70'li Yıllarda Türkiye'de Yaşanan Gelişmeler ve Darbeye Giden Süreç
Türk demokrasisi 27 Mayıs darbesini ve 12 Mart muhtırasını
atlatıp yeni bir yola koyulmuş ve 70’li yıllara bu olayları ardında bırakarak giriyordu.
Ancak 27 Mayıs darbesi ve 12 Mart muhtırası ülke içerisindeki hesaplaşma ve
hizipleşmeleri de beraberinde getirmişti. Bahsi geçen bu hizipleşme ve
hesaplaşmalar ise 12 Eylül 1980 yılına kadar sürmüş ve askerler yine yönetime
el koymuştu. Aslında 1980 yılı Türkiye için bir dönüm noktasıdır. 1980 yılında
yaşananlar Sonraki yıllara öyle sirayet etti ki ekonomiden siyasete, sokaktan
sanata kadar her şey 1980 öncesi ve sonrası şeklinde anılmaya başlandı. 1980
yılında, demokrasi 12 Eylül tarihinde bir kez daha kazaya uğrayarak, ağır
yaralandı ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı, olamadı. Bu kazanın hemen öncesinde
ülkede öyle suikastler öyle katliamlar ve öyle bir ekonomik kriz yaşandı ki
darbe adeta geliyorum diyordu. Sonuç olarak bu darbenin neye karşı ve neden
yapıldığını anlamak için Türkiye’nin 70’li yıllarda bulunduğu durumu iyi bilmek
ve değerlendirmek gerekiyor. İşte bu yazımızda, 12 Mart muhtırası sonrası
yaşanan olaylar ile birlikte 12 Eylül darbesine giden süreci ve Türkiye’nin
1970’li yıllarda içinde bulunduğu durumu sizlere anlatmaya çalışacağım. Tabi ki
değineceğim konuların her birisi kendi başına uzun uzun anlatılması gereken ve
yakın tarihimizin mühim olaylarını içerisinde barındırıyor. Ancak bu olayları
burada tek tek ve detaylı anlatmaya kalktığımız takdirde yazı gerçekten uzun
olacaktı. Aslına bakılacak olunursa yazı bazı bölümleri kısaca geçmeme rağmen
uzun oldu. Bu yüzden okumaya başlamadan önce çayınızı veya kahvenizi alarak
yazıya başlamanızı öneririm. Herkese iyi okumalar…
***12
MART MUHTIRASI SONRASI GELENLER VE GİDENLER***
12 Mart 1971 yılında siyasete yeniden haki renk damgasını
vurmaya başlamıştı. Bu dönemde protokol kuralları yerini esas duruşa, makam
arabalarının yerini ise tanklar aldı. Askerler aradan 10 yıl geçtikten sonra
yeniden demokrasiye müdahale ediyordu. Bu dönemde demokrasi bir kez daha askıya
alınmıştı. 12 Martta komutanların muhtırası ile Demirel hükümeti istifaya
zorlanmış, bu hükümetin yerine ise tüm partilerin kerhen dahi olsa desteğini
almış olan bir hükümet kurulmuştu. Yeni hükümet adına ise temel kararları
askerler alıyor, uygulamayı ise kurulan yeni hükümet yapıyordu. Aslında siyasiler
bir bakıma bardağın dolu tarafından bakmayı tercih etmişti. Bu müdahale ile hiç
olmazsa parlamento kapatılmamıştı. Yani siyasiler meclisin açık kalmasıyla
yetinmek zorundaydı. Ancak 12 Mart rejimi bir kasırga gibi ülkenin üzerine
çökmüş ve bu kasırga solcuları ezip geçmişti. Ülkede sol görüşlü olanlara büyük
bir tutuklama ve takibat kampanyası başlamıştı. Gözaltılar da ise işkence ile
gerçekleştirilen sorgular insanları dehşete düşürüyordu. Aynı dönemde dernekler
kapatıldı, sokağa çıkma yasaklarıyla özgürlükler kısıtlandı. Müdahalenin
üzerinden bir yıl geçtiğinde ise Türkiye bir kez daha idam sehpalarıyla
tanıştı. 12 Mart müdahalesine giden olayların faturası Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'a çıkartılmıştı.
Bu kişiler öğrenci liderleriydi ve heyecanla düzene karşı çıkıyorlardı. Kusurları ise düzene karşı çıkarak adına ''milli demokratik devrim'' dedikleri düşünceleri savunmaktı. Ancak askeri rejim bu gençleri hoş görmedi. Bu gençler mahkemeler boyunca ''ölümle nişanlı'' olduklarını da dile getirmekten geri kalmadı. Sonuç olarak 9 Ekim 1971 günü görülen son duruşmada Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi kararı okudu:
Bu kişiler öğrenci liderleriydi ve heyecanla düzene karşı çıkıyorlardı. Kusurları ise düzene karşı çıkarak adına ''milli demokratik devrim'' dedikleri düşünceleri savunmaktı. Ancak askeri rejim bu gençleri hoş görmedi. Bu gençler mahkemeler boyunca ''ölümle nişanlı'' olduklarını da dile getirmekten geri kalmadı. Sonuç olarak 9 Ekim 1971 günü görülen son duruşmada Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi kararı okudu:
'' Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, ve Hüseyin İnan mahkememiz
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını; bir kısmını tağyir, tebdil veya
ilgaya cebren teşebbüs suçunu işlediğinizi sabit gördü. Türk Ceza Kanunun 146/1
maddesi uyarınca ölüm cezası ile tecziyenize karar verdi.''
İşte mahkeme başkanının bu kararı üzerine deniz gezmiş ve
arkadaşları yolun sonuna geldiklerini anladılar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları
için alınan idam kararı 3 Mayıs 1972 günü cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından
imzalandı ve 5 Mayıs 1972 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi.
6 Mayıs 1972 günü sabaha karşı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi avlusunda ise infaz
gerçekleştirildi. Askeri yönetimin ülke üzerindeki kasırgası yavaş yavaş
dindi ve kasırgadan geriye darağacında sallanan 3 gencin bedenleri kaldı.
12 Mart'ın ikinci darbesi ise Türk siyasetinin bir anıtı
sayılan İsmet İnönü'nün devrilmesiydi. İsmet İnönü, Atatürk'ün mirası olan CHP'nin
34 yıllık lideriydi. İsmet İnönü olmadan politika hayal dahi edilemezdi ve tam
bir istikrar sembolüydü. İsmet İnönü 12 Mart müdahalesine önce karşı çıkmış;
daha sonra ılımlı bir yaklaşım içerisine girmişti. İşte İsmet İnönü’nün bu
yaklaşımı genel sekreteri Bülent Ecevit ile yollarının ayrılmasına neden
olmuştu. Çünkü Ecevit, 12 Mart muhtırasının şahsına ve partisine karşı
yapıldığına inanıyordu. Ancak İnönü bu görüşe kesinlikle katılmıyordu. CHP
Genel sekreteri Bülent Ecevit’in, ismet İnönü ile fikir ayrılığına düştüğü bir
başka konu ise Bülent Ecevit’in öne sürdüğü ‘’orta’nın solu’’ fikriydi. Bülent Ecevit’in savunduğu ‘’orta’nın
solu’’ anlayışı partinin içerisinde kendisine birçok yandaş kazandırmıştı.
Parti içerisinde Ecevit’in düşüncelerinin takipçisi olan çok sayıda delege
vardı. Ayrıca Ecevit’in bu yeni fikri hızlı şekilde uygulamaya koyması ve bazı
konularda yeterli hazırlıklar yapılmadan açılımların yapılmaya başlaması
temkinli bir gelenekten gelen İsmet İnönü açısından tehlike olarak görülüyordu.
Çünkü bu kadar hızlı bir değişime gidilmesi İnönü açısından yozlaşmayı da
beraberinde getireceğine inanıyordu. Ayrıca bu yenileşmenin kontrol edilemez
duruma gelmesi durumunda eksen sapmasına yol açabileceğini İsmet İnönü genel
sekreteriyle defalarca istişare etmişti. Ancak Bülent Ecevit, İsmet Paşa’nın bu
telkinlerini dinlemedi ve genel sekreterlikten istifa etti. Ecevit istifa
sonrası basın mensuplarına yaptığı açıklamada;
''Türkiye
ve demokratik rejim son zamanlarda zor bir döneme girmiştir. Bu zor dönemden
selamete çıkmasını hepimiz arzu ediyoruz. Sayın İsmet İnönü ile bahsettiğim
çıkış yolları üzerinde bir görüş ayrılığından ibarettir.''
demiştir.
İsmet İnönü ise aynı dönemde basın mensuplarına yaptığı
açıklamada;
''Eski
bir dost gibi görüştük ve birer eski dost gibi ayrıldık. Fazla söyleyecek bir
şey yok.'' demiştir.
Yukarıda zikredilen fikir ayrılığı ve olaylar üzerine
Bülent Ecevit ile İsmet İnönü arasında hesaplaşma 14 Mayıs 1972 günü CHP olağanüstü kurultayında gerçekleşecekti.
Aslında İsmet İnönü yorgundu, yaşlıydı, kulakları iyi duymuyordu ve gözleri iyi
görmüyordu. Yine de İsmet İnönü kürsüye çıkarak parti meclisinin kendisinin
söylediklerini dikkate almayarak istifa etmiş olan eski genel sekreteri Bülent Ecevit’in
yönlendirmesi ile hareket ettiğini iddia ederek halihazırdaki yönetime
güvensizlik verilmesini istedi ve sözü fazla uzatmadan genel kuruldakilere ''Ya ben, yada Bülent'' dedi.
Ancak 34 yıldır yönettiği parti bu defa Kurultay’da sürpriz şekilde beklenmeyen
bir karar verdi ve parti meclisine güvenoyunu vererek, Bülent Ecevit’i ezici
bir çoğunlukla parti lideri seçti. Bu şok edici sonuç üzerine herkes İsmet
İnönü’nün tepkisini bekliyordu. Ancak İsmet İnönü ayağa kalkarak ceketini
ilikledi ve partinin yeni liderini saygıyla selamlayıp elini sıktı. Cumhuriyetin
kurucularının arasında bulunan bu yaşlı kurt hiçbir kelam etmeden partisinden
istifa ederek siyaset sahnesinden çekildi. Cumhuriyet halk partisinde sular
durulmuştu. Ancak devletin zirvesi yeni fırtınalara gebeydi. 1972 yılının ikinci
yarısına girildiğinde herkes saflarını belirlemişti. Bir yanda 12 Mart
muhtırasını sürdüren ve istedikleri değişikliğin mutlaka gerçekleşmesini
isteyen askerler bulunuyordu. Diğer tarafta ise asker müdahalesinin bir an önce
bitmesini isteyen adalet partisi genel başkanı Süleyman Demirel ve çiçeği
burnunda CHP lideri Ecevit bulunuyordu.
***1972
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI KRİZİ***
Demirel ve Ecevit ikilisi askerin zorlamasıyla
gerçekleştirilecek değişikliklere karşı çıkıyor; askeri yönetim ise Demirel ile
Ecevit’in bu hamlesine karşılık olarak parlamentoyu kapatmakla tehdit ediyordu.
Bu çekişme yaklaşan iki önemli seçim nedeniyle had safhaya ulaştı. Bu
seçimlerden ilki genelkurmay başkanlığı seçimi, ikincisi ise cumhurbaşkanlığı
seçimiydi. Askerler ile siviller devletin en tepesindeki iki makamı
paylaşma kavgasının içerisine girdiler. Kavganın tam ortasında ise bir gece
Ankara semalarında jetler uçmaya başladı. Savaş uçaklarının havalanma emrini
kuvvet komutanı Muhsin Batur
vermişti. Bu tam manasıyla bir güç gösterisiydi ve genelkurmay ile
cumhurbaşkanlığının paylaşılma kavgasının tam ortasında gerçekleştirilmişti.
Genelkurmay başkanı Memduh Tağmaç’ın yerine geçecek kişi ertesi yıl
cumhurbaşkanı olacaktı. Ancak bu defa 12 Mart muhtırasını veren komutanlar
arasında bir anlaşmazlık hasıl olmuştu. Komutanlar kendi aralarında ikiye
bölünmüştü. Bir yanda Memduh Tağmaç ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal
Eyicioğlu; diğer tarafta ise Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava
Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur bulunuyordu. Bu komutanların ortasında ise 24
saatlik bir süreye dayanan çok ince terfi hesabı yatıyordu. Genelkurmay Başkanı
Tağmaç 1 Eylül günü emekli olacaktı. Eğer Tağmaç son ana kadar beklerse bir gün
önce yani 30 Ağustos günü Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler’in görev süresi
dolacak ve ordudan ayrılmak zorunda kalacaktı. Aynı tarihte Hava Kuvvetleri
Komutanı Muhsin Batur ise askeri şura ’ya çekilecekti. Yani askeri idarenin
tepesindeki dengeler tamamen değişecek ve iki komutan kaybedecekti. Bu durum
üzerine Faruk Gürler ve Muhsin Batur hemen harekete geçti ve ilk olarak
cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile görüştüler. Daha sonra ise başbakan Nihat Erim İle
görüştüler. Bu sırada jetler Ankara semalarında halen uçmaya devam ediyordu. Mesaj çok açıktı; Memduh Tağmaç 1 Eylülü
beklemeden hemen emekli olmalı ve yerine Genelkurmay Başkanlığına Faruk Gürler getirilmeliydi.
Çünkü devlet ananesine göre hükümet ve bakanlar kurulu genelkurmay başkanını
seçmezse genelkurmay başkanı atanamazdı. Muhsin Batur’a göre siyasiler ise
genelkurmay başkanının atanmaması için elinden geleni yapıyordu. Siyasilerin
buradaki amacı 12 Mart muhtırasını veren askeri yönetimi bölerek veya dağıtarak
kendi taraftarı orgenerallerden birisinin Kara Kuvvetleri Komutanı veya Genelkurmay
Başkanı olmasını istemeleriydi. Dolayısıyla Muhsin Batur jetlerin havalanması
emrini vererek anti demokratik bir eylem gerçekleştirmişti. Muhsin Batur ve Memduh
Tağmaç’ın ilgilerler ile görüşmelerini müteakip sonuç çok hızlı şekilde alınmış
oldu. Memduh Tağmaç 1 Eylül gününü beklemeden emekli oldu ve Faruk Gürler’de
genelkurmay başkanlığı koltuğuna oturmuş oldu. Muhin Batur ise Hava Kuvvetleri
Komutanlığındaki görevine devam etti. Artık taşlar yeni yerlerine oturmuştu.
Silahlı kuvvetlerin tepesinde fırtınalar koparken, Trabzon Kolordu Komutanı olan
Korgeneral Kenan Evren’de eşyalarını toplamakla meşguldü. Kenan evren kurtlar
sofrasındaki generallerin dönem arkadaşıydı ve atandığı yeni görev yeri Ankara
Denetleme Kurulu Başkanlığı idi ve emekliliğin ilk işaretini aldığını düşünmeye
başlamıştı. Başkent Ankara’ya gelir gelmez ilk işi Genelkurmay Başkanı Faruk
Gürler’in makamına çıkarak geldiğini bildirmek oldu.
***1973
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ ve GENELKURMAY BAŞKANLIĞI İÇİN YAŞANAN ÇEKİŞMELER***
Ülkenin zirvesinde ki bu hareketlilikten habersiz olan halk
askeri yönetimle birlikte kendi kabuğuna çekilmişti. Bir zamanlar miting
meydanlarını dolduran kalabalıklar artık evlerinde ilk defa televizyonla bu
dönemde tanışmıştı. Yeşilçam’da yakışıklı jönler ile yapılan filmlerin yerini
cinsel içerikli filmler almaya başlamış, müziğe ise arabesk şarkılar yeni yeni
damgasını vuruyordu. Hippiliğin etkisi devam ediyor ve uzun saç, mini etek ile
apartman topuklu ayakkabılar halen yaygındı. Kimileri için ise umut halen
yurtdışında çalışmaktan yanaydı. Çünkü hiçbir şey artan geçim sıkıntısı ve
astronomik şekilde yükselen fiyatları unutturmaya yetmiyordu.
1973 yılı başlarken ufukta cumhurbaşkanlığı seçimi
gözükmeye başlamıştı. Askerler için Çankaya en tepedeki gücü sembolize
etmesinden ötürü çok önemliydi. Mevcut cumhurbaşkanı olan ve eski bir asker
olan Cevdet Sunay’ın görev süresi dolmak üzereydi. Sunay’ın yerine yine bir
asker atanmalıydı. Bu göreve en uygun aday ise tabi ki Genelkurmay Başkanı
Faruk Gürler idi. Dolayısıyla kuvvet komutanları hemen bir araya geldiler. O
toplantıya katılan dönemin ikinci başkanı Orgeneral Turgut Sunalp’e göre gürler
müdahalenin devamlılığını sağlayacaktı. Bu konuyla ilgili Turgut Sunalp bir
mülakatta;
‘’Ordu Faruk Paşa’nın
cumhurbaşkanlığı makamına geçmesini istiyordu. Çünkü o zamana kadar yapılan
müdahaleleri devam ettirecek ve bozmayacak birisinin bulunması gerekiyordu ve
bu tanıma en uygun kişi de genelkurmay başkanıydı. Bu nedenden dolayı Faruk paşanın
başa geçmesi arzu ediliyordu.’’ demiştir.
Tam bu tartışmalar yapılırken ortaya Hava Kuvvetleri
Komutanı Muhsin Batur çıktı. Muhsin Batur’a göre Faruk Gürler cumhurbaşkanı
olursa kendisi de Genelkurmay Başkanı olmalıydı. Muhsin Batur’un kendisinde bu
hakkı görmesinin sebebi ise ordu içerisinde en kıdemli komutan olmasından
dolayıydı. Aslına bakılacak olursa Muhsin Batur’un Genelkurmay Başkanı olmasına
da herhangi bir yasal engelde yoktu. Ancak devlet ve ordu içerisinde o güne
kadar bozulmamış bir gelenekte vardı. Bu geleneğe göre genelkurmay başkanları
hep karacı askerlerden seçilirdi. Batur ise ‘’kıdem geleneği bozar’’ düsturu ile hareket ediyordu. Batur
bu koşul ile Faruk Gürler’e cumhurbaşkanlığı adaylığını destekleyeceğini
açıkladı. Ancak cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Muhsin Batur’un hevesini kursağında
bıraktı. Cumhurbaşkanı, Muhsin Batur ile yaptığı görüşmede devletin bir
geleneği olduğunu belirtmiş ve bu geleneği yıkamayacağını belirtmişti. Muhsin Batur
cumhurbaşkanından ret cevabını alır almaz hava kuvvetleri karargahına geçti ve
generallerini toplantıya çağırdı. Aslında havacılar bu fırsatı kaçırmak
istemiyordu ve komutanlarının ne pahasına olursa olsun arkasında duracaklardı.
Bu gelişmeyle Ankara dışındaki büyük birliklerin desteği de gerekiyordu. Bu
destek ise telefon trafiği ile alınmıştı. Hatta bazı birlik komutanları hemen
harekete geçmeyi bile önermişti. Bu sırada genelkurmay karargahında ise
bambaşka bir hava esiyordu. Çünkü ordu içerisinde ki çatlak büyümüştü. Diğer
komutanlara göre genelkurmay başkanının kimlerden ve nasıl seçileceği belliydi
ve komutanlar bu seçimin usulüne uygun yapılması gerektiğine inanıyorlardı.
İşte yukarıda zikrettiğimiz tartışmalar içinde 9 Şubat 1973 tarihinde askeri
şura tarihi bir toplantı yaptı. Bu toplantıda askerlerin istenilen cumhurbaşkanının
tarifi çizildi. Bu tarife göre tarafsız, partisiz, 27 Mayıs darbesi ile 12 Mart
muhtırasına karşı çıkmamış ve türk silahlı kuvvetlerinin dilinden anlayan bir
kişi yeni cumhurbaşkanı olmalıydı. Bu öyle bir tarifti ki Cumhurbaşkanı Faruk
Gürler’den başkası olamazdı. Askeri şuranın hesabı Faruk Gürler’i köşke
oturtmak ve gelişmeleri ordu adına gözetlemesini sağlamaktı. Bu şekilde
askerler 12 Mart sürecini bitirip kışlaya dönebilecekti. Şimdi asıl önemli olan
bu ince hesabı siyasi parti liderlerine kabul ettirmeye gelmişti. Dolayısıyla
büyük bir lobi kampanyası başlatıldı ve nabzı ilk yoklanacak kişilerin başında
iki büyük partinin lideri Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel olacaktı. Bu iki
lider ikna edildiği takdirde diğer parti liderlerinin, Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı
olmasına razı olacağı düşünülüyordu. Nabız yoklama görevi ise cumhurbaşkanı Cevdet
Sunay’a verilmişti. Sunay ile birlikte parti liderlerine verilmek üzere birde
not hazırlanmıştı. Bu notun adına ise
muhtıra değil ‘’metin’’ denmişti. Bu notta Gürler’in cumhurbaşkanı
olması tavsiye ediliyor ve notun sonunda da bir oldubitti ile karşılaşmak
istenmediği özenle vurgulanıyordu. İlk görüşme ise Bülent Ecevit ile olacaktı. Ecevit
bu görüşmede asker dayatmasıyla bir cumhurbaşkanlığı seçimine karşı olduğunu ve
bu şekilde bir seçim olması durumunda demokrasiye geçiş sürecini
geciktireceğini kaygısını taşıdığını cumhurbaşkanına ileterek bu teklifi
reddetti. İkinci randevu ise 28 Şubat 1973 tarihinde Adalet Partisi Genel
Başkanı Süleyman Demirel ile gerçekleştirildi. Bu görüşmede Cevdet Sunay
Demirel’e ‘’Durum vahim. Komutanlarla
görüşmeyi dahi reddetmişsiniz. Ancak hükümetin hırpalanmaması ve ordunun
rencide edilmemesi iyi olur.’’ demiştir. Cevdet Sunay’ın bu sözü üzerine Demirel
araya girerek;
‘’Bunu yapmayın; bu
yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü bir ülkede en önemli mesele ordunun siyasete
karışmış olmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimini bu şekilde yaparsak, bundan
sonraki seçimlerde kim genelkurmay başkanlığına gelirse cumhurbaşkanlığı da
onun hakkı olur. Eğer bu şekilde bir seçim olursa meclis şekilden ibaret kalır
ve meclisin hür iradesi bir şekli tamamlamaktan öteye gidemez.’’ demiştir.
Demirel ile Cevdet Sunay arasındaki görüşmede Sunay’ın bahsettiği
Demirel’in komutanlarla görüşmeyi reddetmesi konusuna açıklık getirmek
gerekirse olay şu şekilde gelişmiştir: Komutanlar Ecevit’le yapılan görüşme
gibi Demirelide aracılar vasıtasıyla görüşmeye davet etmişti. Ancak Demirel
Adalet Partisinin Genel Başkanı olarak bir siyasinin üniformalı kişilerle
konuşmasında yarar görmediğini beyan etmiştir. Ancak başbakan Ferit Melen böyle
bir çağrıda bulunursa görüşmeye katılabileceğini belirtmiştir. Ayrıca böyle bir
görüşme olması durumunda gizli bir yerde değil basına açık bir yerde görüşme
yapılması gerektiğini belirterek komutanların görüşme teklifini kabul
etmemiştir.
Cevdet Sunay ile Demirel görüşmesini müteakip Demirel
Çankaya köşkünü terk etti ve grup toplantısı için meclise geçti. Adalet
partisinin grup toplantısında Demirel komutanlara adeta meydan okudu.
Demirel’in bu toplantıda en önemli vurgusu ‘’Türkiye Cumhuriyetinin başına
seçilecek olan kişi cülus, yani atama ile değil, seçimle gelecektir’’
sözüydü. Artık herkes son sözünü söylemiş ve herkes saflarını belirleyerek
kılıçlarını kınlarından çıkartmıştı. Ecevit ve Demirel, Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı
olmaması için ellerinden geleni yapacaktı. Ancak askerlerde kendilerinden
emindi. Her iki tarafı da idare etmeye ve nabza göre şerbet vermeye alışık olan
parlamenterler Genelkurmay Başkanlığına gidip bağlılık mesajları veriyordu.
İşte bu ortam içerisinde 5 Mart 1973 günü Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler geri
dönülmez yola girmiş ve emekliliğini istemişti. Faruk Gürler emekli olduktan
sonra askeri elbisesini ve apoletlerini çıkartarak sivil elbisesini üzerine
geçirdi. Aynı gün Cumhurbaşkanı Sunay’da eski komutanı senatör yaptı. Bu
gelişmelerden beklediğini bulamayan tek kişi ise Hava Kuvvetleri Komutanı
Muhsin Batur olmuştu. Genelkurmay başkanlığı yine bir karacı komutana yani Semih
Sancar paşaya verildi. Ancak bu atamadan sonra geçen sefer olduğu gibi Muhsin
Batur jetlerini uçuramadı. Orgeneral Faruk Gürler, artık senatör gürler olarak
senatörlük yemini ederken meclis binası hınca hınç doluydu. Bu yemin sırasında
ordunun komuta kademesinin tamamı izleyici localarında yerini almıştı. Bu
şekilde komutanlarının arkasında durduklarını parlamentoya gösteriyorlardı.
Yemin sırasında tam bir güç gösterisi hasıl oluyordu. Bu gösterinin bir yanında
Ecevit ve Demirel ikilisi; öte yanda askerlerin tamamı bulunuyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılmasına birkaç hafta kala devletin tüm
mekanizmaları da Gürler’den yana işletilmeye başlamıştı. Artık TRT sadece Gürler
ile ilgili haberler veriyor, Anadolu Ajansı cumhurbaşkanı adayından övgü ile
söz ediyordu. Bununla birlikte askeri yetkililer baskıyı bir adım ileri
götürmekten de geri kalmıyorlardı. Buna en iyi örnek Ankara Sıkıyönetim
Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun basının geri kalan kısmının elini kolunu
bağlayacak bir karara imza atmıştı. Bu karara göre cumhurbaşkanlığı
seçiminin selametle sonuçlanmasına engel olacak ve silahlı kuvvetleri rencide
edecek beyanatı, davranışı, yazıyı ve haberi Ankara genelinde yasakladı. Ayrıca
askeri yetkililer tarafından telefon ve teleksler kontrol altına alındı. Kısaca
cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuna kadar askerden izinsiz kuş uçmayacaktı.
Seçime iki gün kala meclis koridorlarındaki heyecan artık yerini korkuya
bırakmıştı. Başta Demirel ve Ecevit olmak üzere iki partinin üst düzey
yöneticileri ardı ardına tehditler almaya başladı. Gazeteci Cüneyt Arcayürek o
günlerle ilgili verdiği bir mülakatta Süleyman Demirel'in nasıl tehdit
edildiğini şu şekilde aktarmıştı;
''Demirel'in
evinde kendisiyle istişare yaparken telefon çaldı. Telefon telefonu açarak
dinledi; bu sırada bende tam Demirel'in karşısında oturmaktaydım. Demirel'in
surat ifadesinin değiştiğini gördüm ve Demirel'den beklenmeyecek şekilde
bağırmaya başladığını gördüm. Demirel'den böyle tepkiler görmek çok ender
rastlanacak, hatta görülmemiş bir durumdu. Demirel telefonun diğer ucundaki
kişiye ''Siz kimsiniz?'' dedi.
Zannedersem telefonun karşısındaki kişi ismini söyledi ve Demirel ''Rütbeniz nedir?'' dedi. Demirel bir
süre sonra ''İsminiz ve rütbeniz yalan,
buna inanmamı beklemeyin'' diyerek telefonu şiddetli şekilde kapattı. Bende
meraklanarak ''Konu nedir?'' diye
sordum. Demirel bir süre durarak ''Beni tehdit
ediyorlar.'' dedi. Bende merak içerisinde ''Peki hangi konuda tehdit ediyorlar?'' diye sorma ihtiyacı duydum.
Demirel ''Cumhurbaşkanı eğer Faruk
Gürler olmaz ise olacaklardan mesul olmayacakları konusunda tehditler
alıyorum.'' dedi.
Aynı dönemde Adalet Parti Milletvekili olan Nahit
Menteşe'de aynı tehditlerden nasibini almıştı;
''Telefon
çaldı ve açtım. Telefondaki kişi ''Türk silahlı
kuvvetleri adına konuşuyorum.'' dedi. Kendisini tanıtırken albay olduğunu
söylemişti. Açıkçası tüm konuşma boyunca oldukça sert bir üslupla ve tehditkâr
konuşmasına devam etti. Ben ise karşımdaki kişiye ''Salı günü bir seçim yapılacak; ben ise irademi kullanacağım.''
dedim. Karşımdaki albay ise ''Sadece iradeni
kullanmıyorsun.'' dedi ve bu aşamadan sonra konuşma iyice sertleşmeye başladı.
Bu sırada yanında bulunan ve tanıdığım bir paşa telefonu alarak benimle daha
mülayim bir şekilde konuştu ve ''Çok dikkatli
olmalısınız. Bu seçimlerde Türk Silahlı Kuvvetlerinin adayına lütfen oy
veriniz.'' diyerek telefonu kapattı.''
Sağ partiler kadar sol partilerde aynı markaja alınmıştı ve
CHP lideri Bülent Ecevit’te Demirel gibi tehdit alanlar arasındaydı.
''Tanıdığım
bir general cumhurbaşkanlığı seçim turlarının başlayacağı tarihlerde beni
alenen ölümle tehdit etti. Bu tehdit üzerine ben generale ''Ya sizin isteğinize uyarak siyasi anlamda ölüm seçeneği ile karşı
karşıya kalacağım; yada sizin isteğinizi kabul etmediğim için öldürülme
ihtimaliyle karşı karşıyayım. Bana göre 2. Seçenek benim için daha onurlu
olur.'' şeklinde cevapladım.''
13 Mart 1973 sabahı Türkiye siyaseten böyle bir gerilimin
içerisindeydi ve bu tarihte gerilim tepe noktasına ulaşmıştı. Çünkü o gün
cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı. İşte bu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin o
güne kadarki en tarihi günlerinden birisiydi. Milletvekilleri ve
yardımcılarıyla siyasi liderler erkenden meclise gelmişti. Dinleyici locaları
ise tıklım tıklım doluydu. Genelkurmay Başkanı Sancar ile kuvvet komutanları da
yerlerini almıştı. Ancak bir kuvvet komutanı bu seçime katılmamıştı. Bu
eksiklik herkes tarafından da fark edilmişti. Meclisten ya Gürler paşa
cumhurbaşkanı olarak çıkacak, yada yine askeri müdahale olacaktı.
Meclis daha önce böyle bir gün yaşamamıştı demiştik. Çünkü
meclis koridorlarında sivil hükümetler iktidarda iken subaylar meclis
koridorlarında bu kadar kalabalık şekilde hiç görülmemişti. Bu subaylar Gürler'in
cumhurbaşkanı olması için açık açık kulis yapıyordu. Bazı subayların
milletvekillerini tehdit ettiği ile ilgili söylentilerin yayılması üzerine
koridorlar basın mensuplarına kapatıldı. Aslında subaylar dahi oylamanın
sonucunu kimse tahmin edemiyordu. Adalet Partisi blok olarak liderleri Demirel'e
bağlıydı. Kısaca Demirel ne derse o olacaktı. CHP'de ise durum biraz daha
farklıydı. Ecevit’e karşı olan İnönücüler ve 12 Mart'ı destekleyenler Gürler'in
cumhurbaşkanlığına olumlu yaklaşıyordu. Fevzioğlu ve diğer partilerden de Gürler'e
destek olacak milletvekilleri de bulunuyordu. Oylamaya birkaç saat kala asker
kanadı kendi adaylarının kazanacağına itimat ediyordu. Bütün bu güvene rağmen
ordu içindeki çatlakta kendisini hemen göstermişti. Bir kuvvet komutanının
olmaması bu çatlağın en büyük göstergesiydi. Bu oylamaya katılmayan komutan
ise Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur idi. Bu sırada meclis
kulislerinde tankların Ankara’ya doğru hareket ettiği ve Kara Harp Okulu öğrencilerinin
de silah kuşandığı söylentileri yayılmaya başladı. Meclisin kaderi askerin isteği ile milletvekillerinin iradesi
arasında sıkışıp kalmıştı. Siyasi liderlere de askere yakınlığı olan
milletvekilleri aracılığıyla Gürler'e oy vermedikleri takdirde durumun vahim
olacağıyla ilgili mesajlar iletilmekteydi. Bu ortamda seçimin başlayacağı ile
ilgili anonslar yapıldığı sırada cumhurbaşkanlığı için üç adayın ismi
listelerdeydi. Askerin adayı Faruk Gürler idi. Adalet Partisinin adayı ise
emekli bir diğer paşa olan Tekin Arıburun'du. Üçüncü aday ise Ferruh Bozbeyli idi.
Çünkü demokrat Parti grubu Faruk Gürler paşaya oy verme taraftarı değildi.
Adalet partisinin gösterdiği bir adaya oy veremeyecekleri de aşikardı. Ancak
ayrı bir aday gösterilmezse parti içerisinde kimin kime oy verdiği belli
olmayacaktı ve parti içerisinde spekülasyona açık bir ortam doğacaktı. Bu
sebeplerden dolayı Demokrat Partinin cumhurbaşkanı adayı’da parti başkanı Ferruh
Bozbeyli seçilmişti.
Seçimin sonucu bir yerde CHP grubunun aynı sıralarda
başlayan toplantısına bağlıydı. Grup serbest bırakılırsa Gürler'e oylar
kayabilirdi. Zira milletvekillerinin önemli bir bölümü halen Gürler'in cumhurbaşkanı
olmasından yana tavır takınıyordu. Ecevit ise grup toplantısında yaptığı
konuşma neticesinde istediği kararı kıl payı aldırdı. CHP Grubu meclise 5
dakika gecikme ile yerini alırken herkes alınan kararı merak ediyordu. CHP'li milletvekillerinin
yerini almasıyla hemen oylamaya geçildi. Artık asker ile bir bölüm siyasiler
arasında ki hesaplaşmanın son anları yaşanıyordu. İşte bu ortam içerisinde ilk
tur oy atma işlemi tamamlandı ve sayıma geçildi. İlk tur taraflar için son
derece önemliydi. Gürler'in akıbeti ilk turda belli olacaktı. Sayım tamamlanıp
tasnif edildikten sonra meclis başkanı hoparlöre eğildi ve sonuçları açıkladı.
Meclis başkanı sonuçları açıklarken meclis salonunda çıt çıkmıyordu. İlk tur
sonucuna göre Adalet Partisinin adayı Tekin Arıburun 292 oy almış, Faruk Gürler 175
oy almış ve Demokrat Parti'nin adayı Ferruh Bozbeyli 45 oy almıştı. Açıklanan bu sonuç, meclis ve askerler üzerinde şok
etkisi yaratmış ve meclisin dalgalanmasına neden olmuştu. En beklenmeyen
gerçekleşmiş ve Gürler yeterli oy alamadığı gibi Arıburun'un dahi gerisinde
kalmıştı. Cumhurbaşkanı seçilemediği için beklenmeden 2. Ve 3. Tur
seçimlere geçildi. Ancak turlar sürdükçe Gürler'in oyları giderek azaldı.
Açıkçası askerin hesapları tutmamış ve meclis askerin adayına yeşil ışık
yakmamıştı. Bu olayların baş aktörü Faruk Gürler ise bütün turları arkalarda
bulunan sırasından takip etti ve akşama doğru durum daha da netleşti ama Gürler
paşa kendisine ayrılan koltukta oturmaya devam etti. Ordunun en yetenekli ve en
çok sevilen komutanı siyaset oyununda siyasiler tarafından mağlup edilmişti. Bu
gelişmeyle siyasetçiler adeta 12 Mart muhtırasından intikamlarını almıştı.
Gürler ise aldığı bu mağlubiyetten sonra çok yaşamadı. Hastalandı ve yatağa
düştü. Gürler paşa onurlu ve gururlu bir insandı. Yurtdışında tedavi olması
için dönemin başbakanı Demirel'in örtülü ödenek üzerinden yardım etme teklifini
geri çevirdi ve 2 yıl sonra vefat etti. Vefatını müteakip düzenlenen askeri
törenle cebeci şehitliğinde defnedildi. Aslında meclis bu oylamadan önce veya
oylama sırasında askerin içerisinde ki ayrılık ve zaafı biliyordu. Kısaca
ordunun Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı seçilmemesinden dolayı müdahale
etmeyeceği siyasilerin kulağına bir şekilde askeri kaynaklardan gitmiş ve
siyasilerde bu bilgiye göre tavrını koymuştu.
***FAHRİ
KORUTÜRK’ÜN CUMHURBAŞKANI OLMASI***
Komutanlar bu olaydan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi
konusunda ısrarcı olmadılar. Madem siyasetçiler Gürler'in cumhurbaşkanı
olmasını istememişti; bunu anlayışla karşılamak ve kan davasına dönüştürmemek
gerekiyordu. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Semih Sancar bir gazetecinin
evinde Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel ile gizli bir buluşma ayarladı.
Demirel ise bu buluşmayı önceleri inkar etti. Ancak genelkurmay başkanı
gazetecilere verdiği demeçlerde tüm parti liderleriyle birlikte tabi ki
Süleyman Demirel ile de görüştüğünü beyan etti. Bunun üzerine gazeteciler
Süleyman Demirel'e dönerek genelkurmay başkanının kendisiyle görüştüğünü beyan
ettiğini hatırlatınca Demirel gazetecilere tarihe geçen cevabı yapıştırmıştı; ''Dün
dündür, bugün bugündür...''
Askerlerin ikinci görüşmek istediği lider olan Ecevit ise
bu görüşme isteğini evinde aldı. Kapında bir subayı görünce tutuklanacağını
sanan Ecevit, eşi Rahşan hanıma tutuklanması halinde çanta hazırlayarak
kendisine getirmesini istediği eşya ve kitapları söyleyerek evden ayrıldı.
Ecevit genelkurmay başkanlığına vardığında kendisini Sancar paşa karşıladı.
Semih Sancar paşa Ecevit ile yaptığı görüşmede;
''Biz
parlamentomuzu böyle bilmiyorduk. Bu bizi çok etkiledi ve biz artık bu
cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili süreçten elimizi çekmek istiyoruz.
Dolayısıyla sizin de bu konuda yardımınızı rica ediyoruz.''
diyecekti.
Artık asker bu işi siyasilere yıkmış, ancak siyasilerle
kendilerinin ortak paydada buluşabileceği bir aday konusunda siyasilerinde
fedakarlık yapmasını istiyordu. Sonuç olarak bu düğümü Demirel ile Ecevit’in
çözmesi bekleniyordu. Yeni cumhurbaşkanı için herkes asker kökenli biri olması
konusunda hemfikirdi. Ancak bu kişi kim olacaktı o meçhuldü. Ancak sonunda
aranılan isim bulundu. Her iki kesimin de üzerinde anlaştığı isim emekli amiral
ve Moskova büyükelçisi Fahri Korutürk
idi. Bu seçimle tam orta yol bulunmuştu. Sonuç olarak Korutürk hem bir asker
hem de bürokrasi içerisinde görev yapan bir sivildi. 6 Nisan 1973 günü Türkiye
Cumhuriyetinin 6. Cumhurbaşkanı yeminini ederek, 101 pare top atışıyla görevine
başladı. Korutürk'ün cumhurbaşkanı seçilmesi aynı zamanda 12 Mart'ın sonunu da ilan
ediyordu. Türkiye yoldan çıkmış demokrasisini yeniden rayına oturtma yolunda
önemli bir adım atmıştı.
Tam 2 yıl süren bu ara rejim Korutürk'ün seçilmesiyle sona
ermişti. 12 Mart muhtırası ile gerçekleşen solcu avını, Erenköy'deki işkence
altında yapılan sorgulamalar, sansürü ve baskıyı ardında bırakırken amacına tam
manasıyla ulaşamamıştı. Bu olaylara müteakip herkes gözünü 1973 yılının Ekim ayında
gerçekleşecek genel seçimlere döndürdü. Mitinglerde meydanlar dolup taşıyordu.
Herkes Demirel ile Ecevit’in aynı kararlılıkla ülkeyi demokrasiye taşımalarını
bekliyordu. Yeni dönem 12 Mart öncesinde halkın tanıdığı eski aktörler ile
başlayacaktı.
***14
EKİM GENEL SEÇİMLERİ***
12 Mart müdahalesinin geçmesiyle seçim alanlarının heyecanı
siyaset sahnesinin 4 lideriyle yeniden geri gelmişti. Bu liderlerden en
deneyimlisi yine Süleyman Demirel’di. Demokrat partinin bıraktığı bayrağı
başarıyla devralmış, Celal Bayar ve arkadaşlarını etrafına toplamayıbilmişti.
Aynı günlerin yükselen yıldızı ise Bülent Ecevit idi. Adı adeta değişimin
simgesi olmuştu. Ecevit’in asıl çekiciliği sistem dışı konuşmasıydı.
Meydanlarda düzenin bozuk olduğunu söylüyor, ''Toprak işleyenin, su kullananın'' diyordu. Ayrıca Ecevit toprak
reformundan da meydanlarda sık sık bahsediyordu. Ecevit ileride kendisiyle
özdeşleşecek olacak güvercini ve mavi gömleğiyle halkın umudu, sadece yaşam
tarzıyla halkın içinden imajı uyandırıyordu. Özlem duyulan ve değişmesi
istenilen bütün değerlere sahip çıkıyordu. Miting için gittiği her yer ''Halkçı Ecevit'' sloganlarıyla doluydu
ve Ecevit’in CHP’ye yeni bir soluk olarak getirdiği ‘’ortanın solu’’ doktrini
halk tarafından benimsenmişe benziyordu. . Diğer bir siyasi aktör ise Necmeddin
Erbakan idi. 12 Mart öncesinde şeriat istediği gerekçesiyle Erbakan’ın başında
bulunduğu Milli Nizam Partisi kapatılmış,
ama parti lideri Erbakan hakkında dava açılmamıştı. Erbakan 12 Mart sürecini İsviçre’de
geçirmiş ve cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yurda dönmüştü. Yurda döndükten
sonra Erbakan Milli Selamet Partisini
kurarak, teşkilatlanmasını kısa sürede tamamlamış ve yeni parti kısa sürede
siyasi arenaya bir fırtına gibi girivermişti. Erbakan’ın Adalet Partisinin oylarını
hedeflediği aşikardı. Siyaset sahnesinin 4. ve son aktörü ise Alparslan
Türkeş’ti. Milliyetçi Hareket Partisi kısa sürede bozkurtları ile birlikte milliyetçi oyları elde etmek için
meydanlardaki yerini aldı. Aslında 12 Mart muhtırası Türkeş’e de dokunmamıştı.
Ancak Türkeş'de 12 Mart döneminde fazla ortalıkta görünmemeye özen göstermişti.
İşte 14 Ekim seçimlerine bu partiler yukarıda zikrettiğimiz doğrultuda girdi.
14 Ekim seçimlerinin sonuçları alındığında ise herkes
şaşkındı. Çünkü Türkiye’de ilk kez sandıktan sol tandanslı bir parti olan CHP birinci
çıkmış ve oyların %33’lük kısmını alarak meclise 184 milletvekili meclise
sokmuştu. Bu sonuç, Cumhuriyet Halk Partisinin sırtını orduya ve devlete
dayayarak politika yaptığı izleniminin de yıkıldığının bir kanıtıydı.
Adalet Partisi ise büyük bir hayal kırıklığı içerisindeydi. Çünkü adalet
partisi seçimlerden %29 oy oranı ile 2. parti olarak çıkmış ve meclise 149
milletvekili sokabilmişti. Erbakan'ın Milli Selamet Partisi ise hedeflediği
gibi adalet partisinin oylarını çalmış ve 49 milletvekili ile 3. Parti olmuştu.
Türkeş’in, Milliyetçi Hareket Partisi ise bu seçimde meclise sadece 3
milletvekili sokarak hezimet yaşamıştı. Seçim sonuçları krizin de
habercisiydi. Çünkü hiçbir parti tek başına iktidar olamamıştı. Türkiye için
artık koalisyonlar dönemi başlıyordu. Sağ ilk defa sandıkta bölünmüş ve
parçalanmıştı. Çünkü merkez sağdan dinci ve milliyetçi partiler oy çalmışlardı.
Türkiye 1974 yılına koalisyon sancılarıyla giriyordu. İlk akla gelen koalisyon
ise Adalet Partisi ile Halk Partisi arasında yapılabileceğiydi. Ancak CHP ile AP
bir araya gelemezdi. Çünkü Ecevit’te, Demirel'de hem siyasi kadrolarını hem de
diğer teşkilatlarını birbirlerine karşı durmak üzerine hazırlamış ve miting
meydanlarında birbirlerinin aleyhinde birçok söyleme imza atmıştı. Hatta
seçimden önce Demirel verdiği demeçlerde ''Biz
CHP ile ancak savaşta bir araya gelebiliriz.'' dahi demişti. Hükümeti
kurma görevi alan Ecevit'e tüm partilerden ret cevabı geldi. Bu dönemde 4 aylık
bir hükümet krizi yaşandı. Oysa CHP örgütü iktidara susamış ve her yere ''Başbakan Ecevit.'' yazılmıştı. Sol
içindeki düzenin değişimini isteyen devrimci kesimlerde Ecevit'i sıkıştırıyor,
verdiği sözleri tutmasını istiyordu. Ecevit, yaşadığı bu baskıyla Milli Selamet
Partisinin kapısını çaldı ve koalisyon görüşmelerine başladı. Aslında Milli
Selamet Partisinin gönlünde Adalet Partisiyle bir koalisyon kurmak vardı. Ancak
MSP lideri Erbakan ayağına gelen fırsatı kaçırmak istemiyordu. Anadolu sanayisini
ve esnafını temsil eden MSP'de milli sanayi ve karma ekonomi söylemleriyle CHP ile
uyuşuyordu. Halkın hükümetten umutları ve beklentileri en üst seviyedeydi.
Cumhuriyet tarihi boyunca karşı karşıya gelmiş bu iki güç ilk defa uzlaşacaktı (veya
uzlaştıklarını sanıyorlardı). Bu uzlaşı neticesinde 26 Ocak 1974 tarihinde
CHP-MSP koalisyon hükümeti kuruldu. Aslında kurulan bu koalisyon ateş ile
barutun yan yana gelmesi olarak tabir edilebilir. Çünkü laik rejimin savunucusu
CHP, rejimi yıkarak şeriat getirmekten bahseden ve kapatılan bir partinin
devamı olan MSP ile kol kola girmişti.
Ancak bu düş çabuk bitti. Uzlaşı ve barışın yerini gerilim
aldı. Laikler ve dindarlar arasındaki balayını bitiren ise ''çıplak istanbul heykeli'' oldu. Başbakan yardımcılığı görevini
üstlenen Erbakan ayağının tozuyla ilk icraat olarak İstanbul'un Karaköy meydanında
bulunan güzel istanbul heykelini
kaldırttı. Nitekim İstanbul’u simgeleyen güzel istanbul heykeli bir gece vinç
ile kaldırılarak çöplüğe yollandı. Dolayısıyla bu icraatın arkasından hükümet
içerisinde kıyamet koptu. MSP'liler bu heykelin güzel İstanbul olarak değil ''türk anası'' olarak takdim edildiğini
iddia ediyor ve Türk kadınının böyle müstehcen bir şekilde heykelinin
bulunmasına karşı çıkıyordu. Daha bu olayın sarsıntısı geçmeden hükümetin MSP kanadı
bir genelge yayınlayıp bira satışlarını da yasakladı. Ardından Erbakan'ın ünlü
sanayi hamlesi geldi. Erbakan milli sanayi kurmak adına durmadan fabrika
temelleri atıyordu. CHP kanadı ise dişlerini sıkarak bu durumu izliyordu. Her
geçen gün iki ortağın dünyaya çok farklı pencerelerden baktığı ortaya
çıkıyordu. CHP'nin genel af ile hapishanelerin kapısını açması ve solcularında
af kapsamına alınması MSP ile bir başka krizi tetiklemişti. Artık her iki tarafta
bu iş böyle gitmez diyordu ki; tam o günlerde Kıbrıs’tan bir haber geldi ve
bütün her şeyi unutturu verdi. Atina’da ki askeri cunta, Makarios'u devirip
yıllardır düşledikleri ENOSİS'i gerçekleştirmek için harekete geçmişti. Ecevit
tüm iç sorunları bir kenara bırakarak Kıbrıs'ın diğer garantörü olan İngiltere’ye
hareket etti. Hareket etmeden önce Ecevit genelkurmay başkanı ile görüşerek
savaşa hazırlıklı olunması talimatını verdi. Eğer İngiltere’de çözüm üretilemez
ise Kıbrıs'a çıkartma yapılacaktı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa
sınırlarının ötesinde son derece riskli bir harekata girişecekti. Bu olayın
ülkenin tüm dış ilişkilerini yıllar boyunca etkileyeceğini o sırada kimse
tahmin edemezdi.
***KIBRIS
BARIŞ HAREKATI SONRASI SİYASİ GELİŞMELER***
Daha önce hazırladığım şu yazıda (Kıbrıs Barış Harekatına Giden Yol) Kıbrıs barış harekatını
teferruatlı şekilde sizlerle paylaşmıştım. Bundan ötürü harekat sırasında
yaşananları tekrar ederek yazıyı uzatmanın manası yok. Ancak harekat sırasında
Türkiye’nin nasıl birbirine kenetlenebileceğini görmemiz bizim için en önemli
olgulardan birisi olmalıdır. Kıbrıs harekatı, Türkiye’de ise 1970’li yıllarda
ve daha sonraki yıllarda bir daha hiç yaşanmayacak bir birlik havası estirmişti.
Türkiye’de sağcısı, solcusu, işçisi, işvereni, öğrencisi ve memuruyla halk
birbirine kenetlendi. Bu sevgi ve coşku selinin adresi ise başbakan Bülent
Ecevit idi. Halk bu dönemde Ecevit’i ‘’Kıbrıs
fatihi’’, ‘’Dünyaya kafa tutan adam’’
ve cesur bir lider olarak görüyordu. Ancak yukarıda da zikrettiğimiz gibi batı
dünyası tam aksine Ecevit’in hanesine bir eksi puan daha koyuyordu. Kıbrıs
harekatı ise bardağı taşıran son damlaydı. Özellikle Washington yönetimi ikinci
kez Ecevit hükümetiyle karşı karşıya gelmişti. Washington yönetiminin Ecevit
ile ilk karşılaşması ise Ecevit hükümetinin haşhaş ekimini serbest
bırakmasından dolayıydı. 12 Mart döneminde Amerika’nın baskısıyla yasaklanan
haşhaş ekimine Ecevit’in yeniden izin vermesi Amerikalılar tarafından daha önce
bir not edilmişti. Aslında haşhaş üretimi bir bölüm çiftçinin tek geliriydi.
Amerika ise bu yasakla ülkesinin uyuşturucu sorununu çözebileceğini
düşünüyordu. Aslında bu yasaklamayla bir çözüme ulaşamayacaklarını kendileri de
biliyordu; ancak bu yaklaşım Amerikan kamuoyunun hoşuna giden bir adımdı.
Kısaca Amerikan hükümeti tribünlere oynamayı seçmişti. Ecevit hükümeti Washington’u
dinlemeden birde Kıbrıs’a müdahale etmişti. Dolayısıyla Türkiye batılı Ülkerlerle
birlikte Amerikalılar tarafından aforoz edildi ve ambargo kararları ardı ardına
gelmeye başladı. Konuyla ilgili Ecevit ise verdiği demeçlerde ambargo
kararlarının Kıbrıs Barış Harekatı yüzünden değil haşhaş ekiminden dolayı
uygulandığını beyan etmiştir. Ecevit haşhaş ekimini serbest bırakma kararının hükümet
olarak 1 Temmuz'da alındığını belirtmiş ve bu karardan birkaç gün sonra yani Kıbrıs’ta
darbe gerçekleşmeden önce Amerikan Senatosu tarafından Türkiye’ye karşı
yaptırımların onaylandığını belirtmişti. Amerika ile Türkiye arasındaki
gerilim o kadar tırmandı ki Amerika’nın Türkiye büyükelçisini geri çekeceği
söylentileri bile çıktı. Dahası Pentagon'un askeri operasyon yapması veya Türkiye’nin
NATO’dan çıkartılması gibi konuşmalarda ayyuka çıkmıştı. Türkiye artık eskisi
gibi sırtı sıvazlanıp, hoşuna giden sözlerin söylendiği bir müttefik olmaktan
çıkmıştı.
Kıbrıs barış harekatı sonrası Ecevit’in yaptığı mitinglerde
Ecevit’e yönelik ‘’Kıbrıs Fatihi’’ gibi
pankartların açılması iktidar ortağı MSP yetkilileri ile CHP’lilerin arasının
açılmasına da sebep oldu. Çünkü MSP’liler ile Necmeddin Erbakan’a göre bu
harekat kararının alınmasında sadece Ecevit rol oynamamış kendileri de büyük
destek vermişti. İktidar ortakları arasında asıl ipleri koparan ise Ecevit’in
yaptığı bir hareket ve düşünce neden olacaktı. Birinci olarak Ecevit dünya
kamuoyuna açıklama için kameraların karşısına geçtiğinde iktidar ortağı ve Başbakan
Yardımcısı Necmeddin Erbakan’ı yanına almamıştı. Ecevit’in bu hareketini bir
kısım CHP’li gibi tüm MSP’lilerde yanlış bir adım olarak görüyordu. Ayrıca
iktidar ortakları arasında Kıbrıs Harekatı ile ilgili başka görüş ayrılıkları
da mevcuttu. Milli Selamet Partisi, Kıbrıs'ın tamamının ele geçirildikten sonra
Rumlar ile masaya oturulmasını savunuyor. Rumlarla adanın tamamını alındıktan
sonra bir anlaşma sağlandığı takdirde şimdi verilenden daha fazlasının bile
alınacağını savunuyordu. Ecevit ise MSP’nin bu harekatı bir cihat veya fetih
havası vermesinden rahatsızdı. Ayrıca Ecevit, MSP’nin bu tutumunun dünyada
ciddi kuşkular uyandıracağından çekiniyordu. İkinci olarak Ecevit bu harekat
neticesinde yurtiçinde kahraman olarak anılmasını tek başına iktidara gelmeye
dönüştürmek istiyordu. Bu yüzden hükümetin istifa ederek erken seçim için karar
alma düşüncesi harekat sonrası olan bu dönemde filizlenmeye başlamıştı. Ancak Ecevit’in
bu düşüncelerinde aksayan bir nokta mevcuttu. Bu aksayan nokta ise ülkenin
ekonomik durumuydu. Hem haşhaş ekiminin serbest bırakılması, hem de Kıbrıs
Barış Harekatı neticesinde uygulanan ambargolar Türkiye ekonomisi için zor bir
dönemin başlangıcının habercisiydi. Bu ambargoyla birlikte 1973 yılında dünya
genelinde yaşanan petrol krizi Türk ekonomisinin
belini iyice kırmıştı. 1973 yılında yaşanan bu krizle petrol fiyatlarının
birdenbire astronomik artışıyla birleşince yıllar boyunca sürecek büyük bir
ekonomik krizin ilk işaretleri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu kriz sokaktaki
insana büyük zamlarla yansıtılıyordu. Artık benzin bulunamaz olmuş, halk tüp
gaz, şeker ve yağ için uzun kuyruklarda beklemek zorunda kalıyordu. Kıbrıs
fatihi olarak alkışlanan Ecevit birdenbire kuyruklar döneminin mimarı olmakla
suçlanmaya başlamıştı.
Bu yüzden Kıbrıs zaferinin sarhoşluğu hükümet içerisinde
yukarıda zikrettiğimiz ekonomik sorunlardan ve siyasi çekişmelerden ötürü çabuk
geçti. Çünkü Türk siyaseti yukarıda zikrettiğimiz gibi yine iç sorunlarına ve
ünlü kavgalarına dönmüştü. Aslında hem Kıbrıs zaferinin paylaşılması, hem de
ekonomik kriz hükümeti ciddi manada sarsmıştı. Bu çekişmeler ve Ecevit’in Kıbrıs
zaferinin kendisine sağladığı siyasi prestiji oya dönüştürmek istemesi neticesi
istifa etmesiyle hükümet düştü. Ancak TBMM’de bulunan diğer partiler Ecevit’in erken
seçim kampanyasına karşı çıkarak erken seçim kararının alınmasına engel oldu.
Dolayısıyla ortaya bir hükümet krizi çıktı ve uzun süre hükümet kurulamadı.
***1.
MİLLİYETÇİ CEPHE HÜKÜMETİ***
Aslında CHP ile MSP ayrı dünya görüşlerine
sahip ve yan yana çalışması çok olası olmayan bir oluşumun içerisine
girmişlerdi. Dolayısıyla bu evliliğin yürümeyeceği baştan belliydi.
Hükümetin istifa etmesiyle Türkiye için yepyeni ve karanlık bir dönem
başlıyordu. Yaklaşık 6 ay boyunca meclisten yeni bir hükümet formülü
çıkarılamadı ve ülke hükümetsiz kaldı. Ekonomik kriz ve siyasi belirsizlik
sokaklardaki tansiyonu günden güne arttırdı. Ülke adeta sağ ve sol kamplara
bölünmeye başlamıştı. Hem mecliste hem de sokaklarda hızlı bir ayrışma
yaşanıyordu. Dahası taraflar birbirlerini vatana ihanet ile suçlayacak kadar
uzlaşmaz ve sert bir dil kullanmaya başlamışlardı. Sonunda meclisteki
kilidi Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel çözdü. Demirel'in bir başka
meşhur sözü olan ''Demokrasilerde çareler
tükenmez'' sözü işte bu dönemde gündeme gelmişti. Mart ayında oluşturulan
bu yeni koalisyonda merkez sağın geleneksel temsilcisi Adalet Partisi, İslam’ın
bayraktarı Milli Selamet Partisi, sokağı kontrol eden Milliyetçi Hareket
Partisi ve sağda statükonun bekçisi olan Güven Partisi bulunuyordu. Bu
koalisyona katılan partilerin kendilerine verdikleri isim ise ''Milliyetçi
Cephe'' hükümetiydi. Aslında bu isim çok tehlikeli dönüm noktasını
işaret ediyordu. O dönemde Milliyetçi Hareket Partisi merkez karar yönetim
kurulu üyelerinden birisi olan Taha Akyol milliyetçi cephenin kuruluş
mantığında ki hatayı şu şekilde anlatmıştır :
''Milliyetçi
cephe kurulurken bütün Türkiye’nin hükümeti olmak ve tansiyonu düşürmek gibi
bir rasyonellikle değil; Ecevit ile birlikte yükselen solu durdurmak ve solun
karşısında bir baraj oluşturmak gibi negatif bir duyguyla kurulmuştu.
Dolayısıyla yükselen solun peşindeki milyonlarca insan bu hükümeti kendilerine
karşı düşman olarak gördüler. Milliyetçi cephenin temel hatası aslında bir ''cephe'' olmasıydı ve cephe
mantığıyla hareket etmesiydi. Ancak milliyetçi cephe hükümetleri türkiye’nin
daha fazla cepheleşerek hizipleşmesine katkıda bulundu.''
Milliyetçi cephenin varoluş nedeni sola karşı duyulan
tepkiydi. Hükümettekiler, sol güçlerin ülkeyi adım adım komünizme
sürükleyeceğine inanıyorlardı. Ecevit’in şahlandırdığı solu dizginleyerek bu
işe ''dur'' demek gayeleriydi.
Milliyetçi cephe hükümetlerinin kurulmasını o dönem CHP milletvekili Altan Öymen
ise şu şekilde değerlendirmiştir:
‘’Bu partiler koalisyonu kurarken kendi adlarına ‘’Milliyetçi Cephe’’ koymuşlardı. Aslında bu 1974 yılında kurulan
Ecevit hükümetine karşı bir reaksiyondu. Ancak bu aynı zamanda da Ecevit’in dışındaki
diğer sol örgütlere karşı da bir tepki ve reaksiyondu. Kurulan hükümetin adında
‘’cephe’’ kavramının bulunması çok
manidar bir durumdu. Cephe nerede vardır? Cephe kelimesi savaşlarda kullanılır.
Bu da bize göre Sol’a karşı bir savaş manasına geliyordu.’’
Dönemin CHP milletvekillerinden Ali Topuz ise bu hükümeti
şu şekilde değerlendirmiştir:
‘’Milliyetçi Cephe hükümetleri
sonrası sağ militan olarak tabir edebileceğimiz örgütlerin ülke içerisinde
aktif bir rol oynamasına yol açmış; bunun sonucu olarak da sol militanları
bünyesinde barındıran örgütleri de kışkırtan bir etki yaratmıştır. Bu bölünme Milliyetçi
Cephe hükümetleri ile iyice hızlanmış ve bu süreçler sırasında Türkiye içerisinde
bir kaosun yaşanmasına neden olmuştur.’’
Solun sadece mecliste dizginlenmesi yeterli görülmemişti.
Asıl sokaklarda da Sol’a ''dur'' denmeli ve gelişmesi engellenmeliydi. Bunun için
biçilmiş kaftanda ülkücü kesimdi. Bu
kesim zaten hem eğitimli hem de deneyimliydi. Yaklaşık 5 yıldır ülkücüler
özel kamplarda eğitiliyordu. Bu eğitilenlerin ise adları ''komando'' olarak anılıyordu. Ülkücüler milliyetçi cephenin
kanatları altında Sol'a karşı başlattıkları cihatta yalnız kalmayacaktı. Bu
oluşumdakiler devlet kolluk güçlerinin sempatisine de sahiptiler. Ülkücüler
devleti koruduklarını ve devlete sahip çıktıklarını iddia ediyordu. Devletin
kolluk güçleri de ülkücülere kol kanat geriyordu. O tarihte savcılıklara dosya
olarak gönderilen adam öldürme olaylarında ülkücü kesimin sanık olduğu bazı
davalarda, sanıklar savcılığa çeşitli sağlık raporlarını ibraz ediyordu.
Savcılık makamı bu raporların gerçek olup olmadığını araştırdığında ise çeşitli
bürokratik engeller karşılarına çıkıyor ve engelleniyordu. Dolayısıyla
milliyetçi cephe hükümeti sağ militanları daha aktif kılan, sol militanları da
kışkırtan bir etki yarattı ve ülke içerisindeki bu bölünme 80 darbesine kadar
giden süreçte giderek artarak ülke içerisinde ki kaosun en temel sebeplerinden
birisi oldu.
Yukarıda zikredildiği gibi ülkücülerin bu örgütlenmesi ile
birlikte sol kesim ile girdikleri ilk mücadele alanı ise üniversiteler olmuştu.
Artık üniversitelerde iki görüşe mensup gençler kesici alet veya silahlarla
çatışmaya girmeye başlamıştı. Aynı dönemde sol geçmişe göre daha fazla örgüte
bölünmüş ve düşman olarak ilan ettikleri ülkücüler karşısında kendilerini
savunduklarını iddia ediyorlardı. Artık ülke içerisinde karşılıklı atışmalar ve
sokak kavgaları vaka-yı adiyeden sayılmaya başlanmıştı.
***KONTRGERİLLA
ÖRGÜTLENMESİ HAKKINDA!***
İşte tam bu sıralarda devletin içerisinde bir başka gizli
örgütün adı duyulmuştu. Uzun yıllardır varlığı bilinen, ancak herkesin elle
tutamadığı, gözle göremediği bir örgüttü. Bu örgütünde hedefi ülkücüler ile
aynıydı. Solu ne pahasına olursa olsun durdurmak... Bu örgütün adı ise Kontrgerilla idi. Kontrgerillayı
kamuoyunun gündemine ilk defa Bülent Ecevit sokmuştu. Çünkü örgüt maddi sıkıntı
içerisindeydi. Ödenek için dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar para
bulabileceği tek adresi, yani başbakan Ecevit’in kapısını çaldı. Ecevit ile
genelkurmay başkanı arasında gerçekleşen görüşmede Ecevit bu ödeneğin ne için
istendiğini sorduğunda, genelkurmay başkanı ''özel harp dairesi'' için istendiğini belirtti. Ecevit o
güne kadar genelkurmay içerisinde böyle bir kuruluş olduğundan haberdar değildi
ve bunu genelkurmay başkanına da iletti. Genelkurmay başkanı ise bu kuruluşun
masraflarının o zamana kadar Amerikalılar tarafından karşılandığını Ecevit’e
iletti. Ecevit bu kuruluşun ne iş yaptığını sorduğunda ise genelkurmay başkanı ''Türkiye’nin bazı bölgelerinin işgale
uğraması durumunda yeraltı faaliyetini organize ederek bazı vatanseverleri ömür
boyu görevlendirir ve bir takım gizli silah depoları bu birim kontrolü
altındadır.'' dedi. İşte kontrgerillanın varlığı hükümetin en
tepesindekiler tarafından bile ancak böyle bir gereklilik sonucu
öğrenilebilmişti. Aslında bu örgüt NATO tarafından olası bir Sovyet işgaline
karşı kurulmuştu. İşgal durumunda örgüt gizlendiği yerden çıkacak ve toprağa
gömdüğü silahlarını alarak harekete geçecekti. Bu örgütün her ülkedeki ismi de
farklıydı. Mesela Fransa’da ''Rüzgar
Gülü'', İtalya’da ''Gladyo''
ve Yunanistan’da ise ''Kuzu Postu''
olarak biliniyordu. Aslında kontrgerilla
diye bir örgüt yoktu. Sadece bu kullanılan yöntemin adıydı. Söylentilere
göre bunu yönetenlerde genelkurmaya bağlı olan Özel Harp Dairesi'nin sivil
uzantılarıydı. Bu uzantıların amacı halk direnişe çekmek, gerekirse
örgütlemekti. Kimsenin yasal bir statüsü yoktu, isimleri bilinmiyor,
yakalanamıyor ve yargılanamıyorlardı.
***SAĞ
İLE SOL GRUPLAR ARASINDA İLK KANIN AKITILMASI VE ODTÜ OLAYLARI***
Ecevit döneminde bayrak açan sol şimdi gerilemiş ve
savunmaya geçmişti. Milliyetçi Cephe solu durdurmak için hükümete yerleşmiş ve
sokaklarda ülkücülere emanet etmişti. 1974-1975'in Türkiye’sinde hızla sağ ile
sol kamplaşması gerçekleşmeye başlamış ve her iki taraf bombalı saat gibiydi.
Bir kıvılcımın ise bu bombayı patlatması yeterliydi. Bu kıvılcım İstanbul’da
1974 yılının Aralığında İstanbul Üniversitesinde çaktı. Mühendislik fakültesi
öğrencisi Şahin Aydın bıçaklanarak öldürüldü. Bu olay 12 Mart sonrası
gerçekleşen ilk siyasi cinayetti. Sol görüşlü öğrenciler Aydın'ın cenazesini
büyük bir gövde gösterisine dönüştürdüler. Artık Türkiye’de cinayet çarkı
dönmeye başlamıştı. Sol adına devrim yapmak için yola çıkanlar, devleti korumak
adına silahlanan ülkücüler birbirlerine kıymaya başladılar. Her gün yeni bir
bıçaklama, kurşunlama ve bombalama haberi gazetelerde yer almaya başladı. Halk
içerisinde ölüm giderek kanıksanmaya ve vak-ı adliyeden görülmeye başladı.
Dönemin gazeteleri trafik kazaları gibi anarşi raporları yayınlamaya ve
ölenlerin listelerini vermeye başladılar. İşin ilginç yanı hem devrimciler
hem de ülkücüler kendilerini savunduklarını iddia ediyordu. Suç hep karşı
taraftaydı. Her iki tarafın hedefi birdi; ''Türkiye’yi
kurtarmak'' istiyorlardı. Kendi düşüncelerine göre ve kendi görüşlerine
göre bir Türkiye kurmak için silaha sarılmışlardı. Ülkücüler gibi sol'da
boş durmuyordu. Ülkücü hareketin karşısındaki devrimci cephe 12 Mart döneminde
sarsılmış, ama yok edilememişti. Yasadışı kabul edilen Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye İşçi
Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) yeniden örgütlenmesini tamamlamıştı. Ecevit
hükümetinin çıkarttığı genel af ile lider kadroları serbest kalmış ve yeniden
toparlanmışlardı. Dönemin en büyük örgütü ise Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ) ve
Devrimci Yol (DEV-YOL) idi. Dev-Genç solcular içerisinde en önemli gücü
bünyesinde bulunduran örgüttü. Dev-Genç önce üniversitelerde örgütlenmesini
tamamladı. Daha sonra liselere, Anadolu’ya ve gecekondulara doğru yayılımını
tamamladı. Aynı yolu dev-yol’da izlemiş ve güçlenmişti. Bu iki örgütün resmi
olarak 74 tane şubesi bulunmaktaydı. Türkiye genelinde etkilediği kitle ise
yüzbinler ile ifade ediliyordu. Bu dönemde her üniversite adeta kale görevi
görüyor ve fakülteler iki taraf arasında el değiştirip duruyordu. Yüksekokul ve
fakültelerde sık sık karşılıklı baskınlar düzenleniyor ve karşı saldırılarla
yine el değiştiriyordu. Bununla birlikte boykotlar ile eğitim engelleniyor ve
öğrencilerin can güvenliği bir türlü sağlanamıyordu. Devrimciler ile ülkücüler
arasındaki savaşın en can alıcı laboratuvarı ise Orta Doğu Teknik
Üniversitesiydi. ODTÜ’de 8 Kasım 1973 tarihinde Kissinger ile ilgili bir boykot
sırasında saldırı gerçekleşmiş ve 3 kişi yaralanmıştı. Bu olayın üzerine ODTÜ’de
9 aylık bir boykot başlatılmış ve bu boykot sırasında okul servisinin taranması
sonucu Semih Erbek isminde öğrenci ölmüştü. Solun kalesi olarak bilinen ODTÜ’de
bu olayların gerçekleşmesi üzerine rektör görevinden alındı. Bununla
birlikte 300 ülkücü işçi kimliğiyle kampüse sokuldu. Bu gelişmeler üzerine ODTÜ
bir anda savaş alanına döndü. Bu olaylardan sadece öğrenciler değil,
öğretim görevlileri de baskı altına alınmaya başlamıştı. Bu olaylar ve direniş
üniversiteyi kapanma noktasına kadar getirmişti. Ülkücülerin ODTÜ içerisinde
tutunma çabasının nafile olduğunun anlaşılmasıyla ülkücülerin okulu ele geçirme
planı böylelikle kırıldı. Ancak aylardır süren gerilimde sağcıların
üniversiteyi terk etmesinden hemen önce patladı. Rektörlük önünde toplanan
öğrencilerin üzerine önce bomba atıldı, sonrada otomatik silahla ateş edildi.
Bu saldırı sonucu 1 kişi öldü, 36 kişi yaralandı. Olaya tanık olmuş ve dönemin ODTÜ
Öğrenci Temsil Konseyi Üyesi olan Ahmet Asena olayı şu şekilde anlatmıştı;
''Öncelikle
çok iyi planlanmış ve organize bir saldırı olduğunu belirtmem gerekiyor. Bütün
herkes rektörlük binasının önünde toplandığı sırada, rektörlük binasının olduğu
bölgeden bir ses bombası atıldı. Ses bombasının patlamasıyla herkes o yöne
toplanmaya başladı ve askerlerde geldi. Herkesin toplandığı anda okulda
karakolda görevli askerlerin ve komutanları olan yüzbaşının üzerine doğru büyük
bir bomba atıldı. Bombanın atıldığını görenler ''bomba geliyor'' şeklinde bağırarak herkesi uyardı. Ben bombanın bize
doğru geldiğini görünce yüzbaşıyı rektörlüğe doğru ittim ve komutan 2-3
metrelik yerden yuvarlanarak düştü. Ben ise kendimi başka tarafa doğru attım ve
bombanın etki alanından kurtuldum. Ancak bombadan kaçamayan bir arkadaşımız
öldü ve birkaç arkadaşımızda yaralandı. Bomba patlar patlamaz bu kez üzerimize
ateş açılmaya başladı. Yine ses bombasının atıldığı rektörlük istikametinden
ciddi bir yaylım ateşi kalabalığa yöneltilmişti. Herkes panik halinde kaçışırken
ateş kesildi ve ateşi açanlar bir minibüse binerek olay mahallinden kaçtı.''
Sonuç olarak bu anarşi döneminde ODTÜ içerisinde yaşanan
olaylara bakıldığında 16 kişinin öldüğü ve birçok insanın yaralandığı
görülebilir.
***APOCULAR
VE ASALA HAKKINDA!***
Türkiye’yi uzun yıllar hatta günümüzde dahi uğraştıran ve
korkunç şekilde kan akmasına neden olacak bir başka gelişmenin filizleri de
aynı dönemde boy gösterecekti. Ankara üniversitesi siyasal bilgiler
fakültesinde okuyan halim, selim görünüşlü bir öğrenci 16 arkadaşıyla birlikte Dikmen’de
bir evde buluştu. Bu 16 kişinin adı daha önceleri sol örgütler içerisinde
anılıyordu. Bu 16 kişi artık kendi örgütlerini kurmaya karar vermişlerdi.
Karışık bir dönemin sağladığı olanaklardan yararlanmak istiyorlardı. Bu
kişiler bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyorlardı. Bunun için ise silahlı
eylem kararı alacaklardı. Artık konuşmanın değil silaha sarılmanın vaktiydi.
Ülkede kendini gösteren terör ortamı bu grup içinde biçilmiş kaftandı. İşte Dikmen’deki
bu buluşmada toplananlar silah üstüne ant içerek adlarını dikmendeki toplantıyı
organize eden Abdullah Öcalan’dan aldılar. Artık onlara ''Apocular'' denilecekti.
Yine o günlerde Türkiye’de herkesin hafızasından silinmiş
ve unutulmuş bir kan davası 22 Ekim 1975 günü Viyana'da yeniden hortlatıldı. Bu
tarihte Türkiye’nin Viyana’daki büyükelçisi Daniş Tunalıgil 3 ermeni militan
tarafından öldürüldü. Katiller 1915'de yapıldığı iddia edilen sözde ermeni
soykırımının intikamını aldıklarını dünyaya açıklamalarıyla duyurdular. Bu
örgütün ismi ise ''ASALA'' idi.
Asala'nın açılımı ise Ermeni Ulusal
Kurtuluş Ordusu idi. Viyana büyükelçisinin öldürülmesinin üzerinden 2
gün geçmişti ki bu kez Paris büyükelçisi İsmail Erez'de yine aynı şekilde
katledildi. Bu olaylarla 40 Türk diplomatının yaşamına mal olacak bir suikastlar
serisi başlamış oluyordu. Asala'nın eylemleri 80'li yıllarda gerçekleştirdiği Esenboğa
Havalimanı saldırısıyla son noktasına ulaştı. Asala ardında hafızalardan
silinmeyecek birçok eylemle birlikte dehşete düşüren eylemler ve masum
insanların dökülmüş kanlarını bıraktı.
***DİSK’İN
ÜLKE İÇİNDEKİ ETKİSİ VE KANLI 1 MAYIS OLAYI***
Türkiye içte ve dışta kan kaybetmeye devam ediyordu. Bu
olayların olduğu günlerde bir daha hayatımızdan hiç çıkmayacak bir başka
canavar ülkemize musallat olmaya başlamıştı. Bu canavarın adı ise enflasyondu.
O dönemde gelen son zamlarla ekmek 250 kuruşa, benzin 270 kuruşu satılmaya
başlamıştı. Doların Türk Lirası karşısında değer kazanması devam etmiş ve 1 Dolar
15 Lirayı görmüştü.
Milliyetçi cephe hükümetinin başta olduğu dönemde özetle
ülke işte böyle bir cenderenin içerisindeydi. Ülke üzerinde bir yandan dış
baskılar devam etmekte, diğer yandan ise iç sorunlarla uğraşmak zorunda
kalıyordu. Ülke içerisinde anarşi artmaya devam etmiş ve buna bağlı olarak da
kamplaşmada iyice hızlanmaya başlamıştı. Bu kamplaşma hızlandıkça terör artmaya
başladı. Türkiye artık bir kısır döngünün içerisine girmişti. Aslında ülkedeki
bu gelişmelerden orduda rahatsızdı. Teröre karşı devletin yeni bir mekanizma
kurmasını istiyorlardı. Bu mekanizmanın adı ise ''Devlet Güvenlik Mahkamesi'' idi. Ancak askerin bu
projesine hiç beklenmedik bir engel çıkacaktı. Bu engel ise Devrimci İşçi
Sendikası (DİSK) gerçekleştirecekti. Disk o dönemin yıldızı parlamaya başlamış
işçi konfederasyonuydu. Özel sektörde birçok fabrikada örgütlenmiş durumdaydı.
Toplu sözleşmelerin ise inatçı ve katı bir pazarlıkçısıydı. Devrimci
söylemlerinden dolayı işçilerin en çok tercih ettiği sendikaydı. Sendikanın ise
500.000 üyesi bulunuyordu. Disk bir beyanatıyla işçiyi sokağa dökebiliyordu.
Disk’in beyanatı ile işçilerin sokağa inme durumunu ise herkes 1 Mayıs 1976
günü görmüştü. Bu tarihte Türkiye tarihinde ilk defa 1 Mayısı bahar bayramı
olarak değil, işçi bayramı olarak kutlamıştı. Bunun öncüsü olan disk o gün
yaklaşık 100.000 kişiyi taksim meydanında ki kutlamaları toplamayı başarmıştı.
Bu kutlamalarda Türkiye tarihinde işçi yoğunluğu olarak en fazla kişinin
katıldığı 1 Mayıs kutlamasıydı. Çoğu sol kesime göre bu 1 Mayıs kutlaması
Türkiye’deki sol mücadelesinin taçlanması olarak düşünüyordu. İşte DİSK’in bu
gücüne muhafazakar olan TÜRKİŞ’in 26 sendikası katılınca Milliyetçi Cephe
Hükümetine karşı son derece güçlü bir muhalefet oluştu. Bu muhaliflere CHP bayrak
olmuş, işçi meydanlara çıkmıştı. CHP ile disk devlet güvenlik mahkemelerine ''Özgürlükleri
kısıtlayacağı ve demokrasiyi ortadan kaldıracağı'' gerekçesiyle
karşı çıkıyordu. Disk ardı ardına gösteriler düzenledi ve tüm işçileri devlet
güvenlik mahkemelerine karşı ayaklandırdı. Ülke bir anda grevler, iş bırakmalar
ve direnişlerle sarsılmaya başladı. Disk sokaklarda, CHP ise mecliste öylesine
sert bir muhalefet gerçekleştirdi ki milliyetçi cephe köşeye sıkıştı ve bahsi
geçen yasayı geri çekmek zorunda kaldı. Bu olaylar ve yasanın mecliste geri
çekilmesi, askerler arasında ülkeye yapılmış en büyük ihanet olarak algılandı.
Devlet güvenlik mahkemelerinin hayata geçirilmemesi askerlerin gözünde ülkenin
adeta teröre teslim edildiğinin ilanından başka bir şey değildi.
Devlet güvenlik mahkemeleri şokunun yaşandığı 1976 yılının
yaz aylarında Türk Silahlı Kuvvetleri bambaşka bir sıkıntı içerisindeydi. Zira
tayin ve terfi dönemi yine gelip çatmıştı. Sorun ise bir kuvvet komutanlığına
başbakan Demirel'in isteği üzerine bir Orgeneral varken Korgeneral’ in atanmasıyla
ortaya çıkmıştı. Bu gelişme ordunun geleneklerini altüst edecek bir durumdu. Bu
gelişmeyle Türkiye tarihinde ilk defa generaller mahkemeye başvurdu. Mahkeme
generaller lehinde kararı bozunca, bu defa terfi bekleyen komutanlar emekli
olmak durumunda kaldı. Emeklilik günlerini sayan generaller ise terfi
ettiler. Bu gelişmeler sırasında emeklilik planları yapan generaller arasında
olan ve gelecekten pek beklentisi olmayan Kenan Evren de bulunmaktaydı. Terfi
alan Generallerden birisi olan Kenan Evren, Türkiye’nin en küçük ordusu olan Ege
Ordu Komutanlığına atanmıştı. Ege Ordu Komutanı olan Kenan Evren'i o günlerde
pek kimse tanımıyordu. Kenan Evren'in tanınırlığının az olmasının en büyük
sıkıntısını da gazeteciler yaşayacaktı. Kenan Evren, Ege Ordu Komutanlığının başına
geçtiği sırada gazetelere resminin basılması gerekiyordu. Ancak gazetelere
basılan resim başka komutana aitti. Gazete Kenan Evren'in eline ulaştığında ise
çok kızmıştı. Ancak gazetecilerin elinde hem resim yoktu, hem de paşayı tanımıyorlardı.
Gazeteciler ikinci bir resim bularak yeniden gazete yayınladırlar. Ancak o
resimde Kenan Evern'in resmi değildi. Ancak gazeteciler 3. Resim'de Kenan
Evren'in gerçek resmini yayınlamayı başarabildiler.
1977 yılına girilirken ülkede tam bir bunalım
yaşanmaktaydı. Çünkü ekonomi artık felce uğramıştı. Merkez bankasının çekleri
yurtdışında karşılıksız çıkıyor ve çoğu finans kurumu tarafından kabul edilmiyordu.
Ayrıca döviz kıtlığı dayanılmaz safhalara gelmişti. Bu dönemde Bulgaristan parasını
alamadığı için Türkiye’nin ithal ettiği elektriği kesmiş ve ülke içinde
kısıntılar günde 11 saate kadar çıkmıştı. Irak ise aynı şekilde ödeme
alamadığından petrol vermiyordu. Bu yüzden benzin istasyonlarında ki kuyruklar
giderek uzuyor ve tüpgaz bulunamıyordu. Bu sıkıntılarla birlikte %200'lere
varan zam furyası halkın belini iyice büküyordu. Aynı zamanda köyden şehirlere
olan göç çığ gibi büyümeye devam ediyor ve her yeni gelen beraberin daha yeni
sorunlarla kentleri kuşatıyordu. Bu göç dalgasıyla şehirlerde önceki dönemde az
görülen gecekondu mahalleleri giderek çoğalmaya başlamıştı. Bu ortamda arabesk
salgını yolunu şaşırmış ve ne yapacağını bilemeyen insanların feryadını
simgeliyordu. Açıkçası Türkiye müthiş bir darboğaz ile birlikte değişiminde
sancılarını yaşıyordu. Sadece şarkıların değil kentleri dolduran aç ve işsiz
insanlarında umudu sol parti ve örgütlerdi. Solun parti olarak tek umudu ise Cumhuriyet
Halk Partisiydi. CHP’nin arkasındaki en büyük güç ise DİSK idi. Sol CHP’nin
şemsiyesi altında toplanmıştı. Solun amacı ise yine aynıydı; milliyetçi cephe
hükümetini devirmek ve Karaoğlan’ı tekrar tek başına iktidara getirmek. Zaten o
sıralarda milliyetçi cephe içerisinde çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı. MSP,
ülkücü terörden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. MHP ise MSP'yi yeşil
komünist olmakla suçluyordu. Bu ve buna benzer tartışmalardan dolayı sağdaki
ayrışma hızlanmaya başlamıştı. İktidar ortakları bunca baskı altında daha fazla
devam edemeyeceklerini görmüşler ve erken seçim kararı almışlardı.
Sol cephe ise bu ortamda, yani seçimler öncesinde 1 Mayıs işçi
bayramında dev bir gövde gösterisi yapma kararı aldı. Disk, ülkedeki sol
gruplar ile görüşerek ''Gelin milliyetçi
cephenin işini taksimde bitirelim.'' dedi. Bu gelişme havayı birden
bire değiştiriverdi. Çünkü bu çağrı gerilimi arttırmıştı. Gerilim o kadar arttı
ki milliyetçi cephe basını dahi halka o gün çıkmama çağrısı yapmaya başladı.
Aslında korku duyan sadece sağ basın değildi. Çünkü çağrı yapan DİSK dahi
korkuyordu. Çünkü sol fraksiyonlar içerisinde, özellikle Sovyet Yanlıları ile Çin
Yanlıları arasındaki çatışma son günlerde giderek artıyordu. 1 Mayıs’tan 2-3
gün önce İstanbul ve İzmir'de 3 Sovyet yanlısının öldürülmesi gerilimi daha da
tırmandırmıştı. İşte bu olaylardan ötürü DİSK, bu iki grubun kozlarını Taksimde
paylaşabileceğinden çekiniyordu. DİSK Bu olayları önlemek için 20.000 sopalı
işçiyi düzeni sağlamak için görevlendirdi. Planlama yapılırken hangi grubun
hangi güzergahı izleyerek meydana ulaşacağı ve alanın neresinde duracağı daha
önceden kararlaştırıldı. Ancak asıl dikkatleri çekmeyen sabahın
alacakaranlığında aynı meydanın farklı noktalarına, kimsenin tanımadığı bazı
kişilerin yerleşmeye başlamasıydı. Bunların bir bölümü taksimin göbeğindeki İntercontinental
otelinin 213, 510 ve 713 numaralı odalarına yerleşmişti. Aynı gün olan olayları
soruşturmak için görevlendirilen Cumhuriyet Savcısı Muhittin Cenkdağ'ın verdiği
beyanatlarda;
''Olaydan bir gün önce İntercontinental resmi olarak
kapatılıyor. Ancak uçakla bir sürü yabancı uyruklu insanlar Yeşilköy’e gelerek,
olay gecesi otele yerleşiyorlar. Ancak bu kişiler otel kayıtlarında maalesef
yok, ama bu kişilerin otelde bulundukları görgü tanıklarının ifadeleriyle
sabit...'' demiştir.
Bu kişilerin yerleştiği odalardan alanın her tarafı
görünebiliyordu. Diğer bir grup ise Sheraton Otel'in çatısına çıkmıştı.
Bazıları ise Sular İdaresi’nin duvarında konuşlanmıştı. Alanda görevli hiç
kimse bunun nedenini sorgulamamıştı. Bu kişilerin kimlikleri ise hiçbir zaman
belirlenemedi. Meydandaki seyyar ekiplerde erkenden yerlerini almıştı. Artık
kanlı oyunun sergileneceği sahne hazırdı ve oyuncularını bekliyordu.
Saat 13.00’dan itibaren gruplar dalga dalga Taksim’e doğru
yürüyüşe geçmişlerdi. Gruplar içerisinde bayraklar açılmış, sloganlar atılıyor,
şarkı ile türküler söyleniyor ve işçisi ile öğrencisi ile sol akın akın meydanı
doldurmaya başlamıştı. Kimsenin beklemediği kadar fazla bir katılım vardı. Katılımcıların
bir bölümü Beşiktaş’tan gelirken, diğerleri Saraçhane ve Tarlabaşı solunu
kullanıyordu. Artık insan selinden dolayı kortejlerin ucu bucağı görünmez olmuş
ve meydanda adım atacak yer kalmamıştı. Tabi ki bu kadar kalabalığın içerisinde
bazı tartışmalarda olmuyor değildi. Örneğin alana sokulmak istenmeyen Dev-Genç'liler
50.000 kişilik bir grup halinde zorla güvenlik kordonunu yardılar ve meydana
giriş yaptılar. Soğuk muamele gören bir diğer grup ise ''Maocular'' olarak tanımlanan Çin yanlılarıydı. Bu grup Tarlabaşında
durduruldu ve alana sokulmak istenmedi. İşte böyle bir ortamda birkaç saatlik
gecikmeyle konuşmasına başlayan DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler sözlerini
bitirmek üzereyken Tarlabaşı civarında bulunan gruplar arasında itişmeler başladı.
Bu itişmelerin arasında önce bir el silah sesi duyuldu. Ardından 2-3 el daha
ateş edildi. İşte bu andan itibaren binlerce insan aniden panikledi. Kimse
silahın nereden, kim tarafından ve kime karşı atıldığını anlayamamıştı. Belki
de gruplar arasında bir çatışma gerçekleşiyordu? İşte kanlı 1 Mayıs o anda
başlamıştı. Yüzbinlerce insan canını kurtaracak bir yer aramaya başladı ve
ölümcül bir panik içerisindeydiler. Bu kargaşada yere düşen eziliyor ve bir
daha kalkamıyordu. Aslında ilk iki silah sesi adeta bir sinyaldi. Çünkü bu iki ateşten
hemen sonra 4 ayrı yerden bir yaylım ateşi başlamıştı. İlk anda Sular
İdaresinin üstünden gelen kurşunlar paniği daha da arttırdı. Bu yoğun ateş ile
birlikte İntercontinental oteli tarafından da silahlar ateşlenmeye başladı.
Buradaki ateşlenen kurşunların hedefinde ise DİSK yöneticilerinin bulunduğu
platform vardı. Ateş devam ederken sendika yöneticileri başkan Kemal Türkler'i aşağı
indirerek olası bir kurşun isabetinden kurtarmıştı. Bu sırada meydandaki
kalabalık ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Çünkü kimse olanlara bir anlam
veremiyordu. Tam bu kargaşa içerisinde meydana nereden çıktığı tam
anlaşılamayan beyaz renkli bir otomobil girdi ve insanların arasına daldı.
Bunlar yetmezmiş gibi sahneye birde panzerler çıkmıştı ve bu panzerler
kalabalığın paniğini arttıracak şekilde su sıkmaya başlamışlardı. Bir diğer
yandan hem sis bombası hem de ses bombalarını atıyorlardı. Taksim artık
tanınmayacak bir duruma gelmişti. Panzerlerin altında insanlar kaçamadıkları
için eziliyordu. Taksimin hemen hemen her yanından gelen ateş oradaki topluluğu
Kazancı Yokuşuna yönlendiriyor gibi duruyordu. Aslında başka kaçacak yerde
yoktu. Dolayısıyla topluluk can havliyle kurtuluşu bulacakları Kazancı Yokuşuna
doğru birbirlerini ezerek akmaya başladı. Bu kalabalık aynı anda yine
beklenmeyen bir durumla karşılaştı. Kazancı Yokuşu zaten dar bir sokaktı; birde
yokuşun ortalarına doğru yolu kapatacak şekilde bir kamyonet konulmuştu. Kalabalığın
burada yapabileceği hiçbir şey yoktu. Çünkü can havliyle kaçan insanlar arkadan
halen gelmekteydi ve önce olanlar sıkışmaya başlamıştı. Bu yüzden kanlı 1 Mayıs'da
çoğu ölüm kazancı yokuşunda sıkışan insanlardan dolayı gerçekleşmişti. Bu
korkunç olay aslında 15-20 dakikayı aşmamıştı. Seslerin kesilerek herkes dağıldıktan
sonra koskoca taksim alanı bir savaş alanı gibiydi. Bayraklar, slogan dolu
pankartlar ve insanların bırakıp kaçtığı eşyalar etrafa dağılmış, alan ölüm
sessizliğine bürünmüştü. Geriye ise 34 ölü ve yüzlerce yaralı kalmıştı.
Ölenlerin cesetleri bir araya toplandı, kimlikleri belirlendi ve sessizce
morglara gönderildi. Böylelikle kanlı 1 Mayıs sona ermiş ve perde inmiş ışıklar
sönmüştü.
Ülke ise 1 Mayısta yaşanan olaylardan dolayı dehşete
düşmüştü. Ülkeyi aylardır terör kasıp kavuruyordu; ama kimse böyle bir katliamı
beklemiyordu. Olaylarda parmağı olduğu düşünülen 470 kişi gözaltına alındı.
Olayın soruşturmasını yapan savcılar ilk duruşmada soruşturmanın
genişletilmesini, esas faillerin bulunmasını ve bazı kamu görevlilerinin açıkça
suçlu olduklarını iddia etmeleri üzerine, savcılar görevden alınarak yerlerine
yeni savcılar görevlendirildi. Buradan anlaşıldığı üzere davanın bu şekilde
yürütülmesini İstanbul Başsavcılığı istemiyordu. Kısa bir süre sonra ise bu
tutuklananların çoğunun olaylarla ilgisinin olmadığı anlaşıldı ve serbest
bırakıldılar. Geri kalanların mahkemesi ise 12 yıl sürdü ve yüzlerce dosya
hazırlandı. Yeni davalar açıldı. Araya yine yıllar girdi ve davalar zaman
aşımına uğradı. Sonunda hiçbir sanık ceza almadan dosya kapandı. Ancak 1 Mayıs olaylarının
vicdanlarda açtığı yara hiçbir zaman kapanmadı ve hiçbir zamanda
kapanmayacaktı. Kanlı 1 Mayıs olayları ile ilgili soru işaretleri ise günümüze
kadar yanıtsız kalmaya devam etti. Kimilerine göre ise olayın yanıtları çok
açık şekilde ortadaydı. Buna göre;
''Bir
toplumsal olayın içerisine bir takım provokatörlerin girmesi ve bunların olayı provoke
etmeleriyle birlikte bu olayı sabote etmeleri sonucu bu olay karşısında da
polisin aciz kalması... Maalesef yaşanan bu 1 Mayıs olayı Türkiye'nin gelmiş
geçmiş en büyük provokasyonlarından birisidir.''
olarak nitelendiriyorlardı.
Olaylar sırasında kolluk kuvveti görevini üstlenen polis
teşkilatının resmi açıklaması ise ''halkın paniğe kapıldığı''
şeklindeydi. Oysa dönemin Polis Müdürlerinden Recep Ordulu'ya göre paniğe
kapılan sadece halk değildi. Kolluk kuvvetlerinin de
''Kolluk
kuvvetleri arasında kimin ne yaptığı belli değildi. Panzerleri kontrol eden
müdür tarafından panzerlerin meydana girmesi için emir verildi. Panzerlerin ise
tek yaptığı şey paniği arttırıp ölü sayısını arttırmaktan başka bir şey
değildi.''
Bir başka görüşe göre 1 Mayıs olaylarının
arkasında Amerika vardı. Amerikan yönetimi Türkiye’yi karıştırarak bir askeri
darbeye doğru ülkeyi sürüklemek istiyordu. Ancak bu iddiaların gerçekliği de
hiçbir zaman kanıtlanamadı.
Yukarıda bahsi geçen kanlı 1 Mayıs ile ilgili daha önce yayınladığım 1 Mayıs 1977 ''Kanlı 1 Mayıs'' yazısında daha fazla teferruatlı anlatıma ulaşabilirsiniz.
Yukarıda bahsi geçen kanlı 1 Mayıs ile ilgili daha önce yayınladığım 1 Mayıs 1977 ''Kanlı 1 Mayıs'' yazısında daha fazla teferruatlı anlatıma ulaşabilirsiniz.
***5
HAZİRAN GENEL SEÇİMLERİ***
Olaylar en çok CHP’yi sarsmıştı. Çünkü seçimlere kısa bir
süre kala karşılaşılan bu olayın anlamını çözmek için özel komisyonlar
oluşturuldu. Ancak bu komisyonlarda herhangi bir sonuç alamadı. Ancak CHP
lideri yapılan açıklamalar ve komisyonların yaptığı çalışmaların sonuçsuz kalmasından
tatmin olmamıştı. Bu işin peşini de bırakmaya niyetli değildi. Bunun için Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk'ün yanına çıktı. Ecevit'e
göre kanlı 1 Mayıs olaylarının arkasında kontrgerilla yani Özel Harp Dairesi olabilirdi.
Ecevit cumhurbaşkanına bu şüphelerini hem anlattı hem de yazılı bir metin
verdi. Bu görüşmeden sonra Ecevit, İzmir mitinginde de bu konuyu ilk defa halka
açıkladı. Başbakan Süleyman Demirel ise CHP liderinin bu yaklaşımını hayal
mahsulü görüyor ve şiddetle reddediyordu. Demirel'e göre yapılan tüm
tahkikatlara rağmen devlet veya ordunun içerisinde böyle bir örgütün olmadığı
aşikardı. Demirel, ordunun bir özel harp dairesi olduğunu kabul ediyordu. Ancak
bu birimin kesinlikle Kontrgerilla gibi
bir yapılanma barındıramayacağını iddia ediyordu. Kısaca Demirel,
kontrgerilla isimli yapılanmanın hayalden ibaret olduğunu söylüyordu. Ancak Ecevit'in
kendine göre haklı nedenleri yok değildi. 1977 yılının Nisan ve Mayıs ayları
boyunca Ecevit yaşamının en zor ve tehlikeli günlerini geçirmişti. Çünkü miting
için gittiği şehirlerde tam 3 kez ölümle burun buruna gelmişti. Ecevit'e karşı
ilk saldırı Niksar'da gerçekleştirilmişti. Ecevit miting için gittiği Niksar'a
gece yarısı varmıştı. Ancak yolda konvoyda bulunan araçlara ateş açılmış ve
araçların camları kırılmıştı. Gece otele vardıklarında sabaha kadar herkes
istim üstünde uyumuş ve ertesi gün meydanda yapacağı konuşmaya gittiğinde
tehdit havasının büyük olmasından ötürü meydan neredeyse boştu. Ecevit ise
konuşmasını resmen boş meydana yapmıştı. Ecevit'e karşı gerçekleştirilen
ikinci saldırı ise Şirhan'da gerçekleşmişti. Bu kez meydan kalabalıktı, ama
kalabalığın arasında kahverengi çarşaflı bir sürü kadın bulunmaktaydı. Bu
kadınlar Ecevit konuşmaya başladıktan hemen sonra Ecevit'e taş atmaya başladı.
Ecevit ise konuşmasını tamamlayamadan otobüsle şehri terk etti. Bu olayın hemen
ertesi günü Erzincan'a gitti. Son saldırı ise 21 Mayıs günü İzmir Çiğli
Havaalanında yaşandı ve tam anlamıyla Bülent Ecevit'e karşı düzenlenmiş bir
silahlı saldırıydı. Özel bir silahla atılabilen bir kurşun Mehmet İsvan'ın araya
girmesiyle Bülent Ecevit'e isabet etmesi engellenmişti. Bu olaydan 1 hafta dahi
geçmeden yeni bir suikast girişimi bu defa başbakan Süleyman Demirel'in ihbar
mektubu ile ortaya çıktı. Demirel, Ecevit'in taksim meydanında düzenleyeceği
miting sırasında Sheraton Otelinden uzun namlulu silahla saldırıya uğrayacağını
bildirmişti. CHP lideri Bülent Ecevit ise radyoya çıkarak bir çağrıda bulundu.
Bu çağrıda;
''Hiç
bir İstanbulludan düzenlenecek miting için Taksim’e gelmelerini bekleme hakkını
kendimde görmüyorum. Ama ben ve eşim Taksim’de otobüsün üzerinde olacağız.'' dedi.
Miting günü polis bu kez olağanüstü bir güvenlik önlemi
almıştı. Her çatıda ve balkonda bir görevli bulunuyordu. Polis ise miting
alanına giren her bir kişiyi üst aramasından geçiriyordu. Ecevit İstanbullulara
''gelmeyin'' demişti; ama İstanbullular
taksimi yüzbinlerce kişiyle doldurmuştu. CHP’nin seçim öncesindeki en kalabalık
mitingi taksim meydanında gerçekleştiriliyordu.
1 Mayısı kim planlamış olursa olsun bir bakıma amacına
varmıştı. Zira sol bu olayla birlikte daha da bölünmeye başlamıştı. Bunun
sonucu olarak da kendi aralarında ki çatışmalarda artmaya başladı. Asıl
önemlisi ardı ardına gelen suikast girişimleri ve terör halkı korkuttu.
Dolayısıyla sol örgütler dalga dalga geri çekilmeye başladı. CHP’nin bir süre
önce su geçirmez sanılan şemsiyesi seçim arifesinde deliniverdi. Bunca olay ve
kavga içerisinde de 5 Haziran genel seçimlerine gidildi. Ancak sokaktaki insan
bıkmış, yorulmuş ve günlük hayatın ağırlığını içinde ezilmişti.
Seçim kampanyası yine Karaoğlan heyecanı ile açılmıştı.
Ecevit yine güvercinlerini uçurdu, alanlara yine kalabalıkları topladı. Demirel
ise çiftçilere nurlu ufuklar vaat etmeye devam etti. Erbakan, tüm partileri her
zamanki gibi batı taklitçiliği ile suçlamaya devam etti. Türkeş, Sol’a karşı
verdikleri mücadelede ölen taraftarlarıyla oy toplamaya çalıştı. Ancak
sandıklar kapanıp seçim sonuçları açıklanınca kimse umduğunu bulamadı. CHP bir
önceki seçimlere göre oy oranını arttırmış ve milletvekili sayısını 213'e
çıkartmış, ama yine de tek başına iktidar için gerekli milletvekili sayısına
ulaşamamıştı. Yani CHP’liler tam olarak umduklarını bulamamıştı. Adalet partisi
ise 190 milletvekili çıkartmış, ama önceki seçimlere göre oy oranı ve
milletvekili sayısında azalma olmuştu. Erbakan ise partisinin amblemindeki gibi
bu seçimlerden anahtar parti olarak çıkmıştı. MSP’nin milletvekili sayısı ise
16'dan 25'e yükseltmişti. En büyük sürprizi ise MHP yapmıştı. Önceki seçimde 3
milletvekili kazanan parti, bu seçimde 16 milletvekili çıkartmıştı. Türkeş bu
yükselişi 3 Hilal’in kalesi haline gelen orta Anadolu kentlerinden sağlamıştı.
Bu arada siyaset tarihi 3 Haziran seçimlerinde kimi liderleri sahneden
silmişti. Ferruh Bozbeyli'nin başında bulunduğu Demokrat Parti ile Turan
Fevzioğlu'nun başında bulunduğu Güven Partisi bu seçimlerde hiçbir varlık
gösteremeden tarihin tozlu sayfalarına katıldılar.
Amma ve lakin seçim sonucunda çok güçlenmiş ama meclis
aritmetiğine göre CHP tek başına hükümet kuracak çoğunluğa sahip değildi.
Kısaca seçim sonuçları meclisi kilitlemişti. Cumhurbaşkanı 14 Haziran 1977’de hükümeti kurmakla önce Ecevit'i görevlendirdi.
Ancak CHP liderinin çalacak ve görüşebileceği bir siyasi parti kapısı yoktu.
Çünkü önceki dönemde MSP ile bozuşup koalisyonu bozmuş, MHP ile ideolojik
olarak bir araya gelemez ve Adalet Partisinin isteksiz olduğunu biliyordu.
Dolayısıyla geriye tek bir seçenek kalıyordu. Ecevit azınlık hükümeti
kuracaktı. Ecevit, 21 Haziran 1977
günü azınlık hükümetini kurdu. Ancak Ecevit o formülü de hayata geçirmeyi
başaramadı. Hükümet 3 Temmuz 1977 günü yapılan güven oylamasında yeterli oyu
alamadığı için Ecevit istifa etti. Ecevit hükümeti kuramayınca sıra seçimlerden
2. Parti çıkan Adalet Partisine geldi. Demirel, hemen eski ortaklarına döndü ve
''2. Milliyetçi Cephe Hükümetini’’ 22
Temmuz 1977 günü kurdu. Ülkede yaşanan bütün gerilim ve kavga ortamına,
yükselen tansiyona rağmen ortaklar isimlerinden vazgeçmemişti. Yine kendilerine
''cephe''
adını vermişlerdi. Demirel koalisyonu ''hükümeti
kurdurmayan, hükümeti kursun'' düsturuyla kurmuştu. Ancak hükümeti
kuran koalisyon ortaklarının karşısında ciddi sıkıntılar bulunmaktaydı. Çünkü Kıbrıs
ambargosu devam ediyor, petrol fiyatları halen yükselmeye devam ediyor ve
ambargodan dolayı borç alınamadığı gibi altın dahi rehin verilemiyordu. Türkiye’nin
gerçekleştirdiği bütün ihracat ise petrol ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. Bundan
dolayı da ne döviz bulunabiliyor nede temel ihtiyaç maddeleri bulunabiliyordu.
Kısaca herşey karaborsaya düşmüştü. Bu dönemde Türkiye’nin kronik hastalığı
olacak enflasyon aylık olarak %12, yıllık olarak %140 seviyelerine çıkmış ve
bunun sonucu olarak da üretim manasında hammadde dar boğazı doğmaya başlamıştı
***2.
MİLLİYETÇİ CEPHE HÜKÜMETİNİN DÜŞMESİ ve KARA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞINDAKİ ATAMA
KRİZİ***
Bu şartlar altında 11 Aralık 1977 günü yapılan yapılan
yerel seçimlerde CHP %41,7 oy alarak 41 il merkezinin belediye başkanlığını
kazandı. Milliyetçi Cephe hükümetinin büyük ortağı AP ise %37,1 oy oranı ile 15
il merkezinin belediye başkanlığını kazandı. Seçim sonuçlarının ardından
Türkiye’de bir ilk yaşanacaktı. Bu ilk yaşanan olay İstanbul’un gözden uzak bir
otel köşesinde yaşanacaktı. Bu Otel’de yaşanan görüşmelerde Türk siyasi
hayatının ahlaki ve etik yönünden en tartışmalı transferi söz konusuydu. Ecevit,
Milli Cephe Hükümetini düşürmek ve iktidara gelmek için Adalet Partisini içinden
vurmaya hazırlanıyordu. Çünkü Ecevit’in iktidara gelebilmesi için 13 oya daha
ihtiyacı vardı. İstanbul Güneş Motel’de Adalet Partisinden 11 milletvekiliyle
pazarlıklar bu yüzden başlatılmıştı. Görüşmeler neticesinde Ecevit Adalet
Partisinden 13 milletvekilini partisine transfer etmişti. Bu transferi
değerlendiren Demirel şunları kaydetmiştir;
''1 Oya
1 bakanlık sandalyesi verilmiş ve bu iş kimin ehil olduğu düşünülmeden
yapılmıştır. Bu çok yanlış bir davranış ve hamledir. Bu 13 kişi içerisindeki
kişilerden bazıları bana çok yakın kimselerdi. Ancak bakanlık cazibesine
kapılan bu kişiler Ecevit'i seçtiler.''
Ecevit ise bu 13 kişinin partilerinden ayrılmak
istedikleri duyumunu almaları üzerine irtibata geçtiklerini belirtmiş ve bu
ayrılmak isteyenlerin kendilerinden hiçbir şekilde bakanlık isteğinin
olmadığını da beyan etmişti. Ecevit partiye yeni katılan
13 adalet partilinin hükümeti daha çok benimsemeleri için çoğuna bakanlık
verdiğini ifade etmişti. Sonuç olarak Ecevit 5 Ocak 1978 tarihinde iktidar
koltuğunu geçti. Böylece Ecevit’in partisine yılbaşı armağanı iktidar koltuğu
olmuştu. Ecevit hükümet kurulduktan sonra meclis kürsüsüne çıkarak;
‘’sayın başkan ve millet meclisinin sayın üyeleri,
hükümetimize verdiğiniz güvenoyları için yüce meclise şükranlarımı sunarım.’’
Şeklinde seslenmiştir.
Ecevit, ekonomi ve devlet yapısında çetin bir dönemden
geçileceğini sonraki günlerde defalarca belirtmişti. Ancak askeri kanatta da
ayrı bir hareketlilik sürmekteydi. 1977 yılı kuvvet komutanlıkları içinde de
hareketli bir yıl olmuştu. Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun'un 1 Haziran
1977'de, kanlı 1 Mayıs olaylarından sonra darbe girişiminde bulunacağı
iddiasıyla başbakan Süleyman Demirel tarafından 200 asker ile birlikte resen
emekliye sevk edilmişti. Gelecekteki genelkurmay başkanı olmasına kesin gözüyle
bakılan Ersun’un emekliye ayrılması Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki dengelerin
ve kıdem geleneğinin bir anda altüst olmasına neden oldu. Bu karışık dönem
nedeniyle Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın görev süresi bir yıl uzatılırken.
Bu arada Kara Kuvvetleri Komutanlığına yani bir yıl sonra genelkurmay başkanı
olacak isim konusunda bir anlaşmazlık baş gösterdi. Ortada kıdem sırasına göre
3 aday bulunmaktaydı. Adaylar ise 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz, 2. Ordu Komutanı
Şükrü Olcay ve 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener İdi. Başbakan Demirel, ilerde
ileride siyasette kader birliği yapacağı komutanı yani 3. Ordu Komutanı Ali
Fethi Esener’in Kara Kuvvetleri’nin yeni komutanı olmasını istiyordu. Bu
tercih birden büyük bir tepki yarattı. En önemli itirazda eski bir asker olan
cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'den geldi. Fahri Korutürk'e göre ordu içindeki
teamülün bozulmaması gerektiğini belirterek Kara Kuvvetleri Komutanının 1. Ordu
Komutanı Adnan Ersöz olması gerektiğini belirtti. Demirel ise istifa
tehdidinde bulunarak isteğinde ısrar etti. Cumhurbaşkanı Korutürk ise bu isteğe
direnerek kararnameyi iki kez geri çevirdi. Ancak ne Demirel ne de Korutürk geri adım atmayınca üç komutanın görev
süreleri 30 Ağustos 1977 akşamı saat 17.00’da doldu ve emekliye ayrıldı.
Böylece geriye o sırada hiç sözü edilmeyen ve dördüncü sırada bulunan en
kıdemli olan Orgeneral Kenan Evren, beklenmedik biçimde 5 Eylül 1977 tarihinde Kara
Kuvvetleri Komutanı oldu. İşte emekliliğini bekleyen ve emekli olduktan
sonra nerede yaşayacağının hesabını yapan Kenan Evren birden bire kurtlar
sofrasındaki yerini bu şekilde almış oldu. Bu sofrada ise Türkiye’nin en kanlı
oyunları oynanacak ve gizli eller Türkiye’yi kanlı bir iç savaşa
sürükleyecekti.
***KENAN
EVREN’İN GENELKURMAY BAŞKANI OLMASI VE BOMBALAMA OLAYLARI***
Muhalefet lideri Ecevit Güneş Motel operasyonu ile Adalet
Partisinden milletvekillerini bakanlık vaadiyle koparınca 2. Milliyetçi cephe
hükümeti düşmüştü. Ecevit ise 3,5 yıl sonra yine iktidar koltuğuna kavuşmuştu.
Ecevit'in hükümeti kurar kurmaz yaptığı ilk açıklama ise bundan sonraki dönemde
gelenekselleşecek olan ''enkaz devraldık''
sözüydü. Ancak sol fraksiyonlar bu kadar olumsuzluğa rağmen sevinçliydi.
Herkesin Ecevit’ten beklentisi anarşiyi durdurması, ekonomik sıkıntıların önünü
almasıydı. Demirel ise 11 milletvekilinin altından çekilip alınmasını bir türlü
hazmedememişti. Demirel yeni hükümetin kuruluş şeklini ahlak ve etik dışı
olduğunu göstermek için Ecevit’e ''başbakan''
olarak hitap etmek yerine ''hükümetin
başı'' şeklinde hitap etmeye başlamıştı. Demirel'in hükümete karşı ilk
hücumu ise kontrgerilla konusunda olacaktı. Madem Ecevit muhalefette olduğu
dönemde kontrgerilladan şikayet ediyordu, buyursun şimdi başbakan olduğuna göre
Kontrgerilla yapılanmasını ortaya çıkartıp kapatsındı. Demirel'in bu hamlesiyle
Ecevit köşeye sıkışmıştı. Çünkü Demirel’in yaptığı bu hamle Ecevit ile Genelkurmayı
karşı karşıya getirecekti. Ancak her kesim Ecevit’ten Kontrgerilla ile ilgili
yanıt bekliyordu. Ecevit ise Kontrgerilla ile ilgili tarihi açıklamasını ise
şubat ayının başında yaptı. Başbakan'a göre Kontrgerilla isimli bir örgüt yoktu.
Başbakan açıklamasında sadece bazı kışkırtıcı ajanlardan söz etmişti. Bu
açıklama ise sol çevrelerde büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratmıştı.
Karaoğlan ilk defa ortaya attığı kontrgerilla konusunda şimdi geri çark
etmişti. Ecevit ise kontrgerilla ismini kullanmamasını tüm devlet birimleri
tarafından böyle bir yapılanmanın olmadığı cevabını aldığı için verdiğini iddia
ediyordu.
1978 yılının mart ayında yeni bir Genelkurmay krizi
yaşanacağı ufukta görünmüştü. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın görev süresi
1 yıl daha uzatılabilirdi. Ancak Ecevit hükümetinin gönlünde Kara Kuvvetleri
Komutanı Kenan Evren yatıyordu. Çünkü CHP için Kenan Evren ideal ve demokrat
bir komutan portresi çiziyordu. Ecevit'in gözlemlerine göre Kenan Evren siyasetle
ilgilenmeyen bir komutandı. Siyasetçilerin aklında kalan tek kuşku ise
beklenti içerisindeki Semih Sancar'ın görev süresi uzatılmayınca askeri
birlikleri harekete geçirip geçirmeyeceği sorusuydu. Savunma Bakanı Hasan Esat
Işık tüm siyasetçilerin aklında olan bu soruyu direkt olarak Kara Kuvvetleri
Kenan Evren'e sorduğunda aldığı cevap ise;
''Hiç
merak etmeyin. Bu atama sorunundan dolayı silahlı kuvvetler hiçbir şey yapmaz. Böyle
bir emir verilirse dahi kimse buna riayet etmez. Daha önce Cumhurbaşkanlığı seçiminden
sonra Faruk Gürler Paşa'nın arkasından böyle bir girişim olmadıysa burada hiç
olmaz.'' şeklindeydi.
Bu garantinin verilmesiyle Genelkurmay Başkanlığındaki bu
nöbet değişimi bu kez sorunsuz gerçekleşecek gibi duruyordu ve beklendiği gibi
genelkurmaydaki bu nöbet değişimi sorunsuz olarak gerçekleşti. Böylelikle
1980'li yılların başaktörü olacak Kenan Evren Genelkurmay Başkanlığına geçmiş
oldu. Genelkurmay Başkanı olan Evren'in karşısında ise çok ciddi sorunlar
vardı. Ülke günden güne anarşiden dolayı iç savaşa doğru sürükleniyor ve
siyasiler bu olaylar için yeterince tedbir alamıyordu.
Evren'in de masasında olan terör meselesi aynı dönemde
ülkenin içine iyice işlemeye başlamıştı. Ankara Emek Postanesinden aynı gün
dört ayrı adrese birer paket yollanmıştı. Bu paketlerin içerisinde ise bombalar
bulunmaktaydı. Paketlerin açılması etrafa ölüm saçılmasına neden olacaktı. İlk
paketin adresi Malatya'nın Adalet Partili Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu'nun eviydi.
Halkın ''Hamido'' lakabını taktığı başkanın evinde patlayan bomba gelinini,
torununu ve Hamido'yu anında öldürdü. İşte bütün olaylar bundan sonra başladı. Provokasyon
çarkları hızla dönmeye başladı ve ‘’Hamido'yu
solcular öldürdü’’ söylentisi şehre yayıldı. Belediye hoparlöründen Kur’an
okunmaya başlandı. Camilerde ise ''din
elden gidiyor.'' şeklinde vaazlar verilmeye başlandı. Böylelikle halk
galeyana getirildi ve Malatya biranda karıştı. Camilerden çıkan halk alevi ve
solculara ait 500 dükkanı yağmalandı ve 15 ev yaktı. Halkı daha fazla galeyana
getirmek için şehrin içme suyuna zehir karıştırıldığı söylentileri çıkartıldı.
Hemen hemen aynı saatlerde diğer bombalı paketlerde
adreslerine ulaşmaya başlamıştı. Diğer paketlerden birisi solcu bir hedefe
yollanmıştı. Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde ki CHP milletvekili adayı Memiş
Özdal bu yollanan paketten kuşkulandı ve paketi geri yolladı. Geri yollanan
bomba ise postanede patladı ve her şeyden habersiz bir postane memuru öldü.
Diğer iki paket ise Adıyaman ve Adana’ya gönderilmişti. Ama paketlerde bomba
olduğu şans eseri önceden fark edilerek el konuldu. Türkiye bu tip bombalı terörle ilk defa tanışıyordu. Zira o güne
kadar böyle bir teknoloji hiç kullanılmamıştı. Ayrıca ne solda nede sağda
hiçbir örgüt böyle bir donanıma sahip değildi. İşin garip yanı bütün paketlerin
Ankara’daki bir postaneden ve farklı görüşlü insanlara yollanmış olmasıydı.
Daha da önemlisi bu bombalar Anadolu’daki büyük toplumsal çatışmanın fitilini
yakan bir başlangıç olacaktı. Devlet organları bu gelişmeleri ''elinizi uzatıp tutabileceğinizi
zannettiğiniz; fakat gücünüzün yetmediği ve tutamadığınız olaylar''
olarak nitelendiriyordu. Çünkü olayların failleri bulunamıyor veya nereden, ne
zaman çıktığı bilinemiyordu. Bu belirsizlik ise kolluk kuvvetlerinin elini
kolunu bağlayan bir unsurdu.
Bir başka önemli olay ise 16 Mart 1978 günü İstanbul
Beyazıt meydanında gerçekleşecekti. Öğlen saatlerinde sol görüşlü öğrenciler
her zaman olduğu gibi polis gözetiminde toplu şekilde okulu terk ediyordu. Ancak
o gün okulun güvenliğini sağlaması gereken polislerin azlığı çoğu kişinin
dikkatinden kaçmıştı. Normalde okulun önünde 30-40 kişilik bir polis grubu
görevli iken o gün 8-9 polis bu güvenliği sağlıyordu. Solcu gençler ise kuşkulu
şekilde Beyazıt meydanına yaklaştığı sırada orada görevli olan iki polisten
birisi ''bomba'' diye bağırdı. Bunu
duyan öğrenciler ise kendilerini yere attı. Bombanın büyük bir gürültüyle
patlamasıyla birlikte otomatik silah ateşi de başlamıştı. Bunun üzerine
öğrenciler arasında müthiş bir panik yaşanmaya başladı. Bombanın şarapnel
etkisiyle birçok kişi yaralanmıştı. Polisler ise bombayı atan şahsı fark etmiş
ve peşine düşmek için harekete geçecekleri sırada bir emir onları durdurdu. Bu
emri veren ise Komiser Muavini Reşat
Altay'dı. Emri veren Reşat Altay sonraki yıllarda o dönemin Ülkü
Ocakları 2. Başkanı Abdullah Çatlı ile bağlantısı olduğu belirlenen birkaç
polis yetkilisinden birisi olarak karşımıza çıkacaktı. Bu saldırının
bilançosu ise çok ağırdı. Saldırıda 7 öğrenci ölmüş ve 40 kişi yaralanmıştı.
Eylemi gerçekleştiren katil veya katiller ise ellerini kollarını sallayarak
kaçıp gitmişti. Olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra bombayı atan kişi
olan Zülküf İsot katliamı ailesine itiraf etmişti. Bu itiraftan kısa süre sonra
ise İsot öldürüldü. İsot'un katili ise kendisi gibi bir ülkücü olan latif Apti idi.
Latif Apti ise bu cinayet yüzünden 8 yıl hapis yattı. Bu olayla ilgili asıl
önemli açıklama ülkücü itirafçılardan birisi olan Ali Yurtasan tarafından
yapılmıştı. Yurtasan, öğrencilerin üzerine atılan bombayı Ülkü Ocakları 2.
Başkanı Abdullah Çatlı'nın sağladığını beyan etti. Çatlı ismi ise ilk defa
bu şekilde kamuoyu tarafından duyulmuştu. Çatlıya asıl ününü kazandıran ise
başka bir eylem olmuştur. Ankara Bahçelievler'de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7
öğrenci bir gece telle boğularak ve kurşunlanarak öldürüldü. Bu olayda sanık
sıfatıyla yakalananlar ise bu katliamı ''reis'in emri ile
gerçekleştirdiklerini...'' itiraf ettiler. Sanıkların bahsettiği reis
ise Abdullah Çatlı'dan başkası değildi.
16 Mart saldırısında ölenler ise o güne kadarki en görkemli
cenaze töreni ile uğurlandı. Artık kan oluk oluk akmaya başlamış ve anarşi
bireysel değil, gruplar halinde can almaya başlamıştı. Bahçelievler cinayetinin
hemen arkasından Balgat’taki gecekondu semtinde kahvehaneler taranmış, bu
saldırıda 5 kişi ölmüş ve 20 kişi yaralanmıştı. Bu eylemin 2 sanığı yine
ülkücü kanattandı. Bu sanıklardan Mustafa
Pehlivanoğlu 12 Eylül darbesi sonrası idam cezasına çarptırılarak asılmış, İsa Armağan ise ağırlaştırılmış müebbet
hapse mahkum edilmiş ve darbe sonrasında da hapis hayatına devam ediyordu. Bu
olaylarla birlikte terör yeni bir eylem türü geliştirmeye başlamıştı. Artık her
iki cephenin namlusunun ucunda ünlü isimlerde vardı. 1978 yılı içerisinde Milliyetçi
Hareket Partisi'nin İstanbul İl Başkanı Recep
Taşatlı iki oğluyla birlikte öldürüldü. Bu cinayeti Marksist Leninist Silahlı Propoganda Birliği (MLSPB) üstlendi. Bu
cinayetin ardından savcı Doğan Öz, Doç. Dr. Necdet Bulut, şair Ümit Kaftancıoğlu ve Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu öldürüldü.
Artık cinayetler insanların günlük yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olmuştu.
***SAĞ
VE SOL ÖRGÜTLENMELER ÜZERİNE!***
Bu terör olaylarıyla birlikte konuşulan diğer bir konuda
giderek artan geçim sıkıntısı ve yokluklardı. Ülke içerisinde döviz sıkıntısı
öylesine artmıştı ki halkın yurtdışına çıkış izni 2 yılda bir kereye kadar
indirilmişti. Elektrik kesintileri hayatın değişmez bir parçası olmuş, tasarruf
için televizyon yayınları gece 11'de kesilmeye başlamıştı. Mazot, kömür veya ampul
bulmak büyük bir sorundu. Bu olumsuzluklardan ötürü günlük yaşam giderek
zorlaşmaya başlamıştı. Ülkeye benzin veya sigara getirilmesi bile gazeteler
tarafından manşetten veriliyordu. Bu manzara karşısında Ecevit hükümeti de
çaresizdi. Çünkü ülke hem terörden dolayı ikiye ayrılıyor, hem de ekonomik
krizin önüne geçilemiyordu. Ülkede artık ne merkez sol nede merkez sağ
etkiliydi. Bu partiler yerine kontrol her iki tarafın radikal gruplarının
elindeydi. Buna en iyi örnek ise her iki tarafında hemen her meslekte kendi
örgütünün veya derneğinin olmasıydı.
Mesela solcu işçiler Devrimci
İşçi Sendikaları (DİSK) çatısı
altında toplanmış, buna karşılık sağcılar Milliyetçi
İşçi Sendikalarında (MİSK) çatısı altında örgütlenmişti. Yine solcu
öğretmenler ''TÖB-DER'' altında
toplanmış, sağcılar ''ÜLKÜ-BİR'' altında
toplanmıştı. Dahası öğrenciler bile ortaokul seviyesine kadar ayrışmıştı. Solcu
öğrenciler Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ)
çatısı altındayken, sağcı öğrencilerin toplandığı yer ise Ülkü Ocaklarıydı. Ancak en dramatik kamplaşma polis içerisinde
yaşanıyordu. Polis teşkilatı içerisinde kendisini Devrimci Demokrat olarak
adlandıran polisler 1975 yılında ''POL-DER''
çatısı altında toplandı. POL-DER polislerin demokratik, ekonomik taleplerini
dile getirecek ve sorunlarına çözüm arayacak bir örgüt kurulmuştu. Dolayısıyla
POL-DER halkın polisi olarak isimlendiriyorlardı. Sağcı polisler ise 1978
yılında ''POL-BİR'' çatısı altında örgütlendi.
İki tarafın iddiası kendi koşullarında ve kendi taraflarında korumak için
kurulmuştu. POL-DER kuruluşundan itibaren devlet destekliydi. Bazı polis
memurları MHP rozeti taşıyor ve Ülkü Ocakların yardım alan bir hareket ortaya
çıkartmıştı. Bu ayrım polis teşkilatı ile birlikte polis okullarında da had
safhaya ulaşmıştı. Bu örneklere avukatları, öğretmenleri, mühendisleri ve
ziraatçileri de kattığımızda herkesin bir safta olduğu görülebilmektedir.
Dolayısıyla bu kamplaşmada sokağın hakimi de ülkücü ve devrimci gruplar
oluyordu. Ülkücü grupların merkezi yukarıda zikrettiğimiz gibi Ülkü Ocaklarıydı.
Bu ocaklar siyasi açıdan Milliyetçi Hareket Partisine bağlıydı. Bu ayrışma
döneminde kurulan kimi yasadışı örgütlerde silahlı kadrolarını Ülkü
Ocaklarından temin ediyordu. Bu örgütlere, Türk
İntikam Tugayı (TİT), Esir Türkleri
Kurtarma Ordusu (ETKO) ve Türk Yıldırım Komandoları örnek olarak
gösterilebilir ve en çok adı duyulan oluşumlardı. Bu örgütler 12 Mart muhtırası
sonrası kurulmaya başlamış ve 1974 yılına kadar Anadolu ve İstanbul’un çeşitli
yerlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak özel kamp programları organize etmeye
başlamıştı. 1974 yılından itibaren artan siyasi kutuplaşmayla birlikte bu
örgütlerde karşıt görüşlü örgütlerle çatışmaya girmeye başlamış ve ülkede kan
akmaya başlamıştı. İlk olaylar üniversitelerde ortaya çıkmıştı. Bu olaylar
üniversiteleri aşarak mahallelere yayılmaya başladı ve bu Mahallelerde
kurtarılmış bölgeler ilan edilmeye başlandı. Bu kurtarılmış bölgelerde belli
düşüncelere sahip insanlar mahallelere sokulmamaya başladığı için de karşıt
görüşlülerde bu mahalleleri ele geçirmek için saldırıya geçti. Sonuç olarak bu
çatışmalardan dolayı ülkücü kesim ve solcular arasında daha çok kan akmaya
başladı.
Bu sağ örgütlerin içerisinde bir başka oluşum ise ''Akıncılar'' olarak isimlendiren
gruplardı. Bu gruplar şeriatı hedefliyor ve siyasi yönden Milli Selamet
Partisine yakınlık duyuyordu. Bu grupların arasında Türkiye Şeriatçı Kurtuluş Ordusu (TİSKO) öne çıkan örgüttü. Ancak
akıncılar grubu kendilerini sağcı ve solcular arasında yaşanan büyük
çatışmaların dışında tutmayı başarmıştı.
Soldaki örgütlenme ise hem çok daha karışık, hem de çok daha
yaygındı. Sol gruplar son derece farklı kaynaklardan besleniyordu. Bu gruplar
dünyadaki Sosyalist ülkelerin farklı görüşlerini benimseyerek kendi içlerinde
de bölünmüşlerdi. Örneğin Sovyet yanlıları, Türkiye Komünist Partisi (TKP), Türkiye İşçi Partisi (TİP), Türkiye
Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) ve Emeğin
Birliği (TKEP) örgütlerinden oluşuyordu. Çin yanlıları, Türkiye İşçi Köylü Partisinde (TİKP) toplanmıştı. Arnavut ve Yugoslav
yanlıları, Halkın Kurtuluşu (THKO), Halkın
Yolu (THKP-C/ML), Devrimci Proletarya ve TİKKO örgütlerinden oluşuyordu. Peki, bu gruplar neden bu kadar
bölünmüştü? Örneğin Sovyetler Birliği ile birleşmeyi veya ittifak kurmayı
savunan bir fikirle karşılaşan Arnavut yanlıları bu birleşmenin
gerçekleşemeyeceğini; Çünkü Sovyetler Birliğinin devrim karşısında konumlanan
ve devrimleri bastırıp ezmeye çalışan; bundan dolayı da emperyalistleşmiş bir
ülke olmasından ötürü Sovyetlere karşı da mücadele edilmesini savunabiliyordu. Yukarıdaki
sorunun cevabı ise daha önce yığınsal şekilde Türkiye İşçi Partisi (TİP) içerisinde bulunan Milli Demokratik Devrim taraftarı
solcular Kızıldere’de öldürülen devrimcilerin tavrını bir silahlanma çağrısı
olarak algılayarak ve Türkiye İşçi Partisinden kopuşlar başladı. Bu ayrılıştan
sonra gençler Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi Cephesi (THKP/C) geleneğini sürdürme kanaatindeydi. Türkiye Halk
Kurtuluş Partisi Cephesi taraftarları bir diğer grupta Sovyet yanlısı oldukları
söylenen Türkiye Komünist Partisi (TKP) bir yanda anti sovyetçiler diğer yanda
gruplaşmaya başladı. Özellikle Mahir
Çayan taraftarları Devrimci Yol, Kurtuluş, Acilciler, Dev-Sol, Marksist
Leninist Silahlı Propoganda Birliği gibi fraksiyonlarda boy göstermeye
başladılar.
Yukarıda zikrettiğimiz grupların arasında asıl güçlü olan
sol örgüt ise bahsettiğimiz grupların ''orta yol'' olarak adlandırdığı DEV-GENÇ ve DEV-YOL örgütleriydi. DEV-GENÇ ve DEV-YOL'un çıkarttığı dergiler
büyük tirajlarda satılıyor ve ülkede ki milyonlarca insana hitap ediyordu.
Dergi tirajları yönünden bakıldığında ülkenin o günkü nüfusu ile
kıyaslandığında bu örgütlerin topluma etkisi diğerlerine göre fazla
gözükmektedir. Yine bu sol örgütler arasında Kurtuluş, Halkın Devrimci Öncüleri, Marksist-Leninist Silahlı
Propaganda Birliği ve Partizan Yolu
adları silahlı çatışmalarda en çok duyulan örgütlerdi.
1974 sonrası Türkiye Sol’u aslında kendi geçmişinde
gerçekleşen idam cezalarının ve katliamların izlerini taşıyarak izlerini
taşıyarak gelişmişti. Bu dönemde sol örgütlerin temel mantalitesi ‘’nerede solcu varsa devrimci odur.’’
Düşüncesi ve hayata bakış açısı vardı. Dolayısıyla sol örgütler içerisinde
merkezi bir yapısı olan ve tanımlanmış görevleri olan siyasal hareket halinde
hareket etmiyorlardı. Bu nedenle 70’li yıllarda örgütlenme manasında Sol’un iki
zaafı bulunuyordu. Bunlardan ilki aynı görüşü savunup bölünmeler bir hayli
fazlaydı. Bu bölünme sonucu olarak da örgütlerin ikinci zaafı ortaya çıkıyordu.
Bu zaaf ise sol örgütler içerisinde yaşanan şiddet olaylarıydı.
Bu kadar fazla örgütün neden doğduğu ve şiddetin neden
kaynaklandığını ise dönemin İstanbul DEV-GENÇ Başkanı olan Bülent Uluer çok güzel özetlemektedir.
''Sovyet,
Çin veya Arnavutluk kutuplaşmasının getirdiği bir nesnellik sol örgütler
içerisinde zaten vardı. Ancak hem Çin’i savunup kendi arasında bölünen çoktu.
Hem Arnavutluk’u savunup kendi arasında bölünen de çoktu. Dolayısıyla
aramızdaki ayrılıklar aslında sınıfsal değildi. Örneğin şöyle bir cümle vardır;
''Her ayrılık sınıfsal bir temele dayanır.''
Ancak hayatımızda 60 sınıf yoktur ki; ama o dönemde Türkiye’de 60 örgüt vardı. Bence
bu cümle bu yüzden kesinlikle doğru değil. Bundan dolayı aynı miras üzerinden
kavga edilmeye başlandığı anda cinayetin olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı da
o dönemde sol örgütler arasında da cinayetler başladı.''
Bu bölünmeden azda olsa payını alan bir diğer kurum ise Türk
Silahlı Kuvvetleriydi. Görüş ayrılıklarından dolayı harp okulunda veya piyade
okullarında münferit olaylar olmaya başlamıştı. İşte bu bozulma komutanları
alarma geçirdi. Ancak komutanları asıl kaygılandıran Güneydoğu Anadolu bölgesine
yaptıkları bir gezide gördükleri ve duydukları olaylardı. Bu dönemde anarşi ile
birlikte Kürtçülük hareketleri de
çoğalmaya başlamıştı. Bu harekete ise Apocular önderlik etmekteydi. O
zamanlar bu oluşum PKK ismini
almamış, hareketin önderi olan kişinin ismi olan Abdullah Öcalan'ın isminin kısaltması olan Apocuları kullanıyorlardı.
Apocular bölgede devlete karşı o kadar çok kurtarılmış bölge oluşturmuştu ki
bölgede bir Kürt devleti ilan edecek duruma gelmişler, hatta Diyarbakır'ı başkentleri
olarak belirlemişlerdi. İşte bu durum 1978 yılının haziran ayında
gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulunda masaya yatırıldı. Genelkurmay Başkanı
Kenan Evren gözlemlenen olaylar ile ilgili hazırlanan raporları masaya koydu ve
''hemen
önlem alınması gerektiğini'' söyledi. Toplantıdan sonra ise ordu
ise Güneydoğuda ilk defa bölücülük tehlikesine karşı özel bir tatbikat yaptı.
Tatbikat sonrası ise Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ilk defa basın yayın organlarına
beyanatta bulunarak;
''Cumhuriyetin
yozlaşmasına ve ülkenin parçalanmasına silahlı kuvvetler izin vermez. Bundan
ötürü olayların önü alınmaz ise bu işin böyle gitmeyeceği bilinmelidir...'' dedi.
Bu noktadan bakıldığında 1970’li yıllarda Türkiye’nin
siyasi kültürünün ne kadar yavan olduğu yukarıda yaşanan bölünme, şiddet ve
uzlaşmazlıkla görülebilmektedir. Türkiye bu dönemde toplumsal olarak
kutuplaşmaya, çatışmaya, slogana ve lider karizmasına çok yatkındı. Günümüzde
veya daha yakın tarihte konuştuğumuz piyasa ekonomisi, özelleştirme ve dış
piyasaya açılma gibi kavramlar 70’li yılların Türkiye’sinde bilinmiyordu. Veya
bugün konuştuğumuz muhafazakarlık kavramı o günlerde diğer tartışmaların
arasına dahi giremiyordu. Bu yüzden anlatılanları günümüz gözüyle değil o günün
koşullarını empati ederek değerlendirmek daha elzemdir.
***MARAŞ
OLAYLARI VE SIKIYÖNETİM İLANI***
Artık askerler konuşmaya başlamışlar ve rahatsızlıklarını
her yerde açıkça dile getiriyorlardı. Aslında ordu gerekli uyarıları yapıyordu.
Ama ordunun gerekli müdahaleler için yetkisi yoktu. Bu yüzden TSK aynı yıl Gaziantep,
Malatya ve Sivas’ta yaşanan olaylara etkin şekilde müdahale edememişti. Aslında
silahlı kuvvetler ısrarla ''sıkıyönetim''
kararının alınmasını istiyordu. İşte tam bu sırada öyle bir yaşandı ki yetki
kendi sahibini buluverdi.
Bu olay ise Kahramanmaraş şehrinde yaşandı. Aslında Kahramanmaraş’ta
yaşananlar 12 Eylül’e giden yoldaki en önemli kilometre taşıdır. Ayrıca din ile oynamanın ne gibi
sonuçlar doğurabileceğinin en tipik örneklerinden, hatta en önemli
örneklerinden birisini teşkil etmiştir. Aslında şehirde ki gerilim 1978
yılının ilk günlerinden itibaren tırmanmaya başlamıştı. Şehirde hem sağcılar hem
de solcular birbirine karşı mücadeleyi doruk noktasına çıkartmaya başlamıştı.
İlk önce bir evde bomba ve silahlar bulundu. Bunun ardından şehirde Türk Yıldırım Komandoları isminde sağ
bir örgütün varlığı ortaya çıkartıldı. Bunun hemen ertesinde ise şehirde
yaşayan solcu ve alevi vatandaşların gittiği bir kahvehane tarandı ve bir alevi
dedesi öldü. İşte etnik düşmanlığın tohumları ilk kez bu saldırılarla atılmaya
başlandı. Çünkü Maraş bu tohumların yeşermesi için en uygun şehirlerden
birisiydi. Kahramanmaraş MHP lideri Türkeş'in çizdiği ''verimli hilal stratejisinin'' en güneydeki ucuydu.
Türkeş'in benimsediği verimli hilal Orta Anadolu’yu ülkücü örgütlenmenin ana
cephesi haline getirmeyi hedefliyordu. Bu bağlamda, verimli hilal stratejisi
kapsamında Tokat, Amasya, Sivas, Kırşehir, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Adana’nın
kuzey kesimleri ve Kahramanmaraş tamamen ülkücülerin egemenliğinde olmalıydı.
Bundan ötürü de Maraş’ta ülkücü hareketin bir kalesi olarak görülüyordu.
Ancak Ecevit’in iktidara gelmesi bu kalede gedikler açmaya başlamıştı. Çünkü Ecevit’in
iktidarı ile birlikte en önce alevi kökenli CHP’liler olmak üzere, o güne kadar
ülkücü ve Adalet Partililerin oturduğu koltukları kapmaya başladı. Aynı zamanda
CHP’nin doğal müttefiki olan DİSK ve TÖB-DER'de şehirde hızla boy göstermeye
başladı. DİSK, fabrikalarda, TÖB-DER ise okullarda örgütlenmeye başladı.
Şehirde yıllardır sesini çıkartamayan solun birde özgüveni arttı. Ülkücüler ise
ayağının altında ki zeminin giderek kaydığını fark ederek bu durumun böyle
devam edemeyeceğine kanaat getirmişti. Böylelikle her iki taraf arasında
gerginlik giderek artmaya başlamıştı. Bu gerilimin doruk noktası ise Çiçek
Sinemasında gösterimi olan ve ülkücülerin çok rağbet ettiği ''Güneş Ne Zaman Doğacak'' filminin ilk
yarısına verilen ara sırasında patlatılan ses bombası ile zirve yapmış oldu. Bu
bombanın patlatılmasından 4 gün sonra ise sol görüşlü 2 öğretmen akşam
okullarından dönerken vurularak öldürüldü. İşte bu olaylarla tarihimizin kara
bir sayfasını oluşturan Maraş Olayları / Maraş Katliamı başladı. Maraş olaylar
sırasında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine sahne oluyordu. Olaylar
sırasında karnı deşilen hamile kadınlar, ağaçlara asılan gençler, diri diri
yakılanlar ve kafası baltayla kesilenler olmuştu. Bu olayları yaşayan ve
görenlerin hayatları boyunca unutamayacakları sahneler yaşandı. Katliam ise 3
gün, gece gündüz sürdü. Ne gariptir ki 3 gün boyunca Maraş'da devlet yoktu.
Sadece terör, vahşet ve kan vardı. Olaylar dalga dalga şehirle birlikte çevre
köylere yayılırken ne asker nede polis hiç kimse saldıran tarafa müdahale etmemiş
ve vahşeti izlemekle yetinmişti. 26 Aralık günü ise ortaya çıkan manzara
korkunçtu. Çoğunluğu alevi olmak üzere, toplam 120 kişi ölmüş ve 1000'e
yakın insan yaralanmıştı. Bununla birlikte yüzlerce ev ve işyeri de
kullanılamaz hale gelmişti. Maraş olayları
dini istismarın bir ibret belgesi olarak tarihteki yerini aldı. Asıl
önemlisi Maraş'da yaşanan olaylar ülkede yaşanan iç savaşın doruk noktası
olarak da addedilebilir. Ecevit, bu olayların kendilerini sıkıyönetime mecbur
bırakmak için çıkarıldığını iddia ederken; Genelkurmay Başkanı Kenan Evren,
sıkıyönetim olmamasından dolayı müdahale edilemediğini ve olaylar bittikten
sonra Vali’nin askeri birlik isteğinde bulunduğunu iddia etmiştir. Konuyla
ilgili görgü tanıkları ile birlikte saat saat gelişmeleri işlemekte fayda
olduğuna inanıyor ve Maraş Olaylarını ardımızda bırakarak aynı dönemde olan
diğer gelişmelere bir göz atalım.
Kahramanmaraş olayları neticesinde, Ecevit'in sıkıyönetim
konusundaki direnci kırıldı. Olayların gerçekleştiği zamana kadar sıkıyönetime
karşı çıkan başbakan sıkıyönetim kanununu kabul etmek zorunda kaldı. Demirel
ise grup konuşmalarında;
''Sıkıyönetim
bu olaylardan sonra ilan edilmiştir. Bu olaylardan önce sıkıyönetim ilan
edilmiş olsaydı; belki bu kadar fazla can kaybı olmazdı…''
Şeklinde sözler sarf ederek Ecevit'i köşeye sıkışmasına
sebep oluyordu. Ecevit ise Demirel'e karşılık olarak;
''Sıkıyönetim
kararında hep gecike bilsek... Çünkü Türkiye’nin bu koşullarında ve bunalım
döneminde alınan bu karar Türkiye’yi kaygan zemine sokarak, rejimin nereye
gideceği belli olmayan yollara sokacağından endişe ediyoruz...''
demiştir.
Bu kararın alınmasıyla askerler daha aktif şekilde hayatın
ve siyasetin içerisine girmeye başladı. Böylelikle ordu yeniden göreve çağrılmıştı.
1978 yılı geride 680 ölü ve binlerce yaralı bırakarak kapanıyordu. 1979 yılıyla
birlikte yepyeni bir dönem başlayacak ve bu dönemin sonunda ise askerler
tamamen ülkenin yönetimini ele alacaklardı.
***ABDİ
İPEKÇİ SUİKASTİ VE MEHMET ALİ AĞCA HAKKINDA!***
1979 yılına girilirken ülkede petrol, elektrik ve kömür
yoktu. Bundan önemlisi halkın ümidi de yoktu. Çünkü anarşiyle birlikte yukarıda
zikrettiğimiz yokluklar ve hayat pahalılığı halkı canından bezdirmişti. Sokakta
askerler devriye gezmeye başlamış, sıkıyönetim bildirileriyle birlikte yasaklar
konuluyor ve özgürlükler kısıtlanıyordu. Ancak alınan tüm önlemlere rağmen
terör yine de durdurulamıyordu.
1979 yılının başında terör hiç umulmadık bir hedef
seçmişti. 1 Şubat 1979 günü Milliyet Gazetesinin başyazarı Abdi İpekçi,
başbakan Bülent Ecevit ile gerçekleştirdiği olağan görüşmesinden hemen sonra
gazetesine geri dönmüştü. İpekçi gazetesindeki yazısını hazırladı ve her
zamankinden 2 saat önce gazeteden ayrıldı. Basında Ecevit'e en yakın isim olarak
Abdi her daim öne plana çıkarılıyordu. Abdi ipekçi, Ecevit’in adeta resmi
olmayan danışmanı ve sırdaşıydı. İpekçi Nişantaşı’nda bulunan Emlak Caddesine yöneldiğinde
trafik sıkışıklığına denk gelmişti. Bu sıkışıklığı atlatıp tam Karakol Sokağına
dönmek üzereyken arabasından katilinin siluetini gördü. Ardından kurşunlar peş
peşe İpekçi’nin bedenini buldu ve İpekçi koltuğa yığılarak oracıkta vefat etti.
Kayan araba ise elektrik direğine çarparak durabildi. Abdi İpekçi’nin 2 kurşun
kalbine, 1 kurşun karın boşluğuna ve 2 kurşun koluna olmak üzere toplam 5
kurşun isabet etmiş ve oracıkta ölmesine neden olmuştu. Herkes şaşkındı terör
sonunda Abdi İpekçi gibi ılımlı ve her çevrenin saygı duyduğu bir gazeteciyi de
öldürmüştü. Yine herkes aynı soruyu sormaya başlamıştı. Neden İpekçi öldürülmüştü? Aslında vurulan İpekçi değil, uzlaşı
ve hoşgörüydü.
Suikastten sonra ise polisler insan avı başlattı ve katili bulana o günlerin parasıyla servet değerinde olan bir ödül (6 milyon TL.) vaat edildi. Katil ise 5 ay sonra İstanbul’da yakalandı. Katilin ismi ise Mehmet Ali Ağca idi. Ağca, yakalandıktan sonra gazetecilerin karşısına çıkarılmış ve ağca gazetecilerin soruları üzerine neden bu cinayeti işlediğini şu şekilde açıklamıştı:
Suikastten sonra ise polisler insan avı başlattı ve katili bulana o günlerin parasıyla servet değerinde olan bir ödül (6 milyon TL.) vaat edildi. Katil ise 5 ay sonra İstanbul’da yakalandı. Katilin ismi ise Mehmet Ali Ağca idi. Ağca, yakalandıktan sonra gazetecilerin karşısına çıkarılmış ve ağca gazetecilerin soruları üzerine neden bu cinayeti işlediğini şu şekilde açıklamıştı:
''Baskı
ve sömürü düzenine karşı çıktığım için Abdi İpekçi’yi öldürdüm. Bu cinayeti
hükümete karşı değil, düzene karşı olduğum için işledim. Açıklayacağım tek şey
silahlı sağ veya sol bir eylemci olmadığımdır. Ben bağımsız ve tek başına bir
terörist olduğumdur. Kesinlikle hayatım boyunca hiçbir siyasal kuruluşa üye
olmadım. '' demiştir.
Mehmet Ali Ağca bu beyanatında tabi ki doğruyu
söylemiyordu. Aslında tek başına değildi. Arkasında uyuşturucu ticaretinden,
mafyaya, silah kaçakçılığından siyasilere kadar uzanan büyük bir desteğin
olduğu ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkacaktı. Mehmet
Ali Ağca, Abdi İpekçi’yi öldürdüğü gün 21 yaşındaydı. Ağca, Malatyalı yoksul
aile içerisinde büyümüştü. Ağca İstanbul İktisat Fakültesinde öğrenciydi, ama
öğrencilikle ilgisi yoktu. Bu suikastte tetikçi olarak kullanılmıştı. Mehmet Ali
Ağca, cezaevinde 6. Ayını doldurmadan sürpriz bir açıklama yaparak; suçsuz
olduğunu iddia etti ve ''mahkemeye çıkarsam her şeyi
açıklayacağım.'' cümlesini sözlerinin sonunda üzerine basarak
söyledi. Ağca aslında bir yerlere mesaj yolluyordu. Nitekim bu mesaj yerine
ulaşmış ve ağca Maltepe Cezaevinden asker elbisesi giydirerek kaçırıldı. Ağca ilerleyen
dönemde cezaevinde yapılan mülakatta bu konuyla ilgili şu açıklamaları
yapmıştı:
''Biliyorsunuz.
Ülkücü kesimde de şiddet eylemleri yapanlarda vardı. İşte onların moralini üst
seviyede tutmak ve olaya sahip çıkmak için benim kaçırılmam gerektiğine kanaat
getirmişler. Benim cezaevinden
kaçırılmamdan sonra Abdullah Çatlı ile bir arkadaş aracılığı ile tesadüfen
karşılaşmıştım. Çatlı bana bir ev göstererek o evde saklanabileceğimi söyledi.
O dönemde çatlı aracılığıyla Ankara'da 3-4 ev değiştirdim. Ancak kaldığım
evlerin kimlere ait olduğunu hatırlamıyorum. Bu kaçak olduğum dönemde sadece
ülkücüler ile ilişkim vardı. O dönemde bana ülkücülerden başka kimse yardım
edemezdi. Aslında ülkücüler beni koruma mecburiyetindeydi. Yakalanıp, cezaevine
düşseydim. Ülkücüler için tam bir fiyasko olacaktı. ''
Mehmet Ali Ağca bu kaçak hayatını sürerken ne ortalıkta
görüldü nede sesi çıktı. Ancak bir süre sonra sessizliğini bozarak, Milliyet
Gazetesini aradı. Telefonu açan gazeteci Mehmet Mesçi ilk başta karşısındaki
kişinin Ağca olduğuna inanmadı. Ancak görüşmenin ilerleyen safhasında
telefondaki kişinin Ağca olduğu anlaşıldı. Ağca telefonda, gazetenin yakınında
bulunan bir postaneye bir mektup bıraktığını söyleyerek kapattı. Gazete yönetimi
dahil postaneye giderek Ağca'nın telefonda bahsettiği mektuba ulaştılar. Ağca'nın
bıraktığı mektupta şu ifadeler bulunmaktaydı:
''Türkiye’nin,
kardeş İslam ülkeleri ile Ortadoğu’da yeni bir siyasi, askeri ve ekonomik güç
oluşturmasından korkan batılı emperyalistler, hassas bir dönemde dini lider
maskeli haçlı kumandanı 2. John Poul'ü acele Türkiye’ye gönderiyorlar. Bu zamansız
ve anlamsız ziyaret iptal edilmezse papayı kesinlikle vuracağım. Cezaevinden kaçmamın
tek nedeni budur. Ayrıca ABD ve İsrail kaynaklı Mekke baskınının hesabı
sorulacaktır. Ayrıca kansız, sessiz ve basit bir kaçış olayını rica ederim
büyütmeyin.''
Ancak kimse bu tehdidi ciddiye almadı. Oysa ağca onu
koruyan ve kollayanlar tarafından sağlanan sahte pasaport ile papayı vurmak
için yola çıkmıştı. Sonunda Ağca dediğini yaptı ve Papa'yı vurdu. Bu olay ile
sadece Türkiye değil, dünya şoka uğramıştı. Ağca'nın vurduğu papa yaralı
şekilde kurtuldu. Ağca ise İtalya'da yakalanarak ömür boyu hapse mahkum oldu. Ağca,
ipekçi ve papa suikasti davalarında çelişkili ve yanıltıcı ifadeleriyle
birlikte akli dengesinden kuşku uyandıran tavırlarıyla gerçeği hep gizlemeyi
başardı.
İpekçi'nin ölümüyle birlikte Türkiye'de bir tabu daha
yıkılmıştı. Artık anarşi en güçlü, en nüfuzlu ve en çok korunan isimleri dahi
hedef seçmeye başlamıştı. Aynı yıl Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.
Yurdakul katledilen ilk emniyet müdürü olarak türk tarihine geçti. Ardından CHP
Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner terör kurbanları arasına katıldı. Artık terör
insanın ne ölüsüne nede dirisine saygı duyuyordu. Buna en iyi örnek Zeki
Tekiner’in cenaze töreninde de silahlar ateşlenmesiydi. Bu cinayetlerin
ardından yazar İlhan Darandelioğlu İstanbul'da sol örgütler tarafından vuruldu.
Terör hedef gözetmeksizin öldürmeye devam ediyor ve öğretim görevlileri Ümit
Yaşar Doğanay ile Cavit Orhan Tütengil aynı yılın en çok yankı uyandıran
cinayetleri arasındaydı. Artık Türkiye iç Savaş’ın bütün belirtilerini yaşamaya
başlamıştı.
Aynı sıralarda garip şekilde meydana gelen 6 tren kazasında
da 60 kişi hayatını kaybetmişti. 1979 senesinde tam 579 soygun gerçekleşmiş ve
bu rakam o güne kadarki en yüksek rakam olmuştu. Artık sıkıyönetim
komutanlıkları çaresizlik içerisinde her bankanın önüne asker koymak zorunda
kalmıştı. O yıllarda toplumdaki panik havasını arttıran bir başka felaket ise
yangınlardı. 1979 senesi içerisinde 3 fakülte, hükümet binaları ve 1 çarşı
tamamen kül olmuştu.
***1979:
EKONOMİK KRİZİN İYİCE DERİNLEŞMESİ***
Aynı yıl bir yangın daha vardı ki İstanbulluları çok
korkutmuştu. Türkiye saatiyle sabah saat 05.30’da Libya'dan yüklediği 94,600
ton ham petrolü Romanya'ya taşıyan Rumen bandıralı Independenta adlı tanker ile
Karadeniz yönünden gelen Yunan bandıralı Evriyali adlı kuru yük gemisine
çarpmış ve büyük bir patlama olmuştu. Independenta'da çıkan yangın ise günlerce
sürdü. Aslında boğazın sularında yanan Türkiye’nin yıllardır sıkıntısını ve
hasretini çektiği petroldü. Patlamanın olduğu dönemin hemen arifesinde Türkiye’de
mazot bulunamadığı için arabalı vapur seferleri tatil edilmişti. Aslında tatil
edilen sadece şehir hatları değildi. Türkiye’nin tüm ekonomisi petrol
kıtlığından dolayı işleyemez duruma gelmişti. Çünkü enerji santralleri durmuş,
bundan ötürü gerçekleşen elektrik kesintilerinden dolayı da fabrikalar üretim
yapamaz hale gelmişti. Artık en basit ürün dahi karaborsaya düşmüş, hatta hiç
bulunamaz olmuştu. Bu dönemi gazeteci Yavuz Onat çok iyi özetlemektedir;
''Besim
Üstünel okuldan benim hocamdı. Gün geldi besim hoca bakan oldu. Kendisine ziyaret
için gittiğimde ''yavuz ben artık etkili bir mevkiiye geldim. Benden bir
isteğin var mı?'' dedi. Bende, ''var.'' dedim. Hocam da, ''Ne istiyorsun.''
dedi. Bende, ''Ücreti karşılığında bir koli sana yağı istiyorum. Çünkü bayramda
annemi ziyarete gideceğim ve elim boş gitmek istemiyorum.'' dedim. Üstünel hocam
birkaç telefon görüşmesi yaptıktan sonra isteğime ulaştım. Bayramda koliyle
yağı anneme götürdüğümde mahalle birbirine girdi. Çünkü herkes bir paket yağ için saatlerce kuyrukta beklerken, ben
almışım koliyle sana yağını, tabi ki herkes birbirine girer.''
Ayrıca döviz olmadığı için ilaç, röntgen filmi, yedek
parça, kahve, sigara ve en önemlisi gübre bulunamıyordu. Çiftçi gübreye
ulaşamadığı için üretimi durdurmuştu. Üretilen tarım ürünleri ise traktörler
çalışmadığı için toplanamıyor veya dağıtılamıyordu. Ülkede kıtlık tehlikesi baş
göstermeye başlamıştı. İşte Ecevit hükümetini halkın gözünden düşüren
ekonominin geldiği bu tabloydu. Ayrıca hemen her ürüne muazzam zamlar
yapılmıştı. Bu pahalılık enflasyona ’da yansımış ve ülke tarihinde enflasyon
ilk defa %170 sınırına dayanmıştı.
Devletin kasası ise bomboştu. Aynı dönemde Türkiye’nin petrol ihtiyacını
karşılamak için yöneticilerin kapısını çaldığı devletlerde bu istekleri geri
çeviriyordu. Çünkü ırak ve diğer devletler sattıkları petrollerin parasını
alamıyordu. Siyasetçiler ise işi gücü bırakmış petrol tankerlerinin rotalarını
izlemeye başlamıştı. Dönemin Petrol Ofisi Genel Müdürü Mustafa ÖZYÜREK siyasilerin
petrol tankerlerinin nasıl takip edildiğini şu şekilde anlatmaktadır;
‘’Tankerlerimiz ve
gemilerimiz bütün devlet büyükleri tarafından takip edilirdi. Örneğin İzmir’deki
İPRAŞ tesislerinden yüklemesi yapılan Toros-1 tankeri Karadeniz bölgesinin
petrol ihtiyacı için yola çıkıyordu. O dönemde akaryakıt sınırlı olduğu için
gemideki petrolün bir kısmı samsuna, diğer kısmı Trabzon’a ve kalan kısımda Hopa’ya
boşaltılıyordu. Cumhurbaşkanlığına vekalet eden Sırrı Atalay geminin yola
çıktığını haber alınca bizi arayarak talimat verir ve geminin samsuna uğramadan
doğrudan Trabzon’a gitmesini isterdi. Çünkü Sırrı Atalay Kars’lı olduğu için Trabzon’a
boşaltılan petrol karsa bu şehirden ikmal yapılıyordu.’’
Bülent Ecevit ve hükümet ise günlük petrol ihtiyacını
karşılayacak dövizi elde etmek için her çareye başvurmaya başlamıştı. Artık
hükümetin başlıca işi bu olmuştu. Bundan dolayı Türkiye’nin yurtdışındaki saygınlığı
da iyice zedelenmeye başlamıştı. Türkiye’nin yurtdışında bulunan
temsilciliklerinde çalışan personelin maaşlarının ödenmesinde güçlükler
yaşanıyor ve merkez bankasının ödeme emirleri dünya piyasasında yerine
getirilmemeye başlamıştı. Hatta olay öyle bir safhaya geldi ki Türkiye
Denizcilik Bankasına ait gemilerine veya Türk Hava Yolları’nın uçaklarına el
konulması dahi konuşulmaya başlanmıştı. Hükümeti asıl endişelendiren ise Merkez
Bankası’nın İsviçre’de bulunan altınlarıydı. Çünkü ödenemeyen dış borçlar
karşısında İsviçre’de tutulan devletin resmi altın stoklarının haciz edilmesi bir
felaket olabilirdi. Hacizle karşı karşıya kalan Merkez Bankası’nın
İsviçre’de bulunan altınları önlem olarak özel bir operasyon ile gizli bir
şekilde Türkiye’ye getirildi. İşte böylesine ciddi bir kriz yaşayan Türkiye
için tek çare ise dış yardımdı. Avrupa ile Amerikalılarda Türkiye ve bölgedeki
gelişmeleri kaygıyla izlemekteydi. Zira Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal
etmiş, ardından dünyayı şok eden ikinci gelişme yaşanmıştı. Amerika’nın sadık
müttefiki olan İran’da ki Şah rejimi devrildi. Sürgündeki dini lider Ayetullah
Humeyni büyük bir gövde gösterisiyle ülkesine dönmüş ve Şah Rıza Pehlevi ülkeden
kaçmış; Humeyni ise İran İslam devletini ilan etmişti. Humeyni’nin hedefi
batılı değerleri ve kültürü yok etmek, İslam devrimini ise bütün Ortadoğu’ya
yaymaktı. Bu iki gelişme ise özellikle Amerika nezdinde Türkiye’nin önemi bir
kat daha arttırdı. Çünkü Amerika soğuk savaşa devam ettiği Sovyetlerin etrafına
dizdiği ve kendisinin kalkan olarak gördüğü devletler domino taşları gibi teker
teker düşüyor ve kendisinden uzaklaşıyordu. Bundan dolayı sıranın Türkiye’ye
geldiğinden endişe ediliyordu. Çünkü Türkiye’de artan istikrarsızlık, anarşi ve
çöken ekonomi batının sırada Türkiye’nin olduğu kanısına kapılmasında en önemli
etkendi. O günlerde ABD Milli Güvenlik Kurulu üyesi olan Paul Henze
Washington’da Amerikan yönetiminin Ankara’yı nasıl gözlediğini en iyi
bilenlerden birisiydi ve Amerikalı yöneticilerin durumu nasıl değerlendirdiğini
şu şekilde anlatmıştır:
‘’İran’ın kaybedilmesinden
sonra bir panikleme dönemi oldu. Herkes Türkiye için müthiş kaygılanmaya
başlamıştı. Çünkü terörün galip geleceğini ve Türklerin olayın üstesinden
gelemeyeceğini düşünenler bir hayli fazlaydı. Buna bir önlem alınması için
derhal toplantılara başlandı ve çözüm yolları aranmaya başladı.’’
İran’da batı karşıtı bir İslam Devleti kurulmasıyla Amerika’nın
başka ciddi sıkıntıları da oluşmuştu. Bu sıkıntıların başında daha önce İran’da
konuşlandırılmış olan U-2 casus uçakları devrimden sonra yersiz kalmıştı. Bu
uçaklar Sovyetlere karşı Amerika’nın gözü ve kulağıydı. Dolayısıyla
Amerikalılar bu uçakların muhafazası için en iyi yerin Türkiye olduğunu
değerlendirmişti. Bu değerlendirme neticesinde Amerikan Dışişleri Bakan
Yardımcısı Warren Christopher, Ankara’ya gelerek Ecevit’le görüştü. Cristopher
ile Ecevit arasında gerçekleştirilen kritik görüşmede Amerikalılar U-2
uçaklarının Türkiye’deki üslerden birisine konuşlandırılmasına izin verilmemesi
durumunda Türkiye’ye ekonomik yardım konusunda yardımcı olamayacaklarını
belirtmiş, bu sözler üzerine Ecevit ve ekibi bu tür isteklerle görüşmelerin
ilerleyemeyeceğini belirterek toplantıyı terk etmek kararı aldı. Her iki
tarafın arasındaki gerginliği Amerika’nın Ankara büyükelçisi araya girerek
yatıştırmaya çalıştı ve Ecevit’ten bir süre Warren Cristopher ile baş başa
kalmak için zaman istedi. Ecevit bu öneriyi kabul ederek ekibiyle birlikte
toplantının yapıldığı odanın dışına çıktı ve beklemeye başladı. Amerikalılar
kendi aralarında görüştükten sonra her iki taraf toplanarak yeniden toplantıya
başladı. Toplantıda Amerikalı heyet u-2 casus uçaklarının Türkiye’ye yerleştirilmesiyle,
ekonomik yardımlar konusunda herhangi bir bağ kurulmayacağının teminatını
verdi. Ancak Amerikalılar daha önce Kıbrıs’ta olduğu gibi Ecevit’in hanesine
bir eksi not daha koymuştu. Bu gelişmeyle birlikte 5 Ocak 1979 tarihinde
Atlantik okyanusunda bulunan küçük bir ada olan Guadeloupe adasında gelişmiş
ülkelerin (Amerika, İngiltere, Almanya ve Fransa) temsilcileri bir araya
gelerek Türkiye ekonomisinin durumunu masaya yatırdı. Bu toplantılarda Türkiye’ye
‘’ivedinin
ivedisi (urgent and urgent)’’ yardım kararı alındı. Ancak bu
yardımlar son derece önemli bir koşula bağlıydı. Bu koşulu gerçekleştirmek ise
Ecevit hükümeti için ‘’ateşten gömlek
giymek’’ manasına geliyordu. Bu koşul ise Türkiye’nin uluslararası para
fonunun (IMF) denetimine girmesi gerekiyordu. IMF’nin koşulları ise o günün Türkiye’si
için yenilir yutulur cinsten değildi. Koşullar arasında paranın değeri düşürülerek
devalüasyon yapılacak, başta petrol ürünleri olmak üzere bütün ürünlere büyük
zamlar yapılacak, personel ücretlerine zam yapılmayacak ve dondurulacaktı.
Sonuncu ve en önemli şart ise Türkiye’nin devlet korumasını bırakıp kapılarını
ardına kadar açması ve serbest piyasa ekonomisine geçmesi isteniyordu. Artık
karma ekonomi terk edilecek ve devletin ekonomi üzerindeki etkisi
azaltılacaktı. Bütün bu koşulların yerine getirilip getirilmediğini ise Guadeloupe’da
bu kararları alan ülkelerin seçeceği bir heyet tarafından kontrol altında
tutulacaktı. Kısaca batı Türk ekonomisini gözaltına ve denetim altına
alacaktı. Oysa böyle bir dev reforma ülke içinde yöneticisinden halkına kadar
kimse hazırlıklı değildi. Bundan ötürü uluslararası para fonu ve dünya
bankasıyla ilişkiler Türkiye kamuoyunda çok duyarlı bir konu haline gelmişti.
Bu konuyla ilgili tartışmalar muhalefet partilerinde olduğu gibi cup içinde de
fazlasıyla yaşanmaktaydı. Çünkü bu istekler herkes tarafından uluslararası
düzenin belli başlı sömürü araçları olarak görülüyordu. Dolayısıyla hükümette
ve CHP’de IMF koşullarına karşı müthiş bir tepki yaşanıyordu. Batılılar ise
yardım için IMF’ye uyulmasını isteyerek kestirip attı. Eğer IMF koşulları kabul
edilmezse Türkiye’ye bir kuruş dahi yardım yapılmayacaktı. Sonuç olarak
batılıların dediği oldu ve ne yardım geldi, nede kredi verildi. O dönemde
hükümet içerisinde bakanlık görevi üstlenmiş olan Hikmet Çetin bu durum
içerisindeki görüşü çok açık şekilde ifade etmiştir;
‘’O dönemde IMF bizi
güç durumda bırakmıştı. Çünkü ülke ekonomik olarak güç durumdaydı. İster
istemez CHP’nin liberal bir politika yapması gerekiyordu. Ancak bahsi geçen
liberal politikaya da cup kamuoyu hazır değildi. Bu yüzden IMF’nin öne sürdüğü
koşullar sayın Bülent Ecevit tarafından kabul edilemedi.’’
Türkiye, IMF’nin koşullarını yerine getiremedi. Hükümet
kime kredi veya para başvurusu yapsa aynı yanıtı alıyordu. Herkes ‘’Para
fonu yani IMF ile anlaşın öyle gelin. Size istediğinizi öyle verelim’’
diyordu. Batılılardan bu cevaplar alınınca Müslüman ülkelere dönüldü. Ancak bu
ülkelerde aynı yanıtı vererek Türkiye’nin isteklerini geri çevirdi. Libya’dan Suudi
Arabistan’a kadar Türkiye’nin yakın müttefiki olan ülkeler dahi para vermek
için ülkenin IMF denetimine girmesi koşulunu öne sürmeye başlamıştı. Bütün
kapılar liberalizme hazır olmayan ve IMF şartlarına direnen hükümetin yüzüne
kapanıyordu. Hükümetin para bulmak için tek çaresi kalmıştı. Elde Bulunan tek
çare ise uluslararası tefeci piyasasına başvurmak oldu. Öyle bir gün geldi ki hükümet Cumhuriyet tarihinin o güne kadar
ekonomik olarak en ağır anlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmada Türkiye
en önemli varlığı olan silolarında bulunan bütün tarım ürünlerini 150 milyon
dolarlık kredi karşılığında Whelss Fargo isimli Amerikan bankasına rehin etmek
zorunda kaldı. Bu anlaşmanın haberi ise kamuoyunda bir bomba gibi
patladı. Ekmeğini topraktan çıkartan Türkiye için bu karar aslında manevi bir
yıkım anlamına geliyordu. Hükümet, halkın rızkını elaleme ipotek etmek zorunda
kalmıştı. Bu anlaşmayla hükümette karışmıştı. Bütün bu gelişmeler zaten derme
çatma olan hükümeti ve CHP’yi sarsmaya başladı. Parti, Whelss Fargo anlaşmasıyla
iyice hiziplere bölünmeye başladı. Hedefte ise genel başkan Bülent Ecevit
vardı. Çünkü ekonomideki başarısızlığın faturası başbakan Bülent Ecevit’e çıkartılmıştı.
Hükümet içerisindeki bakanlar öyle başına buyruk davranıyordu ki hükümet
içerisinde uyum diye bir şey kalmamıştı. Mesela başbakan genel idare kuruluna
geldiği zaman sabahları resmi gazetede kendisinin haberi olmadığı bir takım
maliye bakanlığı bildirileri ile karşılaşmaya başlamıştı. Kısaca bu örnekte
görüldüğü gibi başbakan hükümet içerisindeki kontrolünü Kaybetmeye başlamıştı.
Ayrıca bakanlarda birbirine düşmeye başlamıştı. Mesela Başbakan Yardımcısı
Faruk Sükhan, Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar ile Gümrük ve Tekel Bakanı
Tuncay Mataracı’yı yolsuzluk yapmakla suçlamıştı. Bu suçlamalar üzerine İşgüzar
hükümetten istifa etti. Bağımsız bakanlardan bazıları kabinedeki bir başka
isimi, Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi’yi bölücülükle suçluyorlardı. Bu
suçlamalar ise 1979 yılının nisan ayında Şerafettin Elçi’nin Hürriyet
Gazetesi’nde verdiği demeçte belirttiği ‘’kürt
sorununa’’ değinmesinden dolayı ortaya çıkmıştı. İşte Şerafettin Elçi’nin
bu beyanatı o günün koşullarında ülke içerisinde toplumsal bir deprem yaratmış
ve hükümet içerisindeki çatlağın derinleşmesine neden olmuştu. Ayrıca Türkiye’de
ilk kez bir bakan Kürt meselesinin varlığından söz etmişti. Yaşanan siyasi
deprem o kadar büyüktü ki Milli Güvenlik Kurulu bu açıklamadan duyduğu
rahatsızlığı dile getirdi. Zira güneydoğuda kaygı verici gelişmeler
yaşanıyordu. Adına ‘’Apocular’’ diyen
terör örgüt güneydoğuyu adeta kasıp kavurmaya başlamıştı.
***APOCULARIN
İLK BÜYÜK EYLEMİ***
1979 yılının ramazan ayında Urfa’nın Siverek İlçesine bağlı
Kırbaşlar mezrasında yolun hemen kıyısındaki bir evde iftar yemeği vardı.
Adalet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak Aşiretinin reisi Celal Bucak kayınpederinin evine iftar için davet edilmişti. İftar
yapılarak tam kahve faslına geçildiği sırada birden silahlar patlamaya başladı.
Kurşun sesleri çığlıklara karıştı. Tam manasıyla mezrada kıyamet kopuyordu.
Yaklaşık 300 Apocu militan mezranın hemen kıyısından geçen Urfa-Siverek karayoluna
mevzilenmiş ve Celal Bucak’ın bulunduğu evi ateş altına almıştı. Bu saldırı Apocular’ın
o güne kadar gerçekleştirdiği en büyük eylemdi. Apocular’ın amacı sadece Celal
Bucak’ı öldürmek değil, bölgedeki tüm aşiretlere gözdağı vermekti. Çatışma
saatlerce sürdü ve gün ışımadan hemen önce saldırganlar püskürtüldü. Bu
çatışmanın arkasında ise 5 ölü ve 11 yaralı kaldı. Bu baskının ertesi günü Hilvan’da
düzenlenen cenaze töreni Apocular’ın adeta gövde gösterisine dönüştü. Örgüt
bayrakları her köşeye asıldı. Silahlı militanlar devlet dairelerini tatil
ettirdiler ve binaların önünde nöbet tutmaya başladılar. Arka arkaya
yaşanan bu iki gelişme Ankara’nın zirvesinin karışmasına neden oldu. Adalet
partisi başkanı Süleyman Demirel bu saldırıyla ilgili olarak verdiği
demeçlerde;
‘’Celal Bucak’a yöneltilmiş
olan bu saldırı çok manidar bir hadisedir. Çünkü Celal Bucak o bölgede nüfuzlu
bir arkadaşımızdır. Devletin yanında olduğu herkes tarafından bilinen celal
bucağa bu hadise yöneltilebiliyorsa, bu saldırı devlete karşıda yönetilmiştir.’’
Diyordu.
Süleyman Demirel bu demeçleri vermekle kalmayıp,
cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve başbakan Bülent Ecevit’e birer mektup
hazırlayarak yolladı. Bu mektupta özetle Demirel, Ecevit hükümetini duyarsız
kalmakla suçluyor ve sıkıyönetimin teröre karşı etkisiz olduğunu vurguluyordu. Ecevit’in
yanıtı ise iki lider arasındaki ‘’Körler-sağırlar diyaloğuna’’
tipik bir örnek teşkil ediyordu. Ecevit, Demirel’e cevap olarak ‘’Asıl
olaylar sizin zamanınızda başlamıştır’’ suçlamasında bulunmuştu.
Orduda, Demirel’in eleştirilerinden rahatsızdı. Saldırıya uğrayan Celal Bucak siyasilerden
yeterli önlem ve desteği bulamayınca soluğu Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in yanında
aldı. Kenan evren ile celal bucak arasında yapılan görüşmede celal bucak ‘’Ben hayatımdan endişe ediyor ve zor
durumdayım.’’ Dedi. Kenan Evren ise ‘’Peki benden ne istiyorsun. Ben darbe mi
yapayım?’’ diye sorunca Celal Bucak ‘’Ben sadece can güvenliğimin sağlanmasını istiyorum. Ben darbe
yapmanızı ima etmedim.’’ Demiştir. Aslında ordu zaten Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde
uzun zamandır alarmdaydı. Ordunun, hükümete ısrar etmesi neticesinde bölgenin
altı ili daha sıkıyönetim kapsamına alındı. Komutanlar sık sık bölgeye gidiyordu.
Bölgede incelemeler yapan Orgeneral Mehmet Kıral’da o günlerde büyük yankı
yaratan bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin
Türkiye’den kopmak üzere olduğu uyarısı yapılıyordu. Örgüt Hilvan’da kendi
mahkemesini kurmuş, devletin hakimleri ve öğretmenlerini tehditlerle bölgeden
kaçırıyordu. Örgüt ayrıca ciddi bir askeri güç olma yolunda ilerliyordu. Örgüt,
‘’Vietnam Vadisi’’ adını verdiği
bölgede silah depoluyordu. Bu bölgelerde yapılan operasyonlarda 500‘e yakın
roket ele geçirilmişti. En önemlisi ise son 2 yılda örgüt 243 cinayet
işlemişti. Örgüt ileride kurmak istediği Kürt devletinin başkentini bile
belirlemiş ve başkenti Diyarbakır olarak belirlemişti.
***ECEVİT
HÜKÜMETİNİN DÜŞMESİ VE DEMİREL’İN YENİDEN İKTİDARA GELMESİ***
Yaşanan bu gelişmelere ise başbakan Ecevit oldukça sert
tepkiler veriyor, ama herşey ecevit’in aleyhine işlemeye başlamıştı. Aynı dönemde
Ecevit hükümetine karşı yeni bir cephe daha açılmıştı. CHP’nin en önemli müttefiki
olan DİSK iktidarın halka sürü muamelesi yaptığından şikayet etmeye başlayarak CHP’ye
olan desteğini geri çekeceğini söylemeye başladı. Dolayısıyla disk ve
çalışanlarını temsil eden tüm meslek kuruluşları Ecevit’ten uzaklaşmaya
başladı. DİSK ile CHP arasındaki ipleri koparan olay ise 1 Mayıs 1979 günü
düzenlenecek 1 Mayıs işçi bayramı oldu. 1 Mayıs’ta sıkıyönetim komutanlığının
isteği üzerine taksimde işçi bayramı kutlamaları yasaklandı. DİSK ise bu yasağa
direneceğini ilan etti. Dönemin disk genel sekreteri Fehmi Işıklar bu kararı
nasıl aldıklarını şu şekilde beyan etmiştir;
‘’Biz 1 Mayıs’ı taksimde
kutlama yapmak isterken, Sayın Bülent Ecevit kutlamaların İzmir’de yapılması
konusunda ısrarcıydı. Ben ise Ecevit’e daha önce söylediği bir sözünü
hatırlattım. 1977 yılının 3 Haziranında CHP taksimde bir miting düzenleyecekti.
Demirel ise saldırı ve suikast duyumları alındığı için Ecevit’e bu mitingi
iptal etmesini istemişti. Ecevit ise eşim Rahşan hanımla birlikte meydanda
olacağım, isteyen vatandaşta meydanda gelebilir demişti. Ama vatandaşlarımı
çağırmak istemiyorum demişti. Bu sözlere rağmen vatandaşlar mitinge katılmıştı.
Ben Ecevit’e bunu hatırlattıktan sonra yaptığım açıklamada ‘’Sayın Ecevit bilmelidir ki işçi sınıfı
Rahşan hanımdan daha korkak değildir.’’ dedim. Bundan dolayı bizde
sendika olarak işçi sınıfını temsilen 1 Mayıs alanında olacaktık.’’
Demiştir.
Bu kararla iki taraf arasındaki yay iyice gerilmişti.
Ecevit sendikalarla köprüleri atmış ve kimseye diyet borcu olmadığını iddia
ediyordu. Sıkıyönetim komutanlığı 1 Mayıs günü bütün İstanbul’da sokağa çıkma
yasağı ilan etti. Halk bu yasakla evine hapsolmuş, heyecanla gelişmeleri
izliyordu. Sokağa ise Behice Boran’ın lideri olduğu Türkiye İşçi Partili’ler çıktı.
Issız İstanbul sokaklarında 200 kişilik grup taksim meydanına doğru yürüyüşe
geçti. Ecevit iktidarının yasağını delen bu grup polis tarafından tutuklandı.
Otobüslere doldurulan bu grup birde otobüslerde dayak yedi.
Sendika ve solun hükümetten intikamı ise çok acı vericiydi.
Ekim ayında gerçekleştirilen yerel idare seçimlerini devrimci grupların bir
kısmı boykot etti. CHP ise seçimler neticesinde 5 önemli ili kaybetti.
Özellikle CHP’nin kaybettiği 3 il solun kalesi olarak bilinen yerleşimlerdi.
Tabi ki CHP yenilgisinin çok daha önemli nedenleri de vardı. CHP’nin
seçimleri kaybetmesinin en temel nedenleri ise terör, yokluklar, karaborsa ve
enflasyon halkı canından bezdirmiş ve CHP’ye karşı tepki doğurmuştu. Ecevit’in
sonunu getirenlerin arasına sanayicilerde katılacaktı. 13 Mayıs 1979 günü
gazetelerde yayınlanan tam sayfa ilanlarda Ecevit yerden yere vuruluyordu. Türk
Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) cumhuriyet tarihinde ilk defa görülen
bir yöntemle ekonomik krizin tek nedeni olarak hükümeti gösteriyordu.
Ecevit’in ilanlara tepkisi ise çok sert oldu. Ecevit, İş adamlarına karşı
savcıları göreve çağırdı. Ecevit, ilerleyen yıllarda bu ilanın ardında Amerika
olduğunu iddia edecek ve Bu ilanlarla hükümetlerinin düşürülmeye çalışıldığını
iddia edecekti. TÜSİAD’ın yayınlattığı bu ilanlar aslında serbest piyasa
ekonomisinin savunmak için hazırlanmış, ama fatura Ecevit’e kesilmişti. Bu
gelişmelerle hükümet daha fazla dayanamadı ve istifa etti. Hükümetin istifa
etmesiyle Süleyman Demirel 6. Kez başbakanlık koltuğuna oturmuş oldu.
Demirel bu kez sadece Adalet Partililerden oluşan bir
azınlık hükümeti kurmayı seçmişti. Necmeddin Erbakan ise bu hükümeti kerhen
destekleyecekti. Demirel hükümeti kurar kurmaz hemen kolları sıvadı. Henüz meclisten
güvenoyu almadan ilk işi Milli Güvenlik Kuruluna toplantıya çağırmak oldu.
Ancak toplantıda Demirel’i bir sürpriz bekliyordu. Milli güvenlik kurulu
bildirisi zehir zemberek ifadeler taşıyordu. MGK bildirisinde terörün arttığı
ve ülkenin parçalanmanın eşiğinde olduğu belirtiliyordu. Bir MGK bildirisinde
ilk defa böyle bir dil kullanılmıştı. Demirel ise bu bildiri karşısında
soğukkanlılığını kaybetmemişti. Demirel toplantıdan sonra genelkurmay
başkanlığına giderek Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarıyla toplantı
yaptı. Bu toplantı hakkında Demirel şu beyanatı vermiştir;
‘’Genelkurmay’da bana
brifing verildikten sonra; ‘’Bunu durdurmanız
lazım.’’ dedim. Sıkıyönetim komutanları dahil herkes görevini layıkıyla
yerine getirmelidir. Benden eğer para istiyorsanız, para vereceğim. Adam
istiyorsanız, adam vereceğim. Silah istiyorsanız, silah temini için gerekeni
yapacağım. Yetki istiyorsanız yetkiyi de vereceğim. Ancak bu olayları
sonlandırmamız lazım. Devlet sokağa mağlup olmamalıdır. Devlet hukuk
çerçevesinde bu meseleyi biran önce çözmelidir. Sizden de istediğim bu meseleyi
hukuk çerçevesinde çözmeniz.’’ Demiştir.
Komutanlar ise hazırlıklarını çoktan yapmıştı. Hem de öyle
bir hazırlanmışlardı ki Demirel’den ne isteyeceklerine çoktan karar
vermişlerdi. Komutanlar istekleri açıklamalarıyla tek tek masaya koymaya
başladı. İlk istek ‘’vur emri’’ idi.
İkinci istek sıkıyönetim mahkemelerinin görev ve yetkilerinin arttırılmasıydı.
Komutanlara göre ihbar müessesi de mutlaka doğru şekilde çalıştırılmalıydı.
Öğretmen, polis ve askerin siyasi faaliyetleri mutlaka yasaklanmalıydı. Son
olarak karakolların kışla gibi yönetilmesi yönündeydi. Demirel’in bu isteklere
itirazı yoktu. Ancak demokrasiye de ters düşecek bir karar almak istemiyordu.
Bu düşünceler altında Demirel bir genelge yayınladı ve bütün kamu
kuruluşlarından sıkıyönetime her türlü yardımın yapılmasını istedi. Demirel bu
önlemlerle terörün duracağına ve askerinde rahatlayacağına kesin kanaat
getirmişti. Ancak aradan geçen sürede bu yöntemlerinde pek yarar sağlamayacağı
anlaşıldı. Daha 1980 yılının ilk aylarında doğudaki kış tatbikatında pek kimse
önemsememiş, ancak ilk işaret verilmişti. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren teröre
karşı tek çarenin silahlı kuvvetler olduğunu vurguladı. Kenan evren ‘’Bu
işi bize bıraksalar 1 ay içerisinde hallederiz.’’ Dedi. Kenan Evren
konuşmasını bitirdiğinde tüm subaylar heyecanlanmış ve Kenan Evren’i alkışlamıştı.
İkinci işaret ise daha sert geldi. Kenan evren 30 ağustos zafer bayramı
çerçevesinde yaptığı konuşmada;
‘’Sizlerde bu
olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak
şuna inanınız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır ve siz onların
hepsini biranda yok edebilecek güçtesiniz. Asıl sessizliğinizi ve sabrınızı
güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler nasıl yanıldıklarını bir zaman
gelecek acı bir şekilde göreceklerdir.’’ Demiştir.
Kenan Evren üçüncü konuşmasını Genelkurmay Başkanlığındaki odasında
tek bir kişiye 2. Başkan Orgeneral Haydar Saltuk’a yaptı. Bu konuşmada evren,
Saltuk paşaya;
‘’Haydar paşa sen
kurmay subaylardan ve güvendiğin iki kişi ile bir ekip kur. Sende bu ekibin
başında bulun. Durumu tahkik ve takip edin. Bu tahkikat neticesinde bana bir
rapor hazırlayın. Bu ülke neye doğru gidiyor bunu bir değerlendirmemiz lazım.
Bu değerlendirme neticesinde acaba ne yapmalıyız ve nasıl hareket etmemiz lazım
diye durum muhakemesine benzer bana zaman zaman bu ekip rapor versin.’’
Demiştir.
İşte bu sözler askeri bir müdahalenin ilk emri olarak
addedilebilir. Artık saat kurulmuş ve zaman işlemeye başlamıştı. Aslında Kenan
Evren 14 Ekim ara seçimlerinde bir ayaklanmadan korkuyordu. Evren’e göre Seçim
sandıkları, dolayısıyla demokrasi tehlike içindeydi. Bu tehlikeyi savuşturacak
tek güç ise ordudan başkası değildi. Haydar Saltuk çalışma grubunu kurarak
tahkikata başladı. Genelkurmayın içinde dahi sadece bir avuç subayın dışında
kimse bu grubu bilmeyecekti. Bu çalışma grubunun içerisinde bulunan Kurmay
Albay Cumhur Evcil bir mülakatta gruba nasıl seçildiği ve çalıştıklarını şu
şekilde anlatmıştı:
‘’O dönemde kurmay
albay olarak görevimi yapıyordum. Sayın Orgeneral Haydar Saltuk beni davet etti
ve içinde bulunduğumuz durum ile ilgili özel bir çalışma yapmamız gerektiğini
iletti. Tabi ki bana böyle bir görev verilmesinden ötürü heyecanlandım ve
duygulandım. Kısa süre içerisinde komutanımızın istediği çalışma grubunu
oluşturduk ve gizli olarak sayın Haydar Saltuk ve bazı komutanlar dışında hiç kimsenin
böyle bir çalışma yaptığımızdan haberi olmadan çalışmaya başladık. Biz devamlı
komutanların ihtiyaç duyduğu fikirleri alternatifleriyle üreterek komutanlara
sunduk.’’ Demiştir.
***ADRESİ
MEÇHUL MEKTUP***
Kenan Evren’in beklediği gibi 14 Ekim seçimlerinde
kimse ayaklanmadı. Ancak Kenan Evren’de çalışma grubunun çalışmalarını
sonlandırması emrini de vermedi. Çünkü Evren’i kaygılandıran
şartlarda herhangi bir değişiklik olmamıştı. Haydar Saltuk’un oluşturduğu
çalışma grubu olanca gizliliğine rağmen genelkurmayda bazı subayların dikkatini
çekmeye başlamıştı. Hatta şube başkanlarından birisi Kenan Evren’e çıkarak ‘’Saltuk Paşa iki kişilik bir çalışma grubu
oluşturmuş; bu çalışma grubundan haberiniz var mı?’’ diye sormuş; Kenan
Evren ise bu soruya ‘’Bu çalışma
grubundan haberim var. Bu çalışma grubu ordunun mevcudunu küçültmek için
raporlar hazırlıyor.’’ Diyerek genelkurmay içerisindeki generallerin
endişelerini giderdi. Kenan Evren 1980 yılının arifesinde 1. Ordu Karargahının bulunduğu
Selimiye Kışlasında tüm Ordu ve Kolordu Komutanlarının katılacağı bir toplantı
yapmaya karar verdi. Toplantının yapılacağı gün Selimiye Kışlası için tarihi
bir gündü. Toplantının gündemi ise ülkede yaşanan terör olaylarıydı. Türk Silahlı
Kuvvetleri hükümetin terörle mücadelede yetersiz kaldığı görüşündeydi. Henüz
askeri bir müdahale telaffuz edilmiyordu. Ama
hükümetinde uyarılması gerekiyordu. Bu yüzden bir uyarı mektubu yazılmasına
karar verildi. Bu mektup aslında sonun başlangıcıydı. Artık ordu siyasete
ağırlığını koymanın vakti geldiğini siyasilere bu şekilde gösterecekti.
14 Ekim seçimlerini ise Adalet Partisi kazandı. CHP’nin oyu
ise %41’den, %29’a düştü ve 16 Ekim 1979 tarihinde Ecevit istifa etti. Bir
dönemin ‘’Kıbrıs Fatihi’’ Karaoğlan Bülent Ecevit tepetaklak olmuş ve hem
iktidarı, hem de liderlik vasfını kaybetmişti. Seçim sonrası Ecevit parti
içerisinde de acımasızca eleştirildi. Ecevit hükümetinin istifası üzerine
Süleyman Demirel hükümet kurma görevini aldı. Süleyman Demirel 12 Kasım 1979
tarihinde azınlık hükümetini kurarak iktidar koltuğuna oturdu. Ancak ne Ecevit
nede Demirel Türkiye’nin kötü gidişatına ‘’dur’’ diyemiyordu. Çünkü iki lider
iktidar çekişmesinden ötürü resmen ‘’kör’’ olmuş ve ülkenin girdiği karanlık
yola gözlerini ve kulaklarını kapatmışlardı. Bundan da en çok askeri kanat
rahatsız oluyordu.
Askerlerin hükümeti ciddi şekilde ilk kez uyarmaları 1980
yılının başında gerçekleşti. Komutanlar Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir
uyarı mektubu yolladılar. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Fahri Korutürk ile
görüşmeye geldiğinde bahsi geçen mektubu kendisine sundu. Bu görüşme sırasında Kenan
Evren, Fahri Korutürk’e hitaben
‘’Siz bizim
büyüğümüzsünüz ve komutanımızsınız. Lütfen cumhurbaşkanlığınızı devam ettirmek
suretiyle bu hareketin içerisinde olun ve bu uyarıları birlikte hayata
geçirelim.’’ Dedi.
Korutürk, Evren’in bu sözleri üzerine
‘’Evet siz
haklısınız. Ancak benim görev sürem dolmak üzere ve böyle bir hareket
içerisinde olmam mümkün değil. Çünkü beni parlamento seçti. Dolayısıyla ben
onlara karşı ve halkıma karşı sorumluyum. Parlamentonun seçtiği bir
cumhurbaşkanı olarak böyle hareketin içerisinde olmam doğru olmaz. Ama siz
buyurun bu idealinizi gerçekleştirin.’’ Demiştir.
Genelkurmay’ın, Cumhurbaşkanına verdiği mektubun üslubu çok
sertti. Aslında mektup uyarıdan çok muhtırayı andırıyordu. Mektubun
içinde ordunun teröre karşı açık tepki vardı. Askerler ‘’Ya terörü bitirirsiniz, ya da biz bitiririz.’’ diyorlardı.
Ancak mektubun adresi yoktu. Bundan ötürü Türk siyasi tarihine ‘’adresi
meçhul mektup yada muhtıra’’ olarak geçen olay gerçekleşmiş oldu. Bu
nedenle de hiçbir siyasi veya hiçbir parti mektubun muhatabı olarak kendilerini
görmedi. Açıkçası teröre karşı yaşanan başarısızlığı hiç kimse üstlenmek
istemiyordu. Komutanların uyarı mektubundan en çok alınan ise yeni başbakan
olmuş olan Süleyman Demirel oldu. Çünkü Süleyman Demirel muhtıra verildiğinde
35 günlük başbakandı. Süleyman Demirel’in teröre karşı zamana ihtiyacı vardı.
Askerler yetkilerinin arttırılmasını istediğinde Süleyman Demirel bu isteklerin
bazılarını kabul etmişti. Askerler silah ve mühimmat istediğinde Süleyman Demirel
onu da vermişti. Süleyman Demirel bu konuda verdiği demeçlerde:
‘’25 Kasımda güvenoyu
alan hükümete 35 gün sonra uyarı mektubu mu verilir? Ben bu mektubu neden
üzerime alayım? Ben o zamana kadar olan işleri temizlemek için iktidar
koltuğuna oturmuştum. İktidara geldiğimiz dönemde ben ne kandan sorumluydum, ne
pahalılıktan, nede yolsuzluktan sorumluydum. Partimle birlikte parlamentonun
içerisinden çıkarak hükümet kurmak için adım attım ve parlamentoda hükümetime
güvenerek beni başa getirdi. Ayrıca bundan öncede halka giderek halktan da
iktidar için güvenoyu almıştım. Şimdi askerler tarafından böyle bir uyarı
mektubu veriliyorsa, bu mektubun muhatabı bizden önce terörü durduramayan ve
ekonomiyi iyice sıkıntıya sokan partidir.’’ Demiştir.
Demirel her şeye rağmen iktidardan vazgeçmedi ve sıkıyönetim
komutanlarıyla toplantılar düzenleyerek hükümet ile asker arasındaki buzları
eritmeye çalıştı. Kısaca Demirel yapıcı ve arabulucu rolünü daha önceki
dönemlerdeki gibi kullanmaya başladı. Demirel, sular durulduktan sonra uzun
süredir üzerinde çalıştığı tarihi bir proje için inzivaya çekildi. Demirel
inzivada iken basında Demirel’in hastalandığı ve evinde istirahat ettiği
yazılmaya başladı. Demirel ise bir süredir gizli bir atılım üzerinde
çalışıyordu. Haftalardır gizliden gizliye sürdürülen çalışmaların başında ise o
dönemde halkın pek tanımadığı biri bulunuyordu. Yıllardır Süleyman Demirel ile
birlikte çalışan bu kişi başbakan’a ‘’abi’’
olarak hitap eden bu kısa boylu, tıknaz ve kalın çerçeveli gözlüklü adam devlet
planlama teşkilatı müsteşarı Turgut Özal
idi. Turgut Özal’da, Süleyman Demirel gibi bir mühendis idi. Özal bir dönem Amerika’ya
gitmiş, dünya bankasında ve Türkiye’de işveren örgütlerinde çalışmıştı. Özal,
liberal ekonomiye inanıyor ve Türkiye’nin de liberal ekonomi sistemine geçmesi
konusunda çalışıyordu.
Süleyman Demirel’in başında bulunduğu gizli atılım 24 Ocak 1980
tarihinde açıklandı. 24 Ocak kararları, Türkiye ekonomisinde kırılma noktasını
temsil ediyordu. Ülkede yer yerinden oynadı. Türk ekonomisi ise büyük bir şok
yaşadı. Halk şaşkındı. Çünkü Türkiye’nin 57 yıllık ekonomik rotası değişiyor ve
Türk ekonomisi bambaşka bir yola giriyordu. Süleyman Demirel’in koyduğu hedefler
ise çok iddialıydı. Demirel’in açıkladığı kararlarla Yokluk ve kıtlık ortadan
kaldıracak, enflasyonu düşürülecek, fabrikalar çalışacak, hatta bir Alman-Japon
mucizesi yaratılacaktı. Gerçekte ocak
kararları uluslararası para fonunun o ünlü acı reçetelerinde işaret edilen
değişikliklerin tam bir özetiydi. 24 Ocak kararlarıyla 57 yıldır
uygulanan korumacı politikalardan vazgeçildi. İhracat teşvik edildi ve Türk
Lirasının değeri dolar karşısında 47 liradan, 70 liraya düşürüldü. Bununla
birlikte döviz kurları günlük olarak ayarlanmaya başlayacaktı. Faizler ise
devlet tarafından serbest bırakıldı. Yabancı sermayeye kapılar sonuna kadar
açıldı ve sermaye girişi için kolaylıklar sağlandı. Memurların ücretlerindeki
artışa ve tarımda da destekleme alımlarına sınırlama getirildi. Kısaca Türkiye
ekonomisi liberalizme kapılarını sonuna kadar açtı. Artık Türkiye artık
duvarlarını yıkıyor ve IMF’nin istediği gibi dış dünyaya açılıyordu. Liberal
ekonomiye geçilir geçilmez grevler de ertelendi ve işliler ile memurlar piyasanın
rekabet çarklarına itildi. Bu kararların hemen arkasından Türkiye tarihinde
eşi benzeri görülmemiş bir zam furyası geldi. Bu zamlarda akaryakıta %120,
gübreye %400, kağıda %300, elektriğe %120 ve toplu taşımacılığa %100 gibi
muazzam zamlar geldi. 24 Ocak kararlarına ilk tepki tabi ki CHP lideri
Bülent Ecevit tarafından verilmişti. Ecevit, serbest ekonomiye böyle hızlı bir
geçişin dengeleri bozabileceğini, ayaklanmalara dahi yol açabileceğini öne
sürdü. Bütün tepkilere karşın Demirel ilk olarak meclisi değil Genelkurmayı ikna
etmeyi seçti. Artık ordunun siyasi hayattaki ağırlığı açıkça hissediliyordu. Bu
gerçeği bilen başbakan Demirel 24 Ocak kararlarını anlatılması amacıyla
komutanlara üç brifing verdirdi. Bu brifingleri bu çalışmanın kilit noktasında
olan Turgut Özal verecekti. Askerler Demirel’in ekonomik programından tatmin
olmuş; ancak terörle mücadeleden halen hiç memnun değillerdi. Askerler halen
yetki istiyordu, ama önemli kanunlar meclise takılmıştı. Sıkıyönetim kanunda
değişiklik, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması ve olağanüstü hal yasaları halen meclisten çıkmamıştı.
***TARİŞ
OLAYLARI***
Askerlerle siviller arasında yetki kavgası sürerken
sokaktaki kavga günde 20 can alıyordu. 1979 yılında yaşanan çatışmalarda
toplamda 1252 ölü ve 5400 yaralı ile kapanmıştı. Ancak gelen yıl gideni de
aratıyordu. 1980 yılı toplu çatışmalara ve katliamlara sahne oluyordu.
1980 yılında ilk büyük olay İzmir’de patladı. Adalet Partisi’nin
24 Ocak kararları çerçevesinde İzmir’de bulunan TARİŞ fabrikalarında çalışan
178 kişi işten çıkartıldı. Bu işten çıkartmalara tepki gösteren işçiler ise
eylem yapmaya başladı. İşçiler fabrikaları işgal etti. İşçiler fabrikayı işgal
ettikten sonra üniversite öğrencileri işçileri desteklemek için boykot ve
gösterilere başladı. Bu boykot ve gösterilerden sonra dalga dalga bütün İzmir’i
sarmaya başladı. Artık sokakların hakimi
işçiler ve öğrencilerdi. Hükümet ise bu direniş karşısında çaresiz
kalmıştı. Demirel iktidarının başlangıcında teröre karşı ilk yenilgisini İzmir’de
tadıyordu. 22 Ocak günü işgal edilen fabrikalarda silah ve patlayıcı
depolandığı ihbarı üzerine polis TARİŞ’e baskında bulundu. Bu baskında polis
ile işçiler arasında muazzam çatışmalar çıktı. Bu çatışmalar ise 2 gün sürdü.
2. Günün sonunda fabrikalar boşaltılmış ve fabrikaları işgal eden işçiler
temizlenmişti. Hükümet tam olayların bittiğini zannederken çatışmalar bir
metastaz yapan bir virüs gibi hızla kentin diğer semtlerine yayılmaya başladı.
Olaylar sırasında yollar kesildi ve barikatlar kurulmaya başlandı. Bu eylemlere
başka fabrikalarda katılmaya başladı. Adeta İzmir içerisinde bir iç savaş
yaşanıyor ve şehrin varoşları alev alev yanıyordu. Bu çatışmalar ise tam 2
hafta sürdü. Devrimci gruplar ünlü şehir içi gerilla taktikleri uyguluyor ve
gecekondu mahallelerinin arka sokaklarında polise karşı direniyorlardı. Sonunda
devreye asker girdi. Askerin gelmesiyle olaylar son buldu. Olayların bilançosu
ise korkunçtu; 3’ü polis olmak üzere 4 ölü ve binlerce yaralı vardı. TARİŞ olaylarında
korkulan olmuş ve askerlerle işçiler karşı karşıya gelmişti. Olaylar genelkurmayda bulunan
komutanların kafasındaki müdahale kararını biraz daha pekiştirmişti. Çünkü olan
bu gelişmeler komutanların gözünde bir ayaklanma işaretiydi ve bu
ayaklanmaların başka bölgelere yayılmasından çekiniyorlardı. Onun için
komutanlar her duruma karşı hazırlıklı olmak istiyorlardı. Hazırlıkları Haydar Saltuk
başkanlığındaki çalışma grubu sürdürüyordu. Bu grubun yazdığı bir rapor iç
savaşın adım adım yaklaştığını vurguluyordu. İç savaş uyarısı geçmişte
siyasetçiler tarafından defalarca tekrarlanmıştı. Ancak bu raporda öyle bir
bölüm vardı ki komutanların dahi tüyleri diken diken olmuştu. Bu
raporda komutanları endişelendiren durum, Ülkede yaşanan kamplaşmanın orduya da
sirayet ettiği ve silahlı kuvvetlerin bölünebileceği belirtilmişti. Artık zaman
sadece ülkenin değil ordunun da aleyhine işliyordu. Bu raporla birlikte
Kenan Evren müdahale hazırlıklarının hızlandırılmasını emretti. Bu
hazırlıklarda ise hiçbir ayrıntı unutulmamalıydı. Bu ayrıntılar içerisinde
askerler devleti nasıl yöneteceklerini tüm detaylarıyla hesaplamaya başladılar.
Aynı günlerde devletin tepesinde de sıkıntılı günler yaşanıyordu.
***FAHRİ
KORUTÜRK SONRASI SEÇİLEMEYEN CUMHURBAŞKANI***
Aynı dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanını arıyordu.
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi 6 Nisan 1980 günü sona erecekti.
Peki devletin zirvesine kim oturacaktı. Meclis aritmetiğine göre her üç oydan
birisini alan Çankaya’nın yeni sahibi olacaktı. Ancak iş o kadar kolay değildi.
Zira mecliste hiçbir parti cumhurbaşkanı seçecek çoğunluğa sahip değildi. Seçim
günü gelip çattığında bütün Türkiye nefesini tutmuş ve yeni cumhurbaşkanını
selamlamaya hazırlanıyordu. Oysa
meclisin iki büyük partisi daha adaylarını bile belirlememişti. Aslında
1980 yılının mart ayında cumhurbaşkanlığı seçimi olacağı 1973 Martından beri
belliydi. Ama ne Adalet Partisi, nede CHP aday dahi belirlememişti. Bu duruma
sorumsuzluk mu denir? Gündemdeki olaylara liderlerin kendini kaptırması mı
denir? Bilemiyorum Altan… Dolayısıyla 22 Mart günü adaylar ortada olmadığı için
seçim de yapılamadı. 6 Nisan’da cumhurbaşkanı Fehmi Korutürk görev süresini
tamamlayıp görevinden ayrıldı. Korutürk’ün ayrılmasıyla devlet başsız kalmıştı.
Korutürk’ün yerine vekalet olarak senato başkanı ve Adalet Partisi’nin en
önemli ismilerinden olan İhsan Sabri Çağlayangil cumhurbaşkanlığına vekalet
etmeye başladı. Daha sonra iki partide adaylarını belirledi. Adalet Partisi’nin
adayı Saadettin Bilgiç, CHP’nin adayı ise 12 Mart’ın şahin komutanı MUHSİN
Batur’du. Ancak her iki adayda bir türlü yeterli oyu toplayamıyordu. Bir süre
sonra Adalet Partisi taktik ve aday değiştirdi. Adalet Partisi’nin yeni adayı
emekli Orgeneral Faik Türün’dü. Böylece 12 Mart döneminin iki önemli generali 9
yıl sonra bu kez cumhurbaşkanlığı yarışında karşı karşıya gelmişti. Yapılan
turlar arasında bir ara Muhsin Batur’un cumhurbaşkanı seçilmesine ramak
kalmıştı. O turda batur 303 oy almıştı. Eğer Batur 15 oy daha alsaydı Türkiye’nin
7. Cumhurbaşkanı olacaktı. Batur’un oyları açıklandığında TSK’nın komuta
kademesi güneydoğudaydı. Komutanlar ise bu sonuçtan tedirgin olmuştu. Dönemin İçişleri
Bakanı Orhan Eren ise bu tedirginliği ilk fark edenlerden birisiydi. Orhan Eren
o günü şu şekilde tarif etmektedir:
‘’Bir ara paşaların
hepsi toplantı yaptığımız odadan dışarı çıktı. Sonra Celasun Paşa yanıma geldi
ve ‘’Yarın sabah biz anakaraya hareket
ediyoruz. Çünkü Muhsin Paşa herhalde cumhurbaşkanlığına seçilecek…’’ Dedi.
Ben ise ‘’Endişe etmeyin. 303 oyu almış
olabilir ama seçilemez. Çünkü seçilmek için gerekli rakama meclisin şuan ki
aritmetiğinde ulaşması imkansız ’’ Dedim.’’
Komutanlar siyasi istikrarsızlığın askeri müdahaleye zemin
hazırlayacağını biliyorlardı. Dahası Çankaya’da çiçeği burnunda bir emekli
orgeneral otururken darbe yapmanın riskli olacağını da düşünüyorlardı.
Partilerin inadı nedeniyle adaylar değişse de cumhurbaşkanı bir türlü seçilemez
olmuştu. Meclis cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı adeta kitlenmişti. Bir süre
sonra iş öyle bir noktaya geldi ki kamuoyu da bu seçim ile ilgilenmez olmuştu. Çünkü
cumhurbaşkanı 25 turdur halen seçilememişti. Bu yüzden seçim gazetelerde
tek sütunluk haberler olarak yayınlanmaya başladı. Tek çözüm Ecevit ve Demirel’in
uzlaşmasında yatıyordu. Ancak her iki
liderde o yıllarda ateş ile su kadar birbirine uzaktı. Bir liderin ak dediğine,
diğer lider kara diyordu. Ecevit’e göre en çok oy alan adaya iki partide oy
vermeliydi. Demirel ise Ecevit’in aksine sandığa gitmekten yanaydı ve Cumhurbaşkanını
halk seçmeliydi. Demirel ikinci seçenek olarak hükümetin istifa ederek erken
seçime gitmeyi öneriyordu. Siyasetçiler arasındaki bu kavga ordunun komuta
kademesinde öfkeye neden oluyordu. Bu öfkenin varacağı noktada açıkça dile
getirilmeye başlamıştı. Bunu açıkça dile getiren komutanların başında ise Deniz
Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu bulunuyordu. Bülent Ulusu ser bir üslupla ‘’bu
durum böyle devam ederse müdahalede bulunacağız.’’ şeklinde
açıklamalarda bulunuyordu. Artık askerler ile siyasetçiler arasında baş
döndüren bir sinir harbi yaşanmaya başlamıştı. Bu harpte askerlerin ve
sivillerin hamleleri birbirini izliyordu. Her iki tarafta diğerinin zayıf
noktalarından vurmaya çalışıyor ve psikolojik bir üstünlük kurmaya çalışıyordu.
Bir gün Genelkurmay Başkanı Kenan Evren Hariciye köşküne çağrıldı ve Başbakan
Süleyman Demirel soğuk bir ifadeyle konuyu hemen Güneydoğuya getirdi. Demirel, Kenan
Evren’e bölgede terörün neden önlemediğini sordu. Aslında Evren, Demirel’in mesajını
almıştı. Başbakan bölgedeki sıkıyönetim komutanının değiştirilmesini ima
ediyordu. Kenan Evren ise komutanların en iyi şekilde çalıştığını başbakana
ileterek Demirel’in isteğini örtülü olarak reddetti. Bunun üzerine başbakan
ikinci hamlesini yaparak, Özel Harp Dairesi’nin terörle mücadelede
kullanılmasını istedi. Evren, başbakanın bu isteğini de reddetti. Çünkü Özel
Harp Dairesi’nin yeniden Kontrgerilla söylentileriyle yıpratılmasına müsaade
edemeyeceğini söyledi. İki taraf arasındaki toplantı bitmek üzereydi ki bu kez
evren söz aldı ve başbakanı en çok rahatsız eden soruyu sordu: ‘’cumhurbaşkanı
seçimi ne olacak?’’ dedi. Demirel ise her siyasetçi gibi Bu sorunun
bir an önce halledileceğini Evren’e iletti. Görüşme bittiğinde her iki
tarafında sinirleri bir yay gibi gerilmişti. Evren bu görüşmeden çıkar çıkmaz Genelkurmay’a
gitti. Özellikle başbakanın sıkıyönetim komutanlarını değiştirmek istemesi Evren’i
rahatsız etmişti. Evren genelkurmay binasına girer girmez 2. Başkan Haydar Saltuk’u
çağırdı ve müdahale için gerekli çalışmaları hızlandırması emrini verdi. Kenan
Evren, Demirel ile yaptığı görüşmeden hemen sonra NATO toplantılarına katılmak
için Brüksel’e hareket etti. Brüksel’den döndüğünde ise uçaktan iner inmez
Yeşilköy havalimanında siyasilere karşı zehir zemberek açıklamalarda bulundu.
Evren yaptığı açıklamalarda cumhurbaşkanının seçilememesine duydukları öfkeyi
dile getirdi. Evren’in bu sert üslubu gazetelere 1. Sayfadan manşet oldu; ama
siyasiler bu açıklamaları pek önemsemedi. Hatta bazı siyasiler, meclisin
iradesine müdahale olduğu gerekçesiyle Evren’i eleştirmekten geri kalmadı.
***ÇORUM
OLAYLARI VE FATSA’DA KURULAN HALK İKTİDARI***
Mecliste cumhurbaşkanlığı için yapılan nafile turların
sürdüğü sıralarda meclisin hemen karşısında bulunan Genelkurmay karargahında
bir toplantı yapılıyordu. Bu toplantı Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet
komutanları arasındaydı. Bu toplantı müdahale kararının dönüm noktasını
oluşturacaktı. Komutanlar arasındaki toplantı pek uzun sürmedi ve komutanlar
karargahlarına dağıldı. Toplantı neticesinde ise müdahale karar verilmiş ve
bütün hazırlıkların Temmuz’un ilk haftasına kadar bitirilecekti. Bu 5 komutan
tarihi sırlarını bütün Ordu ve Kolordu Komutanlarına açmaya da karar vermişti. Bu
kapsamda genelkurmay bahsi geçen tüm komutanları karargâhta toplantıya çağırdı.
Toplantıya katılan komutanlardan birisi olan adana sıkıyönetim komutanı olan Korgeneral
Nevzat Bölügiray gerçekleştirilen toplantıyı şu şekilde anlatmıştır:
‘’Sıkıyönetim komutanı arkadaşlarla beraber genelkurmay
karargahında toplantıya gittik. Bütün komutanlar geldikten sonra kapılar
kapatıldı ve toplantıya geçildi. Toplantıda genelkurmay başkanı Kenan Evren söz
alarak ‘’Arkadaşlar ben kuvvet komutanlarıyla beraber müdahale yapmaya karar
verdik. Şimdi sizin fikirlerinizi soruyorum.’’ Dedi. Askerlik kurumunda
bir komutan karar verdikten sonra ast rütbeliler fikir beyan etmez. O yüzden
komutanımızın verdiği karar katıldığımızı söyledik.’’ Demiştir.
Artık ok yaydan çıkmış ihtilalin emir komuta zinciri
kurulmuştu. Yapılacak müdahalenin gerekçesi de açıktı. Ülkede akan kanı sadece
ordu durdurabilirdi. Aynı günlerde sıkıyönetim uygulamasına karşın sanki birileri
yangına körükle gidiyordu. Terör Türkiye’nin dört bir yanında her gün onlarca
insanın canını alıyordu. 27 Mayıs 1980 günü MHP’nin önde gelen isimlerinden
olan genel başkan yardımcısı Gün Sazak
öldürüldü. Bu suikastin hemen ertesinde ise MHP’liler için en önemli illerden
birisi olan Çorum’da olaylar başladı. Çorum’da yaşanan olaylar tanıdık ve aynı
ölçüde de ürkütücüydü. Çünkü Kahramanmaraş, Malatya ve Sivas’ta uygulanan
senaryonun aynısı Çorum dada sahneye konuluyordu. İlk önce kent merkezindeki Alevilere
ait işyerlerine, daha sonra alevi mahallelerine saldırılar başladı. Bu
olaylarda çıkan ilk bilanço sonraki katliamın adeta habercisiydi. Bu olaylarda
4 kişi ölmüş ve birçok kişi yaralanmıştı. Ayrıca 100’den fazla ev ve işyeri
kullanılamaz hale getirilmişti. Korku ve kin ise kenti tam manasıyla ikiye
bölmüştü. Solcu ve aleviler kendi mahallelerine, sağcı ve sunniler ise kendi
bölgelerine çekilerek barikatlar kurmaya başladı ve silahlanmaya başladılar.
Oyunun ikinci sahnesi yine tanıdık ve Diğer şehirlerde yayılan söylentiler
gibiydi. Alaaddin camiine bomba atıldığı iddiası diğer camilerin
hoparlörlerinden kente duyurulmaya başlandı. Camilerde ise cihat çağrıları
yapılmaya başlandı. Şehirde yine suların zehirlendiği iddiası dalga dalga
çoruma yayıldı. Artık olacak şiddetin fitili ateşlenmiş ve çatışmaların
başlaması an meselesiydi. Biranda ortaya çıkan silahlı kişiler alevi
mahallelerini uzun namlulu silahlarla taramaya başlamıştı. Aleviler ise bu kez
hazırlıklıydı. Çünkü Kahramanmaraş’ta yaşanan olaylar aleviler ve solcular
arasında ders niteliğindeydi. Yaşanan bu gelişmelerin Kahramanmaraş’taki gibi
olacağını bilen alevi mahalleleri silahlanıp barikatlar kurmuş ve saldırganlara
karşılık vermeye başlamıştı. Bu yaşananlar tam bir iç savaş durumuydu. Her iki
tarafta kendi aralarında cepheler oluşturarak, cepheler arası mermi veya silah
takviyesi gerektiğini birbirlerine iletmişti. Ayrıca tarafların birbirlerinin
cephesine sızmasının engellenmesi için işaret ve parolalar kullanılmaya
başlanmıştı. Çatışmaların başlamasıyla kentin dış dünya ile bağlantısı tamamen
koptu. Kentte elektrikler kesilmiş ve dış dünya ile bağlantısını sağlayan
telefonlar kullanılamıyordu. Çorumda nefret öylesine kol geziyordu ki
yangınların söndürülmesine engel olmak için itfaiye hortumları bile kesilmişti.
Sonunda askeri birlikler imdada yetişti. Amasya 15. Piyade Tugay komutanlığına
bağlı askerler Çorum’a ulaştı ve askeri jetler kent üzerinde alçak uçuşa
başladı. Olayları bastırmak için gelen birliğin başında bulunan Şehabettin
Esengül kente girdikten sonra gördüklerini şu şekilde aktarmaktadır:
‘’ Daha şehire girer
girmez bir dehşet manzarası ile karşılaştık. Bu manzara karşısında hayretler
içerisinde kaldım ve fevkalade üzüldüm. Şehirin bir tarafında tahrip olmuş
dükkanlar, öteki tarafta ise alevi kesimin bulunduğu bölge barikatlarla
çevrilmişti.
Kentin
alevi mahallelerinde panik vardı. Barikatların gerisinde bulunan alevi halk
polise ve askere dahi güvenmiyordu. Oysa çorumda sükûnetin sağlanması için bu
barikatların kaldırılması şarttı.’’
İşte bu sırada Tuğgeneral
Esengül’ün yanına bir sağ görüşlü bir politikacı yaklaşarak ‘’Barikatları
yarın ve arkasında bulunan halkı bertaraf edersiniz. Bu işte kısa sürede
böylece bitmiş olur.’’ Dedi. Politikacının söylediği ‘bertaraf’’ sözcüğü esasen
katliam anlamına geliyordu. Saldırıya uğrayan Alevilerde silahlanmıştı. Ordudan
ise silahlanan bu Alevilerin silahsızlandırılması isteniyordu. Aslında Tuğgeneral
Esengül sadece politikacılara değil, kendi komutanlarına da gerçeği anlatmakta
güçlük çekiyordu. Zira söylentiler öylesine yayılmıştı ki üst birlik
komutanları bile bu söylentilere inanır olmuştu. Bu durumu Şehabettin Esengül
şu şekilde anlatmaktadır:
‘’Üst birlik
komutanları bu söylentilerin gerçek olmadığına ilk başta inanmadılar. Çünkü
istihbarat elemanları gayet net biçimde komutanlara ‘’Alaaddin camii şuan yanıyor.’’ Demişti. Ben ise caminin yanında bu
istihbaratın yanlış olduğunu komutanlara anlatmaya çalışıyordum. Ben
komutanlara ‘’cami burada ve tam önümde
sapasağlam duruyor. Bana mı, yoksa burada olmayan istihbarata mı inanıyorsunuz.’’
Dedikten sonra komutanlar bana itimat ederek caminin yanmadığına kanaat
getirdiler.’’
Ancak bu söylentilere inananlarda vardı. Sağ ile sol
kavgasıyla istedikleri sonucu alamayanlar şimdi kanlı katliamlara ve mezhep
kışkırtmalarıyla isteklerine ulaşmayı hedefliyordu. Sağcı militanların elinde 3
saat rehin kalan gazeteci Saygı Öztürk çorumda yaşanan katliamın en yakın
tanıklarından birisiydi:
‘’Bulunduğum yerde
nereden geldiği belli olmayan kurşunlar başımın üzerinden geçiyordu. Bu
çatışmanın ortasında beni bir grup yakalayıp SSK hastanesine götürdü ve bodrum
kata indirdiler. Beni yakalayan grubun kısa zamanda ülkücüler olduğunu anladım
ve hastanede bu grubun kalesiydi. Ülkücülerin tüm eylem kararları ile nereye
saldıracakları bu karargahta alınıyordu. Mesela öldürülen bir kişinin üzerine
kızgın demirle bir partinin isminin baş harfleri yazıldığını görmüştüm. Bunun
gibi canice birçok sahneye orada şahit oldum. Daha sonra meslektaşlarımın rehin
tutulduğumu askerlere haber vermesiyle askerler beni oradan kurtardılar.’’
Demiştir.
Olaylar
yatıştığında birçok kişinin kaçırılarak öldürüldüğü anlaşıldı. Bu iç savaşta
şehirdeki ölü sayısı ise 33’dü. Öldürülenlerin birçoğu akıl almaz işkencelerle
öldürülmüş ve boş arazilere atılmıştı. İşkence sahneleri korku filmlerini
aratmayacak vahşilikteydi. Örneğin minibüse bindirilerek götürülen rehineler,
minibüsten indirilerek çivili sopalarla öldüresiye dövülüp, orada
bırakılıyordu.
Ordunun Fatsa ilçesinin belediye başkanı olan Terzi Fikri olarak tanınan Fikri Sönmez idi. Terzi fikri 1979 ara
seçimlerinde arkasına devrimci-yol (DEV-YOL) desteğini alarak belediye başkanı
seçilmişti. Bu seçimlerde bütün partilerin oy oranından daha çok oy alarak
belediye başkanlığına gelmişti. Fikri Sönmez ortaokul mezunu, hemen herkesi
tanıyan, spor yapan ve sosyal ilişkileri güçlü bir kişiydi. Terzi Fikri asıl
ününü karaborsa baskınlarla halka dağıttığı mallarla yapmıştı. Hal böyle olunca
o dönemde yağ, şeker vb. temel ihtiyaç maddelerini bulamayan halk arasında Fikri
Sönmez ve arkadaşlarını desteklemeye başladı. Dolayısıyla DEV-YOL sokağa ve
sandık başlarına halkın bu desteğiyle daha hakim olmaya başladı. Bundan ötürü
hiçbir siyasi parti Fikri Sönmez’in karşısına aday çıkartmaya dahi cesaret
edemedi. Kimilerine göre Terzi Fikri bir terör örgütünün adayıydı ve
seçimleri destek gördüğü terör örgütlerinin desteği ile kazanmıştı.
Terzi Fikri başkan seçildikten sonra Fatsa’da 11 halk
komitesi kurdu. Yönetimde bu komiteler aracılığıyla yürütülmeye başladı.
Komiteler arası yapılan toplantılarda ilçe için yapılacak tüm çalışmalara
halkın katılması kararı alınıyor ve herkes kazma, küreklerle altyapı işi gibi
işlerde çalışıyordu. Ancak yapılan bu işler kanun çerçevesinde
gerçekleşmiyordu. Çünkü yapılan işlerde istimlak prosedürüne bağlı arsa
sahiplerine para ödenmesi gerekirken, bu işlemler yapılmadan doğrudan girişilen
işlerde mağdur olan vatandaşlarda oluyordu. Ayrıca ilçeye giriş ve çıkışlarda
halk komitelerinin kontrolü altındaydı. İlçeye girmek isteyen gazeteciler bile
uzun süre sorgulandıktan sonra ilçeye alınıyordu. Gazeteci Erhan Akyıldız
ilçeye girişte ve ilçe içerisinde yaşadıklarını çok güzel aktarmaktadır;
‘’ilçenin otogarına
indiğimiz ve valizlerimizle uğraşırken yanımıza iki genç geldi. Gençler ‘’Fatsaya
neden geldiniz?’’ gibi birkaç soru sorduktan sonra bizde araştırma yaptığımızı
ve makale yazmak için geldiğimizi söyledikten sonra bizi arabayla belediyeye
götürdüler. Belediyede 6-7 saatlik bir sorgulama sonrasında ikna oldular ve
ilçeye girişimize onay verdiler. İlçede o sırada şenlikler vardı. Bizde şenlik
alanına giderek halkın arasına karıştık. Karşımda Yaşamım boyunca aklımdan
çıkmayacak bir manzara vardı. Bu şenlik, Türkiye’nin o günlerdeki dramatik
yapısını yansıtan en ilginç manzaralardan birisiydi. Şenliklerde 5-6 yaşındaki
çocuklardan 70 yaşındaki nine ve dedelere kadar her kesimden insan toplanmış ve
sol yumrukları havada devrim andı içiyordu. Şenlik alanının dört tarafı
geçmişte yaşamını yitirmiş devrimcilerin poster ve resimleriyle süslenmişti.’’
Terzi Fikri ilçede ‘’halk
iktidarını’’ kurduğunu iddia ediyordu. Aslında Fatsa DEVRİMCİ-YOL hareketinin
laboratuvarıydı. Bu laboratuvarda ise Terzi Fikri sosyalist iktidarın
çekirdeğini kurmuştu. Fatsa’da yaşanan bu gelişmeler için birşeyler
yapılmalıydı ve yapıldı. Ordunun dahi çekindiği Fatsa’ya bakanlar kurulunun
aldığı ‘’terör odaklarına baskın
yapılmasına ilişkin’’ karar ve Kenan Evren’in emriyle 11 Temmuz 1980 sabah
saatlerinde operasyon yapıldı. Bu operasyonda büyük bir askeri güç, tank ve
helikopterler eşliğinde ilçeye girdi. Ordunun güçlü bir direniş beklentisi
vardı. Oysa ordunun beklentisi gerçekleşmedi ve ilçede hiçbir direniş
gerçekleşmedi. Bu harekat sırasında birdenbire ortaya çıkan yüzleri maskeli
kişilerin ihbar ettiği 300 kişi gözaltına alındı. Bu tutuklulardan 250 kişi
daha sonra serbest bırakıldı. Terzi Fikri ise gözaltında hayatını kaybetti.
Tutuklamalarla birlikte 2000 sanığı bulan DEV-YOL davası açıldı. Ancak
ilerde davada sanık olan çoğu kişi beraat etti. Fatsa operasyonu ile Türkiye’nin
ilk sosyalist ilçe devleti tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı.
***BAYRAK
HAREKAT PLANININ UYGULAMAYA KONULMASI***
1980 yılının yaz aylarında Türkiye’de terör doruk noktasına
ulaşmıştı. Artık ülkede siyasi cinayetler biçim değiştirmiş ve bir kan davasına
dönüşmüştü. Cenazelerde duyulan ‘’kanı
yerde kalmayacak’’ sloganı gerçeğe dönüştürülüyor ve her gün bir
devrimcilerden, bir ülkücülerden vatandaş öldürülüyordu. Artarda yaşanan üç
önemli kişinin suikasti ise bu sloganı adeta gerçeğe dönüştürüyordu. İlk
suikast CHP Milletvekili Abdurahman Köksaloğlu işyerinde silahla öldürüldü.
Ardından 19 Temmuz 1980 tarihinde Türk siyasetinin en ünlü simalarından birisi
olan ve 12 Mart dönemi başbakanı Nihat Erim İstanbul Dragos’ta ki evinin önünde
vurularak öldürüldü. Türkiye bu cinayetle adeta şok olmuştu. Çünkü bu cinayet o
güne kadar anarşistlerin öldürmeye cesaret edebileceği zirvedeki en önemli
kişiydi.
MADEN-İŞ sendikasının Genel Başkanı ve DİSK’in eski lideri Kemal
Türkler’de bu haberi arabasında öğrenmiş ve eşine ‘’bakalım karşılığında kimi alacaklar?’’ dedi. Terör ise
karşılığında Kemal türkler’i aldı. Türkler Nihat Erim cinayetinden 3 gün
sonra evinin önünde arabasına bindiği sırada vurularak öldürüldü. Bu cinayetlerin
arasında ordu kendini birleştirici tek unsur olarak görüyordu. Komutanlar
Terörü önleyecek ve ülkeyi bölünmekten kurtaracak tek yetkili merciinin ordu
olduğuna inanıyordu. Asker için müdahale kaçınılmazdı. İşte bu görüş
çerçevesinde 16 Haziran günü sıkıyönetim toplantısında komutanlar biran önce
başbakan Demirel’in toplantıyı terk etmesini bekliyordu. Çünkü Demirel toplantıdan
ayrıldıktan sonra komutanlar başka bir toplantıya geçecekti. Komutanların
yapacağı bu toplantı ise ülke yönetimine müdahale ile ilgili olacaktı.
Toplantıda müdahalenin nasıl yapılacağının son şekli verilecekti. Gerçekleştirilecek
müdahaleye ise ‘’Bayrak Harekatı’’ ismi verilmişti. Toplantı neticesinde
oluşturulan plan ise aynı gün karargahlara ‘’çok gizli’’ ibaresiyle ulaştırıldı. Genelkurmay istihbarat başkanlığına
bağlı subaylar bütün sıkıyönetim komutanlıklarına giderek bayrak harekatı’nın
tüm detaylarının anlatıldığı kırmızı kaplı dosyada bayağı kalın bir dosyayı
verdi.
Kenan Evren harekat gününü 11 Temmuz 1980 olarak
belirlemişti. Bu tarihin belirlemesinin nedeni ise 3 Temmuz günü CHP hükümeti
düşürmek için meclise bir gensoru vermesiydi. MS lideri Necmeddin Erbakan’da ‘’Kadayıfın altı kızardı.’’ Diyerek bu
gensoruyu destekleyeceği sinyalini vermişti. Hükümet düşerse müdahale daha
kolay olacaktı. 3 Temmuz günü mecliste Demirel hükümeti hakkında güven oylaması
yapılırken Türkiye’nin kaderi bu oylamaya bağlıydı. Komutanlar, hükümetin
düşmesiyle düğmeye basacak ve harekatı gerçekleştirecekti. Oysa bu oylamanın sonucu beklendiği gibi çıkmadı. Demirel
hükümeti güvenoyu almayı başardı. MS, CHP’ye oyun oynamış ve sözünü tutmayarak Demirel
hükümetinin düşüşünü engellemişti. Hükümetin düşmemesi Demirel’e rahat
nefes aldırdı. Ancak hiç kimse bir müdahalenin eşiğinden döndüğünün farkında
değildi. Evren, güvenoyu almış bir hükümete karşı darbe yapılmasının bütün
çevreler tarafından hoş karşılanmayacağını biliyordu. Sonuç olarak 11 Temmuz müdahalesinden
vazgeçildi. Ancak müdahale kararından vazgeçilmesi başka sorunları da
beraberinde getiriyordu. Zira askerler için terfi ve emeklilik dönemi Ağustos’ta
gerçekleşecekti. Temmuz ayında darbeye katılacak subayların 1 ay sonra emekli
edilmeleri ciddi sorunlar yaratabilirdi. Evren terfi edemeyen subayların
dosyaları alıp hükümete iletmesinden çekiniyordu. Buna çözüm olarak tüm
komutanlıklardaki dosyalar genelkurmay tarafından geri istendi ve rafa
kaldırıldı.
Ancak Evren ve arkadaşlarının yukarıda zikrettiğimiz
korkuları gerçekleşmedi. Ağustos ayında gerçekleşen Yüksek Askeri Şura toplantısı
komutanların istediği şekilde bitti. Alınan kararlara göre Tahsin Şahinkaya’nın
görev süresi 1 yıl uzatıldı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu emekliye
ayrıldı. Darbeyi bilen komutanlardan birisi yaş haddi kuralına göre emekli
oluyordu. Bülent Ulusu’nun yerine ise Nejat Tümer geçecekti. Başından beri
harekat planının içerisinde olan Haydar Saltuk ise kıt’aya çıkması gerekiyordu.
Saltık yeni kararname ile Ege Ordu Komutanı oldu. Bu kararlar ile birlikte
askerler bayrak harekatını yeniden raftan indirdi. Terfi kararlarının kamuoyuna
açıklanmasının hemen ardından komutanlar genelkurmay karargahında toplantı
yaptı. Toplantının gündemi yönetime el koyduktan sonra yapılacak işlerin
organizasyonuydu.
Toplantı önce yasama organı yani askeri yönetimin meclisi
olmalı mı? Sorusu ele alındı. Sonunda 5 kuvvet komutanının ‘’Milli Güvenlik Konseyi’’ olarak
yasamayı üstlenmesine karar verildi. Diğer gündem maddesi ise yürütme idi.
Ülkenin yeni başkanı kim olmalıydı? Aslında Bu sorunun karşılığında bir muhatapta
yoktu. Çünkü ülkede mevcut seçilmiş veya görevine devam eden bir cumhurbaşkanı
yoktu. Siyasilerde cumhurbaşkanı seçmek için gerekli gayret ve özveriyi
göstermiyordu. Askerler yaptıkları bu değerlendirme ile milli güvenlik
konseyinden birisinin başkan olmasına karar verdiler. Tabi ki konsey
içerisinden seçilecek cumhurbaşkanı da Kenan Evren’den başkası olamazdı. Bir
diğer konu ise müdahaleden sonra siyasilerin ne olacağıydı. Bir el hareketiyle
yüzbinlerce kişiyi sokağa döken liderlere ne yapılmalıydı? Müdahaleden sonra
liderlerin anakarada tutulmaları sakıncalıydı. Çünkü siyasi liderler Ankara’da
tutuldukları takdirde lehte veya aleyhte gösteriler olabilirdi. Bundan ötürü
liderlerin Gelibolu’da bulunan Hamzakoy kampında, İzmir Menteşe’de bulunan Harp
Okulu ve Uzunada’da ki Deniz Kuvvetleri’nin tesislerine gönderilmeleri
kararlaştırıldı. Milletvekilleri için ise suça bulaşmamış olanlara bir şey
yapılmaması, ancak herhangi bir anarşi olaylarında adı geçenlerin Ankara’da
bulunan İstihbarat Okulunda hapsedilmesi kararlaştırıldı. Askerler yönetime el
koyduktan sonra dağıtılacak parlamentoda bulunan milletvekillerinin durumunu
uzun uzadıya tartışmıştı. Önerilerden birisi meclis dağıtıldıktan sonra
milletvekillerinin izinli kabul edilmesiydi. Ancak Kenan Evren bu öneriye karşı
çıktı. Evren’in karşı çıkmasının nedeni ise, izinli sayılan milletvekillerinin
maaşlarının verilmeye devam edeceği, bundan ötürü devlet bütçesine külfet
olacağından ötürüydü.
Toplantı
sonunda alınan kararları 2. Başkan Öztorun el yazısı ile zapta geçti. 26
ağustos 1980 tarihli zaptın altında Orgeneral Kenan Evren, Orgeneral Nurettin
Ersin, Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Oramiral Nejat Tümer, Orgeneral Sedat Celasun
ve Korgeneral Necdet Öztorun’un imzaları vardı. Ancak
bu toplantıda en kritik soru halen cevap bulmamıştı. Gerçekleştirilecek bayrak Harekatı’nın
gün ve saati belli değildi. Komutanlar müdahale için yeniden siyasiler
arasındaki bir krizi seçecekti. Komutanların bu krizi beklemeleri çok uzun
sürmedi. Çünkü CHP’liler tarafından dışişleri bakanı hayrettin Erkmen hakkında
verilen gensoru yeni bir krizin habercisiydi. Çünkü Erkmen’in düşürüleceği
meclis aritmetiğine göre kesindi. Bunun ardından hükümette istifa edeceği için
askerlerin müdahalesi için gerekçe ortaya çıkacaktı. Askerler böyle kritik bir
ortamda düşürülmüş hükümet üzerine müdahale etmek istiyorlardı. Çünkü komutanlar mevcut Demirel hükümetine
karşı değil, istifa etmiş ve kriz içerisindeki siyasete karşı bir darbe yapmak
istiyordu. Kısacası askerler müdahalelerini meşru bir zemine oturtmak
istiyordu. Ancak siyasetçiler yine
komutanları ters köşeye yatırdı. Bakan gensoruyla düşürülmüştü, ama Demirel
hükümeti istifa etmedi. Komutanlar bu defa müdahale gününü kendileri seçmeye
karar verdi. Bu kararı hızlandıran ise 6 Eylül’de Konya’da gerçekleştirilen MSP
mitingi olmuştu. MSP’nin, İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan ederek işgal edişini
protesto etmek için düzenlediği bu miting şeriat gösterilerine dönüşmüştü. Bu
mitinge yaklaşık yüz bin kişi katılmıştı. Miting sırasında istiklal marşı
okunurken toplu olarak yere oturanlar görülmüş, Arapça pankartla yürüyenler ve cübbe,
sarık ve şalvarlarla slogan atanlar kamuoyu ile birlikte komutanları da çileden
çıkartmıştı.
Bu mitingle Erbakan’a olan kızgınlıklar biraz daha artmıştı.
Bu kızgınlık ve korku ileride Erbakan’a pahalıya patlayacaktı. Erbakan ve MSP topun
ağzındaydı. Çünkü iltica hareketi terörden sonra müdahale gerekçesinin en
önemli maddelerinden birisiydi. Bu yüzden komutanların gözü Sauron gibi Erbakan’ın
üzerindeydi. Ancak bir gün Erbakan bu koca gözlerin gözetiminden kayboldu.
Çünkü Erbakan İngiltere’ye gitmişti. İşin ilginç yanı 12 Mart muhtırası
sırasında da Erbakan yurtdışındaydı. Yine komutanları bir endişe aldı. Çünkü
Erbakan’ın yurtdışında olması müdahaleyi zorlaştırabilirdi. Ancak Erbakan 10 Eylül’de
İngiltere’den döndü ve komutanlar rahat bir nefes aldı.
Darbe için geri sayımın başladığı o günlerde Ecevit’te PETROL-İŞ
sendikasının genel kurulunda ünlü konuşmasını yapıyordu. Bu konuşmada Ecevit işçilerin
sahaya inerek siyasete destek vermesini istiyordu. Ecevit’e göre toplum o
dönemde yeterli ve etkili tepki göstermemesi rahatsız ediyordu. Aslında Ecevit’in
demokrasi çağrısı yaptığı işçiler çoktandır sahadaydı. Ecevit’in çağrıyı
yaptığı sırada yüzbinlerce özel sektör çalışanı grevler yapıyor ve hükümetin
ekonomik kararlarını protesto ediyorlardı. Ancak toplumun diğer
kesimlerinde öyle bir hava vardı ki sahaya inmek bir yana müdahalenin biran
önce yapılmasını istiyordu. Çünkü terör toplumu yıldırmıştı. 1980 yılının Ağustos
ayı biterken ülkede ölü sayısı 1900 kişiyi geçmişti. Darbe yaklaştıkça genç
dimağlar cenaze sayısı da katlanarak artıyordu. Aynı dönemde geçmiş yıllara göre
daha fazla soygun ve gasp yaşanmıştı. Ülkede insanlar kaçırılıyor, bombalar
patlıyor ve kundaklama olayları yaşanıyordu. Askeri müdahalenin stratejisini
oluşturan çalışma grubunun üyesi Kurmay Albay Cumhur Evcil ise halkın
tepkisiyle birebir karşılaşmış kişilerden birisiydi;
‘’Bir kamyon şoförü
ile tesadüfen karşılaşmam ve sohbetim sırasında kamyon şoförü nerede görevli
olduğumu sordu. Bende genelkurmay karargahında görevli olduğumu ilettim. Bunun
üzerine kamyon şoförü bana ‘’Kenan Paşayı görüyor musunuz?’’ dedi. Bende
‘’Görev yerim icabı kendisini ara sıra görürüm.’’ dedim. Şoför bu cevabım
üzerine ‘’Benim 2 tane oğlum var. Eğer
bu çocuklardan birisi öldükten sonra Kenan Paşa yönetime el koyacaksa iki elim
paşanın yakasında olacak.’’ Dedi. Ben kamyon şoförü olan bu vatandaşın bu
sözleri üzerine bir şey diyemedim. Kendisiyle kısa bir süre sohbet ettikten
sonra ayrıldık.’’
Yukarıdaki sözlere benzer bir tepkiyle dönemin CHP
milletvekili Altan Öymen kayınvalidesinden duydu;
‘’Eşimle kayınvalideyi
ziyaret ettiğimiz bir gün kayınvalide bana hitaben ‘’Oğlum artık birisi gelse
de hepimiz bu durumdan kurtulsak.’’ Dedi. Bende kayınvalideye ‘’Şimdi birisi
gelirse, benim gitmem gerekir.’’ Dedim. Kayınvalide biraz hiddetlenerek ‘’Yok yok
bu işin başka çaresi yok. Hem sende kurtulursun.’’ Dedi.’’
Komutanlar ise harekat planını en ince ayrıntısına kadar
gözden geçirmekle meşguldü. Çünkü ordu içerisindeki binlerce subay ve on
binlerce askerin hangi saatte, nerede ve hangi görevde olacağı tek tek belirlenmeliydi.
Kenan evren en küçük aksilik çıkmasını istemiyordu. Bu harekatta gizlilik esası
bozulmamalıydı. Harekatın ise günü ve saati belirlenmiş olan bu harekatı
bilenlerin eşlerine dahi söylenmesi yasaklanmıştı. 9 Eylül günü Kenan Evren komutanlarla
son kez toplantı gerçekleştirdi. Kenan Evren harekatın Cuma günü yani 12 Eylül 1980
tarihinde yapılmasını istiyordu. Çünkü harekatın hafta sonu olması harekatı
daha da kolaylaştıracaktı. Sonunda Kenan Evren hayırlı olur inşallah diyerek
harekat emrini imzaladı. Artık darbe gerçekleştirilecekti. Harekat emrinin
içerisinde Darbenin 12 Eylül 1980 saat 04:00’da gerçekleştirileceği yazıyordu.
To Be Continued...
To Be Continued...
12 Yorumlar
bunun devamı gelecek mi to be continued denmiş öyle kalmış.
YanıtlaSilBu yazının devamını burada değil, ayrı bir başlık altında yayınlamayı planlamaktayım. bahse konu bu yayın 1980 darbesinden Özal hükümeti'nin kuruluşuna kadar olan dönemi ele alacak...
SilKapsamlı ve geniş bir anlatıma sahip bir yazı olmuş. Teşekkürler, umarım devamı gelir.
YanıtlaSilGüzel dilekleriniz ve sözleriniz için teşekkür ederim. Zaman bulabilirsem yazının devamını da hazırlama planlarım var.
SilMerhaba, elinize sağlık.
YanıtlaSilİzniniz olursa, ben bunu epuba çevirip, kindle cihazımda okumak isterim.
Bu zamana kadar bekledim ama sizden bir cevap alamadım. Ben çeviriyorum, hakkınızı helal edin :)
YanıtlaSilBir süredir blog ile fazla ilgilenemiyordum. o yüzden sizin daha önce attığınız mesajı da atlamışım. Bu aksaklıktan dolayı kusura bakmayın. Blog sayfamızda yayınladığımız her içerik herkese açıktır. Bu yüzden dilediğiniz şekilde kullanabilirsiniz. Ancak sizin gibi değerli takipçilerimizden tek istirhamımız sizlerinde blog sayfamızın bilinirliğine katkıda bulunmanız. Anlayışınız için şimdiden teşekkür ederim.
SilMerhaba, birkaç grupta paylaştım blogunuzu... Blog harici paylaşımlarınız varsa, o mecraları da paylaşabilirim.
Sil@Delitez; Desteğiniz için teşekkür ederim. Blog dışında sadece ekşisözlük'te paylaşımlar yapıyoruz. onun dışında maalesef herhangi bir başka mecra veya sosyal medyada paylaşım yapmıyoruz.
SilDevamını yazdınız mı?
YanıtlaSilMaalesef yazının devamını hazırlama fırsatım olmadı. Bir süre daha sizleri bekletmek durumunda kalacağım için üzgünüm.
SilMerhaba. Yazının devamını ne zaman yazacaksınız?
YanıtlaSil