Soğuk Savaş'ın Kökenleri
Soğuk savaş, 1945 ile 1991 arasında Amerika Birleşik Devletleriyle, Sovyetler Birliği arasındaki ekonomik ve politik rekabeti işaret eden bir kavramdır. Bu çatışma, iki ülkenin birbiri ile rekabet eden politik ve ekonomik çekişmesini içeren geniş kapsamlı bir savaş anlamına gelmekteydi. Bahsi geçen çatışmalar Sovyetler Birliği’nin komünist sistemi ile bu sisteme bağlı müttefikleri ve Amerika Birleşik Devletlerinin demokratik kapitalizmini savunan müttefiklerinin birbiri ile birçok kez karşı karşıya gelmelerine neden olmuştur. Bu yıllar, yoğun siyasi ve ekonomik rekabetin yanı sıra iki ülke arasındaki diplomatik ve askeri restleşmelere de sahipti. Bu askeri restleşmeler ise Sovyetler Birliği ve Amerika’nın askeri harcamalarında dramatik artışlara neden olmuştur. Ayrıca bu yüksek gerilimler neticesinde, Latin Amerika, Afrika ve Asya'da vekalet savaşları meydana gelmiş ve milyonlarca can kaybına sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla her iki ülke birbiri ile çatışmasa dahi ''vekalet savaşları'' aracılığıyla birbirine üstünlük kurmaya çalışmıştır. Bu cihetle; 1991 senesine kadar olan bu süreçte iki süper gücün birbiri ile çatışmaması ve vekalet savaşları üzerinden karşı tarafa üstünlük kurmaya çalışmasından dolayı ''soğuk savaş'' terimi ortaya çıkmıştır.
Her iki taraf da ekonomik ve politik sistemlerini
diğerinden üstün gördüğü için kapitalizm ya da komünizmin dünyanın her yerinde
hakim ideolojiye dönüşüp dönüşmeyeceğini belirleyecek sürekli bir çatışmanın
parçası olarak neredeyse her dünya olayını kendi ideolojileri ve çıkarları
çerçevesinde yorumlamışlardır. Sovyetler, komünizmin ekonomik ve politik
sistemini diğer milletlere yaymaya çalışırken; Amerika, demokrasi ve özgür
girişimcilik vizyonunu desteklediğini iddia ediyordu. Bu iki farklı görüş,
çıkarları ve ideolojileri doğrultusunda birbirlerine karşı karşılıklı hareket
ederek dünya üzerinde düzinelerce küçük çaplı askeri çatışmalara ve çeşitli
savaşlara yol açmıştır. Bununla birlikte, yukarıda zikrettiğimiz gibi “soğuk
savaş” teriminin öne sürdüğü gibi, bu iki süper güç ülke arasında doğrudan bir
askeri çatışma hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Peki bu soğuk savaş ne anlama geliyordu? Soğuk savaş
kavramı nasıl ve ne zaman ortaya çıkmıştı? Her şeyden önemlisi bu savaşı kim
başlatmıştı? İşte bu yazımızda soğuk savaş kavramının ortaya çıkışıyla birlikte,
bu savaşın nedenlerini ve aktörlerini inceleyeceğiz. Dolayısıyla yazı soğuk
savaşın doğumundan ölümüne kadar değil. Savaşın
temellerinin atıldığı zamandan, iki süper gücü ciddi manada karşı karşıya
getirecek Kore savaşının öncesine kadar olan olayları başlıklar halinde
işleyeceğimiz bir yazı olacak.
*** SOĞUK SAVAŞIN KÖKENLERİ ***
Sovyetlerin ve Amerika’nın ekonomik ve politik sistemlerini
diğer uluslara yayma çabaları, tarihçiler tarafından yoğun bir şekilde
tartışılmaktadır. Net olan şu ki, her iki ülke 1950'lerin başlarında
kendilerini agresif ve küresel egemenliğe adamış olarak görmeye başlamıştı.
Örneğin, 1950'de Amerika Savunma Bakanlığı yetkilileri ulusal güvenlik
konseyine bir rapor oluşturmak için dış politika uzmanlarıyla çalışıyordu. Bahsi
geçen bu altmış sayfalık belge kısaltılmış ismi ile ''NSC-68'' olarak bilinmektedir. Bu belge ayrıca her iki ulusun
birbirine olan bakışını da tanımlıyordu. Bu raporun içeriğinde Sovyetler
Birliği'nin “mutlak otoritesini dünyanın
geri kalanına dayatmaya” çalıştığını belirten bölümlerde bulunmaktaydı. Bu
raporun sonuç bölümünde ise Sovyetlerin sadece “bu cumhuriyetlerin yıkımını değil, medeniyetin kendisini de tehdit
ettiği” söylenerek tedbir alınması konusunda yetkililer uyarılıyordu.
Pek çok Amerikalının, Sovyetler Birliği ve uluslararası
komünizmin gerçekten kendi uluslarına karşı bir tehdit oluşturduğu konusunda
kuşkuları vardı. Ancak, 1950'nin başlarında Çin Komünist güçlerinin zaferi,
1950'de Kore Savaşı'nın patlak vermesi ve 1950 sonunda Amerika Birleşik
Devletleri’nde ortaya çıkan politik iklim, komünizme karşı pek az siyasi
liderin yumuşak görünmek istediği bir durum yarattı. Sovyetler Birliği içinde
benzer bir siyasi ortamda ortaya çıkmış ve Kremlin'e egemen olan “sertlik yanlıları (şahin kanat)”
komünizmden şüphe edenler için daha az tolerans gösterilmesi gerektiğini dile
getirmeye başlamıştı. Sonuç olarak, Hitler'in yenilgisinden yalnızca beş yıl
sonra, bir zamanlar müttefik olan bu iki süper güç, kendi ideoloji ve ekonomik
gücünü dünyaya daha fazla yaymaya çalışıyordu. Bu bağlamda her iki süper güç
neredeyse tüm dış ve iç politika kararlarını ''soğuk savaş'' üzerinden
değerlendirmeye başlamıştı. Peki, bu 5 yıllık süreçte daha önce müttefik olan
bu iki süper güç arasındaki çekişmenin (soğuk savaş) kökeni nereden geliyordu?
Soğuk Savaşın kökenleri aslında 2. Dünya savaşının sonunda
aranmalıdır. Soğuk savaş başlamadan önce Amerika ve Sovyetler Birliği, 2. Dünya
savaşında müttefiklerdi. İki ulusun birbirine karşı ortak bir şüphe öyküsü
geçmişten beri vardı ve her iki devlette savaş sonrası Avrupa’nın nasıl
yönetilmesi gerektiği konusunda çok farklı fikirlere sahipti. Savaşta yer
almış her millet, batı tarzı demokrasiler ya da Sovyet ideolojisine yakın
komünist hükümetler kurarak Avrupa'yı kendi imajlarında yeniden yaratmak
istiyordu. Buna ek olarak, Sovyetler, gelecekte olası saldırılardan kendisini
izole edecek Rus yanlısı bir “tampon
bölge” yaratmak istiyordu. Bu çatışan vizyonlar, 1945'te Yalta ve Potsdam
Konferanslarında Amerikan, ingiLiz ve Sovyet diplomatlarının toplantıları
sırasında açıkça ortaya çıkmaya başlamıştı.
Şubat 1945'te, Churchill, Roosevelt ve Stalin, Yalta
Konferansında bir araya geldi. Yalta'da üç lider Almanya ve Doğu Avrupa'nın geleceğini
tartışırken, müttefik orduları Hitler'in etrafındaki çemberi giderek daraltmaya
devam ediyordu. Stalin, ülkesini savunabilmesi için Polonya ve diğer Doğu
Avrupa ülkelerinde Sovyet yanlısı hükümetler yaratılarak ''tampon bölge''
oluşturabileceğine inanıyordu. Çünkü Polonya ve Doğu Avrupa ülkeleri, son
iki yüzyılda Rusya'ya defalarca saldıran devletlerin kullandığı bir koridor
olagelmişti. Yalta konferansında Stalin, Londra'da sürgünde olan demokratik
Polonya Hükümeti'nin temsilcilerinden bazılarına bakanlıklar vererek bir
koalisyon hükümeti oluşturulmasına izin vereceği ile ilgili sözler verdi.
Churchill ve Roosevelt ise Sovyet yanlısı komünistlerin önderliğinde geçici bir
hükümet kurulması konusuna kuşku ile yaklaşıyorlardı.
Müttefikler, demokratik sürece geçiş konusunda
endişelenmekte haklıydı. Çünkü Yalta Konferansından 1 sene önce kızıl ordunun Polonya'daki
eylemleri buna en açık örnekti. 1944 yılında Stalin, Nazi işgali altındaki Varşova'ya
yönelik saldırısını iki ay boyunca durdurmuş ve bu durumdan istifade eden alman
ordusu hem kendilerine hem de komünistlere isyan eden binlerce Polonyalıyı
öldürmüştü. Batılı müttefikler, Stalin’in Polonya’yı komünist bir kukla devlet
haline getirmesinden korkmasına rağmen, kızıl ordunun bütün Doğu Avrupa’yı işgal
ettiği göz önünde bulundurulduğunda, başka türlü bir talepte bulunmaları
neredeyse imkansızdı. Aynı şekilde, batılı müttefikler, kızıl ordunun Doğu
Almanya'yı işgal ederek, Berlin’e kendilerinden önce varacağını biliyordu.
İttifaklarını canlı tutma umuduyla, Churchill ve Roosevelt, her milletin Almanya
ve Orta Avrupa devletlerinin konumlarıyla örtüşen bölümünü işgal ve yeniden
inşa etmekten sorumlu olacağına karar verdiler.
Bu üç devlet, tekrar temmuz ayında müttefiklerin kontrolüne
geçmiş olan Almanya'nın Potsdam şehrinde bir araya geldiğinde, Churchill'in yerini
seçimlerden zaferle çıkmış olan, Clement Attlee almıştı ve nisan ayında ölen Roosevelt'in
yerini ise Harry Truman almıştı. Selefleri gibi, Attlee ve Truman'da, Stalin’in Doğu
Avrupa’daki pozisyonuna karşı yürütülebilecek askeri bir mücadelenin yararsız
olacağının farkındaydı. Bunun yerine, çabalarını Doğu Avrupa'nın yeniden
yapılanması ve alman işgalinden sonra gerçek bağımsızlığını kazanacak
devletlerin sınırlarını belirleme ve nasıl yönetileceği konusuna odaklanmayı
seçtiler. Bu görüşe en büyük dayanak ise doğu ve orta Avrupa’da Sovyet ordusunun
mevcudiyetinin geçici olacağı üzerineydi. Bu bağlamda, müttefikler Nazi Almanya’sı
sonrası gelecekteki ihtilafları engelleyebilecek yeni ulusal sınırların
kurulabileceğini umuyorlardı.
Clement Attlee |
Harry Truman |
Bu olaylar neticesinde, birçok Amerikalı, Rusların bu
saldırganlığının cezalandırılması gerektiğini düşünüyordu. Ancak Amerikan ekonomisi
savaş sırasında gelişimine devam etmiş ve ülkede üretilen ürünlerin yeni
pazarlara satılması gerekiyordu. Bunun için ise dünyada totaliter
hükümetlerin yükselişine yol açan ekonomik ve politik istikrarsızlıkları ortadan
kaldırmak gerekiyordu. Bu bağlamda Amerikalılar, Alman topraklarında
kendilerine bağlı olan bölgelerde Almanlardan tazminat talep etmek yerine
savaştan zarar gören Almanya’ya ve daha sonra Japonya’ya istikrarlı demokratik
hükümetlerin desteklenmesi konusunda büyük bir program başlattı. Hem Asya’da
hem de Avrupa’da, ileride kurulması planlanan bu hükümetlere Amerikan perspektifinden
bakıldığında, bu demokratik hükümetlerin insani kaygılardan etkilenmiş, aynı
zamanda kişisel çıkarlar tarafından yönlendirilmiş olması gerekiyordu.
Amerikan iş dünyası ise bu ülkelerle ticarete devam etmeyi umut ederken, siyasi
liderler ekonomik istikrarsızlığın Avrupa ve Asya'yı komünizme doğru
yönlendirmesinden korkuyorlardı. Sonuç olarak, Amerikan yardımı, demokrasi ve
özgür girişim imajı üzerinden Japon ve Alman rekonstrüksiyonunu sağlama
şeklinde şekillenecekti. ABD’nin bu eski düşmanlarına yardımı ilerleyen
zamanda, Batı Almanya ve yeni Japonya olarak ortaya çıkan ve kendisine yakın
politik ve ekonomik bağlar ile ödüllendirildi. Bu iki yeni devlet ilerleyen dönemde Sovyetler Birliği ile çatışan ABD’nin
en güçlü iki müttefiki oldu.
Amerikan güçleri 1945'ten 1952'ye kadar Japonya’yı işgal
altında tutarken, bu tarihler arasında savaş suçluları için askeri mahkemeler
kurdu, tazminat ödemelerini denetledi ve demokratik bir hükümete geçişi izledi.
Pasifik'teki savaşın korkunç doğası göz önüne alındığında, Japonya’nın
militarist bir diktatörlükten barışçı bir demokrasiye sorunsuz olarak geçişi
dikkat çekiciydi. Almanya’da olduğu gibi, Japonya’nın yeniden inşası Sovyetler
Birliği ile ABD’nin arasındaki soğuk savaş’ın gelişimini yansıtıyordu.
Amerikalılar Japonya’yı işgal ederken, Sovyetler Mançurya'daki etki alanlarını
genişletmişti. Yeni oluşturulan Birleşmiş Milletler'in yardımıyla Kore
Yarımadası ikiye bölünmüş ve birbirine rakip hükümetler kurulmuştu.
General Douglas Mac Arthur |
Doğu Avrupa’nın yeniden inşası sonucu Japonya ve Batı
Almanya’nın keskin bir komünist karşıtlığını ortaya çıkardığı aşikardır. Doğu Avrupa
halkları 2. Dünya savaşı sırasında muazzam acı çekmiş ve birçok vatandaşın
ülkelerini terk etmesine sebep olmuştu. Ancak savaş sonunda Hitler'in Alman kökenlilerin
hepsini yeniden bir araya getirme konusundaki etnik eylemlerinin Potsdam
Konferansı sonunda gerçekleştiği söylenebilir. Çünkü Doğu Avrupa'daki yetkililer
Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan'da yaşayan Almanların Almanya'ya dönmelerini
talep ediyordu. Potsdam Konferansı da, etnik milletler yaratma niyetini
açıklarken bu akıl yürütme çizgisini izledi. Buna göre Polonya, Polonya kökenli
insanlar tarafından yönetilecek, Çekler Çekoslovakya'da yaşayacaktı ve Macaristan
da Macarlar tarafından yönetilecekti.
Sınır dışı edilmekten kaynaklanan zulümlere ek olarak, Doğu
Avrupa halkı Stalin’in otoriter rejiminin etkisi altında yaratılan çeşitli
totaliter hükümetler altında da acı çekiyordu. Bazı tarihçiler, Yalta ve Potsdam
konferanslarında Doğu Avrupa'nın batılı müttefikler tarafından Stalin'in ''yatıştırılması'' için terk
edildiği konusunda suçlar. Bununla birlikte, batılı müttefikler, bölgedeki
kızıl ordunun konumu göz önüne alındığında, Sovyet hakimiyeti altında Doğu
Avrupa'nın yeniden inşasını dikte etmek için neredeyse hiçte avantajlı bir konumda
bulunmuyorlardı. Ayrıca, müttefikler Berlin'in batısındaki kendilerine bağlı
alanları belirledikleri doktrinlere göre yeniden yaratmak istiyorlardı. Bu
doktrine göre yaratılacak yeni sistem için ise yatırım gerekiyordu.
Yalta ve Potsdam'daki resmi açıklamalar demokratik
seçimleri ve anayasal hükümetleri zorunlu kılmıştı. Gerçekten de savaş sonrası
yeni Avrupa ülkelerinde birçok seçim yapıldı ve hem komünist hem de komünist
olmayan liderler, savaş sonrası yıllarda Doğu Avrupa çapında demokratik olarak
seçildi. Ancak belli bir zaman sonra, komünist gruplar Sovyet askeri desteğiyle
bölgedeki komünist olmayan hükümetleri devirerek iktidarı ele geçirdiler. Bunun
sonucu olarak da 2. Dünya savaşının bitiminden kısa bir süre sonra, Macaristan,
Polonya, Romanya, Bulgaristan ve Doğu Almanya'nın tamamı kızıl ordu tarafından
desteklenen komünist hükümetlere dönüştü.
Yugoslavya ise burada istisnai bir durumdaydı. Yugoslavlar,
Sovyet ordusu tarafından işgal edilmeden kendilerini Nazi yönetiminden
kurtarmıştı. Sonuç olarak, Yugoslavya lideri Josip Tito, Sovyet bloğundan
bağımsızlığını koruyabildi. Çünkü kızıl ordu ne Yugoslavya'yı kurtarmıştı ne de
işgal etmişti. Tito’nun komünist rejimi, diğer Sovyet destekli rejimler gibi
muhalifleri hapse attı ancak dünya çapında solcular için Sovyet liderliğine bir
alternatif sağladı. 1948 yılına gelindiğinde ise müttefik orduların Nazilerden kurtardığı
Avrupa iki süper gücün oryantasyonuna karşılık gelen bir çizgi boyunca
demokratik ve komünist devletler arasında bölünmüştü. Amerikan birliklerinin
özgürlüğe kavuşturduğu topraklar demokrasi ve kapitalizm'e dayalı hükümetler
tarafından yönetilirken, Sovyet kızıl ordusu tarafından kurtarılan Doğu Avrupa ülkeleri
ise komünist hükümetler tarafından yönetilmeye başlamıştı.
Josip Tito |
***BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN KURULMASI ***
Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki
gerilimlere rağmen savaş sonrası dönem, daha iyi iletişim ve kolektif eylemler
yoluyla kalıcı bir dünya barışı konusunda ümit vadediyordu. Savaş sona
erdiğinde, dünyanın dört bir yanından gelen temsilciler, gelecekteki
çatışmaların önlenmesi için gereken yolları tartışmak üzere bir araya geldi. Bu
diplomatlar, Birinci Dünya savaşından sonra kurulan ve etkisiz kalan Milletler
Cemiyeti'nin yerini alacak yeni bir örgüt olan Birleşmiş Milletler için geçici
bir tüzüğe imza attılar. Winston Churchill, Franklin Delano Roosevelt ve Joseph
Stalin, Yalta konferansı sırasında Birleşmiş Milletler konusuyla ilgili birçok
fikir telakkisinde bulunmuş ve bu yeni örgütün nasıl yapılandırılacağına dair
ilk ayrıntılara bile karar vermişlerdi. Çeşitli üye ülkeleri temsil eden
delegeler, Nisan 1945'te San Francisco'da bir araya geldi ve savaş sonrası
dünya düzeniyle ilgili çeşitli fikirleri ve Birleşmiş Milletler'in iç yapısıyla
ilgili en iyi yöntemi tartıştılar. ABD, Birinci Dünya savaşından sonra Milletler
Cemiyeti'nin üyelik şartlarını reddetmesine rağmen, Birleşmiş Milletler'in desteğiyle
liderliği ele geçirdi. Ancak, Birleşmiş Milletler gibi kolektif bir
örgütlenmeye katılımın, bir kişinin kontrolü altında tutulmasının doğruluğu her
zaman tartışılan bir konu oldu.
San Francisco Konferansı |
Güvenlik konseyinin, BM genel sekreteri ve genel müdür
olarak görev yapan genel sekreter ile birlikte çalışması gerekmekteydi. Genel
sekreter ise BM’nin günlük operasyonlarını yöneten binlerce profesyonelden
oluşan bir idari organ olan sekretaryayı denetleyecekti. Sekretaryanın
sorumlulukları arasında Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu (UNICEF), Dünya Sağlık
Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)
gibi onlarca özel kuruluşun çalışmaları yer almaktadır. Genel kurul ve güvenlik
konseyi, sekretaryanın yardımıyla tüm uluslararası anlaşmazlıkları müzakere
etmekte ve tüm ulusların üzerinde anlaşabileceği temel insan hakları
standartlarını desteklemeye ve ortak anlayışı teşvik etmeye çalışmaktadır.
Örneğin, Eleanor Roosevelt liderliğindeki özel bir komite tarafından hazırlanan
bir tedbir 1948'de genel kurula sunulmuş ve onaylanmıştır. İnsan hakları
evrensel bildirgesi olarak bilinen bu belge, tüm BM üyelerini temel insan
haklarını, ırksal destek olarak kaydetmiştir.
Eleanor Roosevelt |
***AMERİKAN - SOVYET ÇATIŞMASI***
Mart 1946'da, eski İngiliz başbakanı Winston Churchill, Amerika’nın
Missouri eyaletinin Fulton şehrinde bulunan Westminster College'da konuşmaya
davet edildi. Churchill, bu konuşmasında Avrupa'yı demokratik ve komünist
ülkeler olarak ikiye ayıran bir çizgiden bahsetti ve çizginin önemine dikkat
çekmeye çalıştı. Bu ayrım demokratiklik ile totaliterlik arasındaki kıtayı
ikiye bölen bir “demir perde” idi. Amerikalıların çoğu henüz Avrupa'yı ya
da dünyanın geri kalanını bu kadar net bir şekilde göremese de, son olaylar Churchill’in
bakış açısına göre pek çok şeyi açıklıyordu.
Churchill'in konuşma yaptığı binanın günümüzdeki görüntüsü |
Churchill'in Westminster College'daki Konuşması |
1946 yılının Şubat ayında Stalin, komünizm ile kapitalizm arasında uzun vadeli bir barış olamayacağını iddia etti ve Sovyetler Birliği'nin dünyanın en büyük ordusunu yaratıp bunun sürdürülebilirliğini garanti edeceğine dair söz verdi. Aynı ayın içerisinde Amerika’nın Mosova elçiliğinde danışmanlık görevini yürüten George Kennan, Sovyet dünya görüşünü yorumlayan uzun bir rapor hazırlayarak yetkililere gönderdi. Kennan bu raporunda, Stalin’in komünizm ile kapitalizm arasındaki süregelecek savaş hakkındaki söyleminin, Sovyetlerin kapitalist milletlerle silahlı çatışmayı fiilen istediği anlamına gelmediğini belirtmiştir. Bunun yerine, Sovyetlerin yukarıda zikredilen söyleminin dünya çapında komünizmi teşvik etmek ve genişletmek anlamına geldiğini açıklamıştır.
George Kennan |
Kennan’ın raporunda hükümete verdiği tavsiyede ise
komünizme yönelik bir koruma politikası sürdürülürken, kapitalizm ve
demokrasiyi teşvik ederek yanıt verilmesi istenmiştir. Bu rapor üzerine Truman,
Stalin yönetiminde komünizmin dünyanın geri kalanına nüfuz etmemesi gerektiğine
kanaat getirmiştir. Başka bir deyişle, Truman yönetimi, ABD’nin, iki ülke
arasındaki savaş sonrası anlaşmalar nedeniyle Doğu Avrupa'daki sonuçları
etkilemek için çok az şey yapabileceğini kabul etmiş oluyor ve Doğu Avrupa’da
komünizm etkisine girmiş olan ülkeleri gözden çıkartıyordu. Dolayısıyla bundan
sonra “demir perde” nin ötesine
komünizmin yayılmadığından emin olmak için dünyanın geri kalanı boyunca çaba
gösterilmesi gerekliliğine inanıyordu. Avrupa'da bu iki süper gücün
gerçekleştirdiği bölünme, kısa süre sonra tüm dünyaya yayılacak ve nüfuz
kazanmak için bir yarışa dönüşecekti. Her iki taraf için de, güçlü bir ordunun
elde bulundurulması, siyasi ve diplomatik etkinin kilit unsurlarından biriydi.
Ekonomik yardım ile kapitalizmin veya komünizmin etkisi
altına alınacak ülkeler bu yarışın önemli bir bileşeniydi. Avrupa ve Asya ülkeleri,
2. Dünya savaşı sonrasında muazzam ekonomik istikrarsızlıklar yaşıyordu.
İşsizlik ve enflasyon son derece yüksek ve milyonlarca insan gıda sıkıntısı
çekiyordu. Amerikalı yöneticiler, komünizm sempatizanlarının, savaş sonrası
dönemde fikirlerini yayma konusunda Avrupa'daki istikrarsızlık ve korkudan
faydalanacağından endişelendiriyorlardı. Amerikalılar, kapitalizmin üstün bir
ekonomik sistem olduğuna inansalar da, Sovyet
retoriğinin tarım alanlarını paylaşma konusunda ki yaklaşımlarının da
farkındaydı. Bu yaklaşıma göre, varlıklı toprak ağaları yerine topraksız
köylülere toprak eşit bir şekilde dağıtılacaktı. Dolayısıyla bu sistemin işçi
sınıfları üzerinde büyük etkisinin olacağı aşikardı. Aynı zamanda, fabrikalarda
kooperatif mülkiyet kavramı ile şehirlerdeki fakir işçiler arasında da komünizm
sempatizanlığı ve taraftarlığı çekici hale geleceği bilinmekteydi.
Sosyalist ve komünist partilerin işçi sınıfına sunduğu bu düzenden dolayı Çekoslovakya,
İtalya, Finlandiya ve hatta Fransa gibi ülkelerdeki önemli desteklere kavuşmaya
başlamasıyla birlikte, kolektivist teorilerin yayılmasına ilişkin endişeler
1946'da tırmanmıştır. Sonuç olarak, birleşik devletler, bu milletlere
kapitalist refahın geri dönüşü için bir sıçrama aracı olarak ekonomik yardım
sağlama çabalarını hızlandıracağını açıklamak durumunda kalmıştır. Aynı zamanda
Birleşik Devletler, Avrupa’da bulunan askeri birlikleri barış gücü olarak
tutacağını açıklamıştır.
*** TRUMAN DOKTRİNİ ***
ABD’li politika yapıcılar için önemli olan diğer iki ülke
ise Yunanistan ve Türkiye idi. Yunanistan
savaşın son zamanlarında komünist militanlar ile kral yanlılarının çatıştığı
şiddetli bir iç savaşa sahne olmuştu. Türkiye
ise Avrupa’da yaşanan bu katliam tarzı savaşa katılmadan tarafsızlığını korumuş
ve savaşa dahil olmuş tüm devletlere göre görece olarak savaşı hasarsız olarak
atlatmıştı. Aynı zamanda, İngilizler geleneksel olarak Doğu Akdeniz’i kendi
etki alanı olarak görmekteydi. Ancak İngilizler savaş sonrası ekonomik
mücadelelerinden dolayı bu etki alanıyla ilgili maliyetlerini yeniden gözden
geçirmek zorunda kalacaktı. Başkan Truman ise Türkiye ve Yunanistan’a askeri
yardım sağlayarak bölgede Britanya’nın yerini almak istiyordu. Ancak Truman'ın bu
hamlesine iç siyaset ve halk içerisinde şüpheyle yaklaşanlar vardı. Truman bu
şüpheyi ortadan kaldırmak için, 1947 Martında Amerikan halkına, ABD ve
müttefiklerinin Akdeniz'deki komünist
güçlere karşı bir araya gelmesi gerektiğini belirterek şüpheci kesimi
ikna etme yolunda başarılı bir girişimde bulundu. Truman'ın görüşü, “ABD’nin bir politikası olmalı ve silahlı
azınlıklara ve baskılara karşı özgür halkları desteklemek için yardım
etmeliyiz” şeklindeydi. Truman'ın, komünizmin herhangi bir bölgede
genişlemesine karşı ABD müdahalesini belirten bu ifadesi ise ''Truman Doktrini'' olarak
anılacaktır. Başkanın bu girişimi ve geliştirdiği doktrin Amerikan halkını
komünizme bakışını derinden etkiledi ve savunma politikalarına karşı çıkanları
susturdu.
Amerikan yönetiminin endişesi Yunanistan ve Türkiye'de komünistlerin
zafer kazanması neticesinde, bu zaferin Avrupa ve Ortadoğu'daki komünistlere
ilham kaynağı olabileceği endişesiydi. Ancak Truman Doktrininin kabulü Amerikan
yönetimi gözetiminde, Yunanistan ve Türkiye'deki sağcı hükümetler kurulmasına
ön ayak olmuş ve aynı dönemde bu iki ülkeye kongreden 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması konusunda onay
alınmıştır. Bu oluşturulan fonlar, her iki ülkede de komünist güçlerin
yenilgisinin anahtarıydı. Ayrıca, kongre ulusal Güvenlik Konseyi ve Merkezi
İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) oluşumunu onaylayarak ulusal anlamda potansiyel
tehditler hakkında bilgi toplamasına da onay vermiş ve çok geçmeden CIA,
topladığı bilgilere dayanarak gizli askeri operasyonlar yürütmeye başlamıştır.
Geriye dönüp bakıldığında, Truman’ın danışmanlarının, Sovyet karşıtlığını
desteklenmesi konusunun kapsamını abarttığı açıktır. Ayrıca, ABD’nin Doğu
Akdeniz’deki bu eyleminin, komünizmin yayılmasıyla mücadele eden herhangi bir
hükümete (demokratik veya monarşi) askeri yardım konusunda emsal olduğu da
aşikardır. Bahsi geçen bu yardımlarla birlikte otuz yıl boyunca, dünyada
komünizme karşı en büyük mücadele ABD dış politikasının önceliği ve yol
gösterici ruhu olacaktı.
***MARSHALL PLANI VE BERLİN HAVA KÖPRÜSÜ***
Sovyetler Birliğinin dış politika doktrini Amerikalı politikacılarla
benzer bir perspektife sahipti. Bu perspektif çerçevesinde Sovyetler, Batı'nın dünya
üzerindeki etkisini azaltmayı umuyordu. Bu özellikle Doğu Avrupa için doğruydu.
2. Dünya savaşında Rusya, Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa'nın toplamından
daha fazla hasar ve zayiata uğramış ve önde gelen şehirlerinin çoğu büyük bir yıkıma
uğramıştı. Buna ek olarak, Sovyetler Birliği Doğu Avrupa'da oluşabilecek
istikrarsızlıkların kendi iç güvenliğini tehdit edeceğine inanıyordu. Sonuç
olarak Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa'yı kendi imajıyla yeniden inşa etmeyi ve Batı
Avrupa'nın kapitalist milletleri ile kendi sınırı arasında Sovyet kontrolünde
komünist milletler yaratmayı umuyordu.
Bu bağlamda Stalin, komutan ve bürokratlarına Polonya, Çekoslovakya,
Macaristan ve Romanya'da bulunan komünist partileri desteklemelerini emretti.
Elde edilmek istenen sonuç, bu milletlerin her birinin komünist hükümetler ile
yönetilmesiydi. Bu milletlerin her biri savaştan harap olmuştu. Bu nedenle bu
milletlerin çoğu Sovyetler Birliği gibi güçlü bir ulus ile ittifakın, istikrar
ve gelecekteki ekonomik büyümeyi sağlayacağı konusunda ümitliydi. Ancak bu
ülkelerin beklentisi umdukları gibi gerçekleşmedi. Çünkü Sovyetler Birliği ‘de savaşta
ağır kayıplar ile yıkımlar yaşamıştı ve Sovyet ekonomisi diğer komünist kukla
devletlerin beklentilerini karşılamaktan çok uzaktı. İşin daha ilginç yanı Stalin,
kızıl ordunun bu ülkelerdeki operasyonlarını finanse etmek için bazı ülkelerin
kaynaklarının ele geçirilmesini dahi emretmişti.
Savaş sırasında ABD’nin ekonomik durumu, hiçbir Amerikan şehrine
saldırı yapılmamasından dolayı Avrupa, Asya ve Sovyetler Birliği'nin neredeyse
tam tersiydi. Savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri anakarasına yakın
olan iki saldırı gerçekleştirilmişti. Bu iki saldırıdan ilki Japon İmparatorluk
ordusu tarafından Hawaii'de bulunan Amerikan donanma üssüne (Pearl Harbor) gerçekleştirilmiş ve bu
olay üzerine Amerika savaşa girmişti. İkinci
saldırıda ise Alaska adalarının birkaçı Japonlar tarafından işgal edildi. Alaska ve Hawaii bu dönemde ABD anakarasından
uzak bölgelerdi, ama daha önemlisi bu bölgelerden birisi olan Alaska’da
herhangi bir askeri üssün bulunmamasıydı. Avrupa ve Asya'da çok kanlı şekilde
devam eden savaş içerisinde ABD ekonomisi daha önce görülmemiş bir büyüme
yaşadı. (savaş ekonomisi) bu açıdan
bakıldığında, Sovyet birlikleri tarafından işgal edilmeyen ülkeler yardım için ABD’ye
yöneldi. 1947'ye gelindiğinde, tüm dünyadaki milletler ABD’nin, komünizmin
genişlemesine karşı savaşmaya kararlı olduğunu ve politik yönelimini paylaşan
herhangi bir ülkeye ekonomik yardımda bulunmaya istekli olduğunu biliyordu. Oysa
şimdiden işlenmiş milyarlarca dolarlık ABD yardımlarıyla bile, Avrupa ve Asya'da
bulunan çoğu devlet ekonomik bunalım içerisindeydi. Komünist siyasi partiler,
fakir ve işsizler arasında yeni destekçiler kazanmaya devam ediyorlardı.
Komünist liderler, her milletin zengin ve fakirleri arasındaki farklılıklara
dikkat çekerek, varlıkların eşit dağıtımı ve fabrikaların devlet otoritesi
içerisinde yoksulluğu ortadan kaldıracağını dile getiriyorlardı. Ayrıca bu
sistemde tam istihdam sağlanacağı yönündeki iddialar da çok ilgi çekiyordu.
Sovyetlerin bu yaklaşımına karşılık ABD, Marshall
Planını uygulamaya koydu.
İkinci Dünya savaşı sırasında ordunun genelkurmay başkanı
olan ve şimdi de Truman’ın danışmanları arasında bulunan ve son derece popüler
fikirleri olan George C. Marshall ''marshall planı'nın'' fikir babasıydı. Bu
plana göre, katılımcı ülkelere 12 milyar dolarlık ekonomik yardımda
bulunulacaktı. Bu yardımın amacı, yardım edilecek ülkelere Amerika’nın cömertliği
ve refahının gösterilmesi ve Avrupa’nın “içi
boş” komünist teori ve retoriklerinden daha iyi ilerlemesini
sağlayabileceğine inanılıyordu. Marshall Planı’nın savunucuları, ekonomik ve
politik sistemlerinin üstünlüğü konusunda uzun soluklu olma eğilimindeydi. Bu
plan çerçevesinde yardım yapılan ülkelere ani ABD para birimi akışı ekonomik
istikrarı destekledi. Bu yardımla, enflasyonu tersine çevirmek, Avrupa üretimini
canlandırmak, çaresiz nüfusa acil gıda ve tedarik sağlamak için Amerika
Birleşik Devletlerinden çeşitli Avrupa ülkelerinin bankalarına ve hükümetlerine
milyarlarca dolar aktı. Amerikalı politikacılar bu desteklemenin uzun
vadeli planları konusunda ciddi çekincelere sahip olsalar bile, Yunanistan ve İtalya'daki
komünistlerle savaşan milliyetçi güçlere askeri yardımda bulunmayı ihmal
etmediler.
George C. Marshall |
Sovyet Dışişleri Bakanı Vyacheslov Molotov, tüm Avrupa ülkelerine
yayılmış olan ABD yardımının, komünizme bağlı kalan ve Sovyetler Birliği gibi
yönetilen hükümetlerin de dahil edilmesini amaçlamadığını kabul etmişti. Molotov,
Marshall Planı’nın insani niyetlerinin sınırlarını açığa çıkarmak için iyi
hesaplanmış bir manevra olduğuna inanıyordu. Ancak Stalin, Molotov'un Rusya'ya geri
dönmesini çabucak emretti. Bu durum üzerine, Amerika Birleşik Devletleri'nin,
yalnızca komünist olmayan uluslara katkıda bulunmasına karar verildi.
Dolayısıyla bu toplantılardan 29 milyar dolar yardım yapılmasına
karar verildi. Ancak Truman, Kongre’den para talep etmeden önce alınan bu karar
17 milyar dolara kadar düşmüştü. Her
ne kadar ABD son birkaç yılda 10 milyar
dolarlık yardım dağıtmış olsa da, Marshall Planı böylesine büyük
miktarlarda dış yardımlara karşı olan birçok Amerikalıya göre gereksizdi.
Amerikan politika yapıcılar, kamuoyuna bu para yardımlarının, anti-komünist
müttefiklerin güvenilirliği için ve istikrarlı demokrasiler yaratacağını
defalarca tekrarladı. Buna ek olarak, ABD’deki ticari çıkarlar, Avrupa’daki bu
ekonomik toparlanmanın ürünleri için yeni pazarlara yol açacağını kabul etti.
İronik olarak Stalin, Marshall Planı lehine en güçlü
argümanı vermişti. Sovyet yetkilileri ağustos 1947'de Macaristan'da tarım
işçilerinin ayaklanması ile başlayan ve seçimler sonucu komünist bir rejimin
doğmasına önayak oldular. Daha da endişe verici olan Stalin, Sovyet güçlerinin Şubat
1948'de Çekoslovakya'yı işgal etmesini emretti. Sovyet güçlerinin her iki
ülkede de yönetimi ele geçirmesi Amerikan Kongresindeki tartışmayı sonlandırdı
ve Marshall Planı'na karşı olan muhaliflerin çoğunu Avrupa ve dünyada komünizm
karşısında durulması gerektiğine ikna etti. Dolayısıyla Amerika, Avrupa ekonomisini
onarmak için proaktif önlemler almaya başlamış oldu.
Çoğu kişi, Marshall Planı aracılığıyla yardım dağıtmanın,
acı çekmeyi ve komünizmin yayılmasını önlemek için gerekli olduğunu kabul
ediyordu. Amerika’nın bu yatırımı ile Avrupa halklarının yaşadığı yoksulluğun
önlenmesi için gerekli geçici yardım sağlanmış oluyor ve Avrupa sanayisinin
toparlanması için gereken uzun vadeli sermaye yatırımı sağlanmış oluyordu.
1950'lerin başlarında, bu yardım ve yatırımlarla Batı Avrupa gelişimini
sürdürdü ve bu gelişim üzerine komünist partiyi destekleyenler her kesimde azalmaya
başladı. Dolayısıyla, Marshall Planı'nın başarısı, Amerikan, Fransız ve İngilizler
tarafından paylaşılmış Almanya'nın batı bölgesinde en belirgin şekilde
görülmeye başlanmış oldu.
Berlin, Doğu Almanya'da Sovyet denetim bölgesinin
içerisinde bulunuyordu. Ancak şehrin öneminden dolayı Berlin'in denetimi sadece
Sovyetler Birliğine bırakılmamış ve batılı müttefikler tarafından da şehrin
belirli bölgeleri denetim altına alınmıştı. Dolayısıyla Berlin 4 müttefik
tarafından sektörlere ayrılarak denetim altında tutuluyordu. Berlin ve batı
kontrolü altındaki Almanya'nın diğer kesimleri 1948'de toparlanırken, Sovyet kontrolündeki
doğu bölgelerinde koşullar batısına nazaran daha az gelişmişti. Almanya'nın ABD,
İngiltere ve Fransız denetimi altında bulunan kesimlerinin birleştirilerek
bağımsız ve demokratik bir ülke yaratmak için atılan ilk adım bu bölgelerde tek
para birimi kullanılmasına başlanması olmuştur. Bu plana Stalin, Haziran 1948'de
Berlin'e ulaşımı sağlayan tüm kara ve suyollarını kapatarak cevap verdi.
Stalin’in bu hareketi, barılı müttefiklerin Berlin’e finansal veya insani bir
yardım ulaştıramaması manasına geliyordu. Aslında Stalin bu kararla bir kumar
oynamıştı. Stalin Berlin’e ulaşım blokajı koyduğu takdirde şehrin batılılar
tarafından kontrol edilen sektörlerinde yaşayan 2 milyona yakın insanın
bakımını sağlayamayacağı ve bu nedenden ötürü kentin kontrolünü kendilerine terk
etmek zorunda kalacağını tahmin etmişti. Kısaca Stalin aslında artık şehrin
tamamını istiyordu ve bunun için elinden geleni ardına koymamaya kararlıyım.
Tempelhof Havalimanına Yardım Malzemesi İndiren Bir Uçak ve Uçağın İnişini İzleyen Alman Halkı |
Tempelhof Havalimanına Yardım Malzemesi Getirmiş Olan Uçaklardan İndirilen Malzemeler |
***NATO VE VARŞOVA PAKTI***
İkinci Dünya savaşının yol açtığı yıkımın ardından,
1945-1949 döneminde ekonomik yeniden imar baskısıyla yüz yüze kalan Batı Avrupa
ve Kuzey Amerika ülkeleri, SSCB’nin yayılmacı politikalarını ve yöntemlerini
endişeyle izliyordu. İkinci Dünya savaşı sonrasında savunma yapılanmalarını
küçültme ve kuvvetlerini sabit hale getirme taahhütlerini yerine getiren Batı
Avrupa ülkelerinin endişesi, SSCB’nin askeri gücünü muhafaza edeceğinin anlaşılmasıyla
daha da artmıştı. Bunun yanı sıra, Sovyet Komünist Partisinin ideolojik
hedefleri karşısında, BM şartına veya savaş sonunda varılan uluslararası
çözümlere saygı gösterilmesi yönünde yapılacak çağrıların, harici saldırı veya
dahili darbelere maruz kalabilecek demokratik ülkelerin ulusal egemenlik veya
bağımsızlıklarını korumaya yeterli olmayacağı aşikardı. Doğu Almanya’nın
yaratılmasıyla, Avrupa, Akdeniz ve Batı Avrupa ülkeleri ile Sovyet destekli
komünist milletler arasında neredeyse tamamen bölünmüştü. Ağustos 1949'da Rusya’nın
atom bombasını başarılı bir şekilde test edilmesine ilişkin haberlerin Amerika’ya
ulaşmasıyla çekişme başka bir boyut kazandı. Bu gelişmeden birkaç ay sonra Çin’de,
Mao Zedung yönetiminde bir komünist hükümet kuruldu. Batılı ülkelerin
egemenliklerine doğrudan yönelen tehditler, Çekoslovakya’daki 1948 darbesi,
1948’de Berlin’in SSCB tarafında abluka altına alınması gibi gelişmeler, Belçika,
Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve İngiltere’nin, ortak bir savunma sistemi kurmak
ve güvenliklerine yönelik ideolojik, siyasi ve askeri tehditlere direnecek
şekilde aralarındaki bağları kuvvetlendirmek amacıyla bir antlaşma
imzalamalarına yol açtı. Mart 1948’de imzalanan Brüksel Antlaşmasıyla kurulan Batı
Avrupa savunma örgütü, İkinci Dünya savaşı ertesinde Batı Avrupa’nın güvenliğinin
yeniden yapılandırılması yönündeki ilk adımı teşkil etti. Bu aynı zamanda, Kuzey Atlantik Antlaşmasının 1949’da
imzalanmasına uzanan sürecin de ilk adımı olmuştu.
Brüksel antlaşması imzacıları, güvenlik garantilerine ve
karşılıklı taahhütlere dayalı bir Kuzey Atlantik ittifakının ihdası amacıyla, ABD
ve Kanada ile müzakerelere başladılar. Sürece Danimarka, İzlanda, İtalya, Norveç
ve Portekiz de davet edilmiş ve neticede, NATO’yu kuran Kuzey Atlantik
Antlaşması 12 ülke tarafından Nisan 1949’da imzalanmıştır. 1952 yılında
Türkiye ve Yunanistan, 1955’de Almanya ve 1982’de İspanya ittifaka üye olmuş ve
genişlemesini soğuk savaş sonrasında da sürdürmeye devam etmiştir.
4 Nisan 1949 tarihli Washington
Antlaşması uyarınca NATO’nun asli görevi, üye ülkelerin özgürlük ve
güvenliklerini korumaktır. İttifak, demokrasi, bireysel özgürlük, hukukun
üstünlüğü ve uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözümü gibi müttefiklerin ortak
değerlerine sahip çıkarak, bu değerleri Avrupa-Atlantik bölgesinde yaymaya
çalışmaktadır. Üyelerinin, ortak ilgi alanına giren güvenlik konularında bir
arada istişarelerde bulundukları ve ortak hareket ettikleri bir transatlantik
forum işlevi görmektedir. Bu niteliği itibariyle Kuzey Amerika ve Avrupa’nın güvenliğinin
bölünmezliğini simgelemektedir.
Kuzey Atlantik Antlaşmasının 5. Maddesi gereğince NATO, bir
saldırı veya saldırı tehdidine karşı üyelerini savunmaya ve bu amaçla, bir
üyesine yapılacak saldırının tüm üyelerine yapılmış varsayılacağı ilkesine
dayanan bir örgüttü. Siyasi ve askeri alanlardaki günlük işbirliğiyle
sergilenen dayanışma ve uyum, temel güvenlik sınamalarının üstesinden
gelinmesinde hiçbir müttefikin yalnız bırakılmayacağını garanti etmekteydi.
Ayrıca, üyelerinin savunma alanında egemen sorumluluklar üstlenme haklarına
halel getirmeksizin, müttefiklerin asli ulusal güvenlik hedeflerine kolektif
çabalarla ulaşmalarına yardımcı olmaktadır.
İşte Amerika’nın ve Batı Avrupa ülkelerinin bu hamlesi
üzerine Sovyetler Birliğinden de benzer bir oluşum hamlesi geldi. Mayıs
1955'te, Rusya, Doğu Avrupa’da komünizm ile yönetilen ülkelerle NATO benzeri
bir ittifak oluşturacağını Polonya’nın başkenti Varşova’da gerçekleştirilen bir
toplantıda açıkladı. Ancak Yugoslavya lideri Josip Tito Sovyetlerin başı
çektiği "Varşova Paktı'na"
katılmayı reddetti. Yugoslavya’nın ortaya çıkan Soğuk Savaş’taki başlıca rolü,
hem Amerikan hem De sovyet yörüngesinden bağımsız olarak kalma düşüncesindeydi.
Birliğin kuruluşuna ilişkin ilk adım, 29 Kasım-2 Aralık 1954
tarihleri arasında sekiz sosyalist ülkenin katılımıyla, ortak güvenliğin ve
barışın korunması konusunda ve Moskova'da düzenlenen konferansta atıldı.
Varşova Paktı, Londra ve Paris antlaşmaları ile Federal Almanya’nın NATO’ya girmesi
ve NATO’ya bağlı olarak Batı Avrupa Birliği'nin kurulmasıyla Avrupa'da doğan ve
giderek artan savaş tehlikesine karşı biçimlendi. Pakt kurucularına göre bu
gelişmeler, barışsever devletlerin güvenliği bakımından bir tehdit oluşturuyor
ve savunma sağlayıcı karşı önlemlerin alınmasını gerektiriyordu.
*** ASYA'DAKİ GELİŞMELER***
Sovyetler Birliği, komünist doğu bloku ülkelerinin
ekonomilerine yardım etmek için Marshall Planı'nın kendi versiyonunu
oluşturmaya çalışıyordu. Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (COMECON), askeri ve uzay
programlarındaki orantısız büyük harcamalarla boğuşan Sovyet ekonomisinin
görece zayıflığına rağmen üye ülkelere bazı yardımlarda bulunacaktı. Stalin, Çin
Komünist Partisi lideri Mao Zedong ile toplantılar düzenledikçe, soğuk savaş
1949'da Asya'da yoğunlaştı. Bu dönemde Mao’nun komünist güçleri, Çin’in ABD
destekli milliyetçi güçlerini yendi. Sovyetler Birliği'nin yeni Çin Halk
Cumhuriyeti ile ittifakı Truman Doktrininin doğruluğunu kanıtlar nitelikteydi. Amerikalı
siyaset yapıcılar ve strateji uzmanları, komünizme “düşen” bir ulusun komşularını tehlikeye attığını ve bu durumun
komünizm etkisine giren devletler üzerinde de “domino etkisi” yapmasından söz etmeye başladılar. Bir başka grup
ise komünizmi bulaşıcı bir hastalık olarak ele aldı ve bu hastalığın “sağlıklı” uluslara yayılmasını önlemek
için karantinaya alınması gerekliliğini dile getirdiler.
Çin Komünist Partisi lideri Mao Zedong |
Gerçekte, Mao'nun yendiği milliyetçi güçler aşırı derecede
demokratik olmayan ve popüler olmayan bir diktatörlüğü temsil ediyordu.
Muhtemelen Amerika, 1950'de Tayvan'a sürgün edilen milliyetçi güçlerin
yozlaşmış lideri Chiang Kai Shek'in yenilgisini önlemek için çok az şey
yapmıştı. Ancak, Truman'ın komünizme karşı “yumuşak davranışlı” olduğu algısı kısa süre sonra cumhurbaşkanını
dış politikada olayları belirleyen konumuna sokmak durumuna getirdi. Truman, Çin’in
kaybı ile Avrupa, Asya, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu’ya yönelik artan
baskı politikasını benimsedi. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Tayland,
Filipinler ve Avustralya ile çeşitli anlaşmalar yaparak pasifik boyunca askeri
üsler kurmaya başladı ve bu ülkelerle ittifak oluşturdu. 1950'de, Truman
Kore'deki savaşa ABD güçlerinin müdahalesine onay verdi ve Vietnam'da savaşan Fransız
kuvvetlerine ekonomik ve askeri yardım sağlamaya başladı.
***ORTADOĞU***
2. Dünya savaşı sonrası kurulan ve Arabistan’ın Basra
Körfezi kıyısında bulunan Dhahran şehrinde bulunan ABD üssü, şehir içinde tam
anlamıyla bir şehir hüviyetindeydi. Bu kompleks içerisinde çalışan Arap işçilerin,
alışveriş merkezlerine ve modern hastane tesislerine girmesine izin
verilmiyordu. Amerikalılar göreceli olarak lüks içinde yaşarken, Arap işçiler
derme çatma barakalarda yaşayıp ağır işlerde çalışıyordu. Bu işçiler
çalışmalarının karşılığında ise günde bir
dolardan daha az para almaktaydı. Ülkede bulunan petrol endüstrisinin
zenginliğinden gelen geliri Kral Suud, ülkede yaşayan halkın yaşam koşulların
iyileştirmek için kullanmayı seçmişti. Monarşi ile yönetilen ülke, petrol
gelirlerinden gelen payı hem dini hem de laik otoriteyi birleştirmek için
kullandı ve bu yönetim şekli Arabistan'da var olan çeşitli liberal islami
mezheplerin yerini aldı. Suud yönetimi monarşilerini şeriat kanunu çerçevesinde
kurmayı seçmişti. Suud yönetiminin görüşleri batılılar tarafından insan
haklarının ihlali ve özellikle kadın haklarının ihlali olduğu düşünülmesine
rağmen, ABD iş ve siyasi liderleri Suudi yönetimi ile ittifaklar kurmaya devam
etti ve günümüzde de bu ittifak devam etmektedir.
Dhahran şehrinde bulunan ABD üssü |
Şehrin Yerli halkının yaşadığı evler |
Muhammed Rıza Şah Pehlevi ve eşi |
Muhammed Musaddık |
***AMERİKA’DA
SEFERBERLİĞİN BİTİRİLMESİ VE MONTGOMERY GI BİLL YASASI***
2. Dünya savaşının onca şiddeti ve onca can kaybına rağmen
savaşa katılan devletlerden sadece ABD, ekonomik olarak gelişmişti. Savaş
boyunca Avrupa ve Asya’da bulunan, miğfer ve müttefik ülkelerin toprakları
neredeyse tamamen harap olmuş ve savaş sonrası sanayilerinin harap olmasından
ötürü mali darboğaz ile karşı karşıya kalmıştı. Buna rağmen Amerika Birleşik
Devletleri, tam istihdam, yeni teknolojiler, bankacılık ve uluslararası
ticarette hakimiyet ile birlikte en güçlü orduyla savaştan çıkmayı başarmış ve
en önemlisi atom bombasına sahip olan tek millet olmuştu. Avrupa ve Asya yeniden
yapılanma zorunluluğuyla ile karşı karşıya kalırken, ABD artık çabalarını Avrupa
ve Asya'nın imarı ile birlikte ülke içindeki yapılaşma için inşaat sektörüne
yoğunlaşabilirdi. Bu uygulamayla birlikte on yıl içinde, Amerikalıların
çoğunluğu kendi evlerinin sahibi olacak ve dünyada imal edilen malların
yarısından fazlası Amerika Birleşik Devletlerinde üretilecekti. Bu gelişme ile
birlikte doğru ekonomik adımlar atan yönetim Amerikan Dolarını, İngiliz
Sterlini yerine dünyanın her yerinde kullanılabilen para birimi haline getirdi.
Böylelikle ABD şirketleri, tam bir globalleşme örneği göstererek dünyanın her
yerine hızla yayıldı. Amerikalılar bu refahtan yararlandıkça, silahlı
kuvvetlerin elinin altında bulunan askerlerinde terhis edilmesi gerekiyordu.
Öte yandan Amerika’nın savaş sonrası ekonomisindeki kadının rolü ve yeni fırsat
programları ile savaş zamanı ekonomik kontrollerinin barış çağında devam etmesi
gibi bir dizi sorunda bulunmaktaydı.
Amerika Birleşik Devletlerinin 1940 yılında hayata
geçirdiği Lend Lease Act yasasına göre dünya çapında askeri üsler kurmuş
olmasına rağmen, savaşın sonunda Japonya'nın teslimiyetini müteakip
kuvvetlerinin büyüklüğünü hızlı bir şekilde azaltma kararı almıştı. Savaş
zamanı 12 milyon erkek ve kadından oluşan ordu, 1947'nin sonuna kadar 1 milyon
askere düşürülecekti. Bu gelişmelerle birlikte Amerika Birleşik Devletleri 1946'da
Filipin adalarının bağımsızlığını da kabul etmişti. 1950 yılına gelindiğinde
ise, ordunun mevcudu 600.000 kişiye kadar indirilmişti. Ordu içerisinde
gerçekleşen bu hızlı terhis, askeri yetkililer ile işçiler ve fabrika sahipleri
arasında büyük endişe yarattı. Bu askerlerin terhis edilerek evlerine
yollanmaları üreticileri ciddi manada endişelendirmiş ve üretilen mallar için
verdikleri siparişleri bir bir iptal etmeye başlamışlardı. Çünkü Amerika'nın savaş
dönemi ekonomisi büyük ölçüde savunma harcamalarına dayanıyordu ve terhis de
silahlı kuvvetlerde görev yapan 12 milyon Amerikalının çoğunun sivil hayata
geri döneceği anlamına geliyordu. Peki hükümet tarafından alınan bu terhis
kararıyla, sivil hayata geçecek bu insanlarla ilgili istihdam nasıl
yaratılacaktı?
Ekonomistler, savaşın bitmesiyle terhis olan bu insanların
işgücüne ani akını karşısında, ülkenin büyük buhranın son yıllarına benzer bir
işsizlik oranına yol açacağını tahmin etti. Bazı iktisatçılar ise bu
tahminlerin kişisel tasarrufları ve tüketici ürünlerine yönelik aşırı gevşemiş
talebi göz ardı ettiğine inanıyorlardı. Ayrıca ekonomistler Amerikalıların daha
yüksek ücretler için daha uzun saatler çalışacaklarına ve maaşlarının yüksek
bölümünü ülke tarihinde görülmemiş seviyede tasarruf edeceklerine işaret ediyordu.
Bu öngörülerin gerçekleşmesi durumunda iç piyasada sunulan ürünlere talep
azalacak ve üretimde yukarıda zikrettiğimiz şekilde daralmalar (işten çıkartma,
fabrikaların kapanması) söz konusu olacaktı.
Savaş zamanı Amerika’da bulunan fabrikaların çoğunun üretim
şekilleri, dikiş makinesi yerine makineli tüfek veya otomobil yerine tank
üretilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Bunun sonucu olarak, Amerikalı aileler
büyük buhranın yıkıcılığını hatırlayarak ve savaşın zorluklarını görerek
paralarını tasarruf bonosu ve tasarruf hesaplarına yatırıyordu. Amerikalı
çalışanlar savaş ekonomisinden doğan refah seviyesi sayesinde iyi ücretler
alıyordu. Ancak alınan bu ücretlerin geri ekonomiye kazandırılarak piyasanın
canlı tutulması gerekliliği de aşikardı. Dolayısıyla Amerikan ekonomi
yöneticileri, bankalar, inşaat şirketleri ve otomobil üreticileri üzerinden
halkın çalışmaları karşılığında aldıkları ücretleri ev veya araba sahibi
olmaları yönünde teşvik etti. Bunun sonucu olarak inşaat şirketleri inşa
ettikleri evleri veya fabrikaların ürettiği otomobilleri bankalar üzerinden
uygun krediyle halka sunmaya başladı. Çalışan kesim ise savaş sırasında
yöneldikleri tasarruf hesaplarından çıkarak ev veya araba sahibi olmaya
başladı. Bu furya sadece bununla kalmayıp tüm tüketim mallarına hızlı şekilde
yayıldı. Kısaca kapitalizm çalışan insanlara emeği karşılığında verdiği
parayı mal karşılığında geri almaya başladı.
Ayrıca işsizliğin artmamasının nedenlerinden biri, 1944
yılında Amerikan Kongresi tarafından kabul edilen ve terhis olan askerlerle
ilgili düzenlemeyi içeren ''MONTGOMERY GI BİLL'' yasası
idi. Bu yasanın çıkmasında Amerikan Muharip Gazi Derneklerinin, kongre
içerisinde ahlaki çözüm ve ekonomik çıkarları için lobi oluşturması da etkili
olmuştu. Bu gazi dernekleri lobi çalışmalarında özellikle Birinci Dünya savaşından
sonra terhis olarak işsiz kalan askerleri kongreye hatırlattılar. Bunun sonucu
olarak kongreden çıkartılan yasa ile muharip gazilere ek ücretler verilmesi
yönünde gerçekleşti. Böylece kongreden çıkartılan yasa ile muharip gazilere bir
yıla kadar haftada 20 $'lık mütevazı işsizlik ücreti verilmeye başlandı. Ancak
bu yasa iç piyasanın hareketlenmesine neden olmadı. Çünkü milyonlarca gazi
aldıkları işsizlik ücretlerini iç piyasada satılan ürünleri almak için
kullanmadı. Ayrıca bu gazilerin fabrikalara iş başvurusu yapmaları Amerikan iş
gücü piyasasında felakete neden oldu. Hükümet ise işsizlik sorununa hızlı bir
tepki olarak, kolej veya mesleki eğitim kuruluşlarına dönen gazilere iş
olanakları veya eğitim olanakları sağlaması için kongreye çağrıda bulundu.
Kongrenin çıkarttığı yeni yasa ile 6 milyondan fazla gazi, kolej veya teknik okullardaki harç, okul kitapları ve mütevazi bir yaşam ödeneğinden yararlanmaya başladı. Yasaların çıkmasıyla, gazilerin elde ettiği bu gelirleri karşılamak için hukuki anlamda ABD’nin üniversite sistemin de devrim yapılmış oldu. Normalde bu yasalar çıkmamış olsaydı gazilerin çoğunluğu, koleje gitme şansına sahip olamayacaktı. Çünkü bu insanlar zengin ve üst-orta sınıf ailelerin çocukları değildi. Ayrıca evli olan gazilerin Gı Bill yasasıyla, konut almaları da kolaylaştırılmıştı. Gı bill yasası sayesinde savaş öncesi ve savaş sırasında yükseköğretim kurumlarında oluşmaya başlayan kadın egemenliği de yavaş yavaş tersine dönmeye başladı. Çünkü terhis olan birliklerde bulunan kadınların erkeklere olanı sadece yüzde 3'ünü temsil ediyordu. Bu dönüşümden ötürü binlerce erkek gazinin yükseköğretim kurumlarında bulunması daha önce oluşan kadın çoğunluğun azalmasına ve bu okullarda bulunan kadın ile erkeklerin viktoria dönemi cinsiyet oranlarına geri döndüğü görülmüştü.
Eğitim yardımları alanların yarısından fazlası teknik
okullara devam ederken, koleje giden gazi sayısı da aynı derecede çoğalmıştı.
1947'de, üniversite öğrencilerinin yaklaşık yarısını gaziler oluşturuyordu ve
michigan üniversitesi gibi okullar gazilere kapılarını açmadan önce 10,000
öğrenciyi bünyesinde barındırırken gaziler geldikten sonra bu sayı 3 katını
bulmuş ve 30.000 öğrenciyi aşmıştı. Bu gazilerin çoğu, okulda aldıkları notlar
ve derecelerle iş piyasasında daha rekabetçi olabileceklerini umuyordu. Bu da
kolejlerin geleneksel ve liberal yöntemlerle eğitim verilmesi yerine, kariyer
odaklı programlar oluşturma konusunda eğitim verilmesi konusunu gözden
geçirmelerine yol açtı. Ancak akademik kurumların başındaki birçok kişi, bu
değişikliklerin güçlü analitik ve iletişim becerilerine sahip çok yönlü
mezunlar yetiştirme gibi misyonlarının aksamasına yol açmasından korkuyordu.
Eleştirmenlerin diğer bir korkusu ise gazilikten gelen
öğrenci akınının akademik eğitim düzeyinde bir azalmaya yol açabileceğinden endişelenmeleriydi.
Bununla birlikte, Kolejler öğrenci sirkülasyonunu karşılamak için yeni öğretim
üyelerini işe almaya başladıkça, akademik eğitim veren öğretmenlerin okullara kabul
standartlarının da düşmesinden endişe ediliyordu. Örneğin, California eyaletindeki
eğitim sisteminde bulunan kolejler, sadece 1946'da 8000 öğretmenden, 13.000
öğretmene kadar çıkmıştı. Bu rakamda önceki döneme göre eğitmen sayısının
neredeyse iki katına çıktığını gösteriyordu. Bununla birlikte, “müfredatı sadeleştirme” konusundaki
endişeler, gazilerin diğer öğrenciler tarafından ‘’ortalama yükselticiler’’ (average
raisers) olarak adlandırılmalarına ve diğer öğrenciler tarafından iyi
performans gösteremeyecekleri kaygısına neden oldu. Çoğu üniversite personeli ise
gazilere, kolej eğitiminin daha önceden bu okullara gidecek varlıklarının
olmamasından ötürü, şimdi bu kolejlerin gazilere daha erişilebilir hale
gelebileceğini düşünerek, gazilere verilen bu fırsatı memnuniyetle karşıladı.
Belki de en önemlisi, Gı Bill yasası sayesinde abd işgücünün, eğitim
seviyesinde çarpıcı bir artışa yol açtığı görüldü ve bu durumda iş yerlerinin
çalışanlarından daha yüksek verimlilik almasına yol açtı.
Ayrıca Gı Bill yasası kapsamında 2 milyondan fazla gazi ev
kredisi programlarından yararlanmıştır. Bu yasayla birlikte, diğer federal
konut kredisi teminat programları sayesinde milyonlarca Amerikalı aile savaş
sonrası dönemde kent merkezlerinde kiracı olarak yaşamak yerine, kentlerin banliyölerinde
ev sahibi oldular. Gı Bill yasası, ırk ya da etnisiteyi ayırt etmiyordu.
Ancak 1940'ların Amerika’sında, beyaz
olmayan gazilerin programa ulaşmaları ve programı kullanmaları bir hayli zordu.
Siyah, Latin veya Asya kökenli kesimlerden ev sahibi olmak isteyenler ‘’yeni
sözleşme’’ (new deal) programları ile kredi kullanmasını engelleyen ve
kısıtlayıcı sözleşmeler yüzünden gı bill yasasının faydalarından yararlanamıyordu.
Bununla birlikte Büyük şehirlerde, siyah emlakçılar ve mortgage şirketleri, beyaz
olmayan gazilerin ihtiyaçlarını karşılamaya başlamıştı, ancak bu işletmeler
bile gazilerin, her zaman siyah mahallelerdeki boş evler dışında diğer
mahallelerdeki evleri satın almasına yardım edemedi. Bununla birlikte Diğer
etnik kökenli grupların üyeleri de “beyaz” mahallelerde konut bulma konusunda
benzer zorluklarla karşılaşmışlardı. Sonuç olarak, savaş sonrası dönemde etnik mahalleler
ve siyah mahalleler genişlerken, banliyölerde yeni inşa edilen konutlar ise
beyaz toplum tarafından doldurulmuş oldu. Bundan ötürü toplum içerisindeki Komşu seçimleri toplumun yapısından
dolayı bireysel ayrımcılıktan ortaya çıktı. Ancak bu süreç hiçbir zaman organik
olarak devam etmedi ve ilerleyen dönemlerde etnik ayrımcılığın görece olarak azalmasıyla siyah
ve diğer etnik kökenliler banliyölere yavaş yavaş yerleşmeye başladı. Aslında o dönemde Ülke genelindeki inşaat
firmaları da bu ırksal ayrımcılığa çanak tutmuştu. İnşaat firmaları
banliyölerde oluşturacakları konutların satışında ırksal ayrımı zorunlu kılıyor
ve yeni inşa edecekleri banliyö konutlarının sadece “beyazlar” tarafından alınması için çeşitli promosyonlar
uyguluyorlardı.
***NÜKLEER ÇAĞIN BAŞLANGICI***
Amerikalılar,
atom bombası teknolojisinin tek sahibi olmanın getirdiği güç tekelinden her
daim yararlanmaya çalışmıştı. Ama aynı zamanda Sovyetler Birliği ve diğer önde
gelen ulusların yakında nükleer yeteneklere kavuşacağını da kabul ediyorlardı.
Sonuç olarak, pek çok siyasetçi ve bilim adamı, Birleşmiş Milletler veya başka
bir uluslararası örgütün atom bombalarının gelişimini düzenlemesi gerektiği
konusunda düşüncelere sahipti. Aynı zamanda, böyle bir kurumun oluşturulması,
ABD gibi önde gelen ve bilimsel gelişime açık ulusların elindeki seçeneklerin
kısıtlanmasına neden olabilirdi. Ek olarak, atom bombasına sahip ülkelerin
böyle bir oluşumla üye olacakları kurumun atom bombasının tür ve sayılarına
ilişkin sınırlamaları, diğer devletlere ve anlaşmaları gizlice ihlal edenlere
fırsat sağlayabileceği düşünülüyordu. Ancak konu olan bu örgüt oluşmadan önce,
Sovyetler Birliği, Ağustos 1949'da ilk atom bombasını başarılı bir şekilde test
ederek dünyayı şaşırtmıştı. Bu, ABD’li bilim adamlarının tahmin ettiğinden birkaç
yıl önce olduğu için, birçok kişi Kremlin’in bir şekilde Amerika’nın atomik
sırlarını ele geçirdiğini düşünüyordu ve bu tahminlerinde de haksız değillerdi.
Alger Hiss |
Savcı Whittaker Chambers |
Ethel Greenglass Rosenberg |
Julius Rosenberg |
David Greenglass |
Aynı
şekilde Ethel
Greenglass Rosenberg ve eşi Julius Rosenberg çifti de
Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi (CPUSA) üyesiydiler.
Çift, Ethel Rosenberg'in kardeşi David Greenglass'ın çalıştığı New
Mexico'daki araştırma merkezinden edindikleri nükleer silah sırlarını
Rus ajanlara ileten casuslar olarak suçlanmışlardı. İdam kararına Amerikan
kamuoyuyla birlikte, bütün dünya tepki gösterdi. Amerikan yetkilileri "yalan söyledik"
diye ifade verin idamınızı 30 yıla hapis cezasına indirelim diye teklif
götürmüş fakat kabul görmemiştir. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul
edilmedi. Sanıklar, her yapılan teklife yalan söylemediklerini ifade ederek
karşılık vermiştir. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine
yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindeydi ancak bu da reddedildi.
Bu teklifler idam gününe kadar devam ettirildi. İdamlarının 18 Haziran
tarihinde gerçekleştirileceğinin bildirilmesi üzerine çift, 18 Haziran'ın
evlilik yıldönümleri olmasını gerekçe göstererek idamı 19 Haziran tarihine
aldırdı. Çift son kez elektrikli sandalyede bir araya getirildi
ve idamları yan yana gerçekleştirildi. Birçokları için, suçlarının
doğası cezalandırmayı garanti ederken, çiftin Amerikan Komünist Partisine
üyeliği, komünistlerin savaş sonrası zulmünü onaylıyordu. Diğerleri için,
Rosenberg ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişki belirsizdi ve vatana ihanet
suçu abartılı bir yaklaşımdı. Bazıları için hükümet, bu küçük figürlerin
suçlarını soğuk savaştaki eylemlerini haklı çıkarmak için abartmıştı. Julius
rosenberg idam kararından sonra avukatına;
“Ölüm cezası şaşırtıcı
değil. Çünkü bir Rosenberg vakası olmalıydı. Amerika'da Kore savaşını Amerikan
halkına kabul ettirebilmek için bu tür histerilerin yoğunlaşması gerekiyordu.”
diyecekti.
Başkan
Truman’ın, Sovyetlerin başarıyla gerçekleştirdiği atom bombası denemelerine karşı
misillemesi atom bombasından daha güçlü ve yıkıcı olan hidrojen bombasını
geliştirme planlarını açıklayarak oldu. Amerikalı fizikçiler, orijinal atom
bombasının ilk başarılı testinden sonra çoklu-aşamalı silahların gizlice
keşfedilmesine yönelmişti. Sovyetler birliğinin bu silahı ABD’den önce yapması
durumunda, bombanın Amerika üzerinde gerçekleşebilecek yıkıcı gücünden bilim
insanları bir hayli çekiniyordu. Yapılan çalışmalar neticesinde, bilim
adamları ilk hidrojen bombası denemesini 1952 yılının kasım ayında güney
Pasifik’te Sovyetlerden önce gerçekleştirdiğinde, 160 metre derinliğinde bir
hayli büyük bir krater oluştuğunu gördüler. Sovyetler birliği ise
ağustos 1953'te kendi başarılı testiyle Amerikalılara karşılık verdi. Bu
denemenin ardından Amerika Birleşik Devletleri Pasifik'teki Bikini Atolü'ne
atılan bir hidrojen bombası ile Sovyetlere karşılık verdi. Bu denemeler dünyada
yeni bir çağın (nükleer çağ) habercisiydi. Bu yeniçağ, yıkıcılığı ve
caydırıcılığı olan bu silahların çağıydı.
Amerikalılar,
caydırıcılık hakkındaki teorilerinin aşırı iyimser olduğunu kanıtlamak için,
kendilerini korumanın yolları ile ilgili olarak da çalışmalar yapıyordu.
Federal Sivil Savunma İdaresi, Amerika'nın muhtemel tehditleri tespit etme
yöntemlerini incelemek ve kısmen de Amerikalıların hükümetin onları korumak
için elinden gelen her şeyi yaptığı konusunda güvence vermek için ‘’Alert America’’
kampanyasını oluşturdu. Bu kampanyada gösterilen Kısa filmler, çocuklara bir
Sovyet nükleer saldırısından nasıl kurtulabilecekleri konusunda bilgilendirici
yayınlar yapıyordu. Okullara, kendi kendini koruma yöntemlerini öğrenmelerine
yardımcı olacak çizgi romanlar ve çizgi film karakterleri verildi.
Eleştirmenler, bu karikatürlerin gerçek niyetinin, Amerikalıları soğuk savaşın
varsayımlarını sorgulamalarını engelleyecek şekilde çocukları ve ebeveynleri
korkutmak olduğuna inanıyordu. Bu tahlili destekleyecek sebepler varken,
1950'lerde birçok Amerikalının bu karikatürleri aldıklarını ve cumartesi sabahı
tavsiyelerinin çok ciddiye alındığına dair kanıtlar da mevcuttur. Ancak,
Amerikalıların nükleer saldırıdan kendilerini korumaya çalıştıkları başka
yollar da vardı. Yerel örgütleyiciler sayesinde şehirlerde binlerce bomba
sığınma evi yapılmış, Diğerler yandan halk evlerinin arka
bahçelerinde kendi imkanlarıyla sığınaklar inşa etmeye başlamış ve bu
sığınaklara çeşitli yaşam malzemeleri stoklamaya başlamıştı. Böylece Amerikalılar
herhangi bir nükleer saldırıda hazırlıksız yakalanmanın önüne geçtiklerine
inanıyorlardı.
Alert America Kampanyasından Görüntüler |
Alert America Kampanyasından Görüntüler |
Alert America Kampanyasından Görüntüler |
Alert America Kampanya Broşürü |
*** KORE SAVAŞININ
KÖKENLERİ ***
Hem
Amerika hem de Sovyetler birliği, 2. Dünya savaşı sırasında ülkelerini Japon
kuvvetlerine karşı savunmak için geçici olarak birlikte çalışmış olsa da, Çin
iç savaşı 1945'te yeniden başlayacaktı. Bu iç savaşta, 1949 yılının mayıs
ayında komünist lider Mao Zedong galip geldi ve Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan
etti. ABD ise savaşta yenilerek Tayvan'a kaçan milliyetçi Chiang Kai-Shek'i
desteklemeye devam etti ve Mao hükümetinin otoritesini tanımayı reddetti. ABD,
Tayvan'da bulunan Chiang Kai-Shek hükümetini Çin'in meşru hükümeti olduğunu
açıkladı. Birleşmiş Milletlerin batılı üyelerinin, komünist Çin'in BM güvenlik
konseyi üzerindeki güçlü daimi koltuklardan birini işgal etmelerine izin verme
konusundaki endişeleri de 1971 yılına kadar devam etti.
Chiang Kai-Shek |
Komünist
zaferi, 2 milyar dolarlık ABD yardımına rağmen Chiang Kai-Shek rejiminin
yolsuzluk ve verimsizliği nedeniyle halkın Mao'ya verdiği destek ile gelmişti. Mao ve diğer komünist liderlerin
mesajı, topraksız ve yoksul çiftçinin çoğunluğunu kendine çekmişti. Çünkü
Mao mesajlarında toprak ve servetin eşit dağılımını vaat ediyordu. Buna karşın
Chiang Kai-Shek, yiyeceklerin artan maliyetini protesto eden köylülere karşı
ölümcül güç kullanmayı seçmişti. Truman’ın yönetimi, ABD’nin Çin’in
komünistler tarafından ele geçirmesini engellemek için yapabileceği çok az şey
olduğunu ve askeri müdahalenin trajik bir hata olacağını biliyordu. Ancak,
gittikçe daha fazla Amerikalı, Cumhuriyetçi liderlerinde bu konuyu deşmesiyle,
demokratların Asya'da komünizmin yayılmasına göz yumdukları suçlamalarına
inanmaya başladılar. Otokratik Chiang Kai-Shek ile ilgili çeşitli sıkıntılara
rağmen, Amerika Birleşik Devletleri hükümetini Chiang Kai-Shek Çin'in resmi
hükümeti olarak sürgünde tanımaya devam etti. Bu arada Mao Zedong'un komünist
hükümeti gücünü daha fazla arttırmak ve komünizmin kıta boyunca yayılmasını
teşvik etmek için çalışmaya devam ediyordu.
Kore’de,
ABD’nin, 2. Dünya savaşında ülkenin Japonya’ya karşı direncine liderlik eden
popüler bir komünist lider olan Kim Il Sung yerine başka bir liderin geçmesini
istiyordu. Amerika’nın bu isteği bir bakıma yerine gelmiş, ama Kore Yarımadası,
Sovyetler Birliği ve Amerika arasında 38. Paralelden ikiye ayrılmıştı. Ülkenin
güneyinde ve Amerika’nın kontrolünde olan kısmının yönetimine ise Syngman Rhee
getirilmişti. Aslında Syngman Rhee, Chiang Kai-Shek gibi otokratik bir yönetim
anlayışına sahip değildi. Ancak sürgündeki Çinli milliyetçi lider gibi, Syngman
Rhee halkın desteğini asla almamış ve demokrasiye çok az saygı duyuyordu.
Yarımadanın kuzeyinde Sovyet kontrolünde olan kısımda ise kendi ideolojisinden
farklı olan Koreli vatandaşların fikirlerine daha az saygı göstermiş olan Kim
Il Sung liderliğinde bir komünist hükümet kurulmuştu. Tarihçiler, hem Rhee hem
de Kim Il Sung'un kendi egemenliği altında Kore'yi yeniden birleştirmeye
çalıştıkları 1945 ve 1950 yılları arasında yaklaşık 100.000 Korelinin öldüğünü tahmin
ediyorlar.
Ayrıca, her iki taraf da (özellikle otoriter Kim Il Sung) kendilerine muhalif
olanları yarımadanın kendi hakimiyet bölgelerinde susturmak için güç
kullanmaktan çekinmedi.
Syngman Rhee |
Dört
yıllık işgalden sonra ABD ve Sovyet güçleri Kore'den ayrıldı. Hem Rhee hem de
Kim Il Sung, Kore'nin meşru yöneticileri olduklarını iddia ediyor ve her iki
liderde halka yarımadayı kendi yönetimleri altında birleştirmeye söz veriyordu. Kim Il Sung'un yönetimi altındaki
kuzey Koreliler, Sovyet tankları ve diğer teknik olarak gelişmiş ekipmanlara
ulaşma konusunda bir hayli avantaja sahipken, Amerikalılar güney Kore'ye benzer
yardımlar sağlama konusunda tereddütlüydü. Bu isteksizliğin iki temel nedeni vardı:
birincisi, Syngman Rhee’nin hükümetinin yolsuzluğu, ikincisi ise çoğu Amerikan
yönetiminin Avrupa’ya, Asya’dan çok daha fazla odaklanmasıydı. Bu, Kuzey Kore
askerlerinin Güney Kore'yi işgal ettiği 25 haziran 1950'de önemli ölçüde
değişecek ve güney Kore’ye ciddi bir askeri yardım yapılacaktı.
Kim Il Sung |
Bu
dönemde komünistlerin Güney Kore'yi ele geçirmelerini engellemek için kongrede
yapılan tartışmalarda muhalefette olan Cumhuriyetçi kanat başkan Truman’a karşı
“komünizme
karşı yumuşak” olmakla suçluyordu. Truman ise Kore’nin işgalini
engellemek için Güney Kore’ye acil olarak askeri yapmanın gerekliliğini
kongreye anlattı. Truman’in kongreyi ikna etmesiyle birlikte ABD tarafından
Güney Kore'ye deniz ve hava desteği verilmeye başlandı. Bu tartışmalar sürerken
çoğu Amerikalı, Stalin'in Kuzey Kore saldırısını yönetmiş olduğuna inanıyordu.
Kongre ile halkın bu tasarıyla birlikte Kore Yarımadasına Amerikan güçlerinin
yollanmasını ezici şekilde onay vermesinin bir nedeni de bu görülebilir. Daha
sonraki dönemde bazı eleştirmenler, Kongre’nin özel bir izni olmaksızın
cumhurbaşkanını ‘’izinsiz
savaş açmakla’’ suçlasalar da, artan askeri bütçeler için ayrılan ödenekler
neredeyse hiçbir muhalefetle karşılaşmamaya devam etti. Bu gelişmelerle
Amerikan halkı, Truman’ın eylemlerini daha da destekledi ve kongre onayının
beklenmesinin kritik gecikmelere neden olabileceğine inanıldı. Savaş açıldıktan
sonra, daha fazla Amerikalı, uluslarının Kore'deki eylemlerine karşı çıkmaya
başladı ve ne Truman ne de Eisenhower, resmi bir savaş ilanı almak için
Kongre'ye geri dönüş yapmadı.
Günümüz
konjonktüründen geçmişe bakıldığında, Kuzey Kore işgali bir kızıl ordu planının
ana parçası gibi duruyor. Truman’ın belirleyici fakat tek taraflı yapacağı
herhangi bir eylem, Sovyetler Birliği ile doğrudan askeri çatışmaya yol
açabilirdi. Kuzey Kore ise savaş boyunca Sovyetlerden ve Çin’den askeri yardım
almaya devam etti. Bazı araştırmacılar ise herhangi bir Sovyet veya Çin etkisi
olmadan Kim Il Sung’un Güney Kore’nin işgalini tercih ettiği düşünmektedir.
Güney Kore, 2. Dünya savaşı'ndan sonra ABD’nin sorumluluğundaydı ve bu yüzden
truman, komünist bir rejimin istilasının, birleşik devletler'in komünizme karşı
dünyadaki komünizmle mücadele konusundaki kararlılığını sorgulamasına neden
olacağını düşünüyordu. ABD’nin Asya’daki güvenilirliğinin sorgulanmaya
başlamasının bir nedeni de Kore Savaşının, komşu Çin'in komünizm tarafından ele
geçirilmesinden sadece bir yıl sonra olmasıydı. Olayların bu hızlı seyri pek
çok Amerikalıya ‘’domino
teorisinin’’ kanıtı ve komünist zaferin tüm bölge boyunca hızla
yayılması konusundaki uyarısı olarak göründü. ABD güçlerinin, güneydoğu
Asya'nın tamamını kaplamakla tehdit ettikleri için komünist dalgayı geri
çevirdiğini görmeye istekliydi.
4 Yorumlar
Çok teşekkürler. Son derece bilgilendirici bir yazı olmuş. 60 70 ve 80 li yılları da anlatsanız çok güzel olacak
YanıtlaSilbahsettiğiniz tarihlerde yazı içerisinde dile getirilen ''vekalet savaşları'' tüm dünyada görüldüğü için soğuk savaş başlığı içerisinde değil, ayrı ayrı konuları ele alarak hazırlamayı düşünüyorum. örneğin dünyanın büyük bir nükleer felakete bu kadar yaklaştığı tek hadise olan ''küba füze krizi'' bu konulardan birisi olacaktır. ilginiz için çok teşekkür ederim.
SilSite arka planı ve yazı rengi sebebiyle okumak çok zor. Değiştirmek mümkün mü?
YanıtlaSilSitenin ana ekranına girdiğinizde alt sağ kısımda belirtilen Dark Reader adlı eklenti ile istediğiniz gibi bir gece ve okuma modu oluşturabilirsiniz.
Sil