ayrıca Bu kasırga ardında yenilgiye uğramış bir kuşakta bırakmıştı. Bu kuşakta eline silah alan gençlerden birkaçı hayatını kaybetmiş, bir kısmı ise hapse girerek devrim hayallerini başka bahara bırakmak zorunda kalmışlardı. Askerlerin yönetimi ele geçirmesinin ardından ‘’Denizler’’ olarak adlandırılarak idam edilen 3 genç bir dönemin kapanması ve yeni bir dönemin başlaması manasına da geliyordu. Aslında 12 Mart’ta yaşananlar Türkiye solu için beklenmedik bir yenilgiydi ve sol görüş için bir dönüm noktasıydı. Çünkü 68 kuşağında bulunan solcuların önünde yaşanabileceklerle ilgili herhangi bir örnek yoktu. Ancak 70’li yılların Türkiye’sinde bulunan solcuların önünde 12 Mart muhtırası sonucu yaşanmış olaylar bir örnek olarak duruyordu. Yazının ilerleyen bölümlerinde işleyeceğimiz 70’li yılların devrimci hareketinin (sol hareket) önünde hem bir teori hem de nasıl bir mücadele içerisinde olmalarının gerektiğini gösteren müspet olaylar bulunmaktaydı. Bu bağlamda; ‘’Denizler’’ hareketi 70’li yıllarda solcuların miladı ve yol göstericisi olacaktı. Dolayısıyla günümüze kadar sirayet etmiş deniz gezmiş ve arkadaşlarının sol cenah tarafından  ‘’ilahlaştırılması’’ hem idamlarından dolayı hem de bir hareketin (sol hareket) yol göstericisi olmalarından ötürü önemlidir.

12 Mart'ın ikinci darbesi ise Türk siyasetinin bir anıtı sayılan İsmet İnönü'nün devrilmesiydi. İsmet İnönü, Atatürk'ün mirası olan CHP'nin 34 yıllık lideriydi. İsmet İnönü olmadan politika hayal dahi edilemezdi ve tam bir istikrar sembolüydü. İsmet İnönü 12 Mart müdahalesine önce karşı çıkmış; daha sonra ılımlı bir yaklaşım içerisine girmişti. İşte İsmet İnönü’nün bu yaklaşımı genel sekreteri Bülent Ecevit ile yollarının ayrılmasına neden olmuştu. Çünkü Ecevit, 12 Mart muhtırasının şahsına ve partisine karşı yapıldığına inanıyordu. Ancak İnönü bu görüşe kesinlikle katılmıyordu. CHP Genel sekreteri Bülent Ecevit’in, ismet İnönü ile fikir ayrılığına düştüğü bir başka konu ise Bülent Ecevit’in öne sürdüğü ‘’orta’nın solu’’ fikriydi. Bülent Ecevit’in savunduğu ‘’orta’nın solu’’ anlayışı partinin içerisinde kendisine birçok yandaş kazandırmıştı. Parti içerisinde Ecevit’in düşüncelerinin takipçisi olan çok sayıda delege vardı. Ayrıca Ecevit’in bu yeni fikri hızlı şekilde uygulamaya koyması ve bazı konularda yeterli hazırlıklar yapılmadan açılımların yapılmaya başlaması temkinli bir gelenekten gelen İsmet İnönü açısından tehlike olarak görülüyordu. Çünkü bu kadar hızlı bir değişime gidilmesi İnönü açısından yozlaşmayı da beraberinde getireceğine inanıyordu. Ayrıca bu yenileşmenin kontrol edilemez duruma gelmesi durumunda eksen sapmasına yol açabileceğini İsmet İnönü genel sekreteriyle defalarca istişare etmişti. Ancak Bülent Ecevit, İsmet Paşa’nın bu telkinlerini dinlemedi ve genel sekreterlikten istifa etti. Ecevit istifa sonrası basın mensuplarına yaptığı açıklamada;

''Türkiye ve demokratik rejim son zamanlarda zor bir döneme girmiştir. Bu zor dönemden selamete çıkmasını hepimiz arzu ediyoruz. Sayın İsmet İnönü ile bahsettiğim çıkış yolları üzerinde bir görüş ayrılığından ibarettir.'' demiştir.

İsmet İnönü ise aynı dönemde basın mensuplarına yaptığı açıklamada;

''Eski bir dost gibi görüştük ve birer eski dost gibi ayrıldık. Fazla söyleyecek bir şey yok.'' demiştir.

Yukarıda zikredilen fikir ayrılığı ve olaylar üzerine Bülent Ecevit ile İsmet İnönü arasında hesaplaşma 14 Mayıs 1972 günü CHP olağanüstü kurultayında gerçekleşecekti. Aslında İsmet İnönü yorgundu, yaşlıydı, kulakları iyi duymuyordu ve gözleri iyi görmüyordu. Yine de İsmet İnönü kürsüye çıkarak parti meclisinin kendisinin söylediklerini dikkate almayarak istifa etmiş olan eski genel sekreteri Bülent Ecevit’in yönlendirmesi ile hareket ettiğini iddia ederek halihazırdaki yönetime güvensizlik verilmesini istedi ve sözü fazla uzatmadan genel kuruldakilere ''Ya ben, yada Bülent'' dedi. Ancak 34 yıldır yönettiği parti bu defa Kurultay’da sürpriz şekilde beklenmeyen bir karar verdi ve parti meclisine güvenoyunu vererek, Bülent Ecevit’i ezici bir çoğunlukla parti lideri seçti. Bu şok edici sonuç üzerine herkes İsmet İnönü’nün tepkisini bekliyordu. Ancak İsmet İnönü ayağa kalkarak ceketini ilikledi ve partinin yeni liderini saygıyla selamlayıp elini sıktı. Cumhuriyetin kurucularının arasında bulunan bu yaşlı kurt hiçbir kelam etmeden partisinden istifa ederek siyaset sahnesinden çekildi. Cumhuriyet halk partisinde sular durulmuştu. Ancak devletin zirvesi yeni fırtınalara gebeydi. 1972 yılının ikinci yarısına girildiğinde herkes saflarını belirlemişti. Bir yanda 12 Mart muhtırasını sürdüren ve istedikleri değişikliğin mutlaka gerçekleşmesini isteyen askerler bulunuyordu. Diğer tarafta ise asker müdahalesinin bir an önce bitmesini isteyen adalet partisi genel başkanı Süleyman Demirel ve çiçeği burnunda CHP lideri Ecevit bulunuyordu.


ecevit genel başkan olması 1972 gazete ile ilgili görsel sonucu


***1972 GENELKURMAY BAŞKANLIĞI KRİZİ***

Demirel ve Ecevit ikilisi askerin zorlamasıyla gerçekleştirilecek değişikliklere karşı çıkıyor; askeri yönetim ise Demirel ile Ecevit’in bu hamlesine karşılık olarak parlamentoyu kapatmakla tehdit ediyordu. Bu çekişme yaklaşan iki önemli seçim nedeniyle had safhaya ulaştı. Bu seçimlerden ilki genelkurmay başkanlığı seçimi, ikincisi ise cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Askerler ile siviller devletin en tepesindeki iki makamı paylaşma kavgasının içerisine girdiler. Kavganın tam ortasında ise bir gece Ankara semalarında jetler uçmaya başladı. Savaş uçaklarının havalanma emrini kuvvet komutanı Muhsin Batur vermişti. Bu tam manasıyla bir güç gösterisiydi ve genelkurmay ile cumhurbaşkanlığının paylaşılma kavgasının tam ortasında gerçekleştirilmişti. Genelkurmay başkanı Memduh Tağmaç’ın yerine geçecek kişi ertesi yıl cumhurbaşkanı olacaktı. Ancak bu defa 12 Mart muhtırasını veren komutanlar arasında bir anlaşmazlık hasıl olmuştu. Komutanlar kendi aralarında ikiye bölünmüştü. Bir yanda Memduh Tağmaç ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyicioğlu; diğer tarafta ise Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur bulunuyordu. Bu komutanların ortasında ise 24 saatlik bir süreye dayanan çok ince terfi hesabı yatıyordu. Genelkurmay Başkanı Tağmaç 1 Eylül günü emekli olacaktı. Eğer Tağmaç son ana kadar beklerse bir gün önce yani 30 Ağustos günü Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler’in görev süresi dolacak ve ordudan ayrılmak zorunda kalacaktı. Aynı tarihte Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ise askeri şura ’ya çekilecekti. Yani askeri idarenin tepesindeki dengeler tamamen değişecek ve iki komutan kaybedecekti. Bu durum üzerine Faruk Gürler ve Muhsin Batur hemen harekete geçti ve ilk olarak cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile görüştüler. Daha sonra ise başbakan Nihat Erim İle görüştüler. Bu sırada jetler Ankara semalarında halen uçmaya devam ediyordu. Mesaj çok açıktı; Memduh Tağmaç 1 Eylülü beklemeden hemen emekli olmalı ve yerine Genelkurmay Başkanlığına Faruk Gürler getirilmeliydi. Çünkü devlet ananesine göre hükümet ve bakanlar kurulu genelkurmay başkanını seçmezse genelkurmay başkanı atanamazdı. Muhsin Batur’a göre siyasiler ise genelkurmay başkanının atanmaması için elinden geleni yapıyordu. Siyasilerin buradaki amacı 12 Mart muhtırasını veren askeri yönetimi bölerek veya dağıtarak kendi taraftarı orgenerallerden birisinin Kara Kuvvetleri Komutanı veya Genelkurmay Başkanı olmasını istemeleriydi. Dolayısıyla Muhsin Batur jetlerin havalanması emrini vererek anti demokratik bir eylem gerçekleştirmişti. Muhsin Batur ve Memduh Tağmaç’ın ilgilerler ile görüşmelerini müteakip sonuç çok hızlı şekilde alınmış oldu. Memduh Tağmaç 1 Eylül gününü beklemeden emekli oldu ve Faruk Gürler’de genelkurmay başkanlığı koltuğuna oturmuş oldu. Muhin Batur ise Hava Kuvvetleri Komutanlığındaki görevine devam etti. Artık taşlar yeni yerlerine oturmuştu. Silahlı kuvvetlerin tepesinde fırtınalar koparken, Trabzon Kolordu Komutanı olan Korgeneral Kenan Evren’de eşyalarını toplamakla meşguldü. Kenan evren kurtlar sofrasındaki generallerin dönem arkadaşıydı ve atandığı yeni görev yeri Ankara Denetleme Kurulu Başkanlığı idi ve emekliliğin ilk işaretini aldığını düşünmeye başlamıştı. Başkent Ankara’ya gelir gelmez ilk işi Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in makamına çıkarak geldiğini bildirmek oldu.


***1973 CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ ve GENELKURMAY BAŞKANLIĞI İÇİN YAŞANAN ÇEKİŞMELER***

Ülkenin zirvesinde ki bu hareketlilikten habersiz olan halk askeri yönetimle birlikte kendi kabuğuna çekilmişti. Bir zamanlar miting meydanlarını dolduran kalabalıklar artık evlerinde ilk defa televizyonla bu dönemde tanışmıştı. Yeşilçam’da yakışıklı jönler ile yapılan filmlerin yerini cinsel içerikli filmler almaya başlamış, müziğe ise arabesk şarkılar yeni yeni damgasını vuruyordu. Hippiliğin etkisi devam ediyor ve uzun saç, mini etek ile apartman topuklu ayakkabılar halen yaygındı. Kimileri için ise umut halen yurtdışında çalışmaktan yanaydı. Çünkü hiçbir şey artan geçim sıkıntısı ve astronomik şekilde yükselen fiyatları unutturmaya yetmiyordu.

1973 yılı başlarken ufukta cumhurbaşkanlığı seçimi gözükmeye başlamıştı. Askerler için Çankaya en tepedeki gücü sembolize etmesinden ötürü çok önemliydi. Mevcut cumhurbaşkanı olan ve eski bir asker olan Cevdet Sunay’ın görev süresi dolmak üzereydi. Sunay’ın yerine yine bir asker atanmalıydı. Bu göreve en uygun aday ise tabi ki Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler idi. Dolayısıyla kuvvet komutanları hemen bir araya geldiler. O toplantıya katılan dönemin ikinci başkanı Orgeneral Turgut Sunalp’e göre gürler müdahalenin devamlılığını sağlayacaktı. Bu konuyla ilgili Turgut Sunalp bir mülakatta;

’Ordu Faruk Paşa’nın cumhurbaşkanlığı makamına geçmesini istiyordu. Çünkü o zamana kadar yapılan müdahaleleri devam ettirecek ve bozmayacak birisinin bulunması gerekiyordu ve bu tanıma en uygun kişi de genelkurmay başkanıydı. Bu nedenden dolayı Faruk paşanın başa geçmesi arzu ediliyordu.’’ demiştir.

Tam bu tartışmalar yapılırken ortaya Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur çıktı. Muhsin Batur’a göre Faruk Gürler cumhurbaşkanı olursa kendisi de Genelkurmay Başkanı olmalıydı. Muhsin Batur’un kendisinde bu hakkı görmesinin sebebi ise ordu içerisinde en kıdemli komutan olmasından dolayıydı. Aslına bakılacak olursa Muhsin Batur’un Genelkurmay Başkanı olmasına da herhangi bir yasal engelde yoktu. Ancak devlet ve ordu içerisinde o güne kadar bozulmamış bir gelenekte vardı. Bu geleneğe göre genelkurmay başkanları hep karacı askerlerden seçilirdi. Batur ise ‘’kıdem geleneği bozar’’ düsturu ile hareket ediyordu. Batur bu koşul ile Faruk Gürler’e cumhurbaşkanlığı adaylığını destekleyeceğini açıkladı. Ancak cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Muhsin Batur’un hevesini kursağında bıraktı. Cumhurbaşkanı, Muhsin Batur ile yaptığı görüşmede devletin bir geleneği olduğunu belirtmiş ve bu geleneği yıkamayacağını belirtmişti. Muhsin Batur cumhurbaşkanından ret cevabını alır almaz hava kuvvetleri karargahına geçti ve generallerini toplantıya çağırdı. Aslında havacılar bu fırsatı kaçırmak istemiyordu ve komutanlarının ne pahasına olursa olsun arkasında duracaklardı. Bu gelişmeyle Ankara dışındaki büyük birliklerin desteği de gerekiyordu. Bu destek ise telefon trafiği ile alınmıştı. Hatta bazı birlik komutanları hemen harekete geçmeyi bile önermişti. Bu sırada genelkurmay karargahında ise bambaşka bir hava esiyordu. Çünkü ordu içerisinde ki çatlak büyümüştü. Diğer komutanlara göre genelkurmay başkanının kimlerden ve nasıl seçileceği belliydi ve komutanlar bu seçimin usulüne uygun yapılması gerektiğine inanıyorlardı. İşte yukarıda zikrettiğimiz tartışmalar içinde 9 Şubat 1973 tarihinde askeri şura tarihi bir toplantı yaptı. Bu toplantıda askerlerin istenilen cumhurbaşkanının tarifi çizildi. Bu tarife göre tarafsız, partisiz, 27 Mayıs darbesi ile 12 Mart muhtırasına karşı çıkmamış ve türk silahlı kuvvetlerinin dilinden anlayan bir kişi yeni cumhurbaşkanı olmalıydı. Bu öyle bir tarifti ki Cumhurbaşkanı Faruk Gürler’den başkası olamazdı. Askeri şuranın hesabı Faruk Gürler’i köşke oturtmak ve gelişmeleri ordu adına gözetlemesini sağlamaktı. Bu şekilde askerler 12 Mart sürecini bitirip kışlaya dönebilecekti. Şimdi asıl önemli olan bu ince hesabı siyasi parti liderlerine kabul ettirmeye gelmişti. Dolayısıyla büyük bir lobi kampanyası başlatıldı ve nabzı ilk yoklanacak kişilerin başında iki büyük partinin lideri Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel olacaktı. Bu iki lider ikna edildiği takdirde diğer parti liderlerinin, Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olmasına razı olacağı düşünülüyordu. Nabız yoklama görevi ise cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a verilmişti. Sunay ile birlikte parti liderlerine verilmek üzere birde not hazırlanmıştı. Bu notun adına ise muhtıra değil ‘’metin’’ denmişti. Bu notta Gürler’in cumhurbaşkanı olması tavsiye ediliyor ve notun sonunda da bir oldubitti ile karşılaşmak istenmediği özenle vurgulanıyordu. İlk görüşme ise Bülent Ecevit ile olacaktı. Ecevit bu görüşmede asker dayatmasıyla bir cumhurbaşkanlığı seçimine karşı olduğunu ve bu şekilde bir seçim olması durumunda demokrasiye geçiş sürecini geciktireceğini kaygısını taşıdığını cumhurbaşkanına ileterek bu teklifi reddetti. İkinci randevu ise 28 Şubat 1973 tarihinde Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel ile gerçekleştirildi. Bu görüşmede Cevdet Sunay Demirel’e ‘’Durum vahim. Komutanlarla görüşmeyi dahi reddetmişsiniz. Ancak hükümetin hırpalanmaması ve ordunun rencide edilmemesi iyi olur.’’ demiştir. Cevdet Sunay’ın bu sözü üzerine Demirel araya girerek;

’Bunu yapmayın; bu yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü bir ülkede en önemli mesele ordunun siyasete karışmış olmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimini bu şekilde yaparsak, bundan sonraki seçimlerde kim genelkurmay başkanlığına gelirse cumhurbaşkanlığı da onun hakkı olur. Eğer bu şekilde bir seçim olursa meclis şekilden ibaret kalır ve meclisin hür iradesi bir şekli tamamlamaktan öteye gidemez.’’ demiştir.

Demirel ile Cevdet Sunay arasındaki görüşmede Sunay’ın bahsettiği Demirel’in komutanlarla görüşmeyi reddetmesi konusuna açıklık getirmek gerekirse olay şu şekilde gelişmiştir: Komutanlar Ecevit’le yapılan görüşme gibi Demirelide aracılar vasıtasıyla görüşmeye davet etmişti. Ancak Demirel Adalet Partisinin Genel Başkanı olarak bir siyasinin üniformalı kişilerle konuşmasında yarar görmediğini beyan etmiştir. Ancak başbakan Ferit Melen böyle bir çağrıda bulunursa görüşmeye katılabileceğini belirtmiştir. Ayrıca böyle bir görüşme olması durumunda gizli bir yerde değil basına açık bir yerde görüşme yapılması gerektiğini belirterek komutanların görüşme teklifini kabul etmemiştir.

Cevdet Sunay ile Demirel görüşmesini müteakip Demirel Çankaya köşkünü terk etti ve grup toplantısı için meclise geçti. Adalet partisinin grup toplantısında Demirel komutanlara adeta meydan okudu. Demirel’in bu toplantıda en önemli vurgusu ‘’Türkiye Cumhuriyetinin başına seçilecek olan kişi cülus, yani atama ile değil, seçimle gelecektir’’ sözüydü. Artık herkes son sözünü söylemiş ve herkes saflarını belirleyerek kılıçlarını kınlarından çıkartmıştı. Ecevit ve Demirel, Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olmaması için ellerinden geleni yapacaktı. Ancak askerlerde kendilerinden emindi. Her iki tarafı da idare etmeye ve nabza göre şerbet vermeye alışık olan parlamenterler Genelkurmay Başkanlığına gidip bağlılık mesajları veriyordu. İşte bu ortam içerisinde 5 Mart 1973 günü Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler geri dönülmez yola girmiş ve emekliliğini istemişti. Faruk Gürler emekli olduktan sonra askeri elbisesini ve apoletlerini çıkartarak sivil elbisesini üzerine geçirdi. Aynı gün Cumhurbaşkanı Sunay’da eski komutanı senatör yaptı. Bu gelişmelerden beklediğini bulamayan tek kişi ise Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur olmuştu. Genelkurmay başkanlığı yine bir karacı komutana yani Semih Sancar paşaya verildi. Ancak bu atamadan sonra geçen sefer olduğu gibi Muhsin Batur jetlerini uçuramadı. Orgeneral Faruk Gürler, artık senatör gürler olarak senatörlük yemini ederken meclis binası hınca hınç doluydu. Bu yemin sırasında ordunun komuta kademesinin tamamı izleyici localarında yerini almıştı. Bu şekilde komutanlarının arkasında durduklarını parlamentoya gösteriyorlardı. Yemin sırasında tam bir güç gösterisi hasıl oluyordu. Bu gösterinin bir yanında Ecevit ve Demirel ikilisi; öte yanda askerlerin tamamı bulunuyordu. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılmasına birkaç hafta kala devletin tüm mekanizmaları da Gürler’den yana işletilmeye başlamıştı. Artık TRT sadece Gürler ile ilgili haberler veriyor, Anadolu Ajansı cumhurbaşkanı adayından övgü ile söz ediyordu. Bununla birlikte askeri yetkililer baskıyı bir adım ileri götürmekten de geri kalmıyorlardı. Buna en iyi örnek Ankara Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun basının geri kalan kısmının elini kolunu bağlayacak bir karara imza atmıştı. Bu karara göre cumhurbaşkanlığı seçiminin selametle sonuçlanmasına engel olacak ve silahlı kuvvetleri rencide edecek beyanatı, davranışı, yazıyı ve haberi Ankara genelinde yasakladı. Ayrıca askeri yetkililer tarafından telefon ve teleksler kontrol altına alındı. Kısaca cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuna kadar askerden izinsiz kuş uçmayacaktı. Seçime iki gün kala meclis koridorlarındaki heyecan artık yerini korkuya bırakmıştı. Başta Demirel ve Ecevit olmak üzere iki partinin üst düzey yöneticileri ardı ardına tehditler almaya başladı. Gazeteci Cüneyt Arcayürek o günlerle ilgili verdiği bir mülakatta Süleyman Demirel'in nasıl tehdit edildiğini şu şekilde aktarmıştı;

''Demirel'in evinde kendisiyle istişare yaparken telefon çaldı. Telefon telefonu açarak dinledi; bu sırada bende tam Demirel'in karşısında oturmaktaydım. Demirel'in surat ifadesinin değiştiğini gördüm ve Demirel'den beklenmeyecek şekilde bağırmaya başladığını gördüm. Demirel'den böyle tepkiler görmek çok ender rastlanacak, hatta görülmemiş bir durumdu. Demirel telefonun diğer ucundaki kişiye ''Siz kimsiniz?'' dedi. Zannedersem telefonun karşısındaki kişi ismini söyledi ve Demirel ''Rütbeniz nedir?'' dedi. Demirel bir süre sonra ''İsminiz ve rütbeniz yalan, buna inanmamı beklemeyin'' diyerek telefonu şiddetli şekilde kapattı. Bende meraklanarak ''Konu nedir?'' diye sordum. Demirel bir süre durarak ''Beni tehdit ediyorlar.'' dedi. Bende merak içerisinde ''Peki hangi konuda tehdit ediyorlar?'' diye sorma ihtiyacı duydum. Demirel ''Cumhurbaşkanı eğer Faruk Gürler olmaz ise olacaklardan mesul olmayacakları konusunda tehditler alıyorum.'' dedi.

Aynı dönemde Adalet Parti Milletvekili olan Nahit Menteşe'de aynı tehditlerden nasibini almıştı;

''Telefon çaldı ve açtım. Telefondaki kişi ''Türk silahlı kuvvetleri adına konuşuyorum.'' dedi. Kendisini tanıtırken albay olduğunu söylemişti. Açıkçası tüm konuşma boyunca oldukça sert bir üslupla ve tehditkâr konuşmasına devam etti. Ben ise karşımdaki kişiye ''Salı günü bir seçim yapılacak; ben ise irademi kullanacağım.'' dedim. Karşımdaki albay ise ''Sadece iradeni kullanmıyorsun.'' dedi ve bu aşamadan sonra konuşma iyice sertleşmeye başladı. Bu sırada yanında bulunan ve tanıdığım bir paşa telefonu alarak benimle daha mülayim bir şekilde konuştu ve ''Çok dikkatli olmalısınız. Bu seçimlerde Türk Silahlı Kuvvetlerinin adayına lütfen oy veriniz.'' diyerek telefonu kapattı.''

Sağ partiler kadar sol partilerde aynı markaja alınmıştı ve CHP lideri Bülent Ecevit’te Demirel gibi tehdit alanlar arasındaydı.

''Tanıdığım bir general cumhurbaşkanlığı seçim turlarının başlayacağı tarihlerde beni alenen ölümle tehdit etti. Bu tehdit üzerine ben generale ''Ya sizin isteğinize uyarak siyasi anlamda ölüm seçeneği ile karşı karşıya kalacağım; yada sizin isteğinizi kabul etmediğim için öldürülme ihtimaliyle karşı karşıyayım. Bana göre 2. Seçenek benim için daha onurlu olur.'' şeklinde cevapladım.''

13 Mart 1973 sabahı Türkiye siyaseten böyle bir gerilimin içerisindeydi ve bu tarihte gerilim tepe noktasına ulaşmıştı. Çünkü o gün cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı. İşte bu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin o güne kadarki en tarihi günlerinden birisiydi. Milletvekilleri ve yardımcılarıyla siyasi liderler erkenden meclise gelmişti. Dinleyici locaları ise tıklım tıklım doluydu. Genelkurmay Başkanı Sancar ile kuvvet komutanları da yerlerini almıştı. Ancak bir kuvvet komutanı bu seçime katılmamıştı. Bu eksiklik herkes tarafından da fark edilmişti. Meclisten ya Gürler paşa cumhurbaşkanı olarak çıkacak, yada yine askeri müdahale olacaktı.

Meclis daha önce böyle bir gün yaşamamıştı demiştik. Çünkü meclis koridorlarında sivil hükümetler iktidarda iken subaylar meclis koridorlarında bu kadar kalabalık şekilde hiç görülmemişti. Bu subaylar Gürler'in cumhurbaşkanı olması için açık açık kulis yapıyordu. Bazı subayların milletvekillerini tehdit ettiği ile ilgili söylentilerin yayılması üzerine koridorlar basın mensuplarına kapatıldı. Aslında subaylar dahi oylamanın sonucunu kimse tahmin edemiyordu. Adalet Partisi blok olarak liderleri Demirel'e bağlıydı. Kısaca Demirel ne derse o olacaktı. CHP'de ise durum biraz daha farklıydı. Ecevit’e karşı olan İnönücüler ve 12 Mart'ı destekleyenler Gürler'in cumhurbaşkanlığına olumlu yaklaşıyordu. Fevzioğlu ve diğer partilerden de Gürler'e destek olacak milletvekilleri de bulunuyordu. Oylamaya birkaç saat kala asker kanadı kendi adaylarının kazanacağına itimat ediyordu. Bütün bu güvene rağmen ordu içindeki çatlakta kendisini hemen göstermişti. Bir kuvvet komutanının olmaması bu çatlağın en büyük göstergesiydi. Bu oylamaya katılmayan komutan ise Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur idi. Bu sırada meclis kulislerinde tankların Ankara’ya doğru hareket ettiği ve Kara Harp Okulu öğrencilerinin de silah kuşandığı söylentileri yayılmaya başladı. Meclisin kaderi askerin isteği ile milletvekillerinin iradesi arasında sıkışıp kalmıştı. Siyasi liderlere de askere yakınlığı olan milletvekilleri aracılığıyla Gürler'e oy vermedikleri takdirde durumun vahim olacağıyla ilgili mesajlar iletilmekteydi. Bu ortamda seçimin başlayacağı ile ilgili anonslar yapıldığı sırada cumhurbaşkanlığı için üç adayın ismi listelerdeydi. Askerin adayı Faruk Gürler idi. Adalet Partisinin adayı ise emekli bir diğer paşa olan Tekin Arıburun'du. Üçüncü aday ise Ferruh Bozbeyli idi. Çünkü demokrat Parti grubu Faruk Gürler paşaya oy verme taraftarı değildi. Adalet partisinin gösterdiği bir adaya oy veremeyecekleri de aşikardı. Ancak ayrı bir aday gösterilmezse parti içerisinde kimin kime oy verdiği belli olmayacaktı ve parti içerisinde spekülasyona açık bir ortam doğacaktı. Bu sebeplerden dolayı Demokrat Partinin cumhurbaşkanı adayı’da parti başkanı Ferruh Bozbeyli seçilmişti.


Seçimin sonucu bir yerde CHP grubunun aynı sıralarda başlayan toplantısına bağlıydı. Grup serbest bırakılırsa Gürler'e oylar kayabilirdi. Zira milletvekillerinin önemli bir bölümü halen Gürler'in cumhurbaşkanı olmasından yana tavır takınıyordu. Ecevit ise grup toplantısında yaptığı konuşma neticesinde istediği kararı kıl payı aldırdı. CHP Grubu meclise 5 dakika gecikme ile yerini alırken herkes alınan kararı merak ediyordu. CHP'li milletvekillerinin yerini almasıyla hemen oylamaya geçildi. Artık asker ile bir bölüm siyasiler arasında ki hesaplaşmanın son anları yaşanıyordu. İşte bu ortam içerisinde ilk tur oy atma işlemi tamamlandı ve sayıma geçildi. İlk tur taraflar için son derece önemliydi. Gürler'in akıbeti ilk turda belli olacaktı. Sayım tamamlanıp tasnif edildikten sonra meclis başkanı hoparlöre eğildi ve sonuçları açıkladı. Meclis başkanı sonuçları açıklarken meclis salonunda çıt çıkmıyordu. İlk tur sonucuna göre Adalet Partisinin adayı Tekin Arıburun 292 oy almış, Faruk Gürler 175 oy almış ve Demokrat Parti'nin adayı Ferruh Bozbeyli 45 oy almıştı. Açıklanan bu sonuç, meclis ve askerler üzerinde şok etkisi yaratmış ve meclisin dalgalanmasına neden olmuştu. En beklenmeyen gerçekleşmiş ve Gürler yeterli oy alamadığı gibi Arıburun'un dahi gerisinde kalmıştı. Cumhurbaşkanı seçilemediği için beklenmeden 2. Ve 3. Tur seçimlere geçildi. Ancak turlar sürdükçe Gürler'in oyları giderek azaldı. Açıkçası askerin hesapları tutmamış ve meclis askerin adayına yeşil ışık yakmamıştı. Bu olayların baş aktörü Faruk Gürler ise bütün turları arkalarda bulunan sırasından takip etti ve akşama doğru durum daha da netleşti ama Gürler paşa kendisine ayrılan koltukta oturmaya devam etti. Ordunun en yetenekli ve en çok sevilen komutanı siyaset oyununda siyasiler tarafından mağlup edilmişti. Bu gelişmeyle siyasetçiler adeta 12 Mart muhtırasından intikamlarını almıştı. Gürler ise aldığı bu mağlubiyetten sonra çok yaşamadı. Hastalandı ve yatağa düştü. Gürler paşa onurlu ve gururlu bir insandı. Yurtdışında tedavi olması için dönemin başbakanı Demirel'in örtülü ödenek üzerinden yardım etme teklifini geri çevirdi ve 2 yıl sonra vefat etti. Vefatını müteakip düzenlenen askeri törenle cebeci şehitliğinde defnedildi. Aslında meclis bu oylamadan önce veya oylama sırasında askerin içerisinde ki ayrılık ve zaafı biliyordu. Kısaca ordunun Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı seçilmemesinden dolayı müdahale etmeyeceği siyasilerin kulağına bir şekilde askeri kaynaklardan gitmiş ve siyasilerde bu bilgiye göre tavrını koymuştu.

***FAHRİ KORUTÜRK’ÜN CUMHURBAŞKANI OLMASI***

Komutanlar bu olaydan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda ısrarcı olmadılar. Madem siyasetçiler Gürler'in cumhurbaşkanı olmasını istememişti; bunu anlayışla karşılamak ve kan davasına dönüştürmemek gerekiyordu. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Semih Sancar bir gazetecinin evinde Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel ile gizli bir buluşma ayarladı. Demirel ise bu buluşmayı önceleri inkar etti. Ancak genelkurmay başkanı gazetecilere verdiği demeçlerde tüm parti liderleriyle birlikte tabi ki Süleyman Demirel ile de görüştüğünü beyan etti. Bunun üzerine gazeteciler Süleyman Demirel'e dönerek genelkurmay başkanının kendisiyle görüştüğünü beyan ettiğini hatırlatınca Demirel gazetecilere tarihe geçen cevabı yapıştırmıştı; ''Dün dündür, bugün bugündür...''

Askerlerin ikinci görüşmek istediği lider olan Ecevit ise bu görüşme isteğini evinde aldı. Kapında bir subayı görünce tutuklanacağını sanan Ecevit, eşi Rahşan hanıma tutuklanması halinde çanta hazırlayarak kendisine getirmesini istediği eşya ve kitapları söyleyerek evden ayrıldı. Ecevit genelkurmay başkanlığına vardığında kendisini Sancar paşa karşıladı. Semih Sancar paşa Ecevit ile yaptığı görüşmede;

''Biz parlamentomuzu böyle bilmiyorduk. Bu bizi çok etkiledi ve biz artık bu cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili süreçten elimizi çekmek istiyoruz. Dolayısıyla sizin de bu konuda yardımınızı rica ediyoruz.'' diyecekti.

Artık asker bu işi siyasilere yıkmış, ancak siyasilerle kendilerinin ortak paydada buluşabileceği bir aday konusunda siyasilerinde fedakarlık yapmasını istiyordu. Sonuç olarak bu düğümü Demirel ile Ecevit’in çözmesi bekleniyordu. Yeni cumhurbaşkanı için herkes asker kökenli biri olması konusunda hemfikirdi. Ancak bu kişi kim olacaktı o meçhuldü. Ancak sonunda aranılan isim bulundu. Her iki kesimin de üzerinde anlaştığı isim emekli amiral ve Moskova büyükelçisi Fahri Korutürk idi. Bu seçimle tam orta yol bulunmuştu. Sonuç olarak Korutürk hem bir asker hem de bürokrasi içerisinde görev yapan bir sivildi. 6 Nisan 1973 günü Türkiye Cumhuriyetinin 6. Cumhurbaşkanı yeminini ederek, 101 pare top atışıyla görevine başladı. Korutürk'ün cumhurbaşkanı seçilmesi aynı zamanda 12 Mart'ın sonunu da ilan ediyordu. Türkiye yoldan çıkmış demokrasisini yeniden rayına oturtma yolunda önemli bir adım atmıştı.

Tam 2 yıl süren bu ara rejim Korutürk'ün seçilmesiyle sona ermişti. 12 Mart muhtırası ile gerçekleşen solcu avını, Erenköy'deki işkence altında yapılan sorgulamalar, sansürü ve baskıyı ardında bırakırken amacına tam manasıyla ulaşamamıştı. Bu olaylara müteakip herkes gözünü 1973 yılının Ekim ayında gerçekleşecek genel seçimlere döndürdü. Mitinglerde meydanlar dolup taşıyordu. Herkes Demirel ile Ecevit’in aynı kararlılıkla ülkeyi demokrasiye taşımalarını bekliyordu. Yeni dönem 12 Mart öncesinde halkın tanıdığı eski aktörler ile başlayacaktı.

***14 EKİM GENEL SEÇİMLERİ***

12 Mart müdahalesinin geçmesiyle seçim alanlarının heyecanı siyaset sahnesinin 4 lideriyle yeniden geri gelmişti. Bu liderlerden en deneyimlisi yine Süleyman Demirel’di. Demokrat partinin bıraktığı bayrağı başarıyla devralmış, Celal Bayar ve arkadaşlarını etrafına toplamayıbilmişti. Aynı günlerin yükselen yıldızı ise Bülent Ecevit idi. Adı adeta değişimin simgesi olmuştu. Ecevit’in asıl çekiciliği sistem dışı konuşmasıydı. Meydanlarda düzenin bozuk olduğunu söylüyor, ''Toprak işleyenin, su kullananın'' diyordu. Ayrıca Ecevit toprak reformundan da meydanlarda sık sık bahsediyordu. Ecevit ileride kendisiyle özdeşleşecek olacak güvercini ve mavi gömleğiyle halkın umudu, sadece yaşam tarzıyla halkın içinden imajı uyandırıyordu. Özlem duyulan ve değişmesi istenilen bütün değerlere sahip çıkıyordu. Miting için gittiği her yer ''Halkçı Ecevit'' sloganlarıyla doluydu ve Ecevit’in CHP’ye yeni bir soluk olarak getirdiği ‘’ortanın solu’’ doktrini halk tarafından benimsenmişe benziyordu. . Diğer bir siyasi aktör ise Necmeddin Erbakan idi. 12 Mart öncesinde şeriat istediği gerekçesiyle Erbakan’ın başında bulunduğu Milli Nizam Partisi kapatılmış, ama parti lideri Erbakan hakkında dava açılmamıştı. Erbakan 12 Mart sürecini İsviçre’de geçirmiş ve cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yurda dönmüştü. Yurda döndükten sonra Erbakan Milli Selamet Partisini kurarak, teşkilatlanmasını kısa sürede tamamlamış ve yeni parti kısa sürede siyasi arenaya bir fırtına gibi girivermişti. Erbakan’ın Adalet Partisinin oylarını hedeflediği aşikardı. Siyaset sahnesinin 4. ve son aktörü ise Alparslan Türkeş’ti. Milliyetçi Hareket Partisi kısa sürede bozkurtları ile birlikte milliyetçi oyları elde etmek için meydanlardaki yerini aldı. Aslında 12 Mart muhtırası Türkeş’e de dokunmamıştı. Ancak Türkeş'de 12 Mart döneminde fazla ortalıkta görünmemeye özen göstermişti. İşte 14 Ekim seçimlerine bu partiler yukarıda zikrettiğimiz doğrultuda girdi.

14 Ekim seçimlerinin sonuçları alındığında ise herkes şaşkındı. Çünkü Türkiye’de ilk kez sandıktan sol tandanslı bir parti olan CHP birinci çıkmış ve oyların %33’lük kısmını alarak meclise 184 milletvekili meclise sokmuştu. Bu sonuç, Cumhuriyet Halk Partisinin sırtını orduya ve devlete dayayarak politika yaptığı izleniminin de yıkıldığının bir kanıtıydı. Adalet Partisi ise büyük bir hayal kırıklığı içerisindeydi. Çünkü adalet partisi seçimlerden %29 oy oranı ile 2. parti olarak çıkmış ve meclise 149 milletvekili sokabilmişti. Erbakan'ın Milli Selamet Partisi ise hedeflediği gibi adalet partisinin oylarını çalmış ve 49 milletvekili ile 3. Parti olmuştu. Türkeş’in, Milliyetçi Hareket Partisi ise bu seçimde meclise sadece 3 milletvekili sokarak hezimet yaşamıştı. Seçim sonuçları krizin de habercisiydi. Çünkü hiçbir parti tek başına iktidar olamamıştı. Türkiye için artık koalisyonlar dönemi başlıyordu. Sağ ilk defa sandıkta bölünmüş ve parçalanmıştı. Çünkü merkez sağdan dinci ve milliyetçi partiler oy çalmışlardı. Türkiye 1974 yılına koalisyon sancılarıyla giriyordu. İlk akla gelen koalisyon ise Adalet Partisi ile Halk Partisi arasında yapılabileceğiydi. Ancak CHP ile AP bir araya gelemezdi. Çünkü Ecevit’te, Demirel'de hem siyasi kadrolarını hem de diğer teşkilatlarını birbirlerine karşı durmak üzerine hazırlamış ve miting meydanlarında birbirlerinin aleyhinde birçok söyleme imza atmıştı. Hatta seçimden önce Demirel verdiği demeçlerde ''Biz CHP ile ancak savaşta bir araya gelebiliriz.'' dahi demişti. Hükümeti kurma görevi alan Ecevit'e tüm partilerden ret cevabı geldi. Bu dönemde 4 aylık bir hükümet krizi yaşandı. Oysa CHP örgütü iktidara susamış ve her yere ''Başbakan Ecevit.'' yazılmıştı. Sol içindeki düzenin değişimini isteyen devrimci kesimlerde Ecevit'i sıkıştırıyor, verdiği sözleri tutmasını istiyordu. Ecevit, yaşadığı bu baskıyla Milli Selamet Partisinin kapısını çaldı ve koalisyon görüşmelerine başladı. Aslında Milli Selamet Partisinin gönlünde Adalet Partisiyle bir koalisyon kurmak vardı. Ancak MSP lideri Erbakan ayağına gelen fırsatı kaçırmak istemiyordu. Anadolu sanayisini ve esnafını temsil eden MSP'de milli sanayi ve karma ekonomi söylemleriyle CHP ile uyuşuyordu. Halkın hükümetten umutları ve beklentileri en üst seviyedeydi. Cumhuriyet tarihi boyunca karşı karşıya gelmiş bu iki güç ilk defa uzlaşacaktı (veya uzlaştıklarını sanıyorlardı). Bu uzlaşı neticesinde 26 Ocak 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyon hükümeti kuruldu. Aslında kurulan bu koalisyon ateş ile barutun yan yana gelmesi olarak tabir edilebilir. Çünkü laik rejimin savunucusu CHP, rejimi yıkarak şeriat getirmekten bahseden ve kapatılan bir partinin devamı olan MSP ile kol kola girmişti.

Ancak bu düş çabuk bitti. Uzlaşı ve barışın yerini gerilim aldı. Laikler ve dindarlar arasındaki balayını bitiren ise ''çıplak istanbul heykeli'' oldu. Başbakan yardımcılığı görevini üstlenen Erbakan ayağının tozuyla ilk icraat olarak İstanbul'un Karaköy meydanında bulunan güzel istanbul heykelini kaldırttı. Nitekim İstanbul’u simgeleyen güzel istanbul heykeli bir gece vinç ile kaldırılarak çöplüğe yollandı. Dolayısıyla bu icraatın arkasından hükümet içerisinde kıyamet koptu. MSP'liler bu heykelin güzel İstanbul olarak değil ''türk anası'' olarak takdim edildiğini iddia ediyor ve Türk kadınının böyle müstehcen bir şekilde heykelinin bulunmasına karşı çıkıyordu. Daha bu olayın sarsıntısı geçmeden hükümetin MSP kanadı bir genelge yayınlayıp bira satışlarını da yasakladı. Ardından Erbakan'ın ünlü sanayi hamlesi geldi. Erbakan milli sanayi kurmak adına durmadan fabrika temelleri atıyordu. CHP kanadı ise dişlerini sıkarak bu durumu izliyordu. Her geçen gün iki ortağın dünyaya çok farklı pencerelerden baktığı ortaya çıkıyordu. CHP'nin genel af ile hapishanelerin kapısını açması ve solcularında af kapsamına alınması MSP ile bir başka krizi tetiklemişti. Artık her iki tarafta bu iş böyle gitmez diyordu ki; tam o günlerde Kıbrıs’tan bir haber geldi ve bütün her şeyi unutturu verdi. Atina’da ki askeri cunta, Makarios'u devirip yıllardır düşledikleri ENOSİS'i gerçekleştirmek için harekete geçmişti. Ecevit tüm iç sorunları bir kenara bırakarak Kıbrıs'ın diğer garantörü olan İngiltere’ye hareket etti. Hareket etmeden önce Ecevit genelkurmay başkanı ile görüşerek savaşa hazırlıklı olunması talimatını verdi. Eğer İngiltere’de çözüm üretilemez ise Kıbrıs'a çıkartma yapılacaktı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa sınırlarının ötesinde son derece riskli bir harekata girişecekti. Bu olayın ülkenin tüm dış ilişkilerini yıllar boyunca etkileyeceğini o sırada kimse tahmin edemezdi.

***KIBRIS BARIŞ HAREKATI SONRASI SİYASİ GELİŞMELER***

Daha önce hazırladığım şu yazıda (Kıbrıs Barış Harekatına Giden Yol) Kıbrıs barış harekatını teferruatlı şekilde sizlerle paylaşmıştım. Bundan ötürü harekat sırasında yaşananları tekrar ederek yazıyı uzatmanın manası yok. Ancak harekat sırasında Türkiye’nin nasıl birbirine kenetlenebileceğini görmemiz bizim için en önemli olgulardan birisi olmalıdır. Kıbrıs harekatı, Türkiye’de ise 1970’li yıllarda ve daha sonraki yıllarda bir daha hiç yaşanmayacak bir birlik havası estirmişti. Türkiye’de sağcısı, solcusu, işçisi, işvereni, öğrencisi ve memuruyla halk birbirine kenetlendi. Bu sevgi ve coşku selinin adresi ise başbakan Bülent Ecevit idi. Halk bu dönemde Ecevit’i ‘’Kıbrıs fatihi’’, ‘’Dünyaya kafa tutan adam’’ ve cesur bir lider olarak görüyordu. Ancak yukarıda da zikrettiğimiz gibi batı dünyası tam aksine Ecevit’in hanesine bir eksi puan daha koyuyordu. Kıbrıs harekatı ise bardağı taşıran son damlaydı. Özellikle Washington yönetimi ikinci kez Ecevit hükümetiyle karşı karşıya gelmişti. Washington yönetiminin Ecevit ile ilk karşılaşması ise Ecevit hükümetinin haşhaş ekimini serbest bırakmasından dolayıydı. 12 Mart döneminde Amerika’nın baskısıyla yasaklanan haşhaş ekimine Ecevit’in yeniden izin vermesi Amerikalılar tarafından daha önce bir not edilmişti. Aslında haşhaş üretimi bir bölüm çiftçinin tek geliriydi. Amerika ise bu yasakla ülkesinin uyuşturucu sorununu çözebileceğini düşünüyordu. Aslında bu yasaklamayla bir çözüme ulaşamayacaklarını kendileri de biliyordu; ancak bu yaklaşım Amerikan kamuoyunun hoşuna giden bir adımdı. Kısaca Amerikan hükümeti tribünlere oynamayı seçmişti. Ecevit hükümeti Washington’u dinlemeden birde Kıbrıs’a müdahale etmişti. Dolayısıyla Türkiye batılı Ülkerlerle birlikte Amerikalılar tarafından aforoz edildi ve ambargo kararları ardı ardına gelmeye başladı. Konuyla ilgili Ecevit ise verdiği demeçlerde ambargo kararlarının Kıbrıs Barış Harekatı yüzünden değil haşhaş ekiminden dolayı uygulandığını beyan etmiştir. Ecevit haşhaş ekimini serbest bırakma kararının hükümet olarak 1 Temmuz'da alındığını belirtmiş ve bu karardan birkaç gün sonra yani Kıbrıs’ta darbe gerçekleşmeden önce Amerikan Senatosu tarafından Türkiye’ye karşı yaptırımların onaylandığını belirtmişti. Amerika ile Türkiye arasındaki gerilim o kadar tırmandı ki Amerika’nın Türkiye büyükelçisini geri çekeceği söylentileri bile çıktı. Dahası Pentagon'un askeri operasyon yapması veya Türkiye’nin NATO’dan çıkartılması gibi konuşmalarda ayyuka çıkmıştı. Türkiye artık eskisi gibi sırtı sıvazlanıp, hoşuna giden sözlerin söylendiği bir müttefik olmaktan çıkmıştı.

Kıbrıs barış harekatı sonrası Ecevit’in yaptığı mitinglerde Ecevit’e yönelik ‘’Kıbrıs Fatihi’’ gibi pankartların açılması iktidar ortağı MSP yetkilileri ile CHP’lilerin arasının açılmasına da sebep oldu. Çünkü MSP’liler ile Necmeddin Erbakan’a göre bu harekat kararının alınmasında sadece Ecevit rol oynamamış kendileri de büyük destek vermişti. İktidar ortakları arasında asıl ipleri koparan ise Ecevit’in yaptığı bir hareket ve düşünce neden olacaktı. Birinci olarak Ecevit dünya kamuoyuna açıklama için kameraların karşısına geçtiğinde iktidar ortağı ve Başbakan Yardımcısı Necmeddin Erbakan’ı yanına almamıştı. Ecevit’in bu hareketini bir kısım CHP’li gibi tüm MSP’lilerde yanlış bir adım olarak görüyordu. Ayrıca iktidar ortakları arasında Kıbrıs Harekatı ile ilgili başka görüş ayrılıkları da mevcuttu. Milli Selamet Partisi, Kıbrıs'ın tamamının ele geçirildikten sonra Rumlar ile masaya oturulmasını savunuyor. Rumlarla adanın tamamını alındıktan sonra bir anlaşma sağlandığı takdirde şimdi verilenden daha fazlasının bile alınacağını savunuyordu. Ecevit ise MSP’nin bu harekatı bir cihat veya fetih havası vermesinden rahatsızdı. Ayrıca Ecevit, MSP’nin bu tutumunun dünyada ciddi kuşkular uyandıracağından çekiniyordu. İkinci olarak Ecevit bu harekat neticesinde yurtiçinde kahraman olarak anılmasını tek başına iktidara gelmeye dönüştürmek istiyordu. Bu yüzden hükümetin istifa ederek erken seçim için karar alma düşüncesi harekat sonrası olan bu dönemde filizlenmeye başlamıştı. Ancak Ecevit’in bu düşüncelerinde aksayan bir nokta mevcuttu. Bu aksayan nokta ise ülkenin ekonomik durumuydu. Hem haşhaş ekiminin serbest bırakılması, hem de Kıbrıs Barış Harekatı neticesinde uygulanan ambargolar Türkiye ekonomisi için zor bir dönemin başlangıcının habercisiydi. Bu ambargoyla birlikte 1973 yılında dünya genelinde yaşanan petrol krizi Türk ekonomisinin belini iyice kırmıştı. 1973 yılında yaşanan bu krizle petrol fiyatlarının birdenbire astronomik artışıyla birleşince yıllar boyunca sürecek büyük bir ekonomik krizin ilk işaretleri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu kriz sokaktaki insana büyük zamlarla yansıtılıyordu. Artık benzin bulunamaz olmuş, halk tüp gaz, şeker ve yağ için uzun kuyruklarda beklemek zorunda kalıyordu. Kıbrıs fatihi olarak alkışlanan Ecevit birdenbire kuyruklar döneminin mimarı olmakla suçlanmaya başlamıştı.

Bu yüzden Kıbrıs zaferinin sarhoşluğu hükümet içerisinde yukarıda zikrettiğimiz ekonomik sorunlardan ve siyasi çekişmelerden ötürü çabuk geçti. Çünkü Türk siyaseti yukarıda zikrettiğimiz gibi yine iç sorunlarına ve ünlü kavgalarına dönmüştü. Aslında hem Kıbrıs zaferinin paylaşılması, hem de ekonomik kriz hükümeti ciddi manada sarsmıştı. Bu çekişmeler ve Ecevit’in Kıbrıs zaferinin kendisine sağladığı siyasi prestiji oya dönüştürmek istemesi neticesi istifa etmesiyle hükümet düştü. Ancak TBMM’de bulunan diğer partiler Ecevit’in erken seçim kampanyasına karşı çıkarak erken seçim kararının alınmasına engel oldu. Dolayısıyla ortaya bir hükümet krizi çıktı ve uzun süre hükümet kurulamadı.

***1. MİLLİYETÇİ CEPHE HÜKÜMETİ***

Aslında CHP ile MSP ayrı dünya görüşlerine sahip ve yan yana çalışması çok olası olmayan bir oluşumun içerisine girmişlerdi. Dolayısıyla bu evliliğin yürümeyeceği baştan belliydi. Hükümetin istifa etmesiyle Türkiye için yepyeni ve karanlık bir dönem başlıyordu. Yaklaşık 6 ay boyunca meclisten yeni bir hükümet formülü çıkarılamadı ve ülke hükümetsiz kaldı. Ekonomik kriz ve siyasi belirsizlik sokaklardaki tansiyonu günden güne arttırdı. Ülke adeta sağ ve sol kamplara bölünmeye başlamıştı. Hem mecliste hem de sokaklarda hızlı bir ayrışma yaşanıyordu. Dahası taraflar birbirlerini vatana ihanet ile suçlayacak kadar uzlaşmaz ve sert bir dil kullanmaya başlamışlardı. Sonunda meclisteki kilidi Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel çözdü. Demirel'in bir başka meşhur sözü olan ''Demokrasilerde çareler tükenmez'' sözü işte bu dönemde gündeme gelmişti. Mart ayında oluşturulan bu yeni koalisyonda merkez sağın geleneksel temsilcisi Adalet Partisi, İslam’ın bayraktarı Milli Selamet Partisi, sokağı kontrol eden Milliyetçi Hareket Partisi ve sağda statükonun bekçisi olan Güven Partisi bulunuyordu. Bu koalisyona katılan partilerin kendilerine verdikleri isim ise ''Milliyetçi Cephe'' hükümetiydi. Aslında bu isim çok tehlikeli dönüm noktasını işaret ediyordu. O dönemde Milliyetçi Hareket Partisi merkez karar yönetim kurulu üyelerinden birisi olan Taha Akyol milliyetçi cephenin kuruluş mantığında ki hatayı şu şekilde anlatmıştır :

''Milliyetçi cephe kurulurken bütün Türkiye’nin hükümeti olmak ve tansiyonu düşürmek gibi bir rasyonellikle değil; Ecevit ile birlikte yükselen solu durdurmak ve solun karşısında bir baraj oluşturmak gibi negatif bir duyguyla kurulmuştu. Dolayısıyla yükselen solun peşindeki milyonlarca insan bu hükümeti kendilerine karşı düşman olarak gördüler. Milliyetçi cephenin temel hatası aslında bir ''cephe'' olmasıydı ve cephe mantığıyla hareket etmesiydi. Ancak milliyetçi cephe hükümetleri türkiye’nin daha fazla cepheleşerek hizipleşmesine katkıda bulundu.''

Milliyetçi cephenin varoluş nedeni sola karşı duyulan tepkiydi. Hükümettekiler, sol güçlerin ülkeyi adım adım komünizme sürükleyeceğine inanıyorlardı. Ecevit’in şahlandırdığı solu dizginleyerek bu işe ''dur'' demek gayeleriydi. Milliyetçi cephe hükümetlerinin kurulmasını o dönem CHP milletvekili Altan Öymen ise şu şekilde değerlendirmiştir:

 ‘’Bu partiler koalisyonu kurarken kendi adlarına ‘’Milliyetçi Cephe’’ koymuşlardı. Aslında bu 1974 yılında kurulan Ecevit hükümetine karşı bir reaksiyondu. Ancak bu aynı zamanda da Ecevit’in dışındaki diğer sol örgütlere karşı da bir tepki ve reaksiyondu. Kurulan hükümetin adında ‘’cephe’’ kavramının bulunması çok manidar bir durumdu. Cephe nerede vardır? Cephe kelimesi savaşlarda kullanılır. Bu da bize göre Sol’a karşı bir savaş manasına geliyordu.’’

Dönemin CHP milletvekillerinden Ali Topuz ise bu hükümeti şu şekilde değerlendirmiştir:

’Milliyetçi Cephe hükümetleri sonrası sağ militan olarak tabir edebileceğimiz örgütlerin ülke içerisinde aktif bir rol oynamasına yol açmış; bunun sonucu olarak da sol militanları bünyesinde barındıran örgütleri de kışkırtan bir etki yaratmıştır. Bu bölünme Milliyetçi Cephe hükümetleri ile iyice hızlanmış ve bu süreçler sırasında Türkiye içerisinde bir kaosun yaşanmasına neden olmuştur.’’

Solun sadece mecliste dizginlenmesi yeterli görülmemişti. Asıl sokaklarda da Sol’a ''dur'' denmeli ve gelişmesi engellenmeliydi. Bunun için biçilmiş kaftanda ülkücü kesimdi. Bu kesim zaten hem eğitimli hem de deneyimliydi. Yaklaşık 5 yıldır ülkücüler özel kamplarda eğitiliyordu. Bu eğitilenlerin ise adları ''komando'' olarak anılıyordu. Ülkücüler milliyetçi cephenin kanatları altında Sol'a karşı başlattıkları cihatta yalnız kalmayacaktı. Bu oluşumdakiler devlet kolluk güçlerinin sempatisine de sahiptiler. Ülkücüler devleti koruduklarını ve devlete sahip çıktıklarını iddia ediyordu. Devletin kolluk güçleri de ülkücülere kol kanat geriyordu. O tarihte savcılıklara dosya olarak gönderilen adam öldürme olaylarında ülkücü kesimin sanık olduğu bazı davalarda, sanıklar savcılığa çeşitli sağlık raporlarını ibraz ediyordu. Savcılık makamı bu raporların gerçek olup olmadığını araştırdığında ise çeşitli bürokratik engeller karşılarına çıkıyor ve engelleniyordu. Dolayısıyla milliyetçi cephe hükümeti sağ militanları daha aktif kılan, sol militanları da kışkırtan bir etki yarattı ve ülke içerisindeki bu bölünme 80 darbesine kadar giden süreçte giderek artarak ülke içerisinde ki kaosun en temel sebeplerinden birisi oldu.

Yukarıda zikredildiği gibi ülkücülerin bu örgütlenmesi ile birlikte sol kesim ile girdikleri ilk mücadele alanı ise üniversiteler olmuştu. Artık üniversitelerde iki görüşe mensup gençler kesici alet veya silahlarla çatışmaya girmeye başlamıştı. Aynı dönemde sol geçmişe göre daha fazla örgüte bölünmüş ve düşman olarak ilan ettikleri ülkücüler karşısında kendilerini savunduklarını iddia ediyorlardı. Artık ülke içerisinde karşılıklı atışmalar ve sokak kavgaları vaka-yı adiyeden sayılmaya başlanmıştı.

***KONTRGERİLLA ÖRGÜTLENMESİ HAKKINDA!***

İşte tam bu sıralarda devletin içerisinde bir başka gizli örgütün adı duyulmuştu. Uzun yıllardır varlığı bilinen, ancak herkesin elle tutamadığı, gözle göremediği bir örgüttü. Bu örgütünde hedefi ülkücüler ile aynıydı. Solu ne pahasına olursa olsun durdurmak... Bu örgütün adı ise Kontrgerilla idi. Kontrgerillayı kamuoyunun gündemine ilk defa Bülent Ecevit sokmuştu. Çünkü örgüt maddi sıkıntı içerisindeydi. Ödenek için dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar para bulabileceği tek adresi, yani başbakan Ecevit’in kapısını çaldı. Ecevit ile genelkurmay başkanı arasında gerçekleşen görüşmede Ecevit bu ödeneğin ne için istendiğini sorduğunda, genelkurmay başkanı ''özel harp dairesi'' için istendiğini belirtti. Ecevit o güne kadar genelkurmay içerisinde böyle bir kuruluş olduğundan haberdar değildi ve bunu genelkurmay başkanına da iletti. Genelkurmay başkanı ise bu kuruluşun masraflarının o zamana kadar Amerikalılar tarafından karşılandığını Ecevit’e iletti. Ecevit bu kuruluşun ne iş yaptığını sorduğunda ise genelkurmay başkanı ''Türkiye’nin bazı bölgelerinin işgale uğraması durumunda yeraltı faaliyetini organize ederek bazı vatanseverleri ömür boyu görevlendirir ve bir takım gizli silah depoları bu birim kontrolü altındadır.'' dedi. İşte kontrgerillanın varlığı hükümetin en tepesindekiler tarafından bile ancak böyle bir gereklilik sonucu öğrenilebilmişti. Aslında bu örgüt NATO tarafından olası bir Sovyet işgaline karşı kurulmuştu. İşgal durumunda örgüt gizlendiği yerden çıkacak ve toprağa gömdüğü silahlarını alarak harekete geçecekti. Bu örgütün her ülkedeki ismi de farklıydı. Mesela Fransa’da ''Rüzgar Gülü'', İtalya’da ''Gladyo'' ve Yunanistan’da ise ''Kuzu Postu'' olarak biliniyordu. Aslında kontrgerilla diye bir örgüt yoktu. Sadece bu kullanılan yöntemin adıydı. Söylentilere göre bunu yönetenlerde genelkurmaya bağlı olan Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantılarıydı. Bu uzantıların amacı halk direnişe çekmek, gerekirse örgütlemekti. Kimsenin yasal bir statüsü yoktu, isimleri bilinmiyor, yakalanamıyor ve yargılanamıyorlardı.

***SAĞ İLE SOL GRUPLAR ARASINDA İLK KANIN AKITILMASI VE ODTÜ OLAYLARI***

Ecevit döneminde bayrak açan sol şimdi gerilemiş ve savunmaya geçmişti. Milliyetçi Cephe solu durdurmak için hükümete yerleşmiş ve sokaklarda ülkücülere emanet etmişti. 1974-1975'in Türkiye’sinde hızla sağ ile sol kamplaşması gerçekleşmeye başlamış ve her iki taraf bombalı saat gibiydi. Bir kıvılcımın ise bu bombayı patlatması yeterliydi. Bu kıvılcım İstanbul’da 1974 yılının Aralığında İstanbul Üniversitesinde çaktı. Mühendislik fakültesi öğrencisi Şahin Aydın bıçaklanarak öldürüldü. Bu olay 12 Mart sonrası gerçekleşen ilk siyasi cinayetti. Sol görüşlü öğrenciler Aydın'ın cenazesini büyük bir gövde gösterisine dönüştürdüler. Artık Türkiye’de cinayet çarkı dönmeye başlamıştı. Sol adına devrim yapmak için yola çıkanlar, devleti korumak adına silahlanan ülkücüler birbirlerine kıymaya başladılar. Her gün yeni bir bıçaklama, kurşunlama ve bombalama haberi gazetelerde yer almaya başladı. Halk içerisinde ölüm giderek kanıksanmaya ve vak-ı adliyeden görülmeye başladı. Dönemin gazeteleri trafik kazaları gibi anarşi raporları yayınlamaya ve ölenlerin listelerini vermeye başladılar. İşin ilginç yanı hem devrimciler hem de ülkücüler kendilerini savunduklarını iddia ediyordu. Suç hep karşı taraftaydı. Her iki tarafın hedefi birdi; ''Türkiye’yi kurtarmak'' istiyorlardı. Kendi düşüncelerine göre ve kendi görüşlerine göre bir Türkiye kurmak için silaha sarılmışlardı. Ülkücüler gibi sol'da boş durmuyordu. Ülkücü hareketin karşısındaki devrimci cephe 12 Mart döneminde sarsılmış, ama yok edilememişti. Yasadışı kabul edilen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) yeniden örgütlenmesini tamamlamıştı. Ecevit hükümetinin çıkarttığı genel af ile lider kadroları serbest kalmış ve yeniden toparlanmışlardı. Dönemin en büyük örgütü ise Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ) ve Devrimci Yol (DEV-YOL) idi. Dev-Genç solcular içerisinde en önemli gücü bünyesinde bulunduran örgüttü. Dev-Genç önce üniversitelerde örgütlenmesini tamamladı. Daha sonra liselere, Anadolu’ya ve gecekondulara doğru yayılımını tamamladı. Aynı yolu dev-yol’da izlemiş ve güçlenmişti. Bu iki örgütün resmi olarak 74 tane şubesi bulunmaktaydı. Türkiye genelinde etkilediği kitle ise yüzbinler ile ifade ediliyordu. Bu dönemde her üniversite adeta kale görevi görüyor ve fakülteler iki taraf arasında el değiştirip duruyordu. Yüksekokul ve fakültelerde sık sık karşılıklı baskınlar düzenleniyor ve karşı saldırılarla yine el değiştiriyordu. Bununla birlikte boykotlar ile eğitim engelleniyor ve öğrencilerin can güvenliği bir türlü sağlanamıyordu. Devrimciler ile ülkücüler arasındaki savaşın en can alıcı laboratuvarı ise Orta Doğu Teknik Üniversitesiydi. ODTÜ’de 8 Kasım 1973 tarihinde Kissinger ile ilgili bir boykot sırasında saldırı gerçekleşmiş ve 3 kişi yaralanmıştı. Bu olayın üzerine ODTÜ’de 9 aylık bir boykot başlatılmış ve bu boykot sırasında okul servisinin taranması sonucu Semih Erbek isminde öğrenci ölmüştü. Solun kalesi olarak bilinen ODTÜ’de bu olayların gerçekleşmesi üzerine rektör görevinden alındı. Bununla birlikte 300 ülkücü işçi kimliğiyle kampüse sokuldu. Bu gelişmeler üzerine ODTÜ bir anda savaş alanına döndü. Bu olaylardan sadece öğrenciler değil, öğretim görevlileri de baskı altına alınmaya başlamıştı. Bu olaylar ve direniş üniversiteyi kapanma noktasına kadar getirmişti. Ülkücülerin ODTÜ içerisinde tutunma çabasının nafile olduğunun anlaşılmasıyla ülkücülerin okulu ele geçirme planı böylelikle kırıldı. Ancak aylardır süren gerilimde sağcıların üniversiteyi terk etmesinden hemen önce patladı. Rektörlük önünde toplanan öğrencilerin üzerine önce bomba atıldı, sonrada otomatik silahla ateş edildi. Bu saldırı sonucu 1 kişi öldü, 36 kişi yaralandı. Olaya tanık olmuş ve dönemin ODTÜ Öğrenci Temsil Konseyi Üyesi olan Ahmet Asena olayı şu şekilde anlatmıştı;

''Öncelikle çok iyi planlanmış ve organize bir saldırı olduğunu belirtmem gerekiyor. Bütün herkes rektörlük binasının önünde toplandığı sırada, rektörlük binasının olduğu bölgeden bir ses bombası atıldı. Ses bombasının patlamasıyla herkes o yöne toplanmaya başladı ve askerlerde geldi. Herkesin toplandığı anda okulda karakolda görevli askerlerin ve komutanları olan yüzbaşının üzerine doğru büyük bir bomba atıldı. Bombanın atıldığını görenler ''bomba geliyor'' şeklinde bağırarak herkesi uyardı. Ben bombanın bize doğru geldiğini görünce yüzbaşıyı rektörlüğe doğru ittim ve komutan 2-3 metrelik yerden yuvarlanarak düştü. Ben ise kendimi başka tarafa doğru attım ve bombanın etki alanından kurtuldum. Ancak bombadan kaçamayan bir arkadaşımız öldü ve birkaç arkadaşımızda yaralandı. Bomba patlar patlamaz bu kez üzerimize ateş açılmaya başladı. Yine ses bombasının atıldığı rektörlük istikametinden ciddi bir yaylım ateşi kalabalığa yöneltilmişti. Herkes panik halinde kaçışırken ateş kesildi ve ateşi açanlar bir minibüse binerek olay mahallinden kaçtı.''

Sonuç olarak bu anarşi döneminde ODTÜ içerisinde yaşanan olaylara bakıldığında 16 kişinin öldüğü ve birçok insanın yaralandığı görülebilir.

***APOCULAR VE ASALA HAKKINDA!***

Türkiye’yi uzun yıllar hatta günümüzde dahi uğraştıran ve korkunç şekilde kan akmasına neden olacak bir başka gelişmenin filizleri de aynı dönemde boy gösterecekti. Ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesinde okuyan halim, selim görünüşlü bir öğrenci 16 arkadaşıyla birlikte Dikmen’de bir evde buluştu. Bu 16 kişinin adı daha önceleri sol örgütler içerisinde anılıyordu. Bu 16 kişi artık kendi örgütlerini kurmaya karar vermişlerdi. Karışık bir dönemin sağladığı olanaklardan yararlanmak istiyorlardı. Bu kişiler bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyorlardı. Bunun için ise silahlı eylem kararı alacaklardı. Artık konuşmanın değil silaha sarılmanın vaktiydi. Ülkede kendini gösteren terör ortamı bu grup içinde biçilmiş kaftandı. İşte Dikmen’deki bu buluşmada toplananlar silah üstüne ant içerek adlarını dikmendeki toplantıyı organize eden Abdullah Öcalan’dan aldılar. Artık onlara ''Apocular'' denilecekti.

Yine o günlerde Türkiye’de herkesin hafızasından silinmiş ve unutulmuş bir kan davası 22 Ekim 1975 günü Viyana'da yeniden hortlatıldı. Bu tarihte Türkiye’nin Viyana’daki büyükelçisi Daniş Tunalıgil 3 ermeni militan tarafından öldürüldü. Katiller 1915'de yapıldığı iddia edilen sözde ermeni soykırımının intikamını aldıklarını dünyaya açıklamalarıyla duyurdular. Bu örgütün ismi ise ''ASALA'' idi. Asala'nın açılımı ise Ermeni Ulusal Kurtuluş Ordusu idi. Viyana büyükelçisinin öldürülmesinin üzerinden 2 gün geçmişti ki bu kez Paris büyükelçisi İsmail Erez'de yine aynı şekilde katledildi. Bu olaylarla 40 Türk diplomatının yaşamına mal olacak bir suikastlar serisi başlamış oluyordu. Asala'nın eylemleri 80'li yıllarda gerçekleştirdiği Esenboğa Havalimanı saldırısıyla son noktasına ulaştı. Asala ardında hafızalardan silinmeyecek birçok eylemle birlikte dehşete düşüren eylemler ve masum insanların dökülmüş kanlarını bıraktı.

***DİSK’İN ÜLKE İÇİNDEKİ ETKİSİ VE KANLI 1 MAYIS OLAYI***

Türkiye içte ve dışta kan kaybetmeye devam ediyordu. Bu olayların olduğu günlerde bir daha hayatımızdan hiç çıkmayacak bir başka canavar ülkemize musallat olmaya başlamıştı. Bu canavarın adı ise enflasyondu. O dönemde gelen son zamlarla ekmek 250 kuruşa, benzin 270 kuruşu satılmaya başlamıştı. Doların Türk Lirası karşısında değer kazanması devam etmiş ve 1 Dolar 15 Lirayı görmüştü.

Milliyetçi cephe hükümetinin başta olduğu dönemde özetle ülke işte böyle bir cenderenin içerisindeydi. Ülke üzerinde bir yandan dış baskılar devam etmekte, diğer yandan ise iç sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyordu. Ülke içerisinde anarşi artmaya devam etmiş ve buna bağlı olarak da kamplaşmada iyice hızlanmaya başlamıştı. Bu kamplaşma hızlandıkça terör artmaya başladı. Türkiye artık bir kısır döngünün içerisine girmişti. Aslında ülkedeki bu gelişmelerden orduda rahatsızdı. Teröre karşı devletin yeni bir mekanizma kurmasını istiyorlardı. Bu mekanizmanın adı ise ''Devlet Güvenlik Mahkamesi'' idi. Ancak askerin bu projesine hiç beklenmedik bir engel çıkacaktı. Bu engel ise Devrimci İşçi Sendikası (DİSK) gerçekleştirecekti. Disk o dönemin yıldızı parlamaya başlamış işçi konfederasyonuydu. Özel sektörde birçok fabrikada örgütlenmiş durumdaydı. Toplu sözleşmelerin ise inatçı ve katı bir pazarlıkçısıydı. Devrimci söylemlerinden dolayı işçilerin en çok tercih ettiği sendikaydı. Sendikanın ise 500.000 üyesi bulunuyordu. Disk bir beyanatıyla işçiyi sokağa dökebiliyordu. Disk’in beyanatı ile işçilerin sokağa inme durumunu ise herkes 1 Mayıs 1976 günü görmüştü. Bu tarihte Türkiye tarihinde ilk defa 1 Mayısı bahar bayramı olarak değil, işçi bayramı olarak kutlamıştı. Bunun öncüsü olan disk o gün yaklaşık 100.000 kişiyi taksim meydanında ki kutlamaları toplamayı başarmıştı. Bu kutlamalarda Türkiye tarihinde işçi yoğunluğu olarak en fazla kişinin katıldığı 1 Mayıs kutlamasıydı. Çoğu sol kesime göre bu 1 Mayıs kutlaması Türkiye’deki sol mücadelesinin taçlanması olarak düşünüyordu. İşte DİSK’in bu gücüne muhafazakar olan TÜRKİŞ’in 26 sendikası katılınca Milliyetçi Cephe Hükümetine karşı son derece güçlü bir muhalefet oluştu. Bu muhaliflere CHP bayrak olmuş, işçi meydanlara çıkmıştı. CHP ile disk devlet güvenlik mahkemelerine ''Özgürlükleri kısıtlayacağı ve demokrasiyi ortadan kaldıracağı'' gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Disk ardı ardına gösteriler düzenledi ve tüm işçileri devlet güvenlik mahkemelerine karşı ayaklandırdı. Ülke bir anda grevler, iş bırakmalar ve direnişlerle sarsılmaya başladı. Disk sokaklarda, CHP ise mecliste öylesine sert bir muhalefet gerçekleştirdi ki milliyetçi cephe köşeye sıkıştı ve bahsi geçen yasayı geri çekmek zorunda kaldı. Bu olaylar ve yasanın mecliste geri çekilmesi, askerler arasında ülkeye yapılmış en büyük ihanet olarak algılandı. Devlet güvenlik mahkemelerinin hayata geçirilmemesi askerlerin gözünde ülkenin adeta teröre teslim edildiğinin ilanından başka bir şey değildi.

Devlet güvenlik mahkemeleri şokunun yaşandığı 1976 yılının yaz aylarında Türk Silahlı Kuvvetleri bambaşka bir sıkıntı içerisindeydi. Zira tayin ve terfi dönemi yine gelip çatmıştı. Sorun ise bir kuvvet komutanlığına başbakan Demirel'in isteği üzerine bir Orgeneral varken Korgeneral’ in atanmasıyla ortaya çıkmıştı. Bu gelişme ordunun geleneklerini altüst edecek bir durumdu. Bu gelişmeyle Türkiye tarihinde ilk defa generaller mahkemeye başvurdu. Mahkeme generaller lehinde kararı bozunca, bu defa terfi bekleyen komutanlar emekli olmak durumunda kaldı. Emeklilik günlerini sayan generaller ise terfi ettiler. Bu gelişmeler sırasında emeklilik planları yapan generaller arasında olan ve gelecekten pek beklentisi olmayan Kenan Evren de bulunmaktaydı. Terfi alan Generallerden birisi olan Kenan Evren, Türkiye’nin en küçük ordusu olan Ege Ordu Komutanlığına atanmıştı. Ege Ordu Komutanı olan Kenan Evren'i o günlerde pek kimse tanımıyordu. Kenan Evren'in tanınırlığının az olmasının en büyük sıkıntısını da gazeteciler yaşayacaktı. Kenan Evren, Ege Ordu Komutanlığının başına geçtiği sırada gazetelere resminin basılması gerekiyordu. Ancak gazetelere basılan resim başka komutana aitti. Gazete Kenan Evren'in eline ulaştığında ise çok kızmıştı. Ancak gazetecilerin elinde hem resim yoktu, hem de paşayı tanımıyorlardı. Gazeteciler ikinci bir resim bularak yeniden gazete yayınladırlar. Ancak o resimde Kenan Evern'in resmi değildi. Ancak gazeteciler 3. Resim'de Kenan Evren'in gerçek resmini yayınlamayı başarabildiler.

1977 yılına girilirken ülkede tam bir bunalım yaşanmaktaydı. Çünkü ekonomi artık felce uğramıştı. Merkez bankasının çekleri yurtdışında karşılıksız çıkıyor ve çoğu finans kurumu tarafından kabul edilmiyordu. Ayrıca döviz kıtlığı dayanılmaz safhalara gelmişti. Bu dönemde Bulgaristan parasını alamadığı için Türkiye’nin ithal ettiği elektriği kesmiş ve ülke içinde kısıntılar günde 11 saate kadar çıkmıştı. Irak ise aynı şekilde ödeme alamadığından petrol vermiyordu. Bu yüzden benzin istasyonlarında ki kuyruklar giderek uzuyor ve tüpgaz bulunamıyordu. Bu sıkıntılarla birlikte %200'lere varan zam furyası halkın belini iyice büküyordu. Aynı zamanda köyden şehirlere olan göç çığ gibi büyümeye devam ediyor ve her yeni gelen beraberin daha yeni sorunlarla kentleri kuşatıyordu. Bu göç dalgasıyla şehirlerde önceki dönemde az görülen gecekondu mahalleleri giderek çoğalmaya başlamıştı. Bu ortamda arabesk salgını yolunu şaşırmış ve ne yapacağını bilemeyen insanların feryadını simgeliyordu. Açıkçası Türkiye müthiş bir darboğaz ile birlikte değişiminde sancılarını yaşıyordu. Sadece şarkıların değil kentleri dolduran aç ve işsiz insanlarında umudu sol parti ve örgütlerdi. Solun parti olarak tek umudu ise Cumhuriyet Halk Partisiydi. CHP’nin arkasındaki en büyük güç ise DİSK idi. Sol CHP’nin şemsiyesi altında toplanmıştı. Solun amacı ise yine aynıydı; milliyetçi cephe hükümetini devirmek ve Karaoğlan’ı tekrar tek başına iktidara getirmek. Zaten o sıralarda milliyetçi cephe içerisinde çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı. MSP, ülkücü terörden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. MHP ise MSP'yi yeşil komünist olmakla suçluyordu. Bu ve buna benzer tartışmalardan dolayı sağdaki ayrışma hızlanmaya başlamıştı. İktidar ortakları bunca baskı altında daha fazla devam edemeyeceklerini görmüşler ve erken seçim kararı almışlardı.

Sol cephe ise bu ortamda, yani seçimler öncesinde 1 Mayıs işçi bayramında dev bir gövde gösterisi yapma kararı aldı. Disk, ülkedeki sol gruplar ile görüşerek ''Gelin milliyetçi cephenin işini taksimde bitirelim.'' dedi. Bu gelişme havayı birden bire değiştiriverdi. Çünkü bu çağrı gerilimi arttırmıştı. Gerilim o kadar arttı ki milliyetçi cephe basını dahi halka o gün çıkmama çağrısı yapmaya başladı. Aslında korku duyan sadece sağ basın değildi. Çünkü çağrı yapan DİSK dahi korkuyordu. Çünkü sol fraksiyonlar içerisinde, özellikle Sovyet Yanlıları ile Çin Yanlıları arasındaki çatışma son günlerde giderek artıyordu. 1 Mayıs’tan 2-3 gün önce İstanbul ve İzmir'de 3 Sovyet yanlısının öldürülmesi gerilimi daha da tırmandırmıştı. İşte bu olaylardan ötürü DİSK, bu iki grubun kozlarını Taksimde paylaşabileceğinden çekiniyordu. DİSK Bu olayları önlemek için 20.000 sopalı işçiyi düzeni sağlamak için görevlendirdi. Planlama yapılırken hangi grubun hangi güzergahı izleyerek meydana ulaşacağı ve alanın neresinde duracağı daha önceden kararlaştırıldı. Ancak asıl dikkatleri çekmeyen sabahın alacakaranlığında aynı meydanın farklı noktalarına, kimsenin tanımadığı bazı kişilerin yerleşmeye başlamasıydı. Bunların bir bölümü taksimin göbeğindeki İntercontinental otelinin 213, 510 ve 713 numaralı odalarına yerleşmişti. Aynı gün olan olayları soruşturmak için görevlendirilen Cumhuriyet Savcısı Muhittin Cenkdağ'ın verdiği beyanatlarda;

''Olaydan bir gün önce İntercontinental resmi olarak kapatılıyor. Ancak uçakla bir sürü yabancı uyruklu insanlar Yeşilköy’e gelerek, olay gecesi otele yerleşiyorlar. Ancak bu kişiler otel kayıtlarında maalesef yok, ama bu kişilerin otelde bulundukları görgü tanıklarının ifadeleriyle sabit...'' demiştir.

Bu kişilerin yerleştiği odalardan alanın her tarafı görünebiliyordu. Diğer bir grup ise Sheraton Otel'in çatısına çıkmıştı. Bazıları ise Sular İdaresi’nin duvarında konuşlanmıştı. Alanda görevli hiç kimse bunun nedenini sorgulamamıştı. Bu kişilerin kimlikleri ise hiçbir zaman belirlenemedi. Meydandaki seyyar ekiplerde erkenden yerlerini almıştı. Artık kanlı oyunun sergileneceği sahne hazırdı ve oyuncularını bekliyordu.

Saat 13.00’dan itibaren gruplar dalga dalga Taksim’e doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Gruplar içerisinde bayraklar açılmış, sloganlar atılıyor, şarkı ile türküler söyleniyor ve işçisi ile öğrencisi ile sol akın akın meydanı doldurmaya başlamıştı. Kimsenin beklemediği kadar fazla bir katılım vardı. Katılımcıların bir bölümü Beşiktaş’tan gelirken, diğerleri Saraçhane ve Tarlabaşı solunu kullanıyordu. Artık insan selinden dolayı kortejlerin ucu bucağı görünmez olmuş ve meydanda adım atacak yer kalmamıştı. Tabi ki bu kadar kalabalığın içerisinde bazı tartışmalarda olmuyor değildi. Örneğin alana sokulmak istenmeyen Dev-Genç'liler 50.000 kişilik bir grup halinde zorla güvenlik kordonunu yardılar ve meydana giriş yaptılar. Soğuk muamele gören bir diğer grup ise ''Maocular'' olarak tanımlanan Çin yanlılarıydı. Bu grup Tarlabaşında durduruldu ve alana sokulmak istenmedi. İşte böyle bir ortamda birkaç saatlik gecikmeyle konuşmasına başlayan DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler sözlerini bitirmek üzereyken Tarlabaşı civarında bulunan gruplar arasında itişmeler başladı. Bu itişmelerin arasında önce bir el silah sesi duyuldu. Ardından 2-3 el daha ateş edildi. İşte bu andan itibaren binlerce insan aniden panikledi. Kimse silahın nereden, kim tarafından ve kime karşı atıldığını anlayamamıştı. Belki de gruplar arasında bir çatışma gerçekleşiyordu? İşte kanlı 1 Mayıs o anda başlamıştı. Yüzbinlerce insan canını kurtaracak bir yer aramaya başladı ve ölümcül bir panik içerisindeydiler. Bu kargaşada yere düşen eziliyor ve bir daha kalkamıyordu. Aslında ilk iki silah sesi adeta bir sinyaldi. Çünkü bu iki ateşten hemen sonra 4 ayrı yerden bir yaylım ateşi başlamıştı. İlk anda Sular İdaresinin üstünden gelen kurşunlar paniği daha da arttırdı. Bu yoğun ateş ile birlikte İntercontinental oteli tarafından da silahlar ateşlenmeye başladı. Buradaki ateşlenen kurşunların hedefinde ise DİSK yöneticilerinin bulunduğu platform vardı. Ateş devam ederken sendika yöneticileri başkan Kemal Türkler'i aşağı indirerek olası bir kurşun isabetinden kurtarmıştı. Bu sırada meydandaki kalabalık ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Çünkü kimse olanlara bir anlam veremiyordu. Tam bu kargaşa içerisinde meydana nereden çıktığı tam anlaşılamayan beyaz renkli bir otomobil girdi ve insanların arasına daldı. Bunlar yetmezmiş gibi sahneye birde panzerler çıkmıştı ve bu panzerler kalabalığın paniğini arttıracak şekilde su sıkmaya başlamışlardı. Bir diğer yandan hem sis bombası hem de ses bombalarını atıyorlardı. Taksim artık tanınmayacak bir duruma gelmişti. Panzerlerin altında insanlar kaçamadıkları için eziliyordu. Taksimin hemen hemen her yanından gelen ateş oradaki topluluğu Kazancı Yokuşuna yönlendiriyor gibi duruyordu. Aslında başka kaçacak yerde yoktu. Dolayısıyla topluluk can havliyle kurtuluşu bulacakları Kazancı Yokuşuna doğru birbirlerini ezerek akmaya başladı. Bu kalabalık aynı anda yine beklenmeyen bir durumla karşılaştı. Kazancı Yokuşu zaten dar bir sokaktı; birde yokuşun ortalarına doğru yolu kapatacak şekilde bir kamyonet konulmuştu. Kalabalığın burada yapabileceği hiçbir şey yoktu. Çünkü can havliyle kaçan insanlar arkadan halen gelmekteydi ve önce olanlar sıkışmaya başlamıştı. Bu yüzden kanlı 1 Mayıs'da çoğu ölüm kazancı yokuşunda sıkışan insanlardan dolayı gerçekleşmişti. Bu korkunç olay aslında 15-20 dakikayı aşmamıştı. Seslerin kesilerek herkes dağıldıktan sonra koskoca taksim alanı bir savaş alanı gibiydi. Bayraklar, slogan dolu pankartlar ve insanların bırakıp kaçtığı eşyalar etrafa dağılmış, alan ölüm sessizliğine bürünmüştü. Geriye ise 34 ölü ve yüzlerce yaralı kalmıştı. Ölenlerin cesetleri bir araya toplandı, kimlikleri belirlendi ve sessizce morglara gönderildi. Böylelikle kanlı 1 Mayıs sona ermiş ve perde inmiş ışıklar sönmüştü.



Ülke ise 1 Mayısta yaşanan olaylardan dolayı dehşete düşmüştü. Ülkeyi aylardır terör kasıp kavuruyordu; ama kimse böyle bir katliamı beklemiyordu. Olaylarda parmağı olduğu düşünülen 470 kişi gözaltına alındı. Olayın soruşturmasını yapan savcılar ilk duruşmada soruşturmanın genişletilmesini, esas faillerin bulunmasını ve bazı kamu görevlilerinin açıkça suçlu olduklarını iddia etmeleri üzerine, savcılar görevden alınarak yerlerine yeni savcılar görevlendirildi. Buradan anlaşıldığı üzere davanın bu şekilde yürütülmesini İstanbul Başsavcılığı istemiyordu. Kısa bir süre sonra ise bu tutuklananların çoğunun olaylarla ilgisinin olmadığı anlaşıldı ve serbest bırakıldılar. Geri kalanların mahkemesi ise 12 yıl sürdü ve yüzlerce dosya hazırlandı. Yeni davalar açıldı. Araya yine yıllar girdi ve davalar zaman aşımına uğradı. Sonunda hiçbir sanık ceza almadan dosya kapandı. Ancak 1 Mayıs olaylarının vicdanlarda açtığı yara hiçbir zaman kapanmadı ve hiçbir zamanda kapanmayacaktı. Kanlı 1 Mayıs olayları ile ilgili soru işaretleri ise günümüze kadar yanıtsız kalmaya devam etti. Kimilerine göre ise olayın yanıtları çok açık şekilde ortadaydı. Buna göre;

''Bir toplumsal olayın içerisine bir takım provokatörlerin girmesi ve bunların olayı provoke etmeleriyle birlikte bu olayı sabote etmeleri sonucu bu olay karşısında da polisin aciz kalması... Maalesef yaşanan bu 1 Mayıs olayı Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük provokasyonlarından birisidir.'' olarak nitelendiriyorlardı.

Olaylar sırasında kolluk kuvveti görevini üstlenen polis teşkilatının resmi açıklaması ise ''halkın paniğe kapıldığı'' şeklindeydi. Oysa dönemin Polis Müdürlerinden Recep Ordulu'ya göre paniğe kapılan sadece halk değildi. Kolluk kuvvetlerinin de

''Kolluk kuvvetleri arasında kimin ne yaptığı belli değildi. Panzerleri kontrol eden müdür tarafından panzerlerin meydana girmesi için emir verildi. Panzerlerin ise tek yaptığı şey paniği arttırıp ölü sayısını arttırmaktan başka bir şey değildi.''

Bir başka görüşe göre 1 Mayıs olaylarının arkasında Amerika vardı. Amerikan yönetimi Türkiye’yi karıştırarak bir askeri darbeye doğru ülkeyi sürüklemek istiyordu. Ancak bu iddiaların gerçekliği de hiçbir zaman kanıtlanamadı.

Yukarıda bahsi geçen kanlı 1 Mayıs ile ilgili daha önce yayınladığım 1 Mayıs 1977 ''Kanlı 1 Mayıs'' yazısında daha fazla teferruatlı anlatıma ulaşabilirsiniz.

***5 HAZİRAN GENEL SEÇİMLERİ***

Olaylar en çok CHP’yi sarsmıştı. Çünkü seçimlere kısa bir süre kala karşılaşılan bu olayın anlamını çözmek için özel komisyonlar oluşturuldu. Ancak bu komisyonlarda herhangi bir sonuç alamadı. Ancak CHP lideri yapılan açıklamalar ve komisyonların yaptığı çalışmaların sonuçsuz kalmasından tatmin olmamıştı. Bu işin peşini de bırakmaya niyetli değildi. Bunun için Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün yanına çıktı. Ecevit'e göre kanlı 1 Mayıs olaylarının arkasında kontrgerilla yani Özel Harp Dairesi olabilirdi. Ecevit cumhurbaşkanına bu şüphelerini hem anlattı hem de yazılı bir metin verdi. Bu görüşmeden sonra Ecevit, İzmir mitinginde de bu konuyu ilk defa halka açıkladı. Başbakan Süleyman Demirel ise CHP liderinin bu yaklaşımını hayal mahsulü görüyor ve şiddetle reddediyordu. Demirel'e göre yapılan tüm tahkikatlara rağmen devlet veya ordunun içerisinde böyle bir örgütün olmadığı aşikardı. Demirel, ordunun bir özel harp dairesi olduğunu kabul ediyordu. Ancak bu birimin kesinlikle Kontrgerilla gibi bir yapılanma barındıramayacağını iddia ediyordu. Kısaca Demirel, kontrgerilla isimli yapılanmanın hayalden ibaret olduğunu söylüyordu. Ancak Ecevit'in kendine göre haklı nedenleri yok değildi. 1977 yılının Nisan ve Mayıs ayları boyunca Ecevit yaşamının en zor ve tehlikeli günlerini geçirmişti. Çünkü miting için gittiği şehirlerde tam 3 kez ölümle burun buruna gelmişti. Ecevit'e karşı ilk saldırı Niksar'da gerçekleştirilmişti. Ecevit miting için gittiği Niksar'a gece yarısı varmıştı. Ancak yolda konvoyda bulunan araçlara ateş açılmış ve araçların camları kırılmıştı. Gece otele vardıklarında sabaha kadar herkes istim üstünde uyumuş ve ertesi gün meydanda yapacağı konuşmaya gittiğinde tehdit havasının büyük olmasından ötürü meydan neredeyse boştu. Ecevit ise konuşmasını resmen boş meydana yapmıştı. Ecevit'e karşı gerçekleştirilen ikinci saldırı ise Şirhan'da gerçekleşmişti. Bu kez meydan kalabalıktı, ama kalabalığın arasında kahverengi çarşaflı bir sürü kadın bulunmaktaydı. Bu kadınlar Ecevit konuşmaya başladıktan hemen sonra Ecevit'e taş atmaya başladı. Ecevit ise konuşmasını tamamlayamadan otobüsle şehri terk etti. Bu olayın hemen ertesi günü Erzincan'a gitti. Son saldırı ise 21 Mayıs günü İzmir Çiğli Havaalanında yaşandı ve tam anlamıyla Bülent Ecevit'e karşı düzenlenmiş bir silahlı saldırıydı. Özel bir silahla atılabilen bir kurşun Mehmet İsvan'ın araya girmesiyle Bülent Ecevit'e isabet etmesi engellenmişti. Bu olaydan 1 hafta dahi geçmeden yeni bir suikast girişimi bu defa başbakan Süleyman Demirel'in ihbar mektubu ile ortaya çıktı. Demirel, Ecevit'in taksim meydanında düzenleyeceği miting sırasında Sheraton Otelinden uzun namlulu silahla saldırıya uğrayacağını bildirmişti. CHP lideri Bülent Ecevit ise radyoya çıkarak bir çağrıda bulundu. Bu çağrıda;

''Hiç bir İstanbulludan düzenlenecek miting için Taksim’e gelmelerini bekleme hakkını kendimde görmüyorum. Ama ben ve eşim Taksim’de otobüsün üzerinde olacağız.'' dedi.

Miting günü polis bu kez olağanüstü bir güvenlik önlemi almıştı. Her çatıda ve balkonda bir görevli bulunuyordu. Polis ise miting alanına giren her bir kişiyi üst aramasından geçiriyordu. Ecevit İstanbullulara ''gelmeyin'' demişti; ama İstanbullular taksimi yüzbinlerce kişiyle doldurmuştu. CHP’nin seçim öncesindeki en kalabalık mitingi taksim meydanında gerçekleştiriliyordu.

1 Mayısı kim planlamış olursa olsun bir bakıma amacına varmıştı. Zira sol bu olayla birlikte daha da bölünmeye başlamıştı. Bunun sonucu olarak da kendi aralarında ki çatışmalarda artmaya başladı. Asıl önemlisi ardı ardına gelen suikast girişimleri ve terör halkı korkuttu. Dolayısıyla sol örgütler dalga dalga geri çekilmeye başladı. CHP’nin bir süre önce su geçirmez sanılan şemsiyesi seçim arifesinde deliniverdi. Bunca olay ve kavga içerisinde de 5 Haziran genel seçimlerine gidildi. Ancak sokaktaki insan bıkmış, yorulmuş ve günlük hayatın ağırlığını içinde ezilmişti.

Seçim kampanyası yine Karaoğlan heyecanı ile açılmıştı. Ecevit yine güvercinlerini uçurdu, alanlara yine kalabalıkları topladı. Demirel ise çiftçilere nurlu ufuklar vaat etmeye devam etti. Erbakan, tüm partileri her zamanki gibi batı taklitçiliği ile suçlamaya devam etti. Türkeş, Sol’a karşı verdikleri mücadelede ölen taraftarlarıyla oy toplamaya çalıştı. Ancak sandıklar kapanıp seçim sonuçları açıklanınca kimse umduğunu bulamadı. CHP bir önceki seçimlere göre oy oranını arttırmış ve milletvekili sayısını 213'e çıkartmış, ama yine de tek başına iktidar için gerekli milletvekili sayısına ulaşamamıştı. Yani CHP’liler tam olarak umduklarını bulamamıştı. Adalet partisi ise 190 milletvekili çıkartmış, ama önceki seçimlere göre oy oranı ve milletvekili sayısında azalma olmuştu. Erbakan ise partisinin amblemindeki gibi bu seçimlerden anahtar parti olarak çıkmıştı. MSP’nin milletvekili sayısı ise 16'dan 25'e yükseltmişti. En büyük sürprizi ise MHP yapmıştı. Önceki seçimde 3 milletvekili kazanan parti, bu seçimde 16 milletvekili çıkartmıştı. Türkeş bu yükselişi 3 Hilal’in kalesi haline gelen orta Anadolu kentlerinden sağlamıştı. Bu arada siyaset tarihi 3 Haziran seçimlerinde kimi liderleri sahneden silmişti. Ferruh Bozbeyli'nin başında bulunduğu Demokrat Parti ile Turan Fevzioğlu'nun başında bulunduğu Güven Partisi bu seçimlerde hiçbir varlık gösteremeden tarihin tozlu sayfalarına katıldılar.

Amma ve lakin seçim sonucunda çok güçlenmiş ama meclis aritmetiğine göre CHP tek başına hükümet kuracak çoğunluğa sahip değildi. Kısaca seçim sonuçları meclisi kilitlemişti. Cumhurbaşkanı 14 Haziran 1977’de hükümeti kurmakla önce Ecevit'i görevlendirdi. Ancak CHP liderinin çalacak ve görüşebileceği bir siyasi parti kapısı yoktu. Çünkü önceki dönemde MSP ile bozuşup koalisyonu bozmuş, MHP ile ideolojik olarak bir araya gelemez ve Adalet Partisinin isteksiz olduğunu biliyordu. Dolayısıyla geriye tek bir seçenek kalıyordu. Ecevit azınlık hükümeti kuracaktı. Ecevit, 21 Haziran 1977 günü azınlık hükümetini kurdu. Ancak Ecevit o formülü de hayata geçirmeyi başaramadı. Hükümet 3 Temmuz 1977 günü yapılan güven oylamasında yeterli oyu alamadığı için Ecevit istifa etti. Ecevit hükümeti kuramayınca sıra seçimlerden 2. Parti çıkan Adalet Partisine geldi. Demirel, hemen eski ortaklarına döndü ve ''2. Milliyetçi Cephe Hükümetini’’ 22 Temmuz 1977 günü kurdu. Ülkede yaşanan bütün gerilim ve kavga ortamına, yükselen tansiyona rağmen ortaklar isimlerinden vazgeçmemişti. Yine kendilerine ''cephe'' adını vermişlerdi. Demirel koalisyonu ''hükümeti kurdurmayan, hükümeti kursun'' düsturuyla kurmuştu. Ancak hükümeti kuran koalisyon ortaklarının karşısında ciddi sıkıntılar bulunmaktaydı. Çünkü Kıbrıs ambargosu devam ediyor, petrol fiyatları halen yükselmeye devam ediyor ve ambargodan dolayı borç alınamadığı gibi altın dahi rehin verilemiyordu. Türkiye’nin gerçekleştirdiği bütün ihracat ise petrol ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. Bundan dolayı da ne döviz bulunabiliyor nede temel ihtiyaç maddeleri bulunabiliyordu. Kısaca herşey karaborsaya düşmüştü. Bu dönemde Türkiye’nin kronik hastalığı olacak enflasyon aylık olarak %12, yıllık olarak %140 seviyelerine çıkmış ve bunun sonucu olarak da üretim manasında hammadde dar boğazı doğmaya başlamıştı


Bütün bu sıkıntılara rağmen Milliyetçi Cephe Hükümeti ülkedeki kamplaşmayı daha da arttırmaya devam ediyordu. Sağcı ve solcu gençler artık giyim kuşamlarından, sakal ile bıyık biçimlerine ve kullandıkları sözcüklere kadar ayrışmış durumdaydı. Örneğin solcu öğrencilerin bıyıkları aşağı doğru sarkık ve saçları ile favorileri uzunken, sağcı öğrencilerin saç ve sakal tıraşı muntazam olan ve bıyıkları daha kıvrıkça oluyordu. Kısaca favorilerin uzunluğu veya kısalığı bile bu ideolojik tercihlerin işareti sayılmaya başlamıştı. Sağ ve sol gruplar arasındaki egemenlik mücadelesi önce okullarda başlamıştı. Üniversiteler, liseler ve nihayetinde ortaokullar iki grup arasında paylaşıldı. Türkiye giderek önce şehir şehir sonra ilçe ilçe ve son olarak sokak sokak kurtarılmış bölgelere ayrıldı. Bunun sonucu olarak da gündelik sokak değişimleri söz konusu olmaya başlamıştı. Örneğin Seyrantepe’nin altı veya Tepecik sıcak çatışma bölgeleri olarak bilinmeye başlanmıştı. Ancak bu iş öyle bir çığırından çıktı ve kontrol edilemez hale gelmeye başladı ki iki yandaş grup yanlışlıkla birbiriyle çatışmaya başlamıştı. Örneğin solcuların 1 saat önce ele geçirdiği sokağa gelen başka bir sol grup sokağın yandaşları tarafından ele geçirildiğini bilmeden diğer solcu grup ile karşılarındakilerin ülkücü olduğunu farz ederek çatışabiliyordu. Sadece İstanbul değil, Türkiye de bu hizipleşmeden fazlasıyla nasibi almıştı. Örneğin orta Anadolu bölgesi Ankara dışında ülkücülerin kontrolündeydi. Batı ve Orta Karadeniz bölgesinde özellikle Trabzon ve Samsun ülkücüler ile devrimciler arasında paylaşılmıştı. Doğu Karadeniz ise solun kalesi konumundaydı. Akdeniz bölgesinde Adana adeta sokak sokak ülkücüler ile devrimciler arasında paylaşılmıştı. Ege'nin kıyı kesimleri solcu, iç bölgeleri ise ülkücülerin elindeydi. Marmara bölgesinde İstanbul dışında sol daha ağır basıyordu. Doğu ve güneydoğuda Erzurum, Elazığ ve Malatya'da ülkücüler bölgenin diğer illerinde ise sol ve yavaş yavaş filizlenen Kürt grupları bulunuyordu. Bu bölünmüşlük içerisinde iki yer vardı ki ayrışmanın resmen sembolü olmuştu. Fatsa'da ''Devrimci Yol (DEV-YOL)'' halk meclisleri kurmuş ve ilçeyi yönetir duruma gelmişti. 1977 yılına damgasını vuran en önemli olay ise İstanbul'un Ümraniye mahallesinde yaşandı. Sol gruplar hazine arazisini işgal etti ve parselleyip halka parasız olarak dağıtmaya başladılar. Yeni kurulan bu yerleşim yerinin adını ise 1 Mayıs Mahallesi koydular. Buraya yerleşenler kendi özledikleri sol yönetim anlayışını, bu kurtarılmış bölgede uygulamaya koymaya başladılar. Bu yönetimin adı ise ''halk komiteleri'' idi. Böylesine bir oluşum gecekondular da ilk defa yaşanıyordu. Ancak bu oluşum devletin tepkisini çekmekte gecikmedi. 2 Eylül 1977 sabahı yıkım ekipleri polis eşliğinde mahalleye girdi. Polisin korumasındaki yıkım ekiplerinin amacı belliydi. Bu kurtarılmış bölgeyi yerledir etmek pahasına geri almak ve devletin otoritesini yeniden bölgede tesis etmekti. Polis yıkım sırasında büyük bir direnişle karşılaştı. Bütün mahalleli ayaklanmış ve çatışma çıkmıştı. Çıkan çatışma ise kısa sürede meydan savaşına benzer bir savaşa dönüştü. Bu şekilde 12 saate varan kanlı bir mücadele yaşandı. Hava kararmaya başladığında yıkım ekipleri 1 Mayıs mahallesini dümdüz etmişti. Yaşanan olaylarda 6 vatandaş ölmüş ve yüzlerce vatandaş yaralanmıştı. Yıkımdan sonra mahallenin adı değiştirilerek 1 Mayıs yerine Mustafa Kemal oldu.

***2. MİLLİYETÇİ CEPHE HÜKÜMETİNİN DÜŞMESİ ve KARA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞINDAKİ ATAMA KRİZİ***

Bu şartlar altında 11 Aralık 1977 günü yapılan yapılan yerel seçimlerde CHP %41,7 oy alarak 41 il merkezinin belediye başkanlığını kazandı. Milliyetçi Cephe hükümetinin büyük ortağı AP ise %37,1 oy oranı ile 15 il merkezinin belediye başkanlığını kazandı. Seçim sonuçlarının ardından Türkiye’de bir ilk yaşanacaktı. Bu ilk yaşanan olay İstanbul’un gözden uzak bir otel köşesinde yaşanacaktı. Bu Otel’de yaşanan görüşmelerde Türk siyasi hayatının ahlaki ve etik yönünden en tartışmalı transferi söz konusuydu. Ecevit, Milli Cephe Hükümetini düşürmek ve iktidara gelmek için Adalet Partisini içinden vurmaya hazırlanıyordu. Çünkü Ecevit’in iktidara gelebilmesi için 13 oya daha ihtiyacı vardı. İstanbul Güneş Motel’de Adalet Partisinden 11 milletvekiliyle pazarlıklar bu yüzden başlatılmıştı. Görüşmeler neticesinde Ecevit Adalet Partisinden 13 milletvekilini partisine transfer etmişti. Bu transferi değerlendiren Demirel şunları kaydetmiştir;

''1 Oya 1 bakanlık sandalyesi verilmiş ve bu iş kimin ehil olduğu düşünülmeden yapılmıştır. Bu çok yanlış bir davranış ve hamledir. Bu 13 kişi içerisindeki kişilerden bazıları bana çok yakın kimselerdi. Ancak bakanlık cazibesine kapılan bu kişiler Ecevit'i seçtiler.''

Ecevit ise bu 13 kişinin partilerinden ayrılmak istedikleri duyumunu almaları üzerine irtibata geçtiklerini belirtmiş ve bu ayrılmak isteyenlerin kendilerinden hiçbir şekilde bakanlık isteğinin olmadığını da beyan etmişti. Ecevit partiye yeni katılan 13 adalet partilinin hükümeti daha çok benimsemeleri için çoğuna bakanlık verdiğini ifade etmişti. Sonuç olarak Ecevit 5 Ocak 1978 tarihinde iktidar koltuğunu geçti. Böylece Ecevit’in partisine yılbaşı armağanı iktidar koltuğu olmuştu. Ecevit hükümet kurulduktan sonra meclis kürsüsüne çıkarak;
‘’sayın başkan ve millet meclisinin sayın üyeleri, hükümetimize verdiğiniz güvenoyları için yüce meclise şükranlarımı sunarım.’’ Şeklinde seslenmiştir.

Ecevit, ekonomi ve devlet yapısında çetin bir dönemden geçileceğini sonraki günlerde defalarca belirtmişti. Ancak askeri kanatta da ayrı bir hareketlilik sürmekteydi. 1977 yılı kuvvet komutanlıkları içinde de hareketli bir yıl olmuştu. Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun'un 1 Haziran 1977'de, kanlı 1 Mayıs olaylarından sonra darbe girişiminde bulunacağı iddiasıyla başbakan Süleyman Demirel tarafından 200 asker ile birlikte resen emekliye sevk edilmişti. Gelecekteki genelkurmay başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Ersun’un emekliye ayrılması Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki dengelerin ve kıdem geleneğinin bir anda altüst olmasına neden oldu. Bu karışık dönem nedeniyle Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın görev süresi bir yıl uzatılırken. Bu arada Kara Kuvvetleri Komutanlığına yani bir yıl sonra genelkurmay başkanı olacak isim konusunda bir anlaşmazlık baş gösterdi. Ortada kıdem sırasına göre 3 aday bulunmaktaydı. Adaylar ise 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz, 2. Ordu Komutanı Şükrü Olcay ve 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener İdi. Başbakan Demirel, ilerde ileride siyasette kader birliği yapacağı komutanı yani 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener’in Kara Kuvvetleri’nin yeni komutanı olmasını istiyordu. Bu tercih birden büyük bir tepki yarattı. En önemli itirazda eski bir asker olan cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'den geldi. Fahri Korutürk'e göre ordu içindeki teamülün bozulmaması gerektiğini belirterek Kara Kuvvetleri Komutanının 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz olması gerektiğini belirtti. Demirel ise istifa tehdidinde bulunarak isteğinde ısrar etti. Cumhurbaşkanı Korutürk ise bu isteğe direnerek kararnameyi iki kez geri çevirdi. Ancak ne Demirel ne de Korutürk geri adım atmayınca üç komutanın görev süreleri 30 Ağustos 1977 akşamı saat 17.00’da doldu ve emekliye ayrıldı. Böylece geriye o sırada hiç sözü edilmeyen ve dördüncü sırada bulunan en kıdemli olan Orgeneral Kenan Evren, beklenmedik biçimde 5 Eylül 1977 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. İşte emekliliğini bekleyen ve emekli olduktan sonra nerede yaşayacağının hesabını yapan Kenan Evren birden bire kurtlar sofrasındaki yerini bu şekilde almış oldu. Bu sofrada ise Türkiye’nin en kanlı oyunları oynanacak ve gizli eller Türkiye’yi kanlı bir iç savaşa sürükleyecekti.

***KENAN EVREN’İN GENELKURMAY BAŞKANI OLMASI VE BOMBALAMA OLAYLARI***

Muhalefet lideri Ecevit Güneş Motel operasyonu ile Adalet Partisinden milletvekillerini bakanlık vaadiyle koparınca 2. Milliyetçi cephe hükümeti düşmüştü. Ecevit ise 3,5 yıl sonra yine iktidar koltuğuna kavuşmuştu. Ecevit'in hükümeti kurar kurmaz yaptığı ilk açıklama ise bundan sonraki dönemde gelenekselleşecek olan ''enkaz devraldık'' sözüydü. Ancak sol fraksiyonlar bu kadar olumsuzluğa rağmen sevinçliydi. Herkesin Ecevit’ten beklentisi anarşiyi durdurması, ekonomik sıkıntıların önünü almasıydı. Demirel ise 11 milletvekilinin altından çekilip alınmasını bir türlü hazmedememişti. Demirel yeni hükümetin kuruluş şeklini ahlak ve etik dışı olduğunu göstermek için Ecevit’e ''başbakan'' olarak hitap etmek yerine ''hükümetin başı'' şeklinde hitap etmeye başlamıştı. Demirel'in hükümete karşı ilk hücumu ise kontrgerilla konusunda olacaktı. Madem Ecevit muhalefette olduğu dönemde kontrgerilladan şikayet ediyordu, buyursun şimdi başbakan olduğuna göre Kontrgerilla yapılanmasını ortaya çıkartıp kapatsındı. Demirel'in bu hamlesiyle Ecevit köşeye sıkışmıştı. Çünkü Demirel’in yaptığı bu hamle Ecevit ile Genelkurmayı karşı karşıya getirecekti. Ancak her kesim Ecevit’ten Kontrgerilla ile ilgili yanıt bekliyordu. Ecevit ise Kontrgerilla ile ilgili tarihi açıklamasını ise şubat ayının başında yaptı. Başbakan'a göre Kontrgerilla isimli bir örgüt yoktu. Başbakan açıklamasında sadece bazı kışkırtıcı ajanlardan söz etmişti. Bu açıklama ise sol çevrelerde büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratmıştı. Karaoğlan ilk defa ortaya attığı kontrgerilla konusunda şimdi geri çark etmişti. Ecevit ise kontrgerilla ismini kullanmamasını tüm devlet birimleri tarafından böyle bir yapılanmanın olmadığı cevabını aldığı için verdiğini iddia ediyordu.

1978 yılının mart ayında yeni bir Genelkurmay krizi yaşanacağı ufukta görünmüştü. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın görev süresi 1 yıl daha uzatılabilirdi. Ancak Ecevit hükümetinin gönlünde Kara Kuvvetleri Komutanı Kenan Evren yatıyordu. Çünkü CHP için Kenan Evren ideal ve demokrat bir komutan portresi çiziyordu. Ecevit'in gözlemlerine göre Kenan Evren siyasetle ilgilenmeyen bir komutandı. Siyasetçilerin aklında kalan tek kuşku ise beklenti içerisindeki Semih Sancar'ın görev süresi uzatılmayınca askeri birlikleri harekete geçirip geçirmeyeceği sorusuydu. Savunma Bakanı Hasan Esat Işık tüm siyasetçilerin aklında olan bu soruyu direkt olarak Kara Kuvvetleri Kenan Evren'e sorduğunda aldığı cevap ise;

''Hiç merak etmeyin. Bu atama sorunundan dolayı silahlı kuvvetler hiçbir şey yapmaz. Böyle bir emir verilirse dahi kimse buna riayet etmez. Daha önce Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Faruk Gürler Paşa'nın arkasından böyle bir girişim olmadıysa burada hiç olmaz.'' şeklindeydi.

Bu garantinin verilmesiyle Genelkurmay Başkanlığındaki bu nöbet değişimi bu kez sorunsuz gerçekleşecek gibi duruyordu ve beklendiği gibi genelkurmaydaki bu nöbet değişimi sorunsuz olarak gerçekleşti. Böylelikle 1980'li yılların başaktörü olacak Kenan Evren Genelkurmay Başkanlığına geçmiş oldu. Genelkurmay Başkanı olan Evren'in karşısında ise çok ciddi sorunlar vardı. Ülke günden güne anarşiden dolayı iç savaşa doğru sürükleniyor ve siyasiler bu olaylar için yeterince tedbir alamıyordu.

Evren'in de masasında olan terör meselesi aynı dönemde ülkenin içine iyice işlemeye başlamıştı. Ankara Emek Postanesinden aynı gün dört ayrı adrese birer paket yollanmıştı. Bu paketlerin içerisinde ise bombalar bulunmaktaydı. Paketlerin açılması etrafa ölüm saçılmasına neden olacaktı. İlk paketin adresi Malatya'nın Adalet Partili Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu'nun eviydi. Halkın ''Hamido'' lakabını taktığı başkanın evinde patlayan bomba gelinini, torununu ve Hamido'yu anında öldürdü. İşte bütün olaylar bundan sonra başladı. Provokasyon çarkları hızla dönmeye başladı ve ‘’Hamido'yu solcular öldürdü’’ söylentisi şehre yayıldı. Belediye hoparlöründen Kur’an okunmaya başlandı. Camilerde ise ''din elden gidiyor.'' şeklinde vaazlar verilmeye başlandı. Böylelikle halk galeyana getirildi ve Malatya biranda karıştı. Camilerden çıkan halk alevi ve solculara ait 500 dükkanı yağmalandı ve 15 ev yaktı. Halkı daha fazla galeyana getirmek için şehrin içme suyuna zehir karıştırıldığı söylentileri çıkartıldı.

Hemen hemen aynı saatlerde diğer bombalı paketlerde adreslerine ulaşmaya başlamıştı. Diğer paketlerden birisi solcu bir hedefe yollanmıştı. Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde ki CHP milletvekili adayı Memiş Özdal bu yollanan paketten kuşkulandı ve paketi geri yolladı. Geri yollanan bomba ise postanede patladı ve her şeyden habersiz bir postane memuru öldü. Diğer iki paket ise Adıyaman ve Adana’ya gönderilmişti. Ama paketlerde bomba olduğu şans eseri önceden fark edilerek el konuldu. Türkiye bu tip bombalı terörle ilk defa tanışıyordu. Zira o güne kadar böyle bir teknoloji hiç kullanılmamıştı. Ayrıca ne solda nede sağda hiçbir örgüt böyle bir donanıma sahip değildi. İşin garip yanı bütün paketlerin Ankara’daki bir postaneden ve farklı görüşlü insanlara yollanmış olmasıydı. Daha da önemlisi bu bombalar Anadolu’daki büyük toplumsal çatışmanın fitilini yakan bir başlangıç olacaktı. Devlet organları bu gelişmeleri ''elinizi uzatıp tutabileceğinizi zannettiğiniz; fakat gücünüzün yetmediği ve tutamadığınız olaylar'' olarak nitelendiriyordu. Çünkü olayların failleri bulunamıyor veya nereden, ne zaman çıktığı bilinemiyordu. Bu belirsizlik ise kolluk kuvvetlerinin elini kolunu bağlayan bir unsurdu.

Bir başka önemli olay ise 16 Mart 1978 günü İstanbul Beyazıt meydanında gerçekleşecekti. Öğlen saatlerinde sol görüşlü öğrenciler her zaman olduğu gibi polis gözetiminde toplu şekilde okulu terk ediyordu. Ancak o gün okulun güvenliğini sağlaması gereken polislerin azlığı çoğu kişinin dikkatinden kaçmıştı. Normalde okulun önünde 30-40 kişilik bir polis grubu görevli iken o gün 8-9 polis bu güvenliği sağlıyordu. Solcu gençler ise kuşkulu şekilde Beyazıt meydanına yaklaştığı sırada orada görevli olan iki polisten birisi ''bomba'' diye bağırdı. Bunu duyan öğrenciler ise kendilerini yere attı. Bombanın büyük bir gürültüyle patlamasıyla birlikte otomatik silah ateşi de başlamıştı. Bunun üzerine öğrenciler arasında müthiş bir panik yaşanmaya başladı. Bombanın şarapnel etkisiyle birçok kişi yaralanmıştı. Polisler ise bombayı atan şahsı fark etmiş ve peşine düşmek için harekete geçecekleri sırada bir emir onları durdurdu. Bu emri veren ise Komiser Muavini Reşat Altay'dı. Emri veren Reşat Altay sonraki yıllarda o dönemin Ülkü Ocakları 2. Başkanı Abdullah Çatlı ile bağlantısı olduğu belirlenen birkaç polis yetkilisinden birisi olarak karşımıza çıkacaktı. Bu saldırının bilançosu ise çok ağırdı. Saldırıda 7 öğrenci ölmüş ve 40 kişi yaralanmıştı. Eylemi gerçekleştiren katil veya katiller ise ellerini kollarını sallayarak kaçıp gitmişti. Olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra bombayı atan kişi olan Zülküf İsot katliamı ailesine itiraf etmişti. Bu itiraftan kısa süre sonra ise İsot öldürüldü. İsot'un katili ise kendisi gibi bir ülkücü olan latif Apti idi. Latif Apti ise bu cinayet yüzünden 8 yıl hapis yattı. Bu olayla ilgili asıl önemli açıklama ülkücü itirafçılardan birisi olan Ali Yurtasan tarafından yapılmıştı. Yurtasan, öğrencilerin üzerine atılan bombayı Ülkü Ocakları 2. Başkanı Abdullah Çatlı'nın sağladığını beyan etti. Çatlı ismi ise ilk defa bu şekilde kamuoyu tarafından duyulmuştu. Çatlıya asıl ününü kazandıran ise başka bir eylem olmuştur. Ankara Bahçelievler'de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 öğrenci bir gece telle boğularak ve kurşunlanarak öldürüldü. Bu olayda sanık sıfatıyla yakalananlar ise bu katliamı ''reis'in emri ile gerçekleştirdiklerini...'' itiraf ettiler. Sanıkların bahsettiği reis ise Abdullah Çatlı'dan başkası değildi.

16 Mart saldırısında ölenler ise o güne kadarki en görkemli cenaze töreni ile uğurlandı. Artık kan oluk oluk akmaya başlamış ve anarşi bireysel değil, gruplar halinde can almaya başlamıştı. Bahçelievler cinayetinin hemen arkasından Balgat’taki gecekondu semtinde kahvehaneler taranmış, bu saldırıda 5 kişi ölmüş ve 20 kişi yaralanmıştı. Bu eylemin 2 sanığı yine ülkücü kanattandı. Bu sanıklardan Mustafa Pehlivanoğlu 12 Eylül darbesi sonrası idam cezasına çarptırılarak asılmış, İsa Armağan ise ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilmiş ve darbe sonrasında da hapis hayatına devam ediyordu. Bu olaylarla birlikte terör yeni bir eylem türü geliştirmeye başlamıştı. Artık her iki cephenin namlusunun ucunda ünlü isimlerde vardı. 1978 yılı içerisinde Milliyetçi Hareket Partisi'nin İstanbul İl Başkanı Recep Taşatlı iki oğluyla birlikte öldürüldü. Bu cinayeti Marksist Leninist Silahlı Propoganda Birliği (MLSPB) üstlendi. Bu cinayetin ardından savcı Doğan Öz, Doç. Dr. Necdet Bulut, şair Ümit Kaftancıoğlu ve Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu öldürüldü. Artık cinayetler insanların günlük yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olmuştu.

***SAĞ VE SOL ÖRGÜTLENMELER ÜZERİNE!***

Bu terör olaylarıyla birlikte konuşulan diğer bir konuda giderek artan geçim sıkıntısı ve yokluklardı. Ülke içerisinde döviz sıkıntısı öylesine artmıştı ki halkın yurtdışına çıkış izni 2 yılda bir kereye kadar indirilmişti. Elektrik kesintileri hayatın değişmez bir parçası olmuş, tasarruf için televizyon yayınları gece 11'de kesilmeye başlamıştı. Mazot, kömür veya ampul bulmak büyük bir sorundu. Bu olumsuzluklardan ötürü günlük yaşam giderek zorlaşmaya başlamıştı. Ülkeye benzin veya sigara getirilmesi bile gazeteler tarafından manşetten veriliyordu. Bu manzara karşısında Ecevit hükümeti de çaresizdi. Çünkü ülke hem terörden dolayı ikiye ayrılıyor, hem de ekonomik krizin önüne geçilemiyordu. Ülkede artık ne merkez sol nede merkez sağ etkiliydi. Bu partiler yerine kontrol her iki tarafın radikal gruplarının elindeydi. Buna en iyi örnek ise her iki tarafında hemen her meslekte kendi örgütünün veya derneğinin olmasıydı.

Mesela solcu işçiler Devrimci İşçi Sendikaları (DİSK) çatısı altında toplanmış, buna karşılık sağcılar Milliyetçi İşçi Sendikalarında (MİSK) çatısı altında örgütlenmişti. Yine solcu öğretmenler ''TÖB-DER'' altında toplanmış, sağcılar ''ÜLKÜ-BİR'' altında toplanmıştı. Dahası öğrenciler bile ortaokul seviyesine kadar ayrışmıştı. Solcu öğrenciler Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ) çatısı altındayken, sağcı öğrencilerin toplandığı yer ise Ülkü Ocaklarıydı. Ancak en dramatik kamplaşma polis içerisinde yaşanıyordu. Polis teşkilatı içerisinde kendisini Devrimci Demokrat olarak adlandıran polisler 1975 yılında ''POL-DER'' çatısı altında toplandı. POL-DER polislerin demokratik, ekonomik taleplerini dile getirecek ve sorunlarına çözüm arayacak bir örgüt kurulmuştu. Dolayısıyla POL-DER halkın polisi olarak isimlendiriyorlardı. Sağcı polisler ise 1978 yılında ''POL-BİR'' çatısı altında örgütlendi. İki tarafın iddiası kendi koşullarında ve kendi taraflarında korumak için kurulmuştu. POL-DER kuruluşundan itibaren devlet destekliydi. Bazı polis memurları MHP rozeti taşıyor ve Ülkü Ocakların yardım alan bir hareket ortaya çıkartmıştı. Bu ayrım polis teşkilatı ile birlikte polis okullarında da had safhaya ulaşmıştı. Bu örneklere avukatları, öğretmenleri, mühendisleri ve ziraatçileri de kattığımızda herkesin bir safta olduğu görülebilmektedir. Dolayısıyla bu kamplaşmada sokağın hakimi de ülkücü ve devrimci gruplar oluyordu. Ülkücü grupların merkezi yukarıda zikrettiğimiz gibi Ülkü Ocaklarıydı. Bu ocaklar siyasi açıdan Milliyetçi Hareket Partisine bağlıydı. Bu ayrışma döneminde kurulan kimi yasadışı örgütlerde silahlı kadrolarını Ülkü Ocaklarından temin ediyordu. Bu örgütlere, Türk İntikam Tugayı (TİT), Esir Türkleri Kurtarma Ordusu (ETKO) ve Türk Yıldırım Komandoları örnek olarak gösterilebilir ve en çok adı duyulan oluşumlardı. Bu örgütler 12 Mart muhtırası sonrası kurulmaya başlamış ve 1974 yılına kadar Anadolu ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak özel kamp programları organize etmeye başlamıştı. 1974 yılından itibaren artan siyasi kutuplaşmayla birlikte bu örgütlerde karşıt görüşlü örgütlerle çatışmaya girmeye başlamış ve ülkede kan akmaya başlamıştı. İlk olaylar üniversitelerde ortaya çıkmıştı. Bu olaylar üniversiteleri aşarak mahallelere yayılmaya başladı ve bu Mahallelerde kurtarılmış bölgeler ilan edilmeye başlandı. Bu kurtarılmış bölgelerde belli düşüncelere sahip insanlar mahallelere sokulmamaya başladığı için de karşıt görüşlülerde bu mahalleleri ele geçirmek için saldırıya geçti. Sonuç olarak bu çatışmalardan dolayı ülkücü kesim ve solcular arasında daha çok kan akmaya başladı.

Bu sağ örgütlerin içerisinde bir başka oluşum ise ''Akıncılar'' olarak isimlendiren gruplardı. Bu gruplar şeriatı hedefliyor ve siyasi yönden Milli Selamet Partisine yakınlık duyuyordu. Bu grupların arasında Türkiye Şeriatçı Kurtuluş Ordusu (TİSKO) öne çıkan örgüttü. Ancak akıncılar grubu kendilerini sağcı ve solcular arasında yaşanan büyük çatışmaların dışında tutmayı başarmıştı.

Soldaki örgütlenme ise hem çok daha karışık, hem de çok daha yaygındı. Sol gruplar son derece farklı kaynaklardan besleniyordu. Bu gruplar dünyadaki Sosyalist ülkelerin farklı görüşlerini benimseyerek kendi içlerinde de bölünmüşlerdi. Örneğin Sovyet yanlıları, Türkiye Komünist Partisi (TKP), Türkiye İşçi Partisi (TİP), Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) ve Emeğin Birliği (TKEP) örgütlerinden oluşuyordu. Çin yanlıları, Türkiye İşçi Köylü Partisinde (TİKP) toplanmıştı. Arnavut ve Yugoslav yanlıları, Halkın Kurtuluşu (THKO), Halkın Yolu (THKP-C/ML), Devrimci Proletarya ve TİKKO örgütlerinden oluşuyordu. Peki, bu gruplar neden bu kadar bölünmüştü? Örneğin Sovyetler Birliği ile birleşmeyi veya ittifak kurmayı savunan bir fikirle karşılaşan Arnavut yanlıları bu birleşmenin gerçekleşemeyeceğini; Çünkü Sovyetler Birliğinin devrim karşısında konumlanan ve devrimleri bastırıp ezmeye çalışan; bundan dolayı da emperyalistleşmiş bir ülke olmasından ötürü Sovyetlere karşı da mücadele edilmesini savunabiliyordu. Yukarıdaki sorunun cevabı ise daha önce yığınsal şekilde Türkiye İşçi Partisi (TİP) içerisinde bulunan Milli Demokratik Devrim taraftarı solcular Kızıldere’de öldürülen devrimcilerin tavrını bir silahlanma çağrısı olarak algılayarak ve Türkiye İşçi Partisinden kopuşlar başladı. Bu ayrılıştan sonra gençler Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP/C) geleneğini sürdürme kanaatindeydi. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi taraftarları bir diğer grupta Sovyet yanlısı oldukları söylenen Türkiye Komünist Partisi (TKP) bir yanda anti sovyetçiler diğer yanda gruplaşmaya başladı. Özellikle Mahir Çayan taraftarları Devrimci Yol, Kurtuluş, Acilciler, Dev-Sol, Marksist Leninist Silahlı Propoganda Birliği gibi fraksiyonlarda boy göstermeye başladılar.

Yukarıda zikrettiğimiz grupların arasında asıl güçlü olan sol örgüt ise bahsettiğimiz grupların ''orta yol'' olarak adlandırdığı DEV-GENÇ ve DEV-YOL örgütleriydi. DEV-GENÇ ve DEV-YOL'un çıkarttığı dergiler büyük tirajlarda satılıyor ve ülkede ki milyonlarca insana hitap ediyordu. Dergi tirajları yönünden bakıldığında ülkenin o günkü nüfusu ile kıyaslandığında bu örgütlerin topluma etkisi diğerlerine göre fazla gözükmektedir. Yine bu sol örgütler arasında Kurtuluş, Halkın Devrimci Öncüleri, Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği ve Partizan Yolu adları silahlı çatışmalarda en çok duyulan örgütlerdi.

1974 sonrası Türkiye Sol’u aslında kendi geçmişinde gerçekleşen idam cezalarının ve katliamların izlerini taşıyarak izlerini taşıyarak gelişmişti. Bu dönemde sol örgütlerin temel mantalitesi ‘’nerede solcu varsa devrimci odur.’’ Düşüncesi ve hayata bakış açısı vardı. Dolayısıyla sol örgütler içerisinde merkezi bir yapısı olan ve tanımlanmış görevleri olan siyasal hareket halinde hareket etmiyorlardı. Bu nedenle 70’li yıllarda örgütlenme manasında Sol’un iki zaafı bulunuyordu. Bunlardan ilki aynı görüşü savunup bölünmeler bir hayli fazlaydı. Bu bölünme sonucu olarak da örgütlerin ikinci zaafı ortaya çıkıyordu. Bu zaaf ise sol örgütler içerisinde yaşanan şiddet olaylarıydı.
Bu kadar fazla örgütün neden doğduğu ve şiddetin neden kaynaklandığını ise dönemin İstanbul DEV-GENÇ Başkanı olan Bülent Uluer çok güzel özetlemektedir.

''Sovyet, Çin veya Arnavutluk kutuplaşmasının getirdiği bir nesnellik sol örgütler içerisinde zaten vardı. Ancak hem Çin’i savunup kendi arasında bölünen çoktu. Hem Arnavutluk’u savunup kendi arasında bölünen de çoktu. Dolayısıyla aramızdaki ayrılıklar aslında sınıfsal değildi. Örneğin şöyle bir cümle vardır; ''Her ayrılık sınıfsal bir temele dayanır.'' Ancak hayatımızda 60 sınıf yoktur ki; ama o dönemde Türkiye’de 60 örgüt vardı. Bence bu cümle bu yüzden kesinlikle doğru değil. Bundan dolayı aynı miras üzerinden kavga edilmeye başlandığı anda cinayetin olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı da o dönemde sol örgütler arasında da cinayetler başladı.''

Bu bölünmeden azda olsa payını alan bir diğer kurum ise Türk Silahlı Kuvvetleriydi. Görüş ayrılıklarından dolayı harp okulunda veya piyade okullarında münferit olaylar olmaya başlamıştı. İşte bu bozulma komutanları alarma geçirdi. Ancak komutanları asıl kaygılandıran Güneydoğu Anadolu bölgesine yaptıkları bir gezide gördükleri ve duydukları olaylardı. Bu dönemde anarşi ile birlikte Kürtçülük hareketleri de çoğalmaya başlamıştı. Bu harekete ise Apocular önderlik etmekteydi. O zamanlar bu oluşum PKK ismini almamış, hareketin önderi olan kişinin ismi olan Abdullah Öcalan'ın isminin kısaltması olan Apocuları kullanıyorlardı. Apocular bölgede devlete karşı o kadar çok kurtarılmış bölge oluşturmuştu ki bölgede bir Kürt devleti ilan edecek duruma gelmişler, hatta Diyarbakır'ı başkentleri olarak belirlemişlerdi. İşte bu durum 1978 yılının haziran ayında gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulunda masaya yatırıldı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren gözlemlenen olaylar ile ilgili hazırlanan raporları masaya koydu ve ''hemen önlem alınması gerektiğini'' söyledi. Toplantıdan sonra ise ordu ise Güneydoğuda ilk defa bölücülük tehlikesine karşı özel bir tatbikat yaptı. Tatbikat sonrası ise Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ilk defa basın yayın organlarına beyanatta bulunarak;

''Cumhuriyetin yozlaşmasına ve ülkenin parçalanmasına silahlı kuvvetler izin vermez. Bundan ötürü olayların önü alınmaz ise bu işin böyle gitmeyeceği bilinmelidir...'' dedi.

Bu noktadan bakıldığında 1970’li yıllarda Türkiye’nin siyasi kültürünün ne kadar yavan olduğu yukarıda yaşanan bölünme, şiddet ve uzlaşmazlıkla görülebilmektedir. Türkiye bu dönemde toplumsal olarak kutuplaşmaya, çatışmaya, slogana ve lider karizmasına çok yatkındı. Günümüzde veya daha yakın tarihte konuştuğumuz piyasa ekonomisi, özelleştirme ve dış piyasaya açılma gibi kavramlar 70’li yılların Türkiye’sinde bilinmiyordu. Veya bugün konuştuğumuz muhafazakarlık kavramı o günlerde diğer tartışmaların arasına dahi giremiyordu. Bu yüzden anlatılanları günümüz gözüyle değil o günün koşullarını empati ederek değerlendirmek daha elzemdir.

***MARAŞ OLAYLARI VE SIKIYÖNETİM İLANI***

Artık askerler konuşmaya başlamışlar ve rahatsızlıklarını her yerde açıkça dile getiriyorlardı. Aslında ordu gerekli uyarıları yapıyordu. Ama ordunun gerekli müdahaleler için yetkisi yoktu. Bu yüzden TSK aynı yıl Gaziantep, Malatya ve Sivas’ta yaşanan olaylara etkin şekilde müdahale edememişti. Aslında silahlı kuvvetler ısrarla ''sıkıyönetim'' kararının alınmasını istiyordu. İşte tam bu sırada öyle bir yaşandı ki yetki kendi sahibini buluverdi.

Bu olay ise Kahramanmaraş şehrinde yaşandı. Aslında Kahramanmaraş’ta yaşananlar 12 Eylül’e giden yoldaki en önemli kilometre taşıdır. Ayrıca din ile oynamanın ne gibi sonuçlar doğurabileceğinin en tipik örneklerinden, hatta en önemli örneklerinden birisini teşkil etmiştir. Aslında şehirde ki gerilim 1978 yılının ilk günlerinden itibaren tırmanmaya başlamıştı. Şehirde hem sağcılar hem de solcular birbirine karşı mücadeleyi doruk noktasına çıkartmaya başlamıştı. İlk önce bir evde bomba ve silahlar bulundu. Bunun ardından şehirde Türk Yıldırım Komandoları isminde sağ bir örgütün varlığı ortaya çıkartıldı. Bunun hemen ertesinde ise şehirde yaşayan solcu ve alevi vatandaşların gittiği bir kahvehane tarandı ve bir alevi dedesi öldü. İşte etnik düşmanlığın tohumları ilk kez bu saldırılarla atılmaya başlandı. Çünkü Maraş bu tohumların yeşermesi için en uygun şehirlerden birisiydi. Kahramanmaraş MHP lideri Türkeş'in çizdiği ''verimli hilal stratejisinin'' en güneydeki ucuydu. Türkeş'in benimsediği verimli hilal Orta Anadolu’yu ülkücü örgütlenmenin ana cephesi haline getirmeyi hedefliyordu. Bu bağlamda, verimli hilal stratejisi kapsamında Tokat, Amasya, Sivas, Kırşehir, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Adana’nın kuzey kesimleri ve Kahramanmaraş tamamen ülkücülerin egemenliğinde olmalıydı. Bundan ötürü de Maraş’ta ülkücü hareketin bir kalesi olarak görülüyordu. Ancak Ecevit’in iktidara gelmesi bu kalede gedikler açmaya başlamıştı. Çünkü Ecevit’in iktidarı ile birlikte en önce alevi kökenli CHP’liler olmak üzere, o güne kadar ülkücü ve Adalet Partililerin oturduğu koltukları kapmaya başladı. Aynı zamanda CHP’nin doğal müttefiki olan DİSK ve TÖB-DER'de şehirde hızla boy göstermeye başladı. DİSK, fabrikalarda, TÖB-DER ise okullarda örgütlenmeye başladı. Şehirde yıllardır sesini çıkartamayan solun birde özgüveni arttı. Ülkücüler ise ayağının altında ki zeminin giderek kaydığını fark ederek bu durumun böyle devam edemeyeceğine kanaat getirmişti. Böylelikle her iki taraf arasında gerginlik giderek artmaya başlamıştı. Bu gerilimin doruk noktası ise Çiçek Sinemasında gösterimi olan ve ülkücülerin çok rağbet ettiği ''Güneş Ne Zaman Doğacak'' filminin ilk yarısına verilen ara sırasında patlatılan ses bombası ile zirve yapmış oldu. Bu bombanın patlatılmasından 4 gün sonra ise sol görüşlü 2 öğretmen akşam okullarından dönerken vurularak öldürüldü. İşte bu olaylarla tarihimizin kara bir sayfasını oluşturan Maraş Olayları / Maraş Katliamı başladı. Maraş olaylar sırasında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine sahne oluyordu. Olaylar sırasında karnı deşilen hamile kadınlar, ağaçlara asılan gençler, diri diri yakılanlar ve kafası baltayla kesilenler olmuştu. Bu olayları yaşayan ve görenlerin hayatları boyunca unutamayacakları sahneler yaşandı. Katliam ise 3 gün, gece gündüz sürdü. Ne gariptir ki 3 gün boyunca Maraş'da devlet yoktu. Sadece terör, vahşet ve kan vardı. Olaylar dalga dalga şehirle birlikte çevre köylere yayılırken ne asker nede polis hiç kimse saldıran tarafa müdahale etmemiş ve vahşeti izlemekle yetinmişti. 26 Aralık günü ise ortaya çıkan manzara korkunçtu. Çoğunluğu alevi olmak üzere, toplam 120 kişi ölmüş ve 1000'e yakın insan yaralanmıştı. Bununla birlikte yüzlerce ev ve işyeri de kullanılamaz hale gelmişti. Maraş olayları dini istismarın bir ibret belgesi olarak tarihteki yerini aldı. Asıl önemlisi Maraş'da yaşanan olaylar ülkede yaşanan iç savaşın doruk noktası olarak da addedilebilir. Ecevit, bu olayların kendilerini sıkıyönetime mecbur bırakmak için çıkarıldığını iddia ederken; Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, sıkıyönetim olmamasından dolayı müdahale edilemediğini ve olaylar bittikten sonra Vali’nin askeri birlik isteğinde bulunduğunu iddia etmiştir. Konuyla ilgili görgü tanıkları ile birlikte saat saat gelişmeleri işlemekte fayda olduğuna inanıyor ve Maraş Olaylarını ardımızda bırakarak aynı dönemde olan diğer gelişmelere bir göz atalım.



Kahramanmaraş olayları neticesinde, Ecevit'in sıkıyönetim konusundaki direnci kırıldı. Olayların gerçekleştiği zamana kadar sıkıyönetime karşı çıkan başbakan sıkıyönetim kanununu kabul etmek zorunda kaldı. Demirel ise grup konuşmalarında;

''Sıkıyönetim bu olaylardan sonra ilan edilmiştir. Bu olaylardan önce sıkıyönetim ilan edilmiş olsaydı; belki bu kadar fazla can kaybı olmazdı…''

Şeklinde sözler sarf ederek Ecevit'i köşeye sıkışmasına sebep oluyordu. Ecevit ise Demirel'e karşılık olarak;

''Sıkıyönetim kararında hep gecike bilsek... Çünkü Türkiye’nin bu koşullarında ve bunalım döneminde alınan bu karar Türkiye’yi kaygan zemine sokarak, rejimin nereye gideceği belli olmayan yollara sokacağından endişe ediyoruz...'' demiştir.

Bu kararın alınmasıyla askerler daha aktif şekilde hayatın ve siyasetin içerisine girmeye başladı. Böylelikle ordu yeniden göreve çağrılmıştı. 1978 yılı geride 680 ölü ve binlerce yaralı bırakarak kapanıyordu. 1979 yılıyla birlikte yepyeni bir dönem başlayacak ve bu dönemin sonunda ise askerler tamamen ülkenin yönetimini ele alacaklardı.

***ABDİ İPEKÇİ SUİKASTİ VE MEHMET ALİ AĞCA HAKKINDA!***

1979 yılına girilirken ülkede petrol, elektrik ve kömür yoktu. Bundan önemlisi halkın ümidi de yoktu. Çünkü anarşiyle birlikte yukarıda zikrettiğimiz yokluklar ve hayat pahalılığı halkı canından bezdirmişti. Sokakta askerler devriye gezmeye başlamış, sıkıyönetim bildirileriyle birlikte yasaklar konuluyor ve özgürlükler kısıtlanıyordu. Ancak alınan tüm önlemlere rağmen terör yine de durdurulamıyordu.

1979 yılının başında terör hiç umulmadık bir hedef seçmişti. 1 Şubat 1979 günü Milliyet Gazetesinin başyazarı Abdi İpekçi, başbakan Bülent Ecevit ile gerçekleştirdiği olağan görüşmesinden hemen sonra gazetesine geri dönmüştü. İpekçi gazetesindeki yazısını hazırladı ve her zamankinden 2 saat önce gazeteden ayrıldı. Basında Ecevit'e en yakın isim olarak Abdi her daim öne plana çıkarılıyordu. Abdi ipekçi, Ecevit’in adeta resmi olmayan danışmanı ve sırdaşıydı. İpekçi Nişantaşı’nda bulunan Emlak Caddesine yöneldiğinde trafik sıkışıklığına denk gelmişti. Bu sıkışıklığı atlatıp tam Karakol Sokağına dönmek üzereyken arabasından katilinin siluetini gördü. Ardından kurşunlar peş peşe İpekçi’nin bedenini buldu ve İpekçi koltuğa yığılarak oracıkta vefat etti. Kayan araba ise elektrik direğine çarparak durabildi. Abdi İpekçi’nin 2 kurşun kalbine, 1 kurşun karın boşluğuna ve 2 kurşun koluna olmak üzere toplam 5 kurşun isabet etmiş ve oracıkta ölmesine neden olmuştu. Herkes şaşkındı terör sonunda Abdi İpekçi gibi ılımlı ve her çevrenin saygı duyduğu bir gazeteciyi de öldürmüştü. Yine herkes aynı soruyu sormaya başlamıştı. Neden İpekçi öldürülmüştü? Aslında vurulan İpekçi değil, uzlaşı ve hoşgörüydü.  




Suikastten sonra ise polisler insan avı başlattı ve katili bulana o günlerin parasıyla servet değerinde olan bir ödül (6 milyon TL.) vaat edildi. Katil ise 5 ay sonra İstanbul’da yakalandı. Katilin ismi ise Mehmet Ali Ağca idi. Ağca, yakalandıktan sonra gazetecilerin karşısına çıkarılmış ve ağca gazetecilerin soruları üzerine neden bu cinayeti işlediğini şu şekilde açıklamıştı:

''Baskı ve sömürü düzenine karşı çıktığım için Abdi İpekçi’yi öldürdüm. Bu cinayeti hükümete karşı değil, düzene karşı olduğum için işledim. Açıklayacağım tek şey silahlı sağ veya sol bir eylemci olmadığımdır. Ben bağımsız ve tek başına bir terörist olduğumdur. Kesinlikle hayatım boyunca hiçbir siyasal kuruluşa üye olmadım. '' demiştir.

Mehmet Ali Ağca bu beyanatında tabi ki doğruyu söylemiyordu. Aslında tek başına değildi. Arkasında uyuşturucu ticaretinden, mafyaya, silah kaçakçılığından siyasilere kadar uzanan büyük bir desteğin olduğu ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkacaktı. Mehmet Ali Ağca, Abdi İpekçi’yi öldürdüğü gün 21 yaşındaydı. Ağca, Malatyalı yoksul aile içerisinde büyümüştü. Ağca İstanbul İktisat Fakültesinde öğrenciydi, ama öğrencilikle ilgisi yoktu. Bu suikastte tetikçi olarak kullanılmıştı. Mehmet Ali Ağca, cezaevinde 6. Ayını doldurmadan sürpriz bir açıklama yaparak; suçsuz olduğunu iddia etti ve ''mahkemeye çıkarsam her şeyi açıklayacağım.'' cümlesini sözlerinin sonunda üzerine basarak söyledi. Ağca aslında bir yerlere mesaj yolluyordu. Nitekim bu mesaj yerine ulaşmış ve ağca Maltepe Cezaevinden asker elbisesi giydirerek kaçırıldı. Ağca ilerleyen dönemde cezaevinde yapılan mülakatta bu konuyla ilgili şu açıklamaları yapmıştı:

''Biliyorsunuz. Ülkücü kesimde de şiddet eylemleri yapanlarda vardı. İşte onların moralini üst seviyede tutmak ve olaya sahip çıkmak için benim kaçırılmam gerektiğine kanaat getirmişler. Benim cezaevinden kaçırılmamdan sonra Abdullah Çatlı ile bir arkadaş aracılığı ile tesadüfen karşılaşmıştım. Çatlı bana bir ev göstererek o evde saklanabileceğimi söyledi. O dönemde çatlı aracılığıyla Ankara'da 3-4 ev değiştirdim. Ancak kaldığım evlerin kimlere ait olduğunu hatırlamıyorum. Bu kaçak olduğum dönemde sadece ülkücüler ile ilişkim vardı. O dönemde bana ülkücülerden başka kimse yardım edemezdi. Aslında ülkücüler beni koruma mecburiyetindeydi. Yakalanıp, cezaevine düşseydim. Ülkücüler için tam bir fiyasko olacaktı. ''

Mehmet Ali Ağca bu kaçak hayatını sürerken ne ortalıkta görüldü nede sesi çıktı. Ancak bir süre sonra sessizliğini bozarak, Milliyet Gazetesini aradı. Telefonu açan gazeteci Mehmet Mesçi ilk başta karşısındaki kişinin Ağca olduğuna inanmadı. Ancak görüşmenin ilerleyen safhasında telefondaki kişinin Ağca olduğu anlaşıldı. Ağca telefonda, gazetenin yakınında bulunan bir postaneye bir mektup bıraktığını söyleyerek kapattı. Gazete yönetimi dahil postaneye giderek Ağca'nın telefonda bahsettiği mektuba ulaştılar. Ağca'nın bıraktığı mektupta şu ifadeler bulunmaktaydı:

''Türkiye’nin, kardeş İslam ülkeleri ile Ortadoğu’da yeni bir siyasi, askeri ve ekonomik güç oluşturmasından korkan batılı emperyalistler, hassas bir dönemde dini lider maskeli haçlı kumandanı 2. John Poul'ü acele Türkiye’ye gönderiyorlar. Bu zamansız ve anlamsız ziyaret iptal edilmezse papayı kesinlikle vuracağım. Cezaevinden kaçmamın tek nedeni budur. Ayrıca ABD ve İsrail kaynaklı Mekke baskınının hesabı sorulacaktır. Ayrıca kansız, sessiz ve basit bir kaçış olayını rica ederim büyütmeyin.''

Ancak kimse bu tehdidi ciddiye almadı. Oysa ağca onu koruyan ve kollayanlar tarafından sağlanan sahte pasaport ile papayı vurmak için yola çıkmıştı. Sonunda Ağca dediğini yaptı ve Papa'yı vurdu. Bu olay ile sadece Türkiye değil, dünya şoka uğramıştı. Ağca'nın vurduğu papa yaralı şekilde kurtuldu. Ağca ise İtalya'da yakalanarak ömür boyu hapse mahkum oldu. Ağca, ipekçi ve papa suikasti davalarında çelişkili ve yanıltıcı ifadeleriyle birlikte akli dengesinden kuşku uyandıran tavırlarıyla gerçeği hep gizlemeyi başardı.

İpekçi'nin ölümüyle birlikte Türkiye'de bir tabu daha yıkılmıştı. Artık anarşi en güçlü, en nüfuzlu ve en çok korunan isimleri dahi hedef seçmeye başlamıştı. Aynı yıl Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü. Yurdakul katledilen ilk emniyet müdürü olarak türk tarihine geçti. Ardından CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner terör kurbanları arasına katıldı. Artık terör insanın ne ölüsüne nede dirisine saygı duyuyordu. Buna en iyi örnek Zeki Tekiner’in cenaze töreninde de silahlar ateşlenmesiydi. Bu cinayetlerin ardından yazar İlhan Darandelioğlu İstanbul'da sol örgütler tarafından vuruldu. Terör hedef gözetmeksizin öldürmeye devam ediyor ve öğretim görevlileri Ümit Yaşar Doğanay ile Cavit Orhan Tütengil aynı yılın en çok yankı uyandıran cinayetleri arasındaydı. Artık Türkiye iç Savaş’ın bütün belirtilerini yaşamaya başlamıştı.

Aynı sıralarda garip şekilde meydana gelen 6 tren kazasında da 60 kişi hayatını kaybetmişti. 1979 senesinde tam 579 soygun gerçekleşmiş ve bu rakam o güne kadarki en yüksek rakam olmuştu. Artık sıkıyönetim komutanlıkları çaresizlik içerisinde her bankanın önüne asker koymak zorunda kalmıştı. O yıllarda toplumdaki panik havasını arttıran bir başka felaket ise yangınlardı. 1979 senesi içerisinde 3 fakülte, hükümet binaları ve 1 çarşı tamamen kül olmuştu.

***1979: EKONOMİK KRİZİN İYİCE DERİNLEŞMESİ***

Aynı yıl bir yangın daha vardı ki İstanbulluları çok korkutmuştu. Türkiye saatiyle sabah saat 05.30’da Libya'dan yüklediği 94,600 ton ham petrolü Romanya'ya taşıyan Rumen bandıralı Independenta adlı tanker ile Karadeniz yönünden gelen Yunan bandıralı Evriyali adlı kuru yük gemisine çarpmış ve büyük bir patlama olmuştu. Independenta'da çıkan yangın ise günlerce sürdü. Aslında boğazın sularında yanan Türkiye’nin yıllardır sıkıntısını ve hasretini çektiği petroldü. Patlamanın olduğu dönemin hemen arifesinde Türkiye’de mazot bulunamadığı için arabalı vapur seferleri tatil edilmişti. Aslında tatil edilen sadece şehir hatları değildi. Türkiye’nin tüm ekonomisi petrol kıtlığından dolayı işleyemez duruma gelmişti. Çünkü enerji santralleri durmuş, bundan ötürü gerçekleşen elektrik kesintilerinden dolayı da fabrikalar üretim yapamaz hale gelmişti. Artık en basit ürün dahi karaborsaya düşmüş, hatta hiç bulunamaz olmuştu. Bu dönemi gazeteci Yavuz Onat çok iyi özetlemektedir;

''Besim Üstünel okuldan benim hocamdı. Gün geldi besim hoca bakan oldu. Kendisine ziyaret için gittiğimde ''yavuz ben artık etkili bir mevkiiye geldim. Benden bir isteğin var mı?'' dedi. Bende, ''var.'' dedim. Hocam da, ''Ne istiyorsun.'' dedi. Bende, ''Ücreti karşılığında bir koli sana yağı istiyorum. Çünkü bayramda annemi ziyarete gideceğim ve elim boş gitmek istemiyorum.'' dedim. Üstünel hocam birkaç telefon görüşmesi yaptıktan sonra isteğime ulaştım. Bayramda koliyle yağı anneme götürdüğümde mahalle birbirine girdi. Çünkü herkes bir paket yağ için saatlerce kuyrukta beklerken, ben almışım koliyle sana yağını, tabi ki herkes birbirine girer.''

Ayrıca döviz olmadığı için ilaç, röntgen filmi, yedek parça, kahve, sigara ve en önemlisi gübre bulunamıyordu. Çiftçi gübreye ulaşamadığı için üretimi durdurmuştu. Üretilen tarım ürünleri ise traktörler çalışmadığı için toplanamıyor veya dağıtılamıyordu. Ülkede kıtlık tehlikesi baş göstermeye başlamıştı. İşte Ecevit hükümetini halkın gözünden düşüren ekonominin geldiği bu tabloydu. Ayrıca hemen her ürüne muazzam zamlar yapılmıştı. Bu pahalılık enflasyona ’da yansımış ve ülke tarihinde enflasyon ilk defa %170 sınırına dayanmıştı. Devletin kasası ise bomboştu. Aynı dönemde Türkiye’nin petrol ihtiyacını karşılamak için yöneticilerin kapısını çaldığı devletlerde bu istekleri geri çeviriyordu. Çünkü ırak ve diğer devletler sattıkları petrollerin parasını alamıyordu. Siyasetçiler ise işi gücü bırakmış petrol tankerlerinin rotalarını izlemeye başlamıştı. Dönemin Petrol Ofisi Genel Müdürü Mustafa ÖZYÜREK siyasilerin petrol tankerlerinin nasıl takip edildiğini şu şekilde anlatmaktadır;

‘’Tankerlerimiz ve gemilerimiz bütün devlet büyükleri tarafından takip edilirdi. Örneğin İzmir’deki İPRAŞ tesislerinden yüklemesi yapılan Toros-1 tankeri Karadeniz bölgesinin petrol ihtiyacı için yola çıkıyordu. O dönemde akaryakıt sınırlı olduğu için gemideki petrolün bir kısmı samsuna, diğer kısmı Trabzon’a ve kalan kısımda Hopa’ya boşaltılıyordu. Cumhurbaşkanlığına vekalet eden Sırrı Atalay geminin yola çıktığını haber alınca bizi arayarak talimat verir ve geminin samsuna uğramadan doğrudan Trabzon’a gitmesini isterdi. Çünkü Sırrı Atalay Kars’lı olduğu için Trabzon’a boşaltılan petrol karsa bu şehirden ikmal yapılıyordu.’’

Bülent Ecevit ve hükümet ise günlük petrol ihtiyacını karşılayacak dövizi elde etmek için her çareye başvurmaya başlamıştı. Artık hükümetin başlıca işi bu olmuştu. Bundan dolayı Türkiye’nin yurtdışındaki saygınlığı da iyice zedelenmeye başlamıştı. Türkiye’nin yurtdışında bulunan temsilciliklerinde çalışan personelin maaşlarının ödenmesinde güçlükler yaşanıyor ve merkez bankasının ödeme emirleri dünya piyasasında yerine getirilmemeye başlamıştı. Hatta olay öyle bir safhaya geldi ki Türkiye Denizcilik Bankasına ait gemilerine veya Türk Hava Yolları’nın uçaklarına el konulması dahi konuşulmaya başlanmıştı. Hükümeti asıl endişelendiren ise Merkez Bankası’nın İsviçre’de bulunan altınlarıydı. Çünkü ödenemeyen dış borçlar karşısında İsviçre’de tutulan devletin resmi altın stoklarının haciz edilmesi bir felaket olabilirdi. Hacizle karşı karşıya kalan Merkez Bankası’nın İsviçre’de bulunan altınları önlem olarak özel bir operasyon ile gizli bir şekilde Türkiye’ye getirildi. İşte böylesine ciddi bir kriz yaşayan Türkiye için tek çare ise dış yardımdı. Avrupa ile Amerikalılarda Türkiye ve bölgedeki gelişmeleri kaygıyla izlemekteydi. Zira Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmiş, ardından dünyayı şok eden ikinci gelişme yaşanmıştı. Amerika’nın sadık müttefiki olan İran’da ki Şah rejimi devrildi. Sürgündeki dini lider Ayetullah Humeyni büyük bir gövde gösterisiyle ülkesine dönmüş ve Şah Rıza Pehlevi ülkeden kaçmış; Humeyni ise İran İslam devletini ilan etmişti. Humeyni’nin hedefi batılı değerleri ve kültürü yok etmek, İslam devrimini ise bütün Ortadoğu’ya yaymaktı. Bu iki gelişme ise özellikle Amerika nezdinde Türkiye’nin önemi bir kat daha arttırdı. Çünkü Amerika soğuk savaşa devam ettiği Sovyetlerin etrafına dizdiği ve kendisinin kalkan olarak gördüğü devletler domino taşları gibi teker teker düşüyor ve kendisinden uzaklaşıyordu. Bundan dolayı sıranın Türkiye’ye geldiğinden endişe ediliyordu. Çünkü Türkiye’de artan istikrarsızlık, anarşi ve çöken ekonomi batının sırada Türkiye’nin olduğu kanısına kapılmasında en önemli etkendi. O günlerde ABD Milli Güvenlik Kurulu üyesi olan Paul Henze Washington’da Amerikan yönetiminin Ankara’yı nasıl gözlediğini en iyi bilenlerden birisiydi ve Amerikalı yöneticilerin durumu nasıl değerlendirdiğini şu şekilde anlatmıştır:

’İran’ın kaybedilmesinden sonra bir panikleme dönemi oldu. Herkes Türkiye için müthiş kaygılanmaya başlamıştı. Çünkü terörün galip geleceğini ve Türklerin olayın üstesinden gelemeyeceğini düşünenler bir hayli fazlaydı. Buna bir önlem alınması için derhal toplantılara başlandı ve çözüm yolları aranmaya başladı.’’

İran’da batı karşıtı bir İslam Devleti kurulmasıyla Amerika’nın başka ciddi sıkıntıları da oluşmuştu. Bu sıkıntıların başında daha önce İran’da konuşlandırılmış olan U-2 casus uçakları devrimden sonra yersiz kalmıştı. Bu uçaklar Sovyetlere karşı Amerika’nın gözü ve kulağıydı. Dolayısıyla Amerikalılar bu uçakların muhafazası için en iyi yerin Türkiye olduğunu değerlendirmişti. Bu değerlendirme neticesinde Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Warren Christopher, Ankara’ya gelerek Ecevit’le görüştü. Cristopher ile Ecevit arasında gerçekleştirilen kritik görüşmede Amerikalılar U-2 uçaklarının Türkiye’deki üslerden birisine konuşlandırılmasına izin verilmemesi durumunda Türkiye’ye ekonomik yardım konusunda yardımcı olamayacaklarını belirtmiş, bu sözler üzerine Ecevit ve ekibi bu tür isteklerle görüşmelerin ilerleyemeyeceğini belirterek toplantıyı terk etmek kararı aldı. Her iki tarafın arasındaki gerginliği Amerika’nın Ankara büyükelçisi araya girerek yatıştırmaya çalıştı ve Ecevit’ten bir süre Warren Cristopher ile baş başa kalmak için zaman istedi. Ecevit bu öneriyi kabul ederek ekibiyle birlikte toplantının yapıldığı odanın dışına çıktı ve beklemeye başladı. Amerikalılar kendi aralarında görüştükten sonra her iki taraf toplanarak yeniden toplantıya başladı. Toplantıda Amerikalı heyet u-2 casus uçaklarının Türkiye’ye yerleştirilmesiyle, ekonomik yardımlar konusunda herhangi bir bağ kurulmayacağının teminatını verdi. Ancak Amerikalılar daha önce Kıbrıs’ta olduğu gibi Ecevit’in hanesine bir eksi not daha koymuştu. Bu gelişmeyle birlikte 5 Ocak 1979 tarihinde Atlantik okyanusunda bulunan küçük bir ada olan Guadeloupe adasında gelişmiş ülkelerin (Amerika, İngiltere, Almanya ve Fransa) temsilcileri bir araya gelerek Türkiye ekonomisinin durumunu masaya yatırdı. Bu toplantılarda Türkiye’ye ‘’ivedinin ivedisi (urgent and urgent)’’ yardım kararı alındı. Ancak bu yardımlar son derece önemli bir koşula bağlıydı. Bu koşulu gerçekleştirmek ise Ecevit hükümeti için ‘’ateşten gömlek giymek’’ manasına geliyordu. Bu koşul ise Türkiye’nin uluslararası para fonunun (IMF) denetimine girmesi gerekiyordu. IMF’nin koşulları ise o günün Türkiye’si için yenilir yutulur cinsten değildi. Koşullar arasında paranın değeri düşürülerek devalüasyon yapılacak, başta petrol ürünleri olmak üzere bütün ürünlere büyük zamlar yapılacak, personel ücretlerine zam yapılmayacak ve dondurulacaktı. Sonuncu ve en önemli şart ise Türkiye’nin devlet korumasını bırakıp kapılarını ardına kadar açması ve serbest piyasa ekonomisine geçmesi isteniyordu. Artık karma ekonomi terk edilecek ve devletin ekonomi üzerindeki etkisi azaltılacaktı. Bütün bu koşulların yerine getirilip getirilmediğini ise Guadeloupe’da bu kararları alan ülkelerin seçeceği bir heyet tarafından kontrol altında tutulacaktı. Kısaca batı Türk ekonomisini gözaltına ve denetim altına alacaktı. Oysa böyle bir dev reforma ülke içinde yöneticisinden halkına kadar kimse hazırlıklı değildi. Bundan ötürü uluslararası para fonu ve dünya bankasıyla ilişkiler Türkiye kamuoyunda çok duyarlı bir konu haline gelmişti. Bu konuyla ilgili tartışmalar muhalefet partilerinde olduğu gibi cup içinde de fazlasıyla yaşanmaktaydı. Çünkü bu istekler herkes tarafından uluslararası düzenin belli başlı sömürü araçları olarak görülüyordu. Dolayısıyla hükümette ve CHP’de IMF koşullarına karşı müthiş bir tepki yaşanıyordu. Batılılar ise yardım için IMF’ye uyulmasını isteyerek kestirip attı. Eğer IMF koşulları kabul edilmezse Türkiye’ye bir kuruş dahi yardım yapılmayacaktı. Sonuç olarak batılıların dediği oldu ve ne yardım geldi, nede kredi verildi. O dönemde hükümet içerisinde bakanlık görevi üstlenmiş olan Hikmet Çetin bu durum içerisindeki görüşü çok açık şekilde ifade etmiştir;

’O dönemde IMF bizi güç durumda bırakmıştı. Çünkü ülke ekonomik olarak güç durumdaydı. İster istemez CHP’nin liberal bir politika yapması gerekiyordu. Ancak bahsi geçen liberal politikaya da cup kamuoyu hazır değildi. Bu yüzden IMF’nin öne sürdüğü koşullar sayın Bülent Ecevit tarafından kabul edilemedi.’’

Türkiye, IMF’nin koşullarını yerine getiremedi. Hükümet kime kredi veya para başvurusu yapsa aynı yanıtı alıyordu. Herkes ‘’Para fonu yani IMF ile anlaşın öyle gelin. Size istediğinizi öyle verelim’’ diyordu. Batılılardan bu cevaplar alınınca Müslüman ülkelere dönüldü. Ancak bu ülkelerde aynı yanıtı vererek Türkiye’nin isteklerini geri çevirdi. Libya’dan Suudi Arabistan’a kadar Türkiye’nin yakın müttefiki olan ülkeler dahi para vermek için ülkenin IMF denetimine girmesi koşulunu öne sürmeye başlamıştı. Bütün kapılar liberalizme hazır olmayan ve IMF şartlarına direnen hükümetin yüzüne kapanıyordu. Hükümetin para bulmak için tek çaresi kalmıştı. Elde Bulunan tek çare ise uluslararası tefeci piyasasına başvurmak oldu. Öyle bir gün geldi ki hükümet Cumhuriyet tarihinin o güne kadar ekonomik olarak en ağır anlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmada Türkiye en önemli varlığı olan silolarında bulunan bütün tarım ürünlerini 150 milyon dolarlık kredi karşılığında Whelss Fargo isimli Amerikan bankasına rehin etmek zorunda kaldı. Bu anlaşmanın haberi ise kamuoyunda bir bomba gibi patladı. Ekmeğini topraktan çıkartan Türkiye için bu karar aslında manevi bir yıkım anlamına geliyordu. Hükümet, halkın rızkını elaleme ipotek etmek zorunda kalmıştı. Bu anlaşmayla hükümette karışmıştı. Bütün bu gelişmeler zaten derme çatma olan hükümeti ve CHP’yi sarsmaya başladı. Parti, Whelss Fargo anlaşmasıyla iyice hiziplere bölünmeye başladı. Hedefte ise genel başkan Bülent Ecevit vardı. Çünkü ekonomideki başarısızlığın faturası başbakan Bülent Ecevit’e çıkartılmıştı. Hükümet içerisindeki bakanlar öyle başına buyruk davranıyordu ki hükümet içerisinde uyum diye bir şey kalmamıştı. Mesela başbakan genel idare kuruluna geldiği zaman sabahları resmi gazetede kendisinin haberi olmadığı bir takım maliye bakanlığı bildirileri ile karşılaşmaya başlamıştı. Kısaca bu örnekte görüldüğü gibi başbakan hükümet içerisindeki kontrolünü Kaybetmeye başlamıştı. Ayrıca bakanlarda birbirine düşmeye başlamıştı. Mesela Başbakan Yardımcısı Faruk Sükhan, Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar ile Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı’yı yolsuzluk yapmakla suçlamıştı. Bu suçlamalar üzerine İşgüzar hükümetten istifa etti. Bağımsız bakanlardan bazıları kabinedeki bir başka isimi, Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi’yi bölücülükle suçluyorlardı. Bu suçlamalar ise 1979 yılının nisan ayında Şerafettin Elçi’nin Hürriyet Gazetesi’nde verdiği demeçte belirttiği ‘’kürt sorununa’’ değinmesinden dolayı ortaya çıkmıştı. İşte Şerafettin Elçi’nin bu beyanatı o günün koşullarında ülke içerisinde toplumsal bir deprem yaratmış ve hükümet içerisindeki çatlağın derinleşmesine neden olmuştu. Ayrıca Türkiye’de ilk kez bir bakan Kürt meselesinin varlığından söz etmişti. Yaşanan siyasi deprem o kadar büyüktü ki Milli Güvenlik Kurulu bu açıklamadan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Zira güneydoğuda kaygı verici gelişmeler yaşanıyordu. Adına ‘’Apocular’’ diyen terör örgüt güneydoğuyu adeta kasıp kavurmaya başlamıştı.

***APOCULARIN İLK BÜYÜK EYLEMİ***

1979 yılının ramazan ayında Urfa’nın Siverek İlçesine bağlı Kırbaşlar mezrasında yolun hemen kıyısındaki bir evde iftar yemeği vardı. Adalet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak Aşiretinin reisi Celal Bucak kayınpederinin evine iftar için davet edilmişti. İftar yapılarak tam kahve faslına geçildiği sırada birden silahlar patlamaya başladı. Kurşun sesleri çığlıklara karıştı. Tam manasıyla mezrada kıyamet kopuyordu. Yaklaşık 300 Apocu militan mezranın hemen kıyısından geçen Urfa-Siverek karayoluna mevzilenmiş ve Celal Bucak’ın bulunduğu evi ateş altına almıştı. Bu saldırı Apocular’ın o güne kadar gerçekleştirdiği en büyük eylemdi. Apocular’ın amacı sadece Celal Bucak’ı öldürmek değil, bölgedeki tüm aşiretlere gözdağı vermekti. Çatışma saatlerce sürdü ve gün ışımadan hemen önce saldırganlar püskürtüldü. Bu çatışmanın arkasında ise 5 ölü ve 11 yaralı kaldı. Bu baskının ertesi günü Hilvan’da düzenlenen cenaze töreni Apocular’ın adeta gövde gösterisine dönüştü. Örgüt bayrakları her köşeye asıldı. Silahlı militanlar devlet dairelerini tatil ettirdiler ve binaların önünde nöbet tutmaya başladılar. Arka arkaya yaşanan bu iki gelişme Ankara’nın zirvesinin karışmasına neden oldu. Adalet partisi başkanı Süleyman Demirel bu saldırıyla ilgili olarak verdiği demeçlerde;

‘’Celal Bucak’a yöneltilmiş olan bu saldırı çok manidar bir hadisedir. Çünkü Celal Bucak o bölgede nüfuzlu bir arkadaşımızdır. Devletin yanında olduğu herkes tarafından bilinen celal bucağa bu hadise yöneltilebiliyorsa, bu saldırı devlete karşıda yönetilmiştir.’’ Diyordu.

Süleyman Demirel bu demeçleri vermekle kalmayıp, cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve başbakan Bülent Ecevit’e birer mektup hazırlayarak yolladı. Bu mektupta özetle Demirel, Ecevit hükümetini duyarsız kalmakla suçluyor ve sıkıyönetimin teröre karşı etkisiz olduğunu vurguluyordu. Ecevit’in yanıtı ise iki lider arasındaki ‘’Körler-sağırlar diyaloğuna’’ tipik bir örnek teşkil ediyordu. Ecevit, Demirel’e cevap olarak ‘’Asıl olaylar sizin zamanınızda başlamıştır’’ suçlamasında bulunmuştu. Orduda, Demirel’in eleştirilerinden rahatsızdı. Saldırıya uğrayan Celal Bucak siyasilerden yeterli önlem ve desteği bulamayınca soluğu Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in yanında aldı. Kenan evren ile celal bucak arasında yapılan görüşmede celal bucak ‘’Ben hayatımdan endişe ediyor ve zor durumdayım.’’ Dedi. Kenan Evren ise ‘’Peki benden ne istiyorsun. Ben darbe mi yapayım?’’ diye sorunca Celal Bucak ‘’Ben sadece can güvenliğimin sağlanmasını istiyorum. Ben darbe yapmanızı ima etmedim.’’ Demiştir. Aslında ordu zaten Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde uzun zamandır alarmdaydı. Ordunun, hükümete ısrar etmesi neticesinde bölgenin altı ili daha sıkıyönetim kapsamına alındı. Komutanlar sık sık bölgeye gidiyordu. Bölgede incelemeler yapan Orgeneral Mehmet Kıral’da o günlerde büyük yankı yaratan bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin Türkiye’den kopmak üzere olduğu uyarısı yapılıyordu. Örgüt Hilvan’da kendi mahkemesini kurmuş, devletin hakimleri ve öğretmenlerini tehditlerle bölgeden kaçırıyordu. Örgüt ayrıca ciddi bir askeri güç olma yolunda ilerliyordu. Örgüt, ‘’Vietnam Vadisi’’ adını verdiği bölgede silah depoluyordu. Bu bölgelerde yapılan operasyonlarda 500‘e yakın roket ele geçirilmişti. En önemlisi ise son 2 yılda örgüt 243 cinayet işlemişti. Örgüt ileride kurmak istediği Kürt devletinin başkentini bile belirlemiş ve başkenti Diyarbakır olarak belirlemişti.

***ECEVİT HÜKÜMETİNİN DÜŞMESİ VE DEMİREL’İN YENİDEN İKTİDARA GELMESİ***

Yaşanan bu gelişmelere ise başbakan Ecevit oldukça sert tepkiler veriyor, ama herşey ecevit’in aleyhine işlemeye başlamıştı. Aynı dönemde Ecevit hükümetine karşı yeni bir cephe daha açılmıştı. CHP’nin en önemli müttefiki olan DİSK iktidarın halka sürü muamelesi yaptığından şikayet etmeye başlayarak CHP’ye olan desteğini geri çekeceğini söylemeye başladı. Dolayısıyla disk ve çalışanlarını temsil eden tüm meslek kuruluşları Ecevit’ten uzaklaşmaya başladı. DİSK ile CHP arasındaki ipleri koparan olay ise 1 Mayıs 1979 günü düzenlenecek 1 Mayıs işçi bayramı oldu. 1 Mayıs’ta sıkıyönetim komutanlığının isteği üzerine taksimde işçi bayramı kutlamaları yasaklandı. DİSK ise bu yasağa direneceğini ilan etti. Dönemin disk genel sekreteri Fehmi Işıklar bu kararı nasıl aldıklarını şu şekilde beyan etmiştir;

’Biz 1 Mayıs’ı taksimde kutlama yapmak isterken, Sayın Bülent Ecevit kutlamaların İzmir’de yapılması konusunda ısrarcıydı. Ben ise Ecevit’e daha önce söylediği bir sözünü hatırlattım. 1977 yılının 3 Haziranında CHP taksimde bir miting düzenleyecekti. Demirel ise saldırı ve suikast duyumları alındığı için Ecevit’e bu mitingi iptal etmesini istemişti. Ecevit ise eşim Rahşan hanımla birlikte meydanda olacağım, isteyen vatandaşta meydanda gelebilir demişti. Ama vatandaşlarımı çağırmak istemiyorum demişti. Bu sözlere rağmen vatandaşlar mitinge katılmıştı. Ben Ecevit’e bunu hatırlattıktan sonra yaptığım açıklamada ‘’Sayın Ecevit bilmelidir ki işçi sınıfı Rahşan hanımdan daha korkak değildir.’’ dedim. Bundan dolayı bizde sendika olarak işçi sınıfını temsilen 1 Mayıs alanında olacaktık.’’ Demiştir.

Bu kararla iki taraf arasındaki yay iyice gerilmişti. Ecevit sendikalarla köprüleri atmış ve kimseye diyet borcu olmadığını iddia ediyordu. Sıkıyönetim komutanlığı 1 Mayıs günü bütün İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan etti. Halk bu yasakla evine hapsolmuş, heyecanla gelişmeleri izliyordu. Sokağa ise Behice Boran’ın lideri olduğu Türkiye İşçi Partili’ler çıktı. Issız İstanbul sokaklarında 200 kişilik grup taksim meydanına doğru yürüyüşe geçti. Ecevit iktidarının yasağını delen bu grup polis tarafından tutuklandı. Otobüslere doldurulan bu grup birde otobüslerde dayak yedi.

Sendika ve solun hükümetten intikamı ise çok acı vericiydi. Ekim ayında gerçekleştirilen yerel idare seçimlerini devrimci grupların bir kısmı boykot etti. CHP ise seçimler neticesinde 5 önemli ili kaybetti. Özellikle CHP’nin kaybettiği 3 il solun kalesi olarak bilinen yerleşimlerdi. Tabi ki CHP yenilgisinin çok daha önemli nedenleri de vardı. CHP’nin seçimleri kaybetmesinin en temel nedenleri ise terör, yokluklar, karaborsa ve enflasyon halkı canından bezdirmiş ve CHP’ye karşı tepki doğurmuştu. Ecevit’in sonunu getirenlerin arasına sanayicilerde katılacaktı. 13 Mayıs 1979 günü gazetelerde yayınlanan tam sayfa ilanlarda Ecevit yerden yere vuruluyordu. Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) cumhuriyet tarihinde ilk defa görülen bir yöntemle ekonomik krizin tek nedeni olarak hükümeti gösteriyordu. Ecevit’in ilanlara tepkisi ise çok sert oldu. Ecevit, İş adamlarına karşı savcıları göreve çağırdı. Ecevit, ilerleyen yıllarda bu ilanın ardında Amerika olduğunu iddia edecek ve Bu ilanlarla hükümetlerinin düşürülmeye çalışıldığını iddia edecekti. TÜSİAD’ın yayınlattığı bu ilanlar aslında serbest piyasa ekonomisinin savunmak için hazırlanmış, ama fatura Ecevit’e kesilmişti. Bu gelişmelerle hükümet daha fazla dayanamadı ve istifa etti. Hükümetin istifa etmesiyle Süleyman Demirel 6. Kez başbakanlık koltuğuna oturmuş oldu.

Demirel bu kez sadece Adalet Partililerden oluşan bir azınlık hükümeti kurmayı seçmişti. Necmeddin Erbakan ise bu hükümeti kerhen destekleyecekti. Demirel hükümeti kurar kurmaz hemen kolları sıvadı. Henüz meclisten güvenoyu almadan ilk işi Milli Güvenlik Kuruluna toplantıya çağırmak oldu. Ancak toplantıda Demirel’i bir sürpriz bekliyordu. Milli güvenlik kurulu bildirisi zehir zemberek ifadeler taşıyordu. MGK bildirisinde terörün arttığı ve ülkenin parçalanmanın eşiğinde olduğu belirtiliyordu. Bir MGK bildirisinde ilk defa böyle bir dil kullanılmıştı. Demirel ise bu bildiri karşısında soğukkanlılığını kaybetmemişti. Demirel toplantıdan sonra genelkurmay başkanlığına giderek Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarıyla toplantı yaptı. Bu toplantı hakkında Demirel şu beyanatı vermiştir;

’Genelkurmay’da bana brifing verildikten sonra; ‘’Bunu durdurmanız lazım.’’ dedim. Sıkıyönetim komutanları dahil herkes görevini layıkıyla yerine getirmelidir. Benden eğer para istiyorsanız, para vereceğim. Adam istiyorsanız, adam vereceğim. Silah istiyorsanız, silah temini için gerekeni yapacağım. Yetki istiyorsanız yetkiyi de vereceğim. Ancak bu olayları sonlandırmamız lazım. Devlet sokağa mağlup olmamalıdır. Devlet hukuk çerçevesinde bu meseleyi biran önce çözmelidir. Sizden de istediğim bu meseleyi hukuk çerçevesinde çözmeniz.’’ Demiştir.

Komutanlar ise hazırlıklarını çoktan yapmıştı. Hem de öyle bir hazırlanmışlardı ki Demirel’den ne isteyeceklerine çoktan karar vermişlerdi. Komutanlar istekleri açıklamalarıyla tek tek masaya koymaya başladı. İlk istek ‘’vur emri’’ idi. İkinci istek sıkıyönetim mahkemelerinin görev ve yetkilerinin arttırılmasıydı. Komutanlara göre ihbar müessesi de mutlaka doğru şekilde çalıştırılmalıydı. Öğretmen, polis ve askerin siyasi faaliyetleri mutlaka yasaklanmalıydı. Son olarak karakolların kışla gibi yönetilmesi yönündeydi. Demirel’in bu isteklere itirazı yoktu. Ancak demokrasiye de ters düşecek bir karar almak istemiyordu. Bu düşünceler altında Demirel bir genelge yayınladı ve bütün kamu kuruluşlarından sıkıyönetime her türlü yardımın yapılmasını istedi. Demirel bu önlemlerle terörün duracağına ve askerinde rahatlayacağına kesin kanaat getirmişti. Ancak aradan geçen sürede bu yöntemlerinde pek yarar sağlamayacağı anlaşıldı. Daha 1980 yılının ilk aylarında doğudaki kış tatbikatında pek kimse önemsememiş, ancak ilk işaret verilmişti. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren teröre karşı tek çarenin silahlı kuvvetler olduğunu vurguladı. Kenan evren ‘’Bu işi bize bıraksalar 1 ay içerisinde hallederiz.’’ Dedi. Kenan Evren konuşmasını bitirdiğinde tüm subaylar heyecanlanmış ve Kenan Evren’i alkışlamıştı. İkinci işaret ise daha sert geldi. Kenan evren 30 ağustos zafer bayramı çerçevesinde yaptığı konuşmada;

’Sizlerde bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak şuna inanınız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır ve siz onların hepsini biranda yok edebilecek güçtesiniz. Asıl sessizliğinizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek acı bir şekilde göreceklerdir.’’ Demiştir.

Kenan Evren üçüncü konuşmasını Genelkurmay Başkanlığındaki odasında tek bir kişiye 2. Başkan Orgeneral Haydar Saltuk’a yaptı. Bu konuşmada evren, Saltuk paşaya;

’Haydar paşa sen kurmay subaylardan ve güvendiğin iki kişi ile bir ekip kur. Sende bu ekibin başında bulun. Durumu tahkik ve takip edin. Bu tahkikat neticesinde bana bir rapor hazırlayın. Bu ülke neye doğru gidiyor bunu bir değerlendirmemiz lazım. Bu değerlendirme neticesinde acaba ne yapmalıyız ve nasıl hareket etmemiz lazım diye durum muhakemesine benzer bana zaman zaman bu ekip rapor versin.’’ Demiştir.

İşte bu sözler askeri bir müdahalenin ilk emri olarak addedilebilir. Artık saat kurulmuş ve zaman işlemeye başlamıştı. Aslında Kenan Evren 14 Ekim ara seçimlerinde bir ayaklanmadan korkuyordu. Evren’e göre Seçim sandıkları, dolayısıyla demokrasi tehlike içindeydi. Bu tehlikeyi savuşturacak tek güç ise ordudan başkası değildi. Haydar Saltuk çalışma grubunu kurarak tahkikata başladı. Genelkurmayın içinde dahi sadece bir avuç subayın dışında kimse bu grubu bilmeyecekti. Bu çalışma grubunun içerisinde bulunan Kurmay Albay Cumhur Evcil bir mülakatta gruba nasıl seçildiği ve çalıştıklarını şu şekilde anlatmıştı:

’O dönemde kurmay albay olarak görevimi yapıyordum. Sayın Orgeneral Haydar Saltuk beni davet etti ve içinde bulunduğumuz durum ile ilgili özel bir çalışma yapmamız gerektiğini iletti. Tabi ki bana böyle bir görev verilmesinden ötürü heyecanlandım ve duygulandım. Kısa süre içerisinde komutanımızın istediği çalışma grubunu oluşturduk ve gizli olarak sayın Haydar Saltuk ve bazı komutanlar dışında hiç kimsenin böyle bir çalışma yaptığımızdan haberi olmadan çalışmaya başladık. Biz devamlı komutanların ihtiyaç duyduğu fikirleri alternatifleriyle üreterek komutanlara sunduk.’’ Demiştir.

***ADRESİ MEÇHUL MEKTUP***

Kenan Evren’in beklediği gibi 14 Ekim seçimlerinde kimse ayaklanmadı. Ancak Kenan Evren’de çalışma grubunun çalışmalarını sonlandırması emrini de vermedi. Çünkü Evren’i kaygılandıran şartlarda herhangi bir değişiklik olmamıştı. Haydar Saltuk’un oluşturduğu çalışma grubu olanca gizliliğine rağmen genelkurmayda bazı subayların dikkatini çekmeye başlamıştı. Hatta şube başkanlarından birisi Kenan Evren’e çıkarak ‘’Saltuk Paşa iki kişilik bir çalışma grubu oluşturmuş; bu çalışma grubundan haberiniz var mı?’’ diye sormuş; Kenan Evren ise bu soruya ‘’Bu çalışma grubundan haberim var. Bu çalışma grubu ordunun mevcudunu küçültmek için raporlar hazırlıyor.’’ Diyerek genelkurmay içerisindeki generallerin endişelerini giderdi. Kenan Evren 1980 yılının arifesinde 1. Ordu Karargahının bulunduğu Selimiye Kışlasında tüm Ordu ve Kolordu Komutanlarının katılacağı bir toplantı yapmaya karar verdi. Toplantının yapılacağı gün Selimiye Kışlası için tarihi bir gündü. Toplantının gündemi ise ülkede yaşanan terör olaylarıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri hükümetin terörle mücadelede yetersiz kaldığı görüşündeydi. Henüz askeri bir müdahale telaffuz edilmiyordu. Ama hükümetinde uyarılması gerekiyordu. Bu yüzden bir uyarı mektubu yazılmasına karar verildi. Bu mektup aslında sonun başlangıcıydı. Artık ordu siyasete ağırlığını koymanın vakti geldiğini siyasilere bu şekilde gösterecekti.

14 Ekim seçimlerini ise Adalet Partisi kazandı. CHP’nin oyu ise %41’den, %29’a düştü ve 16 Ekim 1979 tarihinde Ecevit istifa etti. Bir dönemin ‘’Kıbrıs Fatihi’’ Karaoğlan Bülent Ecevit tepetaklak olmuş ve hem iktidarı, hem de liderlik vasfını kaybetmişti. Seçim sonrası Ecevit parti içerisinde de acımasızca eleştirildi. Ecevit hükümetinin istifası üzerine Süleyman Demirel hükümet kurma görevini aldı. Süleyman Demirel 12 Kasım 1979 tarihinde azınlık hükümetini kurarak iktidar koltuğuna oturdu. Ancak ne Ecevit nede Demirel Türkiye’nin kötü gidişatına ‘’dur’’ diyemiyordu. Çünkü iki lider iktidar çekişmesinden ötürü resmen ‘’kör’’ olmuş ve ülkenin girdiği karanlık yola gözlerini ve kulaklarını kapatmışlardı. Bundan da en çok askeri kanat rahatsız oluyordu.

Askerlerin hükümeti ciddi şekilde ilk kez uyarmaları 1980 yılının başında gerçekleşti. Komutanlar Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir uyarı mektubu yolladılar. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Fahri Korutürk ile görüşmeye geldiğinde bahsi geçen mektubu kendisine sundu. Bu görüşme sırasında Kenan Evren, Fahri Korutürk’e hitaben

’Siz bizim büyüğümüzsünüz ve komutanımızsınız. Lütfen cumhurbaşkanlığınızı devam ettirmek suretiyle bu hareketin içerisinde olun ve bu uyarıları birlikte hayata geçirelim.’’ Dedi.

Korutürk, Evren’in bu sözleri üzerine

’Evet siz haklısınız. Ancak benim görev sürem dolmak üzere ve böyle bir hareket içerisinde olmam mümkün değil. Çünkü beni parlamento seçti. Dolayısıyla ben onlara karşı ve halkıma karşı sorumluyum. Parlamentonun seçtiği bir cumhurbaşkanı olarak böyle hareketin içerisinde olmam doğru olmaz. Ama siz buyurun bu idealinizi gerçekleştirin.’’ Demiştir.

Genelkurmay’ın, Cumhurbaşkanına verdiği mektubun üslubu çok sertti. Aslında mektup uyarıdan çok muhtırayı andırıyordu. Mektubun içinde ordunun teröre karşı açık tepki vardı. Askerler ‘’Ya terörü bitirirsiniz, ya da biz bitiririz.’’ diyorlardı. Ancak mektubun adresi yoktu. Bundan ötürü Türk siyasi tarihine ‘’adresi meçhul mektup yada muhtıra’’ olarak geçen olay gerçekleşmiş oldu. Bu nedenle de hiçbir siyasi veya hiçbir parti mektubun muhatabı olarak kendilerini görmedi. Açıkçası teröre karşı yaşanan başarısızlığı hiç kimse üstlenmek istemiyordu. Komutanların uyarı mektubundan en çok alınan ise yeni başbakan olmuş olan Süleyman Demirel oldu. Çünkü Süleyman Demirel muhtıra verildiğinde 35 günlük başbakandı. Süleyman Demirel’in teröre karşı zamana ihtiyacı vardı. Askerler yetkilerinin arttırılmasını istediğinde Süleyman Demirel bu isteklerin bazılarını kabul etmişti. Askerler silah ve mühimmat istediğinde Süleyman Demirel onu da vermişti. Süleyman Demirel bu konuda verdiği demeçlerde:

’25 Kasımda güvenoyu alan hükümete 35 gün sonra uyarı mektubu mu verilir? Ben bu mektubu neden üzerime alayım? Ben o zamana kadar olan işleri temizlemek için iktidar koltuğuna oturmuştum. İktidara geldiğimiz dönemde ben ne kandan sorumluydum, ne pahalılıktan, nede yolsuzluktan sorumluydum. Partimle birlikte parlamentonun içerisinden çıkarak hükümet kurmak için adım attım ve parlamentoda hükümetime güvenerek beni başa getirdi. Ayrıca bundan öncede halka giderek halktan da iktidar için güvenoyu almıştım. Şimdi askerler tarafından böyle bir uyarı mektubu veriliyorsa, bu mektubun muhatabı bizden önce terörü durduramayan ve ekonomiyi iyice sıkıntıya sokan partidir.’’ Demiştir.

Demirel her şeye rağmen iktidardan vazgeçmedi ve sıkıyönetim komutanlarıyla toplantılar düzenleyerek hükümet ile asker arasındaki buzları eritmeye çalıştı. Kısaca Demirel yapıcı ve arabulucu rolünü daha önceki dönemlerdeki gibi kullanmaya başladı. Demirel, sular durulduktan sonra uzun süredir üzerinde çalıştığı tarihi bir proje için inzivaya çekildi. Demirel inzivada iken basında Demirel’in hastalandığı ve evinde istirahat ettiği yazılmaya başladı. Demirel ise bir süredir gizli bir atılım üzerinde çalışıyordu. Haftalardır gizliden gizliye sürdürülen çalışmaların başında ise o dönemde halkın pek tanımadığı biri bulunuyordu. Yıllardır Süleyman Demirel ile birlikte çalışan bu kişi başbakan’a ‘’abi’’ olarak hitap eden bu kısa boylu, tıknaz ve kalın çerçeveli gözlüklü adam devlet planlama teşkilatı müsteşarı Turgut Özal idi. Turgut Özal’da, Süleyman Demirel gibi bir mühendis idi. Özal bir dönem Amerika’ya gitmiş, dünya bankasında ve Türkiye’de işveren örgütlerinde çalışmıştı. Özal, liberal ekonomiye inanıyor ve Türkiye’nin de liberal ekonomi sistemine geçmesi konusunda çalışıyordu.

Süleyman Demirel’in başında bulunduğu gizli atılım 24 Ocak 1980 tarihinde açıklandı. 24 Ocak kararları, Türkiye ekonomisinde kırılma noktasını temsil ediyordu. Ülkede yer yerinden oynadı. Türk ekonomisi ise büyük bir şok yaşadı. Halk şaşkındı. Çünkü Türkiye’nin 57 yıllık ekonomik rotası değişiyor ve Türk ekonomisi bambaşka bir yola giriyordu. Süleyman Demirel’in koyduğu hedefler ise çok iddialıydı. Demirel’in açıkladığı kararlarla Yokluk ve kıtlık ortadan kaldıracak, enflasyonu düşürülecek, fabrikalar çalışacak, hatta bir Alman-Japon mucizesi yaratılacaktı. Gerçekte ocak kararları uluslararası para fonunun o ünlü acı reçetelerinde işaret edilen değişikliklerin tam bir özetiydi. 24 Ocak kararlarıyla 57 yıldır uygulanan korumacı politikalardan vazgeçildi. İhracat teşvik edildi ve Türk Lirasının değeri dolar karşısında 47 liradan, 70 liraya düşürüldü. Bununla birlikte döviz kurları günlük olarak ayarlanmaya başlayacaktı. Faizler ise devlet tarafından serbest bırakıldı. Yabancı sermayeye kapılar sonuna kadar açıldı ve sermaye girişi için kolaylıklar sağlandı. Memurların ücretlerindeki artışa ve tarımda da destekleme alımlarına sınırlama getirildi. Kısaca Türkiye ekonomisi liberalizme kapılarını sonuna kadar açtı. Artık Türkiye artık duvarlarını yıkıyor ve IMF’nin istediği gibi dış dünyaya açılıyordu. Liberal ekonomiye geçilir geçilmez grevler de ertelendi ve işliler ile memurlar piyasanın rekabet çarklarına itildi. Bu kararların hemen arkasından Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir zam furyası geldi. Bu zamlarda akaryakıta %120, gübreye %400, kağıda %300, elektriğe %120 ve toplu taşımacılığa %100 gibi muazzam zamlar geldi. 24 Ocak kararlarına ilk tepki tabi ki CHP lideri Bülent Ecevit tarafından verilmişti. Ecevit, serbest ekonomiye böyle hızlı bir geçişin dengeleri bozabileceğini, ayaklanmalara dahi yol açabileceğini öne sürdü. Bütün tepkilere karşın Demirel ilk olarak meclisi değil Genelkurmayı ikna etmeyi seçti. Artık ordunun siyasi hayattaki ağırlığı açıkça hissediliyordu. Bu gerçeği bilen başbakan Demirel 24 Ocak kararlarını anlatılması amacıyla komutanlara üç brifing verdirdi. Bu brifingleri bu çalışmanın kilit noktasında olan Turgut Özal verecekti. Askerler Demirel’in ekonomik programından tatmin olmuş; ancak terörle mücadeleden halen hiç memnun değillerdi. Askerler halen yetki istiyordu, ama önemli kanunlar meclise takılmıştı. Sıkıyönetim kanunda değişiklik, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması ve olağanüstü hal yasaları     halen meclisten çıkmamıştı.

***TARİŞ OLAYLARI***

Askerlerle siviller arasında yetki kavgası sürerken sokaktaki kavga günde 20 can alıyordu. 1979 yılında yaşanan çatışmalarda toplamda 1252 ölü ve 5400 yaralı ile kapanmıştı. Ancak gelen yıl gideni de aratıyordu. 1980 yılı toplu çatışmalara ve katliamlara sahne oluyordu.

1980 yılında ilk büyük olay İzmir’de patladı. Adalet Partisi’nin 24 Ocak kararları çerçevesinde İzmir’de bulunan TARİŞ fabrikalarında çalışan 178 kişi işten çıkartıldı. Bu işten çıkartmalara tepki gösteren işçiler ise eylem yapmaya başladı. İşçiler fabrikaları işgal etti. İşçiler fabrikayı işgal ettikten sonra üniversite öğrencileri işçileri desteklemek için boykot ve gösterilere başladı. Bu boykot ve gösterilerden sonra dalga dalga bütün İzmir’i sarmaya başladı. Artık sokakların hakimi işçiler ve öğrencilerdi. Hükümet ise bu direniş karşısında çaresiz kalmıştı. Demirel iktidarının başlangıcında teröre karşı ilk yenilgisini İzmir’de tadıyordu. 22 Ocak günü işgal edilen fabrikalarda silah ve patlayıcı depolandığı ihbarı üzerine polis TARİŞ’e baskında bulundu. Bu baskında polis ile işçiler arasında muazzam çatışmalar çıktı. Bu çatışmalar ise 2 gün sürdü. 2. Günün sonunda fabrikalar boşaltılmış ve fabrikaları işgal eden işçiler temizlenmişti. Hükümet tam olayların bittiğini zannederken çatışmalar bir metastaz yapan bir virüs gibi hızla kentin diğer semtlerine yayılmaya başladı. Olaylar sırasında yollar kesildi ve barikatlar kurulmaya başlandı. Bu eylemlere başka fabrikalarda katılmaya başladı. Adeta İzmir içerisinde bir iç savaş yaşanıyor ve şehrin varoşları alev alev yanıyordu. Bu çatışmalar ise tam 2 hafta sürdü. Devrimci gruplar ünlü şehir içi gerilla taktikleri uyguluyor ve gecekondu mahallelerinin arka sokaklarında polise karşı direniyorlardı. Sonunda devreye asker girdi. Askerin gelmesiyle olaylar son buldu. Olayların bilançosu ise korkunçtu; 3’ü polis olmak üzere 4 ölü ve binlerce yaralı vardı. TARİŞ olaylarında korkulan olmuş ve askerlerle işçiler karşı karşıya gelmişti. Olaylar genelkurmayda bulunan komutanların kafasındaki müdahale kararını biraz daha pekiştirmişti. Çünkü olan bu gelişmeler komutanların gözünde bir ayaklanma işaretiydi ve bu ayaklanmaların başka bölgelere yayılmasından çekiniyorlardı. Onun için komutanlar her duruma karşı hazırlıklı olmak istiyorlardı. Hazırlıkları Haydar Saltuk başkanlığındaki çalışma grubu sürdürüyordu. Bu grubun yazdığı bir rapor iç savaşın adım adım yaklaştığını vurguluyordu. İç savaş uyarısı geçmişte siyasetçiler tarafından defalarca tekrarlanmıştı. Ancak bu raporda öyle bir bölüm vardı ki komutanların dahi tüyleri diken diken olmuştu. Bu raporda komutanları endişelendiren durum, Ülkede yaşanan kamplaşmanın orduya da sirayet ettiği ve silahlı kuvvetlerin bölünebileceği belirtilmişti. Artık zaman sadece ülkenin değil ordunun da aleyhine işliyordu. Bu raporla birlikte Kenan Evren müdahale hazırlıklarının hızlandırılmasını emretti. Bu hazırlıklarda ise hiçbir ayrıntı unutulmamalıydı. Bu ayrıntılar içerisinde askerler devleti nasıl yöneteceklerini tüm detaylarıyla hesaplamaya başladılar. Aynı günlerde devletin tepesinde de sıkıntılı günler yaşanıyordu.

***FAHRİ KORUTÜRK SONRASI SEÇİLEMEYEN CUMHURBAŞKANI***

Aynı dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanını arıyordu. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi 6 Nisan 1980 günü sona erecekti. Peki devletin zirvesine kim oturacaktı. Meclis aritmetiğine göre her üç oydan birisini alan Çankaya’nın yeni sahibi olacaktı. Ancak iş o kadar kolay değildi. Zira mecliste hiçbir parti cumhurbaşkanı seçecek çoğunluğa sahip değildi. Seçim günü gelip çattığında bütün Türkiye nefesini tutmuş ve yeni cumhurbaşkanını selamlamaya hazırlanıyordu. Oysa meclisin iki büyük partisi daha adaylarını bile belirlememişti. Aslında 1980 yılının mart ayında cumhurbaşkanlığı seçimi olacağı 1973 Martından beri belliydi. Ama ne Adalet Partisi, nede CHP aday dahi belirlememişti. Bu duruma sorumsuzluk mu denir? Gündemdeki olaylara liderlerin kendini kaptırması mı denir? Bilemiyorum Altan… Dolayısıyla 22 Mart günü adaylar ortada olmadığı için seçim de yapılamadı. 6 Nisan’da cumhurbaşkanı Fehmi Korutürk görev süresini tamamlayıp görevinden ayrıldı. Korutürk’ün ayrılmasıyla devlet başsız kalmıştı. Korutürk’ün yerine vekalet olarak senato başkanı ve Adalet Partisi’nin en önemli ismilerinden olan İhsan Sabri Çağlayangil cumhurbaşkanlığına vekalet etmeye başladı. Daha sonra iki partide adaylarını belirledi. Adalet Partisi’nin adayı Saadettin Bilgiç, CHP’nin adayı ise 12 Mart’ın şahin komutanı MUHSİN Batur’du. Ancak her iki adayda bir türlü yeterli oyu toplayamıyordu. Bir süre sonra Adalet Partisi taktik ve aday değiştirdi. Adalet Partisi’nin yeni adayı emekli Orgeneral Faik Türün’dü. Böylece 12 Mart döneminin iki önemli generali 9 yıl sonra bu kez cumhurbaşkanlığı yarışında karşı karşıya gelmişti. Yapılan turlar arasında bir ara Muhsin Batur’un cumhurbaşkanı seçilmesine ramak kalmıştı. O turda batur 303 oy almıştı. Eğer Batur 15 oy daha alsaydı Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı olacaktı. Batur’un oyları açıklandığında TSK’nın komuta kademesi güneydoğudaydı. Komutanlar ise bu sonuçtan tedirgin olmuştu. Dönemin İçişleri Bakanı Orhan Eren ise bu tedirginliği ilk fark edenlerden birisiydi. Orhan Eren o günü şu şekilde tarif etmektedir:

’Bir ara paşaların hepsi toplantı yaptığımız odadan dışarı çıktı. Sonra Celasun Paşa yanıma geldi ve ‘’Yarın sabah biz anakaraya hareket ediyoruz. Çünkü Muhsin Paşa herhalde cumhurbaşkanlığına seçilecek…’’ Dedi. Ben ise ‘’Endişe etmeyin. 303 oyu almış olabilir ama seçilemez. Çünkü seçilmek için gerekli rakama meclisin şuan ki aritmetiğinde ulaşması imkansız ’’ Dedim.’’

Komutanlar siyasi istikrarsızlığın askeri müdahaleye zemin hazırlayacağını biliyorlardı. Dahası Çankaya’da çiçeği burnunda bir emekli orgeneral otururken darbe yapmanın riskli olacağını da düşünüyorlardı. Partilerin inadı nedeniyle adaylar değişse de cumhurbaşkanı bir türlü seçilemez olmuştu. Meclis cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı adeta kitlenmişti. Bir süre sonra iş öyle bir noktaya geldi ki kamuoyu da bu seçim ile ilgilenmez olmuştu. Çünkü cumhurbaşkanı 25 turdur halen seçilememişti. Bu yüzden seçim gazetelerde tek sütunluk haberler olarak yayınlanmaya başladı. Tek çözüm Ecevit ve Demirel’in uzlaşmasında yatıyordu. Ancak her iki liderde o yıllarda ateş ile su kadar birbirine uzaktı. Bir liderin ak dediğine, diğer lider kara diyordu. Ecevit’e göre en çok oy alan adaya iki partide oy vermeliydi. Demirel ise Ecevit’in aksine sandığa gitmekten yanaydı ve Cumhurbaşkanını halk seçmeliydi. Demirel ikinci seçenek olarak hükümetin istifa ederek erken seçime gitmeyi öneriyordu. Siyasetçiler arasındaki bu kavga ordunun komuta kademesinde öfkeye neden oluyordu. Bu öfkenin varacağı noktada açıkça dile getirilmeye başlamıştı. Bunu açıkça dile getiren komutanların başında ise Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu bulunuyordu. Bülent Ulusu ser bir üslupla ‘’bu durum böyle devam ederse müdahalede bulunacağız.’’ şeklinde açıklamalarda bulunuyordu. Artık askerler ile siyasetçiler arasında baş döndüren bir sinir harbi yaşanmaya başlamıştı. Bu harpte askerlerin ve sivillerin hamleleri birbirini izliyordu. Her iki tarafta diğerinin zayıf noktalarından vurmaya çalışıyor ve psikolojik bir üstünlük kurmaya çalışıyordu. Bir gün Genelkurmay Başkanı Kenan Evren Hariciye köşküne çağrıldı ve Başbakan Süleyman Demirel soğuk bir ifadeyle konuyu hemen Güneydoğuya getirdi. Demirel, Kenan Evren’e bölgede terörün neden önlemediğini sordu. Aslında Evren, Demirel’in mesajını almıştı. Başbakan bölgedeki sıkıyönetim komutanının değiştirilmesini ima ediyordu. Kenan Evren ise komutanların en iyi şekilde çalıştığını başbakana ileterek Demirel’in isteğini örtülü olarak reddetti. Bunun üzerine başbakan ikinci hamlesini yaparak, Özel Harp Dairesi’nin terörle mücadelede kullanılmasını istedi. Evren, başbakanın bu isteğini de reddetti. Çünkü Özel Harp Dairesi’nin yeniden Kontrgerilla söylentileriyle yıpratılmasına müsaade edemeyeceğini söyledi. İki taraf arasındaki toplantı bitmek üzereydi ki bu kez evren söz aldı ve başbakanı en çok rahatsız eden soruyu sordu: ‘’cumhurbaşkanı seçimi ne olacak?’’ dedi. Demirel ise her siyasetçi gibi Bu sorunun bir an önce halledileceğini Evren’e iletti. Görüşme bittiğinde her iki tarafında sinirleri bir yay gibi gerilmişti. Evren bu görüşmeden çıkar çıkmaz Genelkurmay’a gitti. Özellikle başbakanın sıkıyönetim komutanlarını değiştirmek istemesi Evren’i rahatsız etmişti. Evren genelkurmay binasına girer girmez 2. Başkan Haydar Saltuk’u çağırdı ve müdahale için gerekli çalışmaları hızlandırması emrini verdi. Kenan Evren, Demirel ile yaptığı görüşmeden hemen sonra NATO toplantılarına katılmak için Brüksel’e hareket etti. Brüksel’den döndüğünde ise uçaktan iner inmez Yeşilköy havalimanında siyasilere karşı zehir zemberek açıklamalarda bulundu. Evren yaptığı açıklamalarda cumhurbaşkanının seçilememesine duydukları öfkeyi dile getirdi. Evren’in bu sert üslubu gazetelere 1. Sayfadan manşet oldu; ama siyasiler bu açıklamaları pek önemsemedi. Hatta bazı siyasiler, meclisin iradesine müdahale olduğu gerekçesiyle Evren’i eleştirmekten geri kalmadı.

***ÇORUM OLAYLARI VE FATSA’DA KURULAN HALK İKTİDARI***

Mecliste cumhurbaşkanlığı için yapılan nafile turların sürdüğü sıralarda meclisin hemen karşısında bulunan Genelkurmay karargahında bir toplantı yapılıyordu. Bu toplantı Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları arasındaydı. Bu toplantı müdahale kararının dönüm noktasını oluşturacaktı. Komutanlar arasındaki toplantı pek uzun sürmedi ve komutanlar karargahlarına dağıldı. Toplantı neticesinde ise müdahale karar verilmiş ve bütün hazırlıkların Temmuz’un ilk haftasına kadar bitirilecekti. Bu 5 komutan tarihi sırlarını bütün Ordu ve Kolordu Komutanlarına açmaya da karar vermişti. Bu kapsamda genelkurmay bahsi geçen tüm komutanları karargâhta toplantıya çağırdı. Toplantıya katılan komutanlardan birisi olan adana sıkıyönetim komutanı olan Korgeneral Nevzat Bölügiray gerçekleştirilen toplantıyı şu şekilde anlatmıştır:

’Sıkıyönetim komutanı arkadaşlarla beraber genelkurmay karargahında toplantıya gittik. Bütün komutanlar geldikten sonra kapılar kapatıldı ve toplantıya geçildi. Toplantıda genelkurmay başkanı Kenan Evren söz alarak ‘’Arkadaşlar ben kuvvet komutanlarıyla beraber müdahale yapmaya karar verdik. Şimdi sizin fikirlerinizi soruyorum.’’ Dedi. Askerlik kurumunda bir komutan karar verdikten sonra ast rütbeliler fikir beyan etmez. O yüzden komutanımızın verdiği karar katıldığımızı söyledik.’’ Demiştir.

Artık ok yaydan çıkmış ihtilalin emir komuta zinciri kurulmuştu. Yapılacak müdahalenin gerekçesi de açıktı. Ülkede akan kanı sadece ordu durdurabilirdi. Aynı günlerde sıkıyönetim uygulamasına karşın sanki birileri yangına körükle gidiyordu. Terör Türkiye’nin dört bir yanında her gün onlarca insanın canını alıyordu. 27 Mayıs 1980 günü MHP’nin önde gelen isimlerinden olan genel başkan yardımcısı Gün Sazak öldürüldü. Bu suikastin hemen ertesinde ise MHP’liler için en önemli illerden birisi olan Çorum’da olaylar başladı. Çorum’da yaşanan olaylar tanıdık ve aynı ölçüde de ürkütücüydü. Çünkü Kahramanmaraş, Malatya ve Sivas’ta uygulanan senaryonun aynısı Çorum dada sahneye konuluyordu. İlk önce kent merkezindeki Alevilere ait işyerlerine, daha sonra alevi mahallelerine saldırılar başladı. Bu olaylarda çıkan ilk bilanço sonraki katliamın adeta habercisiydi. Bu olaylarda 4 kişi ölmüş ve birçok kişi yaralanmıştı. Ayrıca 100’den fazla ev ve işyeri kullanılamaz hale getirilmişti. Korku ve kin ise kenti tam manasıyla ikiye bölmüştü. Solcu ve aleviler kendi mahallelerine, sağcı ve sunniler ise kendi bölgelerine çekilerek barikatlar kurmaya başladı ve silahlanmaya başladılar. Oyunun ikinci sahnesi yine tanıdık ve Diğer şehirlerde yayılan söylentiler gibiydi. Alaaddin camiine bomba atıldığı iddiası diğer camilerin hoparlörlerinden kente duyurulmaya başlandı. Camilerde ise cihat çağrıları yapılmaya başlandı. Şehirde yine suların zehirlendiği iddiası dalga dalga çoruma yayıldı. Artık olacak şiddetin fitili ateşlenmiş ve çatışmaların başlaması an meselesiydi. Biranda ortaya çıkan silahlı kişiler alevi mahallelerini uzun namlulu silahlarla taramaya başlamıştı. Aleviler ise bu kez hazırlıklıydı. Çünkü Kahramanmaraş’ta yaşanan olaylar aleviler ve solcular arasında ders niteliğindeydi. Yaşanan bu gelişmelerin Kahramanmaraş’taki gibi olacağını bilen alevi mahalleleri silahlanıp barikatlar kurmuş ve saldırganlara karşılık vermeye başlamıştı. Bu yaşananlar tam bir iç savaş durumuydu. Her iki tarafta kendi aralarında cepheler oluşturarak, cepheler arası mermi veya silah takviyesi gerektiğini birbirlerine iletmişti. Ayrıca tarafların birbirlerinin cephesine sızmasının engellenmesi için işaret ve parolalar kullanılmaya başlanmıştı. Çatışmaların başlamasıyla kentin dış dünya ile bağlantısı tamamen koptu. Kentte elektrikler kesilmiş ve dış dünya ile bağlantısını sağlayan telefonlar kullanılamıyordu. Çorumda nefret öylesine kol geziyordu ki yangınların söndürülmesine engel olmak için itfaiye hortumları bile kesilmişti. Sonunda askeri birlikler imdada yetişti. Amasya 15. Piyade Tugay komutanlığına bağlı askerler Çorum’a ulaştı ve askeri jetler kent üzerinde alçak uçuşa başladı. Olayları bastırmak için gelen birliğin başında bulunan Şehabettin Esengül kente girdikten sonra gördüklerini şu şekilde aktarmaktadır:

‘’ Daha şehire girer girmez bir dehşet manzarası ile karşılaştık. Bu manzara karşısında hayretler içerisinde kaldım ve fevkalade üzüldüm. Şehirin bir tarafında tahrip olmuş dükkanlar, öteki tarafta ise alevi kesimin bulunduğu bölge barikatlarla çevrilmişti.

Kentin alevi mahallelerinde panik vardı. Barikatların gerisinde bulunan alevi halk polise ve askere dahi güvenmiyordu. Oysa çorumda sükûnetin sağlanması için bu barikatların kaldırılması şarttı.’’

 İşte bu sırada Tuğgeneral Esengül’ün yanına bir sağ görüşlü bir politikacı yaklaşarak ‘’Barikatları yarın ve arkasında bulunan halkı bertaraf edersiniz. Bu işte kısa sürede böylece bitmiş olur.’’ Dedi. Politikacının söylediği ‘bertaraf’’ sözcüğü esasen katliam anlamına geliyordu. Saldırıya uğrayan Alevilerde silahlanmıştı. Ordudan ise silahlanan bu Alevilerin silahsızlandırılması isteniyordu. Aslında Tuğgeneral Esengül sadece politikacılara değil, kendi komutanlarına da gerçeği anlatmakta güçlük çekiyordu. Zira söylentiler öylesine yayılmıştı ki üst birlik komutanları bile bu söylentilere inanır olmuştu. Bu durumu Şehabettin Esengül şu şekilde anlatmaktadır:

’Üst birlik komutanları bu söylentilerin gerçek olmadığına ilk başta inanmadılar. Çünkü istihbarat elemanları gayet net biçimde komutanlara ‘’Alaaddin camii şuan yanıyor.’’ Demişti. Ben ise caminin yanında bu istihbaratın yanlış olduğunu komutanlara anlatmaya çalışıyordum. Ben komutanlara ‘’cami burada ve tam önümde sapasağlam duruyor. Bana mı, yoksa burada olmayan istihbarata mı inanıyorsunuz.’’ Dedikten sonra komutanlar bana itimat ederek caminin yanmadığına kanaat getirdiler.’’

Ancak bu söylentilere inananlarda vardı. Sağ ile sol kavgasıyla istedikleri sonucu alamayanlar şimdi kanlı katliamlara ve mezhep kışkırtmalarıyla isteklerine ulaşmayı hedefliyordu. Sağcı militanların elinde 3 saat rehin kalan gazeteci Saygı Öztürk çorumda yaşanan katliamın en yakın tanıklarından birisiydi:

’Bulunduğum yerde nereden geldiği belli olmayan kurşunlar başımın üzerinden geçiyordu. Bu çatışmanın ortasında beni bir grup yakalayıp SSK hastanesine götürdü ve bodrum kata indirdiler. Beni yakalayan grubun kısa zamanda ülkücüler olduğunu anladım ve hastanede bu grubun kalesiydi. Ülkücülerin tüm eylem kararları ile nereye saldıracakları bu karargahta alınıyordu. Mesela öldürülen bir kişinin üzerine kızgın demirle bir partinin isminin baş harfleri yazıldığını görmüştüm. Bunun gibi canice birçok sahneye orada şahit oldum. Daha sonra meslektaşlarımın rehin tutulduğumu askerlere haber vermesiyle askerler beni oradan kurtardılar.’’ Demiştir.

 Olaylar yatıştığında birçok kişinin kaçırılarak öldürüldüğü anlaşıldı. Bu iç savaşta şehirdeki ölü sayısı ise 33’dü. Öldürülenlerin birçoğu akıl almaz işkencelerle öldürülmüş ve boş arazilere atılmıştı. İşkence sahneleri korku filmlerini aratmayacak vahşilikteydi. Örneğin minibüse bindirilerek götürülen rehineler, minibüsten indirilerek çivili sopalarla öldüresiye dövülüp, orada bırakılıyordu.

Ordunun Fatsa ilçesinin belediye başkanı olan Terzi Fikri olarak tanınan Fikri Sönmez idi. Terzi fikri 1979 ara seçimlerinde arkasına devrimci-yol (DEV-YOL) desteğini alarak belediye başkanı seçilmişti. Bu seçimlerde bütün partilerin oy oranından daha çok oy alarak belediye başkanlığına gelmişti. Fikri Sönmez ortaokul mezunu, hemen herkesi tanıyan, spor yapan ve sosyal ilişkileri güçlü bir kişiydi. Terzi Fikri asıl ününü karaborsa baskınlarla halka dağıttığı mallarla yapmıştı. Hal böyle olunca o dönemde yağ, şeker vb. temel ihtiyaç maddelerini bulamayan halk arasında Fikri Sönmez ve arkadaşlarını desteklemeye başladı. Dolayısıyla DEV-YOL sokağa ve sandık başlarına halkın bu desteğiyle daha hakim olmaya başladı. Bundan ötürü hiçbir siyasi parti Fikri Sönmez’in karşısına aday çıkartmaya dahi cesaret edemedi. Kimilerine göre Terzi Fikri bir terör örgütünün adayıydı ve seçimleri destek gördüğü terör örgütlerinin desteği ile kazanmıştı.

Terzi Fikri başkan seçildikten sonra Fatsa’da 11 halk komitesi kurdu. Yönetimde bu komiteler aracılığıyla yürütülmeye başladı. Komiteler arası yapılan toplantılarda ilçe için yapılacak tüm çalışmalara halkın katılması kararı alınıyor ve herkes kazma, küreklerle altyapı işi gibi işlerde çalışıyordu. Ancak yapılan bu işler kanun çerçevesinde gerçekleşmiyordu. Çünkü yapılan işlerde istimlak prosedürüne bağlı arsa sahiplerine para ödenmesi gerekirken, bu işlemler yapılmadan doğrudan girişilen işlerde mağdur olan vatandaşlarda oluyordu. Ayrıca ilçeye giriş ve çıkışlarda halk komitelerinin kontrolü altındaydı. İlçeye girmek isteyen gazeteciler bile uzun süre sorgulandıktan sonra ilçeye alınıyordu. Gazeteci Erhan Akyıldız ilçeye girişte ve ilçe içerisinde yaşadıklarını çok güzel aktarmaktadır;

’ilçenin otogarına indiğimiz ve valizlerimizle uğraşırken yanımıza iki genç geldi. Gençler ‘’Fatsaya neden geldiniz?’’ gibi birkaç soru sorduktan sonra bizde araştırma yaptığımızı ve makale yazmak için geldiğimizi söyledikten sonra bizi arabayla belediyeye götürdüler. Belediyede 6-7 saatlik bir sorgulama sonrasında ikna oldular ve ilçeye girişimize onay verdiler. İlçede o sırada şenlikler vardı. Bizde şenlik alanına giderek halkın arasına karıştık. Karşımda Yaşamım boyunca aklımdan çıkmayacak bir manzara vardı. Bu şenlik, Türkiye’nin o günlerdeki dramatik yapısını yansıtan en ilginç manzaralardan birisiydi. Şenliklerde 5-6 yaşındaki çocuklardan 70 yaşındaki nine ve dedelere kadar her kesimden insan toplanmış ve sol yumrukları havada devrim andı içiyordu. Şenlik alanının dört tarafı geçmişte yaşamını yitirmiş devrimcilerin poster ve resimleriyle süslenmişti.’’

Terzi Fikri ilçede ‘’halk iktidarını’’ kurduğunu iddia ediyordu. Aslında Fatsa DEVRİMCİ-YOL hareketinin laboratuvarıydı. Bu laboratuvarda ise Terzi Fikri sosyalist iktidarın çekirdeğini kurmuştu. Fatsa’da yaşanan bu gelişmeler için birşeyler yapılmalıydı ve yapıldı. Ordunun dahi çekindiği Fatsa’ya bakanlar kurulunun aldığı ‘’terör odaklarına baskın yapılmasına ilişkin’’ karar ve Kenan Evren’in emriyle 11 Temmuz 1980 sabah saatlerinde operasyon yapıldı. Bu operasyonda büyük bir askeri güç, tank ve helikopterler eşliğinde ilçeye girdi. Ordunun güçlü bir direniş beklentisi vardı. Oysa ordunun beklentisi gerçekleşmedi ve ilçede hiçbir direniş gerçekleşmedi. Bu harekat sırasında birdenbire ortaya çıkan yüzleri maskeli kişilerin ihbar ettiği 300 kişi gözaltına alındı. Bu tutuklulardan 250 kişi daha sonra serbest bırakıldı. Terzi Fikri ise gözaltında hayatını kaybetti. Tutuklamalarla birlikte 2000 sanığı bulan DEV-YOL davası açıldı. Ancak ilerde davada sanık olan çoğu kişi beraat etti. Fatsa operasyonu ile Türkiye’nin ilk sosyalist ilçe devleti tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı.

***BAYRAK HAREKAT PLANININ UYGULAMAYA KONULMASI***

1980 yılının yaz aylarında Türkiye’de terör doruk noktasına ulaşmıştı. Artık ülkede siyasi cinayetler biçim değiştirmiş ve bir kan davasına dönüşmüştü. Cenazelerde duyulan ‘’kanı yerde kalmayacak’’ sloganı gerçeğe dönüştürülüyor ve her gün bir devrimcilerden, bir ülkücülerden vatandaş öldürülüyordu. Artarda yaşanan üç önemli kişinin suikasti ise bu sloganı adeta gerçeğe dönüştürüyordu. İlk suikast CHP Milletvekili Abdurahman Köksaloğlu işyerinde silahla öldürüldü. Ardından 19 Temmuz 1980 tarihinde Türk siyasetinin en ünlü simalarından birisi olan ve 12 Mart dönemi başbakanı Nihat Erim İstanbul Dragos’ta ki evinin önünde vurularak öldürüldü. Türkiye bu cinayetle adeta şok olmuştu. Çünkü bu cinayet o güne kadar anarşistlerin öldürmeye cesaret edebileceği zirvedeki en önemli kişiydi.



MADEN-İŞ sendikasının Genel Başkanı ve DİSK’in eski lideri Kemal Türkler’de bu haberi arabasında öğrenmiş ve eşine ‘’bakalım karşılığında kimi alacaklar?’’ dedi. Terör ise karşılığında Kemal türkler’i aldı. Türkler Nihat Erim cinayetinden 3 gün sonra evinin önünde arabasına bindiği sırada vurularak öldürüldü. Bu cinayetlerin arasında ordu kendini birleştirici tek unsur olarak görüyordu. Komutanlar Terörü önleyecek ve ülkeyi bölünmekten kurtaracak tek yetkili merciinin ordu olduğuna inanıyordu. Asker için müdahale kaçınılmazdı. İşte bu görüş çerçevesinde 16 Haziran günü sıkıyönetim toplantısında komutanlar biran önce başbakan Demirel’in toplantıyı terk etmesini bekliyordu. Çünkü Demirel toplantıdan ayrıldıktan sonra komutanlar başka bir toplantıya geçecekti. Komutanların yapacağı bu toplantı ise ülke yönetimine müdahale ile ilgili olacaktı. Toplantıda müdahalenin nasıl yapılacağının son şekli verilecekti. Gerçekleştirilecek müdahaleye ise ‘’Bayrak Harekatı’’ ismi verilmişti. Toplantı neticesinde oluşturulan plan ise aynı gün karargahlara ‘’çok gizli’’ ibaresiyle ulaştırıldı. Genelkurmay istihbarat başkanlığına bağlı subaylar bütün sıkıyönetim komutanlıklarına giderek bayrak harekatı’nın tüm detaylarının anlatıldığı kırmızı kaplı dosyada bayağı kalın bir dosyayı verdi.

Kenan Evren harekat gününü 11 Temmuz 1980 olarak belirlemişti. Bu tarihin belirlemesinin nedeni ise 3 Temmuz günü CHP hükümeti düşürmek için meclise bir gensoru vermesiydi. MS lideri Necmeddin Erbakan’da ‘’Kadayıfın altı kızardı.’’ Diyerek bu gensoruyu destekleyeceği sinyalini vermişti. Hükümet düşerse müdahale daha kolay olacaktı. 3 Temmuz günü mecliste Demirel hükümeti hakkında güven oylaması yapılırken Türkiye’nin kaderi bu oylamaya bağlıydı. Komutanlar, hükümetin düşmesiyle düğmeye basacak ve harekatı gerçekleştirecekti. Oysa bu oylamanın sonucu beklendiği gibi çıkmadı. Demirel hükümeti güvenoyu almayı başardı. MS, CHP’ye oyun oynamış ve sözünü tutmayarak Demirel hükümetinin düşüşünü engellemişti. Hükümetin düşmemesi Demirel’e rahat nefes aldırdı. Ancak hiç kimse bir müdahalenin eşiğinden döndüğünün farkında değildi. Evren, güvenoyu almış bir hükümete karşı darbe yapılmasının bütün çevreler tarafından hoş karşılanmayacağını biliyordu. Sonuç olarak 11 Temmuz müdahalesinden vazgeçildi. Ancak müdahale kararından vazgeçilmesi başka sorunları da beraberinde getiriyordu. Zira askerler için terfi ve emeklilik dönemi Ağustos’ta gerçekleşecekti. Temmuz ayında darbeye katılacak subayların 1 ay sonra emekli edilmeleri ciddi sorunlar yaratabilirdi. Evren terfi edemeyen subayların dosyaları alıp hükümete iletmesinden çekiniyordu. Buna çözüm olarak tüm komutanlıklardaki dosyalar genelkurmay tarafından geri istendi ve rafa kaldırıldı.

Ancak Evren ve arkadaşlarının yukarıda zikrettiğimiz korkuları gerçekleşmedi. Ağustos ayında gerçekleşen Yüksek Askeri Şura toplantısı komutanların istediği şekilde bitti. Alınan kararlara göre Tahsin Şahinkaya’nın görev süresi 1 yıl uzatıldı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu emekliye ayrıldı. Darbeyi bilen komutanlardan birisi yaş haddi kuralına göre emekli oluyordu. Bülent Ulusu’nun yerine ise Nejat Tümer geçecekti. Başından beri harekat planının içerisinde olan Haydar Saltuk ise kıt’aya çıkması gerekiyordu. Saltık yeni kararname ile Ege Ordu Komutanı oldu. Bu kararlar ile birlikte askerler bayrak harekatını yeniden raftan indirdi. Terfi kararlarının kamuoyuna açıklanmasının hemen ardından komutanlar genelkurmay karargahında toplantı yaptı. Toplantının gündemi yönetime el koyduktan sonra yapılacak işlerin organizasyonuydu.

Toplantı önce yasama organı yani askeri yönetimin meclisi olmalı mı? Sorusu ele alındı. Sonunda 5 kuvvet komutanının ‘’Milli Güvenlik Konseyi’’ olarak yasamayı üstlenmesine karar verildi. Diğer gündem maddesi ise yürütme idi. Ülkenin yeni başkanı kim olmalıydı? Aslında Bu sorunun karşılığında bir muhatapta yoktu. Çünkü ülkede mevcut seçilmiş veya görevine devam eden bir cumhurbaşkanı yoktu. Siyasilerde cumhurbaşkanı seçmek için gerekli gayret ve özveriyi göstermiyordu. Askerler yaptıkları bu değerlendirme ile milli güvenlik konseyinden birisinin başkan olmasına karar verdiler. Tabi ki konsey içerisinden seçilecek cumhurbaşkanı da Kenan Evren’den başkası olamazdı. Bir diğer konu ise müdahaleden sonra siyasilerin ne olacağıydı. Bir el hareketiyle yüzbinlerce kişiyi sokağa döken liderlere ne yapılmalıydı? Müdahaleden sonra liderlerin anakarada tutulmaları sakıncalıydı. Çünkü siyasi liderler Ankara’da tutuldukları takdirde lehte veya aleyhte gösteriler olabilirdi. Bundan ötürü liderlerin Gelibolu’da bulunan Hamzakoy kampında, İzmir Menteşe’de bulunan Harp Okulu ve Uzunada’da ki Deniz Kuvvetleri’nin tesislerine gönderilmeleri kararlaştırıldı. Milletvekilleri için ise suça bulaşmamış olanlara bir şey yapılmaması, ancak herhangi bir anarşi olaylarında adı geçenlerin Ankara’da bulunan İstihbarat Okulunda hapsedilmesi kararlaştırıldı. Askerler yönetime el koyduktan sonra dağıtılacak parlamentoda bulunan milletvekillerinin durumunu uzun uzadıya tartışmıştı. Önerilerden birisi meclis dağıtıldıktan sonra milletvekillerinin izinli kabul edilmesiydi. Ancak Kenan Evren bu öneriye karşı çıktı. Evren’in karşı çıkmasının nedeni ise, izinli sayılan milletvekillerinin maaşlarının verilmeye devam edeceği, bundan ötürü devlet bütçesine külfet olacağından ötürüydü.

Toplantı sonunda alınan kararları 2. Başkan Öztorun el yazısı ile zapta geçti. 26 ağustos 1980 tarihli zaptın altında Orgeneral Kenan Evren, Orgeneral Nurettin Ersin, Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Oramiral Nejat Tümer, Orgeneral Sedat Celasun ve Korgeneral Necdet Öztorun’un imzaları vardı. Ancak bu toplantıda en kritik soru halen cevap bulmamıştı. Gerçekleştirilecek bayrak Harekatı’nın gün ve saati belli değildi. Komutanlar müdahale için yeniden siyasiler arasındaki bir krizi seçecekti. Komutanların bu krizi beklemeleri çok uzun sürmedi. Çünkü CHP’liler tarafından dışişleri bakanı hayrettin Erkmen hakkında verilen gensoru yeni bir krizin habercisiydi. Çünkü Erkmen’in düşürüleceği meclis aritmetiğine göre kesindi. Bunun ardından hükümette istifa edeceği için askerlerin müdahalesi için gerekçe ortaya çıkacaktı. Askerler böyle kritik bir ortamda düşürülmüş hükümet üzerine müdahale etmek istiyorlardı.  Çünkü komutanlar mevcut Demirel hükümetine karşı değil, istifa etmiş ve kriz içerisindeki siyasete karşı bir darbe yapmak istiyordu. Kısacası askerler müdahalelerini meşru bir zemine oturtmak istiyordu. Ancak siyasetçiler yine komutanları ters köşeye yatırdı. Bakan gensoruyla düşürülmüştü, ama Demirel hükümeti istifa etmedi. Komutanlar bu defa müdahale gününü kendileri seçmeye karar verdi. Bu kararı hızlandıran ise 6 Eylül’de Konya’da gerçekleştirilen MSP mitingi olmuştu. MSP’nin, İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan ederek işgal edişini protesto etmek için düzenlediği bu miting şeriat gösterilerine dönüşmüştü. Bu mitinge yaklaşık yüz bin kişi katılmıştı. Miting sırasında istiklal marşı okunurken toplu olarak yere oturanlar görülmüş, Arapça pankartla yürüyenler ve cübbe, sarık ve şalvarlarla slogan atanlar kamuoyu ile birlikte komutanları da çileden çıkartmıştı.


Bu mitingle Erbakan’a olan kızgınlıklar biraz daha artmıştı. Bu kızgınlık ve korku ileride Erbakan’a pahalıya patlayacaktı. Erbakan ve MSP topun ağzındaydı. Çünkü iltica hareketi terörden sonra müdahale gerekçesinin en önemli maddelerinden birisiydi. Bu yüzden komutanların gözü Sauron gibi Erbakan’ın üzerindeydi. Ancak bir gün Erbakan bu koca gözlerin gözetiminden kayboldu. Çünkü Erbakan İngiltere’ye gitmişti. İşin ilginç yanı 12 Mart muhtırası sırasında da Erbakan yurtdışındaydı. Yine komutanları bir endişe aldı. Çünkü Erbakan’ın yurtdışında olması müdahaleyi zorlaştırabilirdi. Ancak Erbakan 10 Eylül’de İngiltere’den döndü ve komutanlar rahat bir nefes aldı.

Darbe için geri sayımın başladığı o günlerde Ecevit’te PETROL-İŞ sendikasının genel kurulunda ünlü konuşmasını yapıyordu. Bu konuşmada Ecevit işçilerin sahaya inerek siyasete destek vermesini istiyordu. Ecevit’e göre toplum o dönemde yeterli ve etkili tepki göstermemesi rahatsız ediyordu. Aslında Ecevit’in demokrasi çağrısı yaptığı işçiler çoktandır sahadaydı. Ecevit’in çağrıyı yaptığı sırada yüzbinlerce özel sektör çalışanı grevler yapıyor ve hükümetin ekonomik kararlarını protesto ediyorlardı. Ancak toplumun diğer kesimlerinde öyle bir hava vardı ki sahaya inmek bir yana müdahalenin biran önce yapılmasını istiyordu. Çünkü terör toplumu yıldırmıştı. 1980 yılının Ağustos ayı biterken ülkede ölü sayısı 1900 kişiyi geçmişti. Darbe yaklaştıkça genç dimağlar cenaze sayısı da katlanarak artıyordu. Aynı dönemde geçmiş yıllara göre daha fazla soygun ve gasp yaşanmıştı. Ülkede insanlar kaçırılıyor, bombalar patlıyor ve kundaklama olayları yaşanıyordu. Askeri müdahalenin stratejisini oluşturan çalışma grubunun üyesi Kurmay Albay Cumhur Evcil ise halkın tepkisiyle birebir karşılaşmış kişilerden birisiydi;

’Bir kamyon şoförü ile tesadüfen karşılaşmam ve sohbetim sırasında kamyon şoförü nerede görevli olduğumu sordu. Bende genelkurmay karargahında görevli olduğumu ilettim. Bunun üzerine kamyon şoförü bana ‘Kenan Paşayı görüyor musunuz?’’ dedi. Bende ‘’Görev yerim icabı kendisini ara sıra görürüm.’’ dedim. Şoför bu cevabım üzerine ‘’Benim 2 tane oğlum var. Eğer bu çocuklardan birisi öldükten sonra Kenan Paşa yönetime el koyacaksa iki elim paşanın yakasında olacak.’’ Dedi. Ben kamyon şoförü olan bu vatandaşın bu sözleri üzerine bir şey diyemedim. Kendisiyle kısa bir süre sohbet ettikten sonra ayrıldık.’’

Yukarıdaki sözlere benzer bir tepkiyle dönemin CHP milletvekili Altan Öymen kayınvalidesinden duydu;

’Eşimle kayınvalideyi ziyaret ettiğimiz bir gün kayınvalide bana hitaben ‘’Oğlum artık birisi gelse de hepimiz bu durumdan kurtulsak.’’ Dedi. Bende kayınvalideye ‘’Şimdi birisi gelirse, benim gitmem gerekir.’’ Dedim. Kayınvalide biraz hiddetlenerek ‘’Yok yok bu işin başka çaresi yok. Hem sende kurtulursun.’’ Dedi.’’

Komutanlar ise harekat planını en ince ayrıntısına kadar gözden geçirmekle meşguldü. Çünkü ordu içerisindeki binlerce subay ve on binlerce askerin hangi saatte, nerede ve hangi görevde olacağı tek tek belirlenmeliydi. Kenan evren en küçük aksilik çıkmasını istemiyordu. Bu harekatta gizlilik esası bozulmamalıydı. Harekatın ise günü ve saati belirlenmiş olan bu harekatı bilenlerin eşlerine dahi söylenmesi yasaklanmıştı. 9 Eylül günü Kenan Evren komutanlarla son kez toplantı gerçekleştirdi. Kenan Evren harekatın Cuma günü yani 12 Eylül 1980 tarihinde yapılmasını istiyordu. Çünkü harekatın hafta sonu olması harekatı daha da kolaylaştıracaktı. Sonunda Kenan Evren hayırlı olur inşallah diyerek harekat emrini imzaladı. Artık darbe gerçekleştirilecekti. Harekat emrinin içerisinde Darbenin 12 Eylül 1980 saat 04:00’da gerçekleştirileceği yazıyordu.

To Be Continued...


12 Yorumlar

  1. bunun devamı gelecek mi to be continued denmiş öyle kalmış.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu yazının devamını burada değil, ayrı bir başlık altında yayınlamayı planlamaktayım. bahse konu bu yayın 1980 darbesinden Özal hükümeti'nin kuruluşuna kadar olan dönemi ele alacak...

      Sil
  2. Kapsamlı ve geniş bir anlatıma sahip bir yazı olmuş. Teşekkürler, umarım devamı gelir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel dilekleriniz ve sözleriniz için teşekkür ederim. Zaman bulabilirsem yazının devamını da hazırlama planlarım var.

      Sil
  3. Merhaba, elinize sağlık.
    İzniniz olursa, ben bunu epuba çevirip, kindle cihazımda okumak isterim.

    YanıtlaSil
  4. Bu zamana kadar bekledim ama sizden bir cevap alamadım. Ben çeviriyorum, hakkınızı helal edin :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir süredir blog ile fazla ilgilenemiyordum. o yüzden sizin daha önce attığınız mesajı da atlamışım. Bu aksaklıktan dolayı kusura bakmayın. Blog sayfamızda yayınladığımız her içerik herkese açıktır. Bu yüzden dilediğiniz şekilde kullanabilirsiniz. Ancak sizin gibi değerli takipçilerimizden tek istirhamımız sizlerinde blog sayfamızın bilinirliğine katkıda bulunmanız. Anlayışınız için şimdiden teşekkür ederim.

      Sil
    2. Merhaba, birkaç grupta paylaştım blogunuzu... Blog harici paylaşımlarınız varsa, o mecraları da paylaşabilirim.

      Sil
    3. @Delitez; Desteğiniz için teşekkür ederim. Blog dışında sadece ekşisözlük'te paylaşımlar yapıyoruz. onun dışında maalesef herhangi bir başka mecra veya sosyal medyada paylaşım yapmıyoruz.

      Sil
  5. Devamını yazdınız mı?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Maalesef yazının devamını hazırlama fırsatım olmadı. Bir süre daha sizleri bekletmek durumunda kalacağım için üzgünüm.

      Sil
  6. Merhaba. Yazının devamını ne zaman yazacaksınız?

    YanıtlaSil