Soğuk savaş, 1945 ile 1991 arasında Amerika Birleşik Devletleriyle, Sovyetler Birliği arasındaki ekonomik ve politik rekabeti işaret eden bir kavramdır. Bu çatışma, iki ülkenin birbiri ile rekabet eden politik ve ekonomik çekişmesini içeren geniş kapsamlı bir savaş anlamına gelmekteydi. Bahsi geçen çatışmalar Sovyetler Birliği’nin komünist sistemi ile bu sisteme bağlı müttefikleri ve Amerika Birleşik Devletlerinin demokratik kapitalizmini savunan müttefiklerinin birbiri ile birçok kez karşı karşıya gelmelerine neden olmuştur. Bu yıllar, yoğun siyasi ve ekonomik rekabetin yanı sıra iki ülke arasındaki diplomatik ve askeri restleşmelere de sahipti. Bu askeri restleşmeler ise Sovyetler Birliği ve Amerika’nın askeri harcamalarında dramatik artışlara neden olmuştur. Ayrıca bu yüksek gerilimler neticesinde, Latin Amerika, Afrika ve Asya'da vekalet savaşları meydana gelmiş ve milyonlarca can kaybına sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla her iki ülke birbiri ile çatışmasa dahi ''vekalet savaşları'' aracılığıyla birbirine üstünlük kurmaya çalışmıştır. Bu cihetle; 1991 senesine kadar olan bu süreçte iki süper gücün birbiri ile çatışmaması ve vekalet savaşları üzerinden karşı tarafa üstünlük kurmaya çalışmasından dolayı ''soğuk savaş'' terimi ortaya çıkmıştır.

Her iki taraf da ekonomik ve politik sistemlerini diğerinden üstün gördüğü için kapitalizm ya da komünizmin dünyanın her yerinde hakim ideolojiye dönüşüp dönüşmeyeceğini belirleyecek sürekli bir çatışmanın parçası olarak neredeyse her dünya olayını kendi ideolojileri ve çıkarları çerçevesinde yorumlamışlardır. Sovyetler, komünizmin ekonomik ve politik sistemini diğer milletlere yaymaya çalışırken; Amerika, demokrasi ve özgür girişimcilik vizyonunu desteklediğini iddia ediyordu. Bu iki farklı görüş, çıkarları ve ideolojileri doğrultusunda birbirlerine karşı karşılıklı hareket ederek dünya üzerinde düzinelerce küçük çaplı askeri çatışmalara ve çeşitli savaşlara yol açmıştır. Bununla birlikte, yukarıda zikrettiğimiz gibi “soğuk savaş” teriminin öne sürdüğü gibi, bu iki süper güç ülke arasında doğrudan bir askeri çatışma hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.

Peki bu soğuk savaş ne anlama geliyordu? Soğuk savaş kavramı nasıl ve ne zaman ortaya çıkmıştı? Her şeyden önemlisi bu savaşı kim başlatmıştı? İşte bu yazımızda soğuk savaş kavramının ortaya çıkışıyla birlikte, bu savaşın nedenlerini ve aktörlerini inceleyeceğiz. Dolayısıyla yazı soğuk savaşın doğumundan ölümüne kadar değil. Savaşın temellerinin atıldığı zamandan, iki süper gücü ciddi manada karşı karşıya getirecek Kore savaşının öncesine kadar olan olayları başlıklar halinde işleyeceğimiz bir yazı olacak.


*** SOĞUK SAVAŞIN KÖKENLERİ ***

Sovyetlerin ve Amerika’nın ekonomik ve politik sistemlerini diğer uluslara yayma çabaları, tarihçiler tarafından yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Net olan şu ki, her iki ülke 1950'lerin başlarında kendilerini agresif ve küresel egemenliğe adamış olarak görmeye başlamıştı. Örneğin, 1950'de Amerika Savunma Bakanlığı yetkilileri ulusal güvenlik konseyine bir rapor oluşturmak için dış politika uzmanlarıyla çalışıyordu. Bahsi geçen bu altmış sayfalık belge kısaltılmış ismi ile ''NSC-68'' olarak bilinmektedir. Bu belge ayrıca her iki ulusun birbirine olan bakışını da tanımlıyordu. Bu raporun içeriğinde Sovyetler Birliği'nin “mutlak otoritesini dünyanın geri kalanına dayatmaya” çalıştığını belirten bölümlerde bulunmaktaydı. Bu raporun sonuç bölümünde ise Sovyetlerin sadece “bu cumhuriyetlerin yıkımını değil, medeniyetin kendisini de tehdit ettiği” söylenerek tedbir alınması konusunda yetkililer uyarılıyordu.

Pek çok Amerikalının, Sovyetler Birliği ve uluslararası komünizmin gerçekten kendi uluslarına karşı bir tehdit oluşturduğu konusunda kuşkuları vardı. Ancak, 1950'nin başlarında Çin Komünist güçlerinin zaferi, 1950'de Kore Savaşı'nın patlak vermesi ve 1950 sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan politik iklim, komünizme karşı pek az siyasi liderin yumuşak görünmek istediği bir durum yarattı. Sovyetler Birliği içinde benzer bir siyasi ortamda ortaya çıkmış ve Kremlin'e egemen olan “sertlik yanlıları (şahin kanat)” komünizmden şüphe edenler için daha az tolerans gösterilmesi gerektiğini dile getirmeye başlamıştı. Sonuç olarak, Hitler'in yenilgisinden yalnızca beş yıl sonra, bir zamanlar müttefik olan bu iki süper güç, kendi ideoloji ve ekonomik gücünü dünyaya daha fazla yaymaya çalışıyordu. Bu bağlamda her iki süper güç neredeyse tüm dış ve iç politika kararlarını ''soğuk savaş'' üzerinden değerlendirmeye başlamıştı. Peki, bu 5 yıllık süreçte daha önce müttefik olan bu iki süper güç arasındaki çekişmenin (soğuk savaş) kökeni nereden geliyordu?


Soğuk Savaşın kökenleri aslında 2. Dünya savaşının sonunda aranmalıdır. Soğuk savaş başlamadan önce Amerika ve Sovyetler Birliği, 2. Dünya savaşında müttefiklerdi. İki ulusun birbirine karşı ortak bir şüphe öyküsü geçmişten beri vardı ve her iki devlette savaş sonrası Avrupa’nın nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda çok farklı fikirlere sahipti. Savaşta yer almış her millet, batı tarzı demokrasiler ya da Sovyet ideolojisine yakın komünist hükümetler kurarak Avrupa'yı kendi imajlarında yeniden yaratmak istiyordu. Buna ek olarak, Sovyetler, gelecekte olası saldırılardan kendisini izole edecek Rus yanlısı bir “tampon bölge” yaratmak istiyordu. Bu çatışan vizyonlar, 1945'te Yalta ve Potsdam Konferanslarında Amerikan, ingiLiz ve Sovyet diplomatlarının toplantıları sırasında açıkça ortaya çıkmaya başlamıştı.

Şubat 1945'te, Churchill, Roosevelt ve Stalin, Yalta Konferansında bir araya geldi. Yalta'da üç lider Almanya ve Doğu Avrupa'nın geleceğini tartışırken, müttefik orduları Hitler'in etrafındaki çemberi giderek daraltmaya devam ediyordu. Stalin, ülkesini savunabilmesi için Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet yanlısı hükümetler yaratılarak ''tampon bölge'' oluşturabileceğine inanıyordu. Çünkü Polonya ve Doğu Avrupa ülkeleri, son iki yüzyılda Rusya'ya defalarca saldıran devletlerin kullandığı bir koridor olagelmişti. Yalta konferansında Stalin, Londra'da sürgünde olan demokratik Polonya Hükümeti'nin temsilcilerinden bazılarına bakanlıklar vererek bir koalisyon hükümeti oluşturulmasına izin vereceği ile ilgili sözler verdi. Churchill ve Roosevelt ise Sovyet yanlısı komünistlerin önderliğinde geçici bir hükümet kurulması konusuna kuşku ile yaklaşıyorlardı. 

Müttefikler, demokratik sürece geçiş konusunda endişelenmekte haklıydı. Çünkü Yalta Konferansından 1 sene önce kızıl ordunun Polonya'daki eylemleri buna en açık örnekti. 1944 yılında Stalin, Nazi işgali altındaki Varşova'ya yönelik saldırısını iki ay boyunca durdurmuş ve bu durumdan istifade eden alman ordusu hem kendilerine hem de komünistlere isyan eden binlerce Polonyalıyı öldürmüştü. Batılı müttefikler, Stalin’in Polonya’yı komünist bir kukla devlet haline getirmesinden korkmasına rağmen, kızıl ordunun bütün Doğu Avrupa’yı işgal ettiği göz önünde bulundurulduğunda, başka türlü bir talepte bulunmaları neredeyse imkansızdı. Aynı şekilde, batılı müttefikler, kızıl ordunun Doğu Almanya'yı işgal ederek, Berlin’e kendilerinden önce varacağını biliyordu. İttifaklarını canlı tutma umuduyla, Churchill ve Roosevelt, her milletin Almanya ve Orta Avrupa devletlerinin konumlarıyla örtüşen bölümünü işgal ve yeniden inşa etmekten sorumlu olacağına karar verdiler.

Bu üç devlet, tekrar temmuz ayında müttefiklerin kontrolüne geçmiş olan Almanya'nın Potsdam şehrinde bir araya geldiğinde, Churchill'in yerini seçimlerden zaferle çıkmış olan, Clement Attlee almıştı ve nisan ayında ölen Roosevelt'in yerini ise Harry Truman almıştı. Selefleri gibi, Attlee ve Truman'da, Stalin’in Doğu Avrupa’daki pozisyonuna karşı yürütülebilecek askeri bir mücadelenin yararsız olacağının farkındaydı. Bunun yerine, çabalarını Doğu Avrupa'nın yeniden yapılanması ve alman işgalinden sonra gerçek bağımsızlığını kazanacak devletlerin sınırlarını belirleme ve nasıl yönetileceği konusuna odaklanmayı seçtiler. Bu görüşe en büyük dayanak ise doğu ve orta Avrupa’da Sovyet ordusunun mevcudiyetinin geçici olacağı üzerineydi. Bu bağlamda, müttefikler Nazi Almanya’sı sonrası gelecekteki ihtilafları engelleyebilecek yeni ulusal sınırların kurulabileceğini umuyorlardı.

Clement Attlee
Harry Truman
Birinci Dünya Savaşının ardından olduğu gibi, Potsdam Konferansına katılanlar da kendi kaderini tayin etme doktrinine göre Avrupa’yı bireysel uluslara ayırmaya çalışmıştı. Ne yazık ki, ilerleyen dönemde Doğu Avrupa'daki muazzam etnik ve politik çekişmeler bu süreci raydan çıkaracaktı. Bunun sonucu olarak da Doğu Avrupa'nın hakim halkları, ulusal ve etnik azınlıkları ortadan kaldırmaya çalıştı. Ayrıca, tüm bu ülkeler savaş sırasında hem Almanlar, hem de Sovyetler tarafından işgal edilmiş ve altyapısından, ekonomisine kadar tamamen tahrip edilmişti. Ancak bu çöküntüye rağmen birçok siyasi grup bölgelerin ve toprakların kontrolü için mücadele etmeye devam ediyordu. Çok geçmeden bu ekonomik, etnik ve politik çatışma Yunanistan, İtalya ve hatta Fransa gibi Avrupa'nın diğer ülkelerine de yayılmaya başladı.


Savaş sonrası alınan bazı kararlar 1. Dünya savaşı sonrası müttefiklerin Versay'da Almanya’nın kaderini belirledikleri şekle çok benziyordu. Alınan kararlarda Almanya’yı dört bölgeye ayırmanın yanı sıra, Alman Ordusu dağıtılarak, Nasyonal Sosyalist Parti kalıcı olarak ortadan kaldırılacaktı. Ancak bazı kararlarda 1. Dünya savaşı sonrası Almanya’da istikrarsızlık ve bunun sonucu olarak Nasyonal Sosyalist Parti ile birlikte yeni savaşa giden yolun tekrar yaşanmaması için dikkatle alınmıştı. Ülkenin altyapısı, batı ve Sovyet ordularının kombine saldırısını müteakip darmadağınık haldeydi. Bu yüzden insani yardımın uygulanması için özel bir konsey oluşturulmasına karar verilmişti. Dört ulusun her biri kendi bölgelerinde geçici hükümetler kuracak ve bu bölgelerde yerel seçimler için hazırlık yapacaktı. Müttefikler yukarıda zikrettiğimiz gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da yaşanmış olan istikrarsızlığı önlemek için istikrarlı ve demokratik yönetim şekli için elinden geleni yapacaktı.


Sovyet yetkililer savaş sırasında ülkelerinin yaşadığı zorluklar nedeniyle, Almanya’yı cezalandırmak istiyordu. Bunun içinde yıkılan şehirleri ve kayıpları için Almanya’dan tazminat talep ediyorlardı. Ancak Almanya’nın bu talepleri karşılayacak ne ekonomisi nede parası vardı. Ayrıca Sovyetler Birliğinin bu talepleri, batılı müttefikler tarafından yeni kurulmuş olan demokratik Almanya’nın kendi ayakları üzerinde durabilmesi için yaptıkları yatırımları da tehdit ediyordu. Bu durum dört işgal gücü arasında diplomatik bir çatışmaya yol açtı. Doğu Almanya'nın Sovyetlere ait bölümünde ise geçici bir hükümet kurulmuş ve bu hükümet alman ekonomisini yeniden yapılandırmak için çalışmaya başlamıştı. Ancak Sovyetler Birliği tazminat olarak Doğu Almanya’nın birçok ekonomik varlığına el koyarak ülkesine taşıdı ve bu durum Doğu Almanya’nın ekonomik olarak yeniden yapılanma çabalarını engelledi.

Bu olaylar neticesinde, birçok Amerikalı, Rusların bu saldırganlığının cezalandırılması gerektiğini düşünüyordu. Ancak Amerikan ekonomisi savaş sırasında gelişimine devam etmiş ve ülkede üretilen ürünlerin yeni pazarlara satılması gerekiyordu. Bunun için ise dünyada totaliter hükümetlerin yükselişine yol açan ekonomik ve politik istikrarsızlıkları ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu bağlamda Amerikalılar, Alman topraklarında kendilerine bağlı olan bölgelerde Almanlardan tazminat talep etmek yerine savaştan zarar gören Almanya’ya ve daha sonra Japonya’ya istikrarlı demokratik hükümetlerin desteklenmesi konusunda büyük bir program başlattı. Hem Asya’da hem de Avrupa’da, ileride kurulması planlanan bu hükümetlere Amerikan perspektifinden bakıldığında, bu demokratik hükümetlerin insani kaygılardan etkilenmiş, aynı zamanda kişisel çıkarlar tarafından yönlendirilmiş olması gerekiyordu. Amerikan iş dünyası ise bu ülkelerle ticarete devam etmeyi umut ederken, siyasi liderler ekonomik istikrarsızlığın Avrupa ve Asya'yı komünizme doğru yönlendirmesinden korkuyorlardı. Sonuç olarak, Amerikan yardımı, demokrasi ve özgür girişim imajı üzerinden Japon ve Alman rekonstrüksiyonunu sağlama şeklinde şekillenecekti. ABD’nin bu eski düşmanlarına yardımı ilerleyen zamanda, Batı Almanya ve yeni Japonya olarak ortaya çıkan ve kendisine yakın politik ve ekonomik bağlar ile ödüllendirildi. Bu iki yeni devlet ilerleyen dönemde Sovyetler Birliği ile çatışan ABD’nin en güçlü iki müttefiki oldu.

Amerikan güçleri 1945'ten 1952'ye kadar Japonya’yı işgal altında tutarken, bu tarihler arasında savaş suçluları için askeri mahkemeler kurdu, tazminat ödemelerini denetledi ve demokratik bir hükümete geçişi izledi. Pasifik'teki savaşın korkunç doğası göz önüne alındığında, Japonya’nın militarist bir diktatörlükten barışçı bir demokrasiye sorunsuz olarak geçişi dikkat çekiciydi. Almanya’da olduğu gibi, Japonya’nın yeniden inşası Sovyetler Birliği ile ABD’nin arasındaki soğuk savaş’ın gelişimini yansıtıyordu. Amerikalılar Japonya’yı işgal ederken, Sovyetler Mançurya'daki etki alanlarını genişletmişti. Yeni oluşturulan Birleşmiş Milletler'in yardımıyla Kore Yarımadası ikiye bölünmüş ve birbirine rakip hükümetler kurulmuştu.

General Douglas Mac Arthur
General Douglas Mac Arthur, Japonya’nın yeniden inşasından sorumluydu ve ABD’ye benzer bir anayasal demokrasi oluşturmak istiyordu. General Douglas Mac Arthur yönetiminde Amerikalılar Japonya’nın yeniden inşasının ilk yıllarında, Japon ordusunun gücünü azaltmaya ve fabrikaları mühimmat üretmek yerine tüketim malları üretmeye dönüştürmeye odaklandı. Pek çok Amerikalı, fazla endüstriyel büyümenin teşvik edilmesinin Japonya’nın bir kez daha büyük bir güç haline gelmesine neden olabileceğinden korkuyordu. Ancak komünizm, Çin ve Güneydoğu Asya'da yayılmaya başladıkça, ABD liderleri, Amerikan yanlısı bir hükümet altında Japon ekonomik büyümesini sağlamak için yönelimlerini değiştirdiler ve yatırım yaptılar. Mac Arthur’un kadınlara oy hakkı verilmesi gibi demokratik reformların birçoğu ise ilk başta Japon halkı arasında kabul görmedi. Ancak 1950’de Amerika ve Japonya’nın büyük düşmanlardan müttefiklere dönüştüğü de ortaya çıktı. Bu dostluğun temeli ise ABD’nin ekonomik yardımları, karşılıklı ticaret, Japonya’nın komşuları olan Çin ve Kuzey Kore'deki komünizmin gelişmesi olarak görülebilir.

Doğu Avrupa’nın yeniden inşası sonucu Japonya ve Batı Almanya’nın keskin bir komünist karşıtlığını ortaya çıkardığı aşikardır. Doğu Avrupa halkları 2. Dünya savaşı sırasında muazzam acı çekmiş ve birçok vatandaşın ülkelerini terk etmesine sebep olmuştu. Ancak savaş sonunda Hitler'in Alman kökenlilerin hepsini yeniden bir araya getirme konusundaki etnik eylemlerinin Potsdam Konferansı sonunda gerçekleştiği söylenebilir. Çünkü Doğu Avrupa'daki yetkililer Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan'da yaşayan Almanların Almanya'ya dönmelerini talep ediyordu. Potsdam Konferansı da, etnik milletler yaratma niyetini açıklarken bu akıl yürütme çizgisini izledi. Buna göre Polonya, Polonya kökenli insanlar tarafından yönetilecek, Çekler Çekoslovakya'da yaşayacaktı ve Macaristan da Macarlar tarafından yönetilecekti.


1. Dünya savaşından sonra olduğu gibi, bu plan bölgenin etnik çeşitliliği içerisinde milyonlarca mülteci yaratmaktan başka işe yaramadı. Buna ek olarak, milyonlarca başka etnik azınlık da böyle bir planın evrensel olarak uygulanması halinde evlerinden ayrılmak zorunda kalacaktı. Her hükümet, genellikle çeşitli azınlıkları tasfiye etmeye ve en önemlisi en savunmasız olan yoksullara yönelik dışlayıcı tasarıları uygulamaya teşebbüs etti. Doğu Avrupa, etnik azınlıkların sınır dışı edilmesinin yarattığı milyonlarca mülteciyi beslemek ya da nakletmek için çok az kaynağa sahipti ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan mülteci kamplarında 2 milyon kadar insanın öldüğü tahmin edilmektedir.

Sınır dışı edilmekten kaynaklanan zulümlere ek olarak, Doğu Avrupa halkı Stalin’in otoriter rejiminin etkisi altında yaratılan çeşitli totaliter hükümetler altında da acı çekiyordu. Bazı tarihçiler, Yalta ve Potsdam konferanslarında Doğu Avrupa'nın batılı müttefikler tarafından Stalin'in ''yatıştırılması'' için terk edildiği konusunda suçlar. Bununla birlikte, batılı müttefikler, bölgedeki kızıl ordunun konumu göz önüne alındığında, Sovyet hakimiyeti altında Doğu Avrupa'nın yeniden inşasını dikte etmek için neredeyse hiçte avantajlı bir konumda bulunmuyorlardı. Ayrıca, müttefikler Berlin'in batısındaki kendilerine bağlı alanları belirledikleri doktrinlere göre yeniden yaratmak istiyorlardı. Bu doktrine göre yaratılacak yeni sistem için ise yatırım gerekiyordu.

Yalta ve Potsdam'daki resmi açıklamalar demokratik seçimleri ve anayasal hükümetleri zorunlu kılmıştı. Gerçekten de savaş sonrası yeni Avrupa ülkelerinde birçok seçim yapıldı ve hem komünist hem de komünist olmayan liderler, savaş sonrası yıllarda Doğu Avrupa çapında demokratik olarak seçildi. Ancak belli bir zaman sonra, komünist gruplar Sovyet askeri desteğiyle bölgedeki komünist olmayan hükümetleri devirerek iktidarı ele geçirdiler. Bunun sonucu olarak da 2. Dünya savaşının bitiminden kısa bir süre sonra, Macaristan, Polonya, Romanya, Bulgaristan ve Doğu Almanya'nın tamamı kızıl ordu tarafından desteklenen komünist hükümetlere dönüştü.

Yugoslavya ise burada istisnai bir durumdaydı. Yugoslavlar, Sovyet ordusu tarafından işgal edilmeden kendilerini Nazi yönetiminden kurtarmıştı. Sonuç olarak, Yugoslavya lideri Josip Tito, Sovyet bloğundan bağımsızlığını koruyabildi. Çünkü kızıl ordu ne Yugoslavya'yı kurtarmıştı ne de işgal etmişti. Tito’nun komünist rejimi, diğer Sovyet destekli rejimler gibi muhalifleri hapse attı ancak dünya çapında solcular için Sovyet liderliğine bir alternatif sağladı. 1948 yılına gelindiğinde ise müttefik orduların Nazilerden kurtardığı Avrupa iki süper gücün oryantasyonuna karşılık gelen bir çizgi boyunca demokratik ve komünist devletler arasında bölünmüştü. Amerikan birliklerinin özgürlüğe kavuşturduğu topraklar demokrasi ve kapitalizm'e dayalı hükümetler tarafından yönetilirken, Sovyet kızıl ordusu tarafından kurtarılan Doğu Avrupa ülkeleri ise komünist hükümetler tarafından yönetilmeye başlamıştı.

Josip Tito

***BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN KURULMASI ***

Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki gerilimlere rağmen savaş sonrası dönem, daha iyi iletişim ve kolektif eylemler yoluyla kalıcı bir dünya barışı konusunda ümit vadediyordu. Savaş sona erdiğinde, dünyanın dört bir yanından gelen temsilciler, gelecekteki çatışmaların önlenmesi için gereken yolları tartışmak üzere bir araya geldi. Bu diplomatlar, Birinci Dünya savaşından sonra kurulan ve etkisiz kalan Milletler Cemiyeti'nin yerini alacak yeni bir örgüt olan Birleşmiş Milletler için geçici bir tüzüğe imza attılar. Winston Churchill, Franklin Delano Roosevelt ve Joseph Stalin, Yalta konferansı sırasında Birleşmiş Milletler konusuyla ilgili birçok fikir telakkisinde bulunmuş ve bu yeni örgütün nasıl yapılandırılacağına dair ilk ayrıntılara bile karar vermişlerdi. Çeşitli üye ülkeleri temsil eden delegeler, Nisan 1945'te San Francisco'da bir araya geldi ve savaş sonrası dünya düzeniyle ilgili çeşitli fikirleri ve Birleşmiş Milletler'in iç yapısıyla ilgili en iyi yöntemi tartıştılar. ABD, Birinci Dünya savaşından sonra Milletler Cemiyeti'nin üyelik şartlarını reddetmesine rağmen, Birleşmiş Milletler'in desteğiyle liderliği ele geçirdi. Ancak, Birleşmiş Milletler gibi kolektif bir örgütlenmeye katılımın, bir kişinin kontrolü altında tutulmasının doğruluğu her zaman tartışılan bir konu oldu.

San Francisco Konferansı
Birleşmiş Milletler tüzüğü, dünyanın dört bir yanındaki insanlar için iletişim, kolektif eylem, özerklik, kendi kaderini tayin etme, ırk, din, cinsiyet ve etnik kökene bakılmaksızın insan haklarına saygı yoluyla barış ilkelerini içermekteydi. Tüzük ayrıca genel kurul, güvenlik konseyi ve sekretarya olarak adlandırılan BM’nin idari organı tarafından yönetilen bir hükümet yapısı kurmuştu. Her üye ülkeye genel kurul içinde bir temsilci ve bir oy hakkı tanınmıştı. Güvenlik konseyi üyeliği ise on beş milletle sınırlandırıldı. Bu koltuklardan on tanesi, her iki yılda bir dönüşümlü olarak belirlenirken, geri kalan beş sandalye, önde gelen beş müttefik güce (Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa) daimi olarak verilmişti. Bu beş daimi üyeden herhangi biri, veto gücünü kullanabilir ve güvenlik konseyinin diğer on dört üyesinin oylarından bağımsız olarak herhangi bir önlemi etkili bir şekilde engelleyebilirdi.

Güvenlik konseyinin, BM genel sekreteri ve genel müdür olarak görev yapan genel sekreter ile birlikte çalışması gerekmekteydi. Genel sekreter ise BM’nin günlük operasyonlarını yöneten binlerce profesyonelden oluşan bir idari organ olan sekretaryayı denetleyecekti. Sekretaryanın sorumlulukları arasında Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu (UNICEF), Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) gibi onlarca özel kuruluşun çalışmaları yer almaktadır. Genel kurul ve güvenlik konseyi, sekretaryanın yardımıyla tüm uluslararası anlaşmazlıkları müzakere etmekte ve tüm ulusların üzerinde anlaşabileceği temel insan hakları standartlarını desteklemeye ve ortak anlayışı teşvik etmeye çalışmaktadır. Örneğin, Eleanor Roosevelt liderliğindeki özel bir komite tarafından hazırlanan bir tedbir 1948'de genel kurula sunulmuş ve onaylanmıştır. İnsan hakları evrensel bildirgesi olarak bilinen bu belge, tüm BM üyelerini temel insan haklarını, ırksal destek olarak kaydetmiştir.


Eleanor Roosevelt

***AMERİKAN - SOVYET ÇATIŞMASI***

Mart 1946'da, eski İngiliz başbakanı Winston Churchill, Amerika’nın Missouri eyaletinin Fulton şehrinde bulunan Westminster College'da konuşmaya davet edildi. Churchill, bu konuşmasında Avrupa'yı demokratik ve komünist ülkeler olarak ikiye ayıran bir çizgiden bahsetti ve çizginin önemine dikkat çekmeye çalıştı. Bu ayrım demokratiklik ile totaliterlik arasındaki kıtayı ikiye bölen bir “demir perde” idi. Amerikalıların çoğu henüz Avrupa'yı ya da dünyanın geri kalanını bu kadar net bir şekilde göremese de, son olaylar Churchill’in bakış açısına göre pek çok şeyi açıklıyordu.

Churchill'in konuşma yaptığı binanın günümüzdeki görüntüsü
Churchill'in Westminster College'daki Konuşması

1946 yılının Şubat ayında Stalin, komünizm ile kapitalizm arasında uzun vadeli bir barış olamayacağını iddia etti ve Sovyetler Birliği'nin dünyanın en büyük ordusunu yaratıp bunun sürdürülebilirliğini garanti edeceğine dair söz verdi. Aynı ayın içerisinde Amerika’nın Mosova elçiliğinde danışmanlık görevini yürüten George Kennan, Sovyet dünya görüşünü yorumlayan uzun bir rapor hazırlayarak yetkililere gönderdi. Kennan bu raporunda, Stalin’in komünizm ile kapitalizm arasındaki süregelecek savaş hakkındaki söyleminin, Sovyetlerin kapitalist milletlerle silahlı çatışmayı fiilen istediği anlamına gelmediğini belirtmiştir. Bunun yerine, Sovyetlerin yukarıda zikredilen söyleminin dünya çapında komünizmi teşvik etmek ve genişletmek anlamına geldiğini açıklamıştır.

George Kennan
Geroge Kennan'ın hazırladığı NCS-68 : ABD Ulusal Güvenlik Hedefleri ve Programları başlıklı raporun orjinal metnine vereceğim linkten ulaşabilirsiniz. (bkz. Raporun Orjinal Metni)

Kennan’ın raporunda hükümete verdiği tavsiyede ise komünizme yönelik bir koruma politikası sürdürülürken, kapitalizm ve demokrasiyi teşvik ederek yanıt verilmesi istenmiştir. Bu rapor üzerine Truman, Stalin yönetiminde komünizmin dünyanın geri kalanına nüfuz etmemesi gerektiğine kanaat getirmiştir. Başka bir deyişle, Truman yönetimi, ABD’nin, iki ülke arasındaki savaş sonrası anlaşmalar nedeniyle Doğu Avrupa'daki sonuçları etkilemek için çok az şey yapabileceğini kabul etmiş oluyor ve Doğu Avrupa’da komünizm etkisine girmiş olan ülkeleri gözden çıkartıyordu. Dolayısıyla bundan sonra “demir perde” nin ötesine komünizmin yayılmadığından emin olmak için dünyanın geri kalanı boyunca çaba gösterilmesi gerekliliğine inanıyordu. Avrupa'da bu iki süper gücün gerçekleştirdiği bölünme, kısa süre sonra tüm dünyaya yayılacak ve nüfuz kazanmak için bir yarışa dönüşecekti. Her iki taraf için de, güçlü bir ordunun elde bulundurulması, siyasi ve diplomatik etkinin kilit unsurlarından biriydi.

Ekonomik yardım ile kapitalizmin veya komünizmin etkisi altına alınacak ülkeler bu yarışın önemli bir bileşeniydi. Avrupa ve Asya ülkeleri, 2. Dünya savaşı sonrasında muazzam ekonomik istikrarsızlıklar yaşıyordu. İşsizlik ve enflasyon son derece yüksek ve milyonlarca insan gıda sıkıntısı çekiyordu. Amerikalı yöneticiler, komünizm sempatizanlarının, savaş sonrası dönemde fikirlerini yayma konusunda Avrupa'daki istikrarsızlık ve korkudan faydalanacağından endişelendiriyorlardı. Amerikalılar, kapitalizmin üstün bir ekonomik sistem olduğuna inansalar da, Sovyet retoriğinin tarım alanlarını paylaşma konusunda ki yaklaşımlarının da farkındaydı. Bu yaklaşıma göre, varlıklı toprak ağaları yerine topraksız köylülere toprak eşit bir şekilde dağıtılacaktı. Dolayısıyla bu sistemin işçi sınıfları üzerinde büyük etkisinin olacağı aşikardı. Aynı zamanda, fabrikalarda kooperatif mülkiyet kavramı ile şehirlerdeki fakir işçiler arasında da komünizm sempatizanlığı ve taraftarlığı çekici hale geleceği bilinmekteydi. Sosyalist ve komünist partilerin işçi sınıfına sunduğu bu düzenden dolayı Çekoslovakya, İtalya, Finlandiya ve hatta Fransa gibi ülkelerdeki önemli desteklere kavuşmaya başlamasıyla birlikte, kolektivist teorilerin yayılmasına ilişkin endişeler 1946'da tırmanmıştır. Sonuç olarak, birleşik devletler, bu milletlere kapitalist refahın geri dönüşü için bir sıçrama aracı olarak ekonomik yardım sağlama çabalarını hızlandıracağını açıklamak durumunda kalmıştır. Aynı zamanda Birleşik Devletler, Avrupa’da bulunan askeri birlikleri barış gücü olarak tutacağını açıklamıştır.

*** TRUMAN DOKTRİNİ ***

ABD’li politika yapıcılar için önemli olan diğer iki ülke ise Yunanistan ve Türkiye idi. Yunanistan savaşın son zamanlarında komünist militanlar ile kral yanlılarının çatıştığı şiddetli bir iç savaşa sahne olmuştu. Türkiye ise Avrupa’da yaşanan bu katliam tarzı savaşa katılmadan tarafsızlığını korumuş ve savaşa dahil olmuş tüm devletlere göre görece olarak savaşı hasarsız olarak atlatmıştı. Aynı zamanda, İngilizler geleneksel olarak Doğu Akdeniz’i kendi etki alanı olarak görmekteydi. Ancak İngilizler savaş sonrası ekonomik mücadelelerinden dolayı bu etki alanıyla ilgili maliyetlerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktı. Başkan Truman ise Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım sağlayarak bölgede Britanya’nın yerini almak istiyordu. Ancak Truman'ın bu hamlesine iç siyaset ve halk içerisinde şüpheyle yaklaşanlar vardı. Truman bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, 1947 Martında Amerikan halkına, ABD ve müttefiklerinin Akdeniz'deki komünist güçlere karşı bir araya gelmesi gerektiğini belirterek şüpheci kesimi ikna etme yolunda başarılı bir girişimde bulundu. Truman'ın görüşü, “ABD’nin bir politikası olmalı ve silahlı azınlıklara ve baskılara karşı özgür halkları desteklemek için yardım etmeliyiz” şeklindeydi. Truman'ın, komünizmin herhangi bir bölgede genişlemesine karşı ABD müdahalesini belirten bu ifadesi ise ''Truman Doktrini'' olarak anılacaktır. Başkanın bu girişimi ve geliştirdiği doktrin Amerikan halkını komünizme bakışını derinden etkiledi ve savunma politikalarına karşı çıkanları susturdu.

Amerikan yönetiminin endişesi Yunanistan ve Türkiye'de komünistlerin zafer kazanması neticesinde, bu zaferin Avrupa ve Ortadoğu'daki komünistlere ilham kaynağı olabileceği endişesiydi. Ancak Truman Doktrininin kabulü Amerikan yönetimi gözetiminde, Yunanistan ve Türkiye'deki sağcı hükümetler kurulmasına ön ayak olmuş ve aynı dönemde bu iki ülkeye kongreden 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması konusunda onay alınmıştır. Bu oluşturulan fonlar, her iki ülkede de komünist güçlerin yenilgisinin anahtarıydı. Ayrıca, kongre ulusal Güvenlik Konseyi ve Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) oluşumunu onaylayarak ulusal anlamda potansiyel tehditler hakkında bilgi toplamasına da onay vermiş ve çok geçmeden CIA, topladığı bilgilere dayanarak gizli askeri operasyonlar yürütmeye başlamıştır. Geriye dönüp bakıldığında, Truman’ın danışmanlarının, Sovyet karşıtlığını desteklenmesi konusunun kapsamını abarttığı açıktır. Ayrıca, ABD’nin Doğu Akdeniz’deki bu eyleminin, komünizmin yayılmasıyla mücadele eden herhangi bir hükümete (demokratik veya monarşi) askeri yardım konusunda emsal olduğu da aşikardır. Bahsi geçen bu yardımlarla birlikte otuz yıl boyunca, dünyada komünizme karşı en büyük mücadele ABD dış politikasının önceliği ve yol gösterici ruhu olacaktı.

***MARSHALL PLANI VE BERLİN HAVA KÖPRÜSÜ***

Sovyetler Birliğinin dış politika doktrini Amerikalı politikacılarla benzer bir perspektife sahipti. Bu perspektif çerçevesinde Sovyetler, Batı'nın dünya üzerindeki etkisini azaltmayı umuyordu. Bu özellikle Doğu Avrupa için doğruydu. 2. Dünya savaşında Rusya, Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa'nın toplamından daha fazla hasar ve zayiata uğramış ve önde gelen şehirlerinin çoğu büyük bir yıkıma uğramıştı. Buna ek olarak, Sovyetler Birliği Doğu Avrupa'da oluşabilecek istikrarsızlıkların kendi iç güvenliğini tehdit edeceğine inanıyordu. Sonuç olarak Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa'yı kendi imajıyla yeniden inşa etmeyi ve Batı Avrupa'nın kapitalist milletleri ile kendi sınırı arasında Sovyet kontrolünde komünist milletler yaratmayı umuyordu.

Bu bağlamda Stalin, komutan ve bürokratlarına Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Romanya'da bulunan komünist partileri desteklemelerini emretti. Elde edilmek istenen sonuç, bu milletlerin her birinin komünist hükümetler ile yönetilmesiydi. Bu milletlerin her biri savaştan harap olmuştu. Bu nedenle bu milletlerin çoğu Sovyetler Birliği gibi güçlü bir ulus ile ittifakın, istikrar ve gelecekteki ekonomik büyümeyi sağlayacağı konusunda ümitliydi. Ancak bu ülkelerin beklentisi umdukları gibi gerçekleşmedi. Çünkü Sovyetler Birliği ‘de savaşta ağır kayıplar ile yıkımlar yaşamıştı ve Sovyet ekonomisi diğer komünist kukla devletlerin beklentilerini karşılamaktan çok uzaktı. İşin daha ilginç yanı Stalin, kızıl ordunun bu ülkelerdeki operasyonlarını finanse etmek için bazı ülkelerin kaynaklarının ele geçirilmesini dahi emretmişti.

Savaş sırasında ABD’nin ekonomik durumu, hiçbir Amerikan şehrine saldırı yapılmamasından dolayı Avrupa, Asya ve Sovyetler Birliği'nin neredeyse tam tersiydi. Savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri anakarasına yakın olan iki saldırı gerçekleştirilmişti. Bu iki saldırıdan ilki Japon İmparatorluk ordusu tarafından Hawaii'de bulunan Amerikan donanma üssüne (Pearl Harbor) gerçekleştirilmiş ve bu olay üzerine Amerika savaşa girmişti. İkinci saldırıda ise Alaska adalarının birkaçı Japonlar tarafından işgal edildi.  Alaska ve Hawaii bu dönemde ABD anakarasından uzak bölgelerdi, ama daha önemlisi bu bölgelerden birisi olan Alaska’da herhangi bir askeri üssün bulunmamasıydı. Avrupa ve Asya'da çok kanlı şekilde devam eden savaş içerisinde ABD ekonomisi daha önce görülmemiş bir büyüme yaşadı. (savaş ekonomisi) bu açıdan bakıldığında, Sovyet birlikleri tarafından işgal edilmeyen ülkeler yardım için ABD’ye yöneldi. 1947'ye gelindiğinde, tüm dünyadaki milletler ABD’nin, komünizmin genişlemesine karşı savaşmaya kararlı olduğunu ve politik yönelimini paylaşan herhangi bir ülkeye ekonomik yardımda bulunmaya istekli olduğunu biliyordu. Oysa şimdiden işlenmiş milyarlarca dolarlık ABD yardımlarıyla bile, Avrupa ve Asya'da bulunan çoğu devlet ekonomik bunalım içerisindeydi. Komünist siyasi partiler, fakir ve işsizler arasında yeni destekçiler kazanmaya devam ediyorlardı. Komünist liderler, her milletin zengin ve fakirleri arasındaki farklılıklara dikkat çekerek, varlıkların eşit dağıtımı ve fabrikaların devlet otoritesi içerisinde yoksulluğu ortadan kaldıracağını dile getiriyorlardı. Ayrıca bu sistemde tam istihdam sağlanacağı yönündeki iddialar da çok ilgi çekiyordu. Sovyetlerin bu yaklaşımına karşılık ABD, Marshall Planını uygulamaya koydu.

İkinci Dünya savaşı sırasında ordunun genelkurmay başkanı olan ve şimdi de Truman’ın danışmanları arasında bulunan ve son derece popüler fikirleri olan George C. Marshall ''marshall planı'nın'' fikir babasıydı. Bu plana göre, katılımcı ülkelere 12 milyar dolarlık ekonomik yardımda bulunulacaktı. Bu yardımın amacı, yardım edilecek ülkelere Amerika’nın cömertliği ve refahının gösterilmesi ve Avrupa’nın “içi boş” komünist teori ve retoriklerinden daha iyi ilerlemesini sağlayabileceğine inanılıyordu. Marshall Planı’nın savunucuları, ekonomik ve politik sistemlerinin üstünlüğü konusunda uzun soluklu olma eğilimindeydi. Bu plan çerçevesinde yardım yapılan ülkelere ani ABD para birimi akışı ekonomik istikrarı destekledi. Bu yardımla, enflasyonu tersine çevirmek, Avrupa üretimini canlandırmak, çaresiz nüfusa acil gıda ve tedarik sağlamak için Amerika Birleşik Devletlerinden çeşitli Avrupa ülkelerinin bankalarına ve hükümetlerine milyarlarca dolar aktı. Amerikalı politikacılar bu desteklemenin uzun vadeli planları konusunda ciddi çekincelere sahip olsalar bile, Yunanistan ve İtalya'daki komünistlerle savaşan milliyetçi güçlere askeri yardımda bulunmayı ihmal etmediler.

George C. Marshall
ABD’li yetkililerin çoğu, Amerika'nın, destekledikleri rejimlerin halkın desteğine sahip olup olmadığına veya Amerika’nın demokratik ideallerine uyup uymadığına bakılmaksızın, aslında komünizme karşı verilen bu mücadeleyi küçümsedi. Marshall’ın kendi retoriği, insani yardım amacını, çoğunlukla siyasetten ayrı bir şekilde vurgulamak eğilimindeydi. Marshall bu yardımları, “Herhangi bir ülkeye veya doktrine karşı değil. Açlığa, yoksulluğa, çaresizliğe ve kargaşaya karşı bu yardımların yapılması” yorumlama eğilimindeydi. Bu koşulların her biri, Avrupa'nın komünizm ile yönetilen ülkeleriyle birlikte, savaşa katılmış tüm Avrupa için geçerli bir durumdu. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği 1947 yılının temmuz ayında Avrupa'nın politik geleceğiyle birlikte ekonomik gelişmesini belirlemek için Paris’te ABD’li diplomatlarla bir araya gelen on altı ülke arasındaydı.

Sovyet Dışişleri Bakanı Vyacheslov Molotov, tüm Avrupa ülkelerine yayılmış olan ABD yardımının, komünizme bağlı kalan ve Sovyetler Birliği gibi yönetilen hükümetlerin de dahil edilmesini amaçlamadığını kabul etmişti. Molotov, Marshall Planı’nın insani niyetlerinin sınırlarını açığa çıkarmak için iyi hesaplanmış bir manevra olduğuna inanıyordu. Ancak Stalin, Molotov'un Rusya'ya geri dönmesini çabucak emretti. Bu durum üzerine, Amerika Birleşik Devletleri'nin, yalnızca komünist olmayan uluslara katkıda bulunmasına karar verildi.


Dolayısıyla bu toplantılardan 29 milyar dolar yardım yapılmasına karar verildi. Ancak Truman, Kongre’den para talep etmeden önce alınan bu karar 17 milyar dolara kadar düşmüştü. Her ne kadar ABD son birkaç yılda 10 milyar dolarlık yardım dağıtmış olsa da, Marshall Planı böylesine büyük miktarlarda dış yardımlara karşı olan birçok Amerikalıya göre gereksizdi. Amerikan politika yapıcılar, kamuoyuna bu para yardımlarının, anti-komünist müttefiklerin güvenilirliği için ve istikrarlı demokrasiler yaratacağını defalarca tekrarladı. Buna ek olarak, ABD’deki ticari çıkarlar, Avrupa’daki bu ekonomik toparlanmanın ürünleri için yeni pazarlara yol açacağını kabul etti.

İronik olarak Stalin, Marshall Planı lehine en güçlü argümanı vermişti. Sovyet yetkilileri ağustos 1947'de Macaristan'da tarım işçilerinin ayaklanması ile başlayan ve seçimler sonucu komünist bir rejimin doğmasına önayak oldular. Daha da endişe verici olan Stalin, Sovyet güçlerinin Şubat 1948'de Çekoslovakya'yı işgal etmesini emretti. Sovyet güçlerinin her iki ülkede de yönetimi ele geçirmesi Amerikan Kongresindeki tartışmayı sonlandırdı ve Marshall Planı'na karşı olan muhaliflerin çoğunu Avrupa ve dünyada komünizm karşısında durulması gerektiğine ikna etti. Dolayısıyla Amerika, Avrupa ekonomisini onarmak için proaktif önlemler almaya başlamış oldu.


Çoğu kişi, Marshall Planı aracılığıyla yardım dağıtmanın, acı çekmeyi ve komünizmin yayılmasını önlemek için gerekli olduğunu kabul ediyordu. Amerika’nın bu yatırımı ile Avrupa halklarının yaşadığı yoksulluğun önlenmesi için gerekli geçici yardım sağlanmış oluyor ve Avrupa sanayisinin toparlanması için gereken uzun vadeli sermaye yatırımı sağlanmış oluyordu. 1950'lerin başlarında, bu yardım ve yatırımlarla Batı Avrupa gelişimini sürdürdü ve bu gelişim üzerine komünist partiyi destekleyenler her kesimde azalmaya başladı. Dolayısıyla, Marshall Planı'nın başarısı, Amerikan, Fransız ve İngilizler tarafından paylaşılmış Almanya'nın batı bölgesinde en belirgin şekilde görülmeye başlanmış oldu.


Berlin, Doğu Almanya'da Sovyet denetim bölgesinin içerisinde bulunuyordu. Ancak şehrin öneminden dolayı Berlin'in denetimi sadece Sovyetler Birliğine bırakılmamış ve batılı müttefikler tarafından da şehrin belirli bölgeleri denetim altına alınmıştı. Dolayısıyla Berlin 4 müttefik tarafından sektörlere ayrılarak denetim altında tutuluyordu. Berlin ve batı kontrolü altındaki Almanya'nın diğer kesimleri 1948'de toparlanırken, Sovyet kontrolündeki doğu bölgelerinde koşullar batısına nazaran daha az gelişmişti. Almanya'nın ABD, İngiltere ve Fransız denetimi altında bulunan kesimlerinin birleştirilerek bağımsız ve demokratik bir ülke yaratmak için atılan ilk adım bu bölgelerde tek para birimi kullanılmasına başlanması olmuştur. Bu plana Stalin, Haziran 1948'de Berlin'e ulaşımı sağlayan tüm kara ve suyollarını kapatarak cevap verdi. Stalin’in bu hareketi, barılı müttefiklerin Berlin’e finansal veya insani bir yardım ulaştıramaması manasına geliyordu. Aslında Stalin bu kararla bir kumar oynamıştı. Stalin Berlin’e ulaşım blokajı koyduğu takdirde şehrin batılılar tarafından kontrol edilen sektörlerinde yaşayan 2 milyona yakın insanın bakımını sağlayamayacağı ve bu nedenden ötürü kentin kontrolünü kendilerine terk etmek zorunda kalacağını tahmin etmişti. Kısaca Stalin aslında artık şehrin tamamını istiyordu ve bunun için elinden geleni ardına koymamaya kararlıyım.

Tempelhof Havalimanına Yardım Malzemesi İndiren Bir Uçak ve Uçağın İnişini İzleyen Alman Halkı
Tempelhof Havalimanına Yardım Malzemesi Getirmiş Olan Uçaklardan İndirilen Malzemeler

Truman’ın danışmanlarından bazıları, Sovyetlerin Berlin’e uyguladığı blokajı kaldırmak için zırhlı bir birliği ve piyade birliğini yardımlarla birlikte şehre göndermeyi tavsiye etti. Truman ise bu öneri yerine, tüm malzemeyi şehre uçaklarla göndermeyi ve böylelikle Amerika'nın harekat kabiliyeti ile muazzam maddi kaynaklarını göstermeyi seçti. Bu kararla Amerikan uçakları, müttefikleri kontrolünde bulunan Berlin hava üssüne her üç dakikada bir inmek kaydıyla sene boyunca 1.000'den fazla uçuş gerçekleştirdi ve şehre gerekli yardımları ulaştırdı. Amerika’nın uçaklarla oluşturduğu bu hava koridoruyla insani yardımları şehre ulaştırması ve bu şekilde Sovyet blokajını delmesi, Stalin’in hem kötü hem de zayıf görünmesini sağladı. Amerikalıların Berlin Hava sahasını sonsuza kadar kullanabilecekleri açıklığa kavuştuktan sonra, Stalin Mayıs 1949'da ablukayı kaldırmak zorunda kaldı. Aynı ay, şehrin batılı güçlerin denetiminde bulunan üç bölgesi birleştirildi ve Federal Almanya Cumhuriyeti (Batı Almanya) adı altında anayasal demokratik bir ülke oluşturuldu. Federal Almanya’nın kurulmasından beş ay sonra ise şehrin Sovyet denetiminde bulunan bölgesinde geçici bir komünist hükümet kuruldu. Sovyetlerin denetiminde kurulan bu hükümetin resmi adı Alman Demokratik Cumhuriyeti olmasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri'nde Doğu Almanya olarak anılıyordu.



***NATO VE VARŞOVA PAKTI***

İkinci Dünya savaşının yol açtığı yıkımın ardından, 1945-1949 döneminde ekonomik yeniden imar baskısıyla yüz yüze kalan Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri, SSCB’nin yayılmacı politikalarını ve yöntemlerini endişeyle izliyordu. İkinci Dünya savaşı sonrasında savunma yapılanmalarını küçültme ve kuvvetlerini sabit hale getirme taahhütlerini yerine getiren Batı Avrupa ülkelerinin endişesi, SSCB’nin askeri gücünü muhafaza edeceğinin anlaşılmasıyla daha da artmıştı. Bunun yanı sıra, Sovyet Komünist Partisinin ideolojik hedefleri karşısında, BM şartına veya savaş sonunda varılan uluslararası çözümlere saygı gösterilmesi yönünde yapılacak çağrıların, harici saldırı veya dahili darbelere maruz kalabilecek demokratik ülkelerin ulusal egemenlik veya bağımsızlıklarını korumaya yeterli olmayacağı aşikardı. Doğu Almanya’nın yaratılmasıyla, Avrupa, Akdeniz ve Batı Avrupa ülkeleri ile Sovyet destekli komünist milletler arasında neredeyse tamamen bölünmüştü. Ağustos 1949'da Rusya’nın atom bombasını başarılı bir şekilde test edilmesine ilişkin haberlerin Amerika’ya ulaşmasıyla çekişme başka bir boyut kazandı. Bu gelişmeden birkaç ay sonra Çin’de, Mao Zedung yönetiminde bir komünist hükümet kuruldu. Batılı ülkelerin egemenliklerine doğrudan yönelen tehditler, Çekoslovakya’daki 1948 darbesi, 1948’de Berlin’in SSCB tarafında abluka altına alınması gibi gelişmeler, Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve İngiltere’nin, ortak bir savunma sistemi kurmak ve güvenliklerine yönelik ideolojik, siyasi ve askeri tehditlere direnecek şekilde aralarındaki bağları kuvvetlendirmek amacıyla bir antlaşma imzalamalarına yol açtı. Mart 1948’de imzalanan Brüksel Antlaşmasıyla kurulan Batı Avrupa savunma örgütü, İkinci Dünya savaşı ertesinde Batı Avrupa’nın güvenliğinin yeniden yapılandırılması yönündeki ilk adımı teşkil etti. Bu aynı zamanda, Kuzey Atlantik Antlaşmasının 1949’da imzalanmasına uzanan sürecin de ilk adımı olmuştu.

Brüksel antlaşması imzacıları, güvenlik garantilerine ve karşılıklı taahhütlere dayalı bir Kuzey Atlantik ittifakının ihdası amacıyla, ABD ve Kanada ile müzakerelere başladılar. Sürece Danimarka, İzlanda, İtalya, Norveç ve Portekiz de davet edilmiş ve neticede, NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Antlaşması 12 ülke tarafından Nisan 1949’da imzalanmıştır. 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan, 1955’de Almanya ve 1982’de İspanya ittifaka üye olmuş ve genişlemesini soğuk savaş sonrasında da sürdürmeye devam etmiştir.


4 Nisan 1949 tarihli Washington Antlaşması uyarınca NATO’nun asli görevi, üye ülkelerin özgürlük ve güvenliklerini korumaktır. İttifak, demokrasi, bireysel özgürlük, hukukun üstünlüğü ve uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözümü gibi müttefiklerin ortak değerlerine sahip çıkarak, bu değerleri Avrupa-Atlantik bölgesinde yaymaya çalışmaktadır. Üyelerinin, ortak ilgi alanına giren güvenlik konularında bir arada istişarelerde bulundukları ve ortak hareket ettikleri bir transatlantik forum işlevi görmektedir. Bu niteliği itibariyle Kuzey Amerika ve Avrupa’nın güvenliğinin bölünmezliğini simgelemektedir.

Kuzey Atlantik Antlaşmasının 5. Maddesi gereğince NATO, bir saldırı veya saldırı tehdidine karşı üyelerini savunmaya ve bu amaçla, bir üyesine yapılacak saldırının tüm üyelerine yapılmış varsayılacağı ilkesine dayanan bir örgüttü. Siyasi ve askeri alanlardaki günlük işbirliğiyle sergilenen dayanışma ve uyum, temel güvenlik sınamalarının üstesinden gelinmesinde hiçbir müttefikin yalnız bırakılmayacağını garanti etmekteydi. Ayrıca, üyelerinin savunma alanında egemen sorumluluklar üstlenme haklarına halel getirmeksizin, müttefiklerin asli ulusal güvenlik hedeflerine kolektif çabalarla ulaşmalarına yardımcı olmaktadır.

İşte Amerika’nın ve Batı Avrupa ülkelerinin bu hamlesi üzerine Sovyetler Birliğinden de benzer bir oluşum hamlesi geldi. Mayıs 1955'te, Rusya, Doğu Avrupa’da komünizm ile yönetilen ülkelerle NATO benzeri bir ittifak oluşturacağını Polonya’nın başkenti Varşova’da gerçekleştirilen bir toplantıda açıkladı. Ancak Yugoslavya lideri Josip Tito Sovyetlerin başı çektiği "Varşova Paktı'na" katılmayı reddetti. Yugoslavya’nın ortaya çıkan Soğuk Savaş’taki başlıca rolü, hem Amerikan hem De sovyet yörüngesinden bağımsız olarak kalma düşüncesindeydi.

Birliğin kuruluşuna ilişkin ilk adım, 29 Kasım-2 Aralık 1954 tarihleri arasında sekiz sosyalist ülkenin katılımıyla, ortak güvenliğin ve barışın korunması konusunda ve Moskova'da düzenlenen konferansta atıldı. Varşova Paktı, Londra ve Paris antlaşmaları ile Federal Almanya’nın NATO’ya girmesi ve NATO’ya bağlı olarak Batı Avrupa Birliği'nin kurulmasıyla Avrupa'da doğan ve giderek artan savaş tehlikesine karşı biçimlendi. Pakt kurucularına göre bu gelişmeler, barışsever devletlerin güvenliği bakımından bir tehdit oluşturuyor ve savunma sağlayıcı karşı önlemlerin alınmasını gerektiriyordu.

*** ASYA'DAKİ GELİŞMELER***

Sovyetler Birliği, komünist doğu bloku ülkelerinin ekonomilerine yardım etmek için Marshall Planı'nın kendi versiyonunu oluşturmaya çalışıyordu. Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (COMECON), askeri ve uzay programlarındaki orantısız büyük harcamalarla boğuşan Sovyet ekonomisinin görece zayıflığına rağmen üye ülkelere bazı yardımlarda bulunacaktı. Stalin, Çin Komünist Partisi lideri Mao Zedong ile toplantılar düzenledikçe, soğuk savaş 1949'da Asya'da yoğunlaştı. Bu dönemde Mao’nun komünist güçleri, Çin’in ABD destekli milliyetçi güçlerini yendi. Sovyetler Birliği'nin yeni Çin Halk Cumhuriyeti ile ittifakı Truman Doktrininin doğruluğunu kanıtlar nitelikteydi. Amerikalı siyaset yapıcılar ve strateji uzmanları, komünizme “düşen” bir ulusun komşularını tehlikeye attığını ve bu durumun komünizm etkisine giren devletler üzerinde de “domino etkisi” yapmasından söz etmeye başladılar. Bir başka grup ise komünizmi bulaşıcı bir hastalık olarak ele aldı ve bu hastalığın “sağlıklı” uluslara yayılmasını önlemek için karantinaya alınması gerekliliğini dile getirdiler.

Çin Komünist Partisi lideri Mao Zedong
Amerikalıların çoğu Asyalı liderlerin eylemlerinin Amerikan ve Avrupa dış politikalarının ürünü olduğunu varsaydılar. Ayrıca Truman, Çin'in komünizm karşısında “kaybedildiği” için ağır eleştiri altındaydı. Ayrıca ülke içerisinde Truman yönetiminin, komünistlerin Çin’de iktidarı ele geçirmesine izin verdiği ve komünistlerin Asya’da ilerleyişine göz yumduğu algısı yayılmaya başlamıştı. Cumhuriyetçi siyasetçiler bu algıyı yaymak için 1950 ve 1952 kongre seçimlerinde birçok kez başkanı suçladılar. Cumhuriyetçilere göre Truman’ın yönetiminde, ABD’nin atomik tekelinin çarçur edildiği ve Çin’deki komünist karşıtı güçlerin yeterince desteklenmemesinden ötürü milliyetçilerin, komünist güçler tarafından yenildikleri iddia ediliyordu.

Gerçekte, Mao'nun yendiği milliyetçi güçler aşırı derecede demokratik olmayan ve popüler olmayan bir diktatörlüğü temsil ediyordu. Muhtemelen Amerika, 1950'de Tayvan'a sürgün edilen milliyetçi güçlerin yozlaşmış lideri Chiang Kai Shek'in yenilgisini önlemek için çok az şey yapmıştı. Ancak, Truman'ın komünizme karşı “yumuşak davranışlı” olduğu algısı kısa süre sonra cumhurbaşkanını dış politikada olayları belirleyen konumuna sokmak durumuna getirdi. Truman, Çin’in kaybı ile Avrupa, Asya, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu’ya yönelik artan baskı politikasını benimsedi. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Tayland, Filipinler ve Avustralya ile çeşitli anlaşmalar yaparak pasifik boyunca askeri üsler kurmaya başladı ve bu ülkelerle ittifak oluşturdu. 1950'de, Truman Kore'deki savaşa ABD güçlerinin müdahalesine onay verdi ve Vietnam'da savaşan Fransız kuvvetlerine ekonomik ve askeri yardım sağlamaya başladı.

***ORTADOĞU***

2. Dünya savaşı sonrası kurulan ve Arabistan’ın Basra Körfezi kıyısında bulunan Dhahran şehrinde bulunan ABD üssü, şehir içinde tam anlamıyla bir şehir hüviyetindeydi. Bu kompleks içerisinde çalışan Arap işçilerin, alışveriş merkezlerine ve modern hastane tesislerine girmesine izin verilmiyordu. Amerikalılar göreceli olarak lüks içinde yaşarken, Arap işçiler derme çatma barakalarda yaşayıp ağır işlerde çalışıyordu. Bu işçiler çalışmalarının karşılığında ise günde bir dolardan daha az para almaktaydı. Ülkede bulunan petrol endüstrisinin zenginliğinden gelen geliri Kral Suud, ülkede yaşayan halkın yaşam koşulların iyileştirmek için kullanmayı seçmişti. Monarşi ile yönetilen ülke, petrol gelirlerinden gelen payı hem dini hem de laik otoriteyi birleştirmek için kullandı ve bu yönetim şekli Arabistan'da var olan çeşitli liberal islami mezheplerin yerini aldı. Suud yönetimi monarşilerini şeriat kanunu çerçevesinde kurmayı seçmişti. Suud yönetiminin görüşleri batılılar tarafından insan haklarının ihlali ve özellikle kadın haklarının ihlali olduğu düşünülmesine rağmen, ABD iş ve siyasi liderleri Suudi yönetimi ile ittifaklar kurmaya devam etti ve günümüzde de bu ittifak devam etmektedir.

Dhahran şehrinde bulunan ABD üssü
Şehrin Yerli halkının yaşadığı evler
Aynı dönemde Basra Körfezinin karşısında bulunan İran'da ise, Muhammed Rıza Şah Pehlevi Sovyet ve İngiliz kuvvetleri tarafından iktidara getirildi. İran, 2. Dünya savaşında tarafsızlığını ilan etmesine rağmen 26 Ağustos 1941 tarihinde Sovyet ve batılı kuvvetler tarafından işgal edildi ve bu işgal 4 yıl süresince devam etti. Şah petrol çıkarları için dost olan politikalar yürütmeyi seçmişti. Ancak Pahlevi’nin başbakanı Muhammed Musaddık bu politikaya katılmıyordu. Bunun yerine Musaddık, toplu konut ve sosyal güvenlik gibi bir dizi ilerici reform başlatmayı seçmişti ve İran'ın petrol sahalarının kamulaştırılması yoluyla bu programlara para ödemeyi umdu. Bu, hem siyasi entrika ve hem de CIA ile MI-6 operasyonlarını Musaddık 'i devirmek için kullanmasına neden oldu. Bu operasyonlar tamamen İran'ın gelişimi yerine ABD ve İngiliz ticari çıkarları üzerine gerçekleştirilmişti. (bkz. Ajax Operasyonu ve 1953 İran Darbesi)

Muhammed Rıza Şah Pehlevi ve eşi
Muhammed Musaddık
Batının yardımıyla iktidarı geri dönülmez şekilde güçlenen, İran şahı bundan dolayı ABD ile güçlü bağlar kurdu ve ülkeyi batı petrol şirketleri için uygun şekilde idare etti. Şah, petrol endüstrisinden elde ettiği karı ve politik destek karşılığında ABD’nin ekonomik ve askeri yardımını da elde etti. ABD ve İngiltere perspektifinden, şah, dünyanın tarihsel olarak değişken bir bölgesinde istikrarlı bir iş ortamını destekliyordu. Ancak, İran halkının birçoğu, Şah’ın ulusun petrol gelirlerini çarçur ettiğini düşünüyordu. Bu yüzden İran halkı batı etkisine şiddetle karşı çıkıyor ve petrol gelirlerinin halk arasında daha eşit bir şekilde dağıtılması gerektiğine inanıyordu. Sonuç olarak Şah, muhalifleri susturmak için ordusunun ve gizli polisini kullanmaya karar verdi ve Şah’ın bu tutumu Humeyni'nin gerçekleştireceği ihtilal için zemin hazırladı. Nihayetinde 1979 yılında Amerikan karşıtı İslami din adamı Ayetullah Humeyni'nin iktidarı ele geçirmesiyle Rıza Şah iktidardan düşürülecek ve İran İslam Devleti hayata geçecekti.


***AMERİKA’DA SEFERBERLİĞİN BİTİRİLMESİ VE MONTGOMERY GI BİLL YASASI***


2. Dünya savaşının onca şiddeti ve onca can kaybına rağmen savaşa katılan devletlerden sadece ABD, ekonomik olarak gelişmişti. Savaş boyunca Avrupa ve Asya’da bulunan, miğfer ve müttefik ülkelerin toprakları neredeyse tamamen harap olmuş ve savaş sonrası sanayilerinin harap olmasından ötürü mali darboğaz ile karşı karşıya kalmıştı. Buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri, tam istihdam, yeni teknolojiler, bankacılık ve uluslararası ticarette hakimiyet ile birlikte en güçlü orduyla savaştan çıkmayı başarmış ve en önemlisi atom bombasına sahip olan tek millet olmuştu. Avrupa ve Asya yeniden yapılanma zorunluluğuyla ile karşı karşıya kalırken, ABD artık çabalarını Avrupa ve Asya'nın imarı ile birlikte ülke içindeki yapılaşma için inşaat sektörüne yoğunlaşabilirdi. Bu uygulamayla birlikte on yıl içinde, Amerikalıların çoğunluğu kendi evlerinin sahibi olacak ve dünyada imal edilen malların yarısından fazlası Amerika Birleşik Devletlerinde üretilecekti. Bu gelişme ile birlikte doğru ekonomik adımlar atan yönetim Amerikan Dolarını, İngiliz Sterlini yerine dünyanın her yerinde kullanılabilen para birimi haline getirdi. Böylelikle ABD şirketleri, tam bir globalleşme örneği göstererek dünyanın her yerine hızla yayıldı. Amerikalılar bu refahtan yararlandıkça, silahlı kuvvetlerin elinin altında bulunan askerlerinde terhis edilmesi gerekiyordu. Öte yandan Amerika’nın savaş sonrası ekonomisindeki kadının rolü ve yeni fırsat programları ile savaş zamanı ekonomik kontrollerinin barış çağında devam etmesi gibi bir dizi sorunda bulunmaktaydı.


Amerika Birleşik Devletlerinin 1940 yılında hayata geçirdiği Lend Lease Act yasasına göre dünya çapında askeri üsler kurmuş olmasına rağmen, savaşın sonunda Japonya'nın teslimiyetini müteakip kuvvetlerinin büyüklüğünü hızlı bir şekilde azaltma kararı almıştı. Savaş zamanı 12 milyon erkek ve kadından oluşan ordu, 1947'nin sonuna kadar 1 milyon askere düşürülecekti. Bu gelişmelerle birlikte Amerika Birleşik Devletleri 1946'da Filipin adalarının bağımsızlığını da kabul etmişti. 1950 yılına gelindiğinde ise, ordunun mevcudu 600.000 kişiye kadar indirilmişti. Ordu içerisinde gerçekleşen bu hızlı terhis, askeri yetkililer ile işçiler ve fabrika sahipleri arasında büyük endişe yarattı. Bu askerlerin terhis edilerek evlerine yollanmaları üreticileri ciddi manada endişelendirmiş ve üretilen mallar için verdikleri siparişleri bir bir iptal etmeye başlamışlardı. Çünkü Amerika'nın savaş dönemi ekonomisi büyük ölçüde savunma harcamalarına dayanıyordu ve terhis de silahlı kuvvetlerde görev yapan 12 milyon Amerikalının çoğunun sivil hayata geri döneceği anlamına geliyordu. Peki hükümet tarafından alınan bu terhis kararıyla, sivil hayata geçecek bu insanlarla ilgili istihdam nasıl yaratılacaktı?

Ekonomistler, savaşın bitmesiyle terhis olan bu insanların işgücüne ani akını karşısında, ülkenin büyük buhranın son yıllarına benzer bir işsizlik oranına yol açacağını tahmin etti. Bazı iktisatçılar ise bu tahminlerin kişisel tasarrufları ve tüketici ürünlerine yönelik aşırı gevşemiş talebi göz ardı ettiğine inanıyorlardı. Ayrıca ekonomistler Amerikalıların daha yüksek ücretler için daha uzun saatler çalışacaklarına ve maaşlarının yüksek bölümünü ülke tarihinde görülmemiş seviyede tasarruf edeceklerine işaret ediyordu. Bu öngörülerin gerçekleşmesi durumunda iç piyasada sunulan ürünlere talep azalacak ve üretimde yukarıda zikrettiğimiz şekilde daralmalar (işten çıkartma, fabrikaların kapanması) söz konusu olacaktı.


Savaş zamanı Amerika’da bulunan fabrikaların çoğunun üretim şekilleri, dikiş makinesi yerine makineli tüfek veya otomobil yerine tank üretilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Bunun sonucu olarak, Amerikalı aileler büyük buhranın yıkıcılığını hatırlayarak ve savaşın zorluklarını görerek paralarını tasarruf bonosu ve tasarruf hesaplarına yatırıyordu. Amerikalı çalışanlar savaş ekonomisinden doğan refah seviyesi sayesinde iyi ücretler alıyordu. Ancak alınan bu ücretlerin geri ekonomiye kazandırılarak piyasanın canlı tutulması gerekliliği de aşikardı. Dolayısıyla Amerikan ekonomi yöneticileri, bankalar, inşaat şirketleri ve otomobil üreticileri üzerinden halkın çalışmaları karşılığında aldıkları ücretleri ev veya araba sahibi olmaları yönünde teşvik etti. Bunun sonucu olarak inşaat şirketleri inşa ettikleri evleri veya fabrikaların ürettiği otomobilleri bankalar üzerinden uygun krediyle halka sunmaya başladı. Çalışan kesim ise savaş sırasında yöneldikleri tasarruf hesaplarından çıkarak ev veya araba sahibi olmaya başladı. Bu furya sadece bununla kalmayıp tüm tüketim mallarına hızlı şekilde yayıldı. Kısaca kapitalizm çalışan insanlara emeği karşılığında verdiği parayı mal karşılığında geri almaya başladı.


Ayrıca işsizliğin artmamasının nedenlerinden biri, 1944 yılında Amerikan Kongresi tarafından kabul edilen ve terhis olan askerlerle ilgili düzenlemeyi içeren ''MONTGOMERY GI BİLL'' yasası idi. Bu yasanın çıkmasında Amerikan Muharip Gazi Derneklerinin, kongre içerisinde ahlaki çözüm ve ekonomik çıkarları için lobi oluşturması da etkili olmuştu. Bu gazi dernekleri lobi çalışmalarında özellikle Birinci Dünya savaşından sonra terhis olarak işsiz kalan askerleri kongreye hatırlattılar. Bunun sonucu olarak kongreden çıkartılan yasa ile muharip gazilere ek ücretler verilmesi yönünde gerçekleşti. Böylece kongreden çıkartılan yasa ile muharip gazilere bir yıla kadar haftada 20 $'lık mütevazı işsizlik ücreti verilmeye başlandı. Ancak bu yasa iç piyasanın hareketlenmesine neden olmadı. Çünkü milyonlarca gazi aldıkları işsizlik ücretlerini iç piyasada satılan ürünleri almak için kullanmadı. Ayrıca bu gazilerin fabrikalara iş başvurusu yapmaları Amerikan iş gücü piyasasında felakete neden oldu. Hükümet ise işsizlik sorununa hızlı bir tepki olarak, kolej veya mesleki eğitim kuruluşlarına dönen gazilere iş olanakları veya eğitim olanakları sağlaması için kongreye çağrıda bulundu.


Kongrenin çıkarttığı yeni yasa ile 6 milyondan fazla gazi, kolej veya teknik okullardaki harç, okul kitapları ve mütevazi bir yaşam ödeneğinden yararlanmaya başladı. Yasaların çıkmasıyla, gazilerin elde ettiği bu gelirleri karşılamak için hukuki anlamda ABD’nin üniversite sistemin de devrim yapılmış oldu. Normalde bu yasalar çıkmamış olsaydı gazilerin çoğunluğu, koleje gitme şansına sahip olamayacaktı. Çünkü bu insanlar zengin ve üst-orta sınıf ailelerin çocukları değildi. Ayrıca evli olan gazilerin Gı Bill yasasıyla, konut almaları da kolaylaştırılmıştı. Gı bill yasası sayesinde savaş öncesi ve savaş sırasında yükseköğretim kurumlarında oluşmaya başlayan kadın egemenliği de yavaş yavaş tersine dönmeye başladı. Çünkü terhis olan birliklerde bulunan kadınların erkeklere olanı sadece yüzde 3'ünü temsil ediyordu. Bu dönüşümden ötürü binlerce erkek gazinin yükseköğretim kurumlarında bulunması daha önce oluşan kadın çoğunluğun azalmasına ve bu okullarda bulunan kadın ile erkeklerin viktoria dönemi cinsiyet oranlarına geri döndüğü görülmüştü.

Eğitim yardımları alanların yarısından fazlası teknik okullara devam ederken, koleje giden gazi sayısı da aynı derecede çoğalmıştı. 1947'de, üniversite öğrencilerinin yaklaşık yarısını gaziler oluşturuyordu ve michigan üniversitesi gibi okullar gazilere kapılarını açmadan önce 10,000 öğrenciyi bünyesinde barındırırken gaziler geldikten sonra bu sayı 3 katını bulmuş ve 30.000 öğrenciyi aşmıştı. Bu gazilerin çoğu, okulda aldıkları notlar ve derecelerle iş piyasasında daha rekabetçi olabileceklerini umuyordu. Bu da kolejlerin geleneksel ve liberal yöntemlerle eğitim verilmesi yerine, kariyer odaklı programlar oluşturma konusunda eğitim verilmesi konusunu gözden geçirmelerine yol açtı. Ancak akademik kurumların başındaki birçok kişi, bu değişikliklerin güçlü analitik ve iletişim becerilerine sahip çok yönlü mezunlar yetiştirme gibi misyonlarının aksamasına yol açmasından korkuyordu.

Eleştirmenlerin diğer bir korkusu ise gazilikten gelen öğrenci akınının akademik eğitim düzeyinde bir azalmaya yol açabileceğinden endişelenmeleriydi. Bununla birlikte, Kolejler öğrenci sirkülasyonunu karşılamak için yeni öğretim üyelerini işe almaya başladıkça, akademik eğitim veren öğretmenlerin okullara kabul standartlarının da düşmesinden endişe ediliyordu. Örneğin, California eyaletindeki eğitim sisteminde bulunan kolejler, sadece 1946'da 8000 öğretmenden, 13.000 öğretmene kadar çıkmıştı. Bu rakamda önceki döneme göre eğitmen sayısının neredeyse iki katına çıktığını gösteriyordu. Bununla birlikte, “müfredatı sadeleştirme” konusundaki endişeler, gazilerin diğer öğrenciler tarafından ‘’ortalama yükselticiler’’ (average raisers) olarak adlandırılmalarına ve diğer öğrenciler tarafından iyi performans gösteremeyecekleri kaygısına neden oldu. Çoğu üniversite personeli ise gazilere, kolej eğitiminin daha önceden bu okullara gidecek varlıklarının olmamasından ötürü, şimdi bu kolejlerin gazilere daha erişilebilir hale gelebileceğini düşünerek, gazilere verilen bu fırsatı memnuniyetle karşıladı. Belki de en önemlisi, Gı Bill yasası sayesinde abd işgücünün, eğitim seviyesinde çarpıcı bir artışa yol açtığı görüldü ve bu durumda iş yerlerinin çalışanlarından daha yüksek verimlilik almasına yol açtı.

Ayrıca Gı Bill yasası kapsamında 2 milyondan fazla gazi ev kredisi programlarından yararlanmıştır. Bu yasayla birlikte, diğer federal konut kredisi teminat programları sayesinde milyonlarca Amerikalı aile savaş sonrası dönemde kent merkezlerinde kiracı olarak yaşamak yerine, kentlerin banliyölerinde ev sahibi oldular. Gı Bill yasası, ırk ya da etnisiteyi ayırt etmiyordu. Ancak 1940'ların Amerika’sında, beyaz olmayan gazilerin programa ulaşmaları ve programı kullanmaları bir hayli zordu. Siyah, Latin veya Asya kökenli kesimlerden ev sahibi olmak isteyenler ‘’yeni sözleşme’’ (new deal) programları ile kredi kullanmasını engelleyen ve kısıtlayıcı sözleşmeler yüzünden gı bill yasasının faydalarından yararlanamıyordu. Bununla birlikte Büyük şehirlerde, siyah emlakçılar ve mortgage şirketleri, beyaz olmayan gazilerin ihtiyaçlarını karşılamaya başlamıştı, ancak bu işletmeler bile gazilerin, her zaman siyah mahallelerdeki boş evler dışında diğer mahallelerdeki evleri satın almasına yardım edemedi. Bununla birlikte Diğer etnik kökenli grupların üyeleri de “beyaz” mahallelerde konut bulma konusunda benzer zorluklarla karşılaşmışlardı. Sonuç olarak, savaş sonrası dönemde etnik mahalleler ve siyah mahalleler genişlerken, banliyölerde yeni inşa edilen konutlar ise beyaz toplum tarafından doldurulmuş oldu. Bundan ötürü toplum içerisindeki Komşu seçimleri toplumun yapısından dolayı bireysel ayrımcılıktan ortaya çıktı. Ancak bu süreç hiçbir zaman organik olarak devam etmedi ve ilerleyen dönemlerde etnik ayrımcılığın görece olarak azalmasıyla siyah ve diğer etnik kökenliler banliyölere yavaş yavaş yerleşmeye başladı. Aslında o dönemde Ülke genelindeki inşaat firmaları da bu ırksal ayrımcılığa çanak tutmuştu. İnşaat firmaları banliyölerde oluşturacakları konutların satışında ırksal ayrımı zorunlu kılıyor ve yeni inşa edecekleri banliyö konutlarının sadece “beyazlar” tarafından alınması için çeşitli promosyonlar uyguluyorlardı.


***NÜKLEER ÇAĞIN BAŞLANGICI***

Amerikalılar, atom bombası teknolojisinin tek sahibi olmanın getirdiği güç tekelinden her daim yararlanmaya çalışmıştı. Ama aynı zamanda Sovyetler Birliği ve diğer önde gelen ulusların yakında nükleer yeteneklere kavuşacağını da kabul ediyorlardı. Sonuç olarak, pek çok siyasetçi ve bilim adamı, Birleşmiş Milletler veya başka bir uluslararası örgütün atom bombalarının gelişimini düzenlemesi gerektiği konusunda düşüncelere sahipti. Aynı zamanda, böyle bir kurumun oluşturulması, ABD gibi önde gelen ve bilimsel gelişime açık ulusların elindeki seçeneklerin kısıtlanmasına neden olabilirdi. Ek olarak, atom bombasına sahip ülkelerin böyle bir oluşumla üye olacakları kurumun atom bombasının tür ve sayılarına ilişkin sınırlamaları, diğer devletlere ve anlaşmaları gizlice ihlal edenlere fırsat sağlayabileceği düşünülüyordu. Ancak konu olan bu örgüt oluşmadan önce, Sovyetler Birliği, Ağustos 1949'da ilk atom bombasını başarılı bir şekilde test ederek dünyayı şaşırtmıştı. Bu, ABD’li bilim adamlarının tahmin ettiğinden birkaç yıl önce olduğu için, birçok kişi Kremlin’in bir şekilde Amerika’nın atomik sırlarını ele geçirdiğini düşünüyordu ve bu tahminlerinde de haksız değillerdi.


Alger Hiss
Savcı Whittaker Chambers
 Amerikalılar, Sovyetlerin ABD genelinde faaliyet gösteren casuslarının olduğunun farkındaydı. 1948 yılında dışişleri bakanlığında görevli olan Alger Hiss, Washington'daki komünist bir yeraltı örgütünün kuryesi olduğunu öne süren savcı Whittaker Chambers tarafından 2. Dünya Savaşından önce aynı örgütün üyesi olmakla suçladı ve Hiss'in daktilosunda yazılmış Dışişleri Bakanlığı belgelerini soruşturma komitesine sundu. Ayrıca kendi çiftliğinde bir balkabağı içine saklanmış belge mikrofilmlerine ("Pumpkin Papers"-"balkabağı belgeleri") federal ajanların el koymasını sağladı. Chambers'ın iddiasına göre belgeleri kendisine Hiss vermişti. Hiss, önce Amerika'ya Karşı Etkinlikler Komitesinde kendisine karşı ileri sürülen suçlamaları reddetti. Chambers aynı iddiaları yasama gizliliği olan komitenin dışında da tekrarlayınca, Hiss tazminat davası açtı. Komite 6 Aralık 1948'de Chambers'ın yeminli ifadesini yayımladı. Buna göre Hiss, bir Sovyet ajanına iletilmek üzere Dışişleri Bakanlığı'na ait bazı gizli belgeleri Chambers'a vermiştir. Hiss suçlamayı "kayıtsız şartsız" reddetti. Davayı kovuşturan federal büyük jüri hem Hiss'in hem de Chambers'ın yeminli ifadelerini aldı. 15 Aralık'ta Hiss hakkında iki konuda yalan yere yemin etmekten dava açıldı: Birincisi, Chambers'a herhangi bir belge verdiğini reddetmiş, ikincisi de 1 Ocak 1937'den sonra Chambers'la hiç görüşmediğini söylemişti. 1949'daki ilk mahkemesinin sonunda jüri oybirliği sağlayamadı. 1950'de sona eren ikinci mahkemesinde ise suçlu bulundu ve 5 yıllık hapse mahkum oldu.


Ethel Greenglass Rosenberg
Julius Rosenberg
David Greenglass
Aynı şekilde Ethel Greenglass Rosenberg ve eşi Julius Rosenberg çifti de  Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi (CPUSA) üyesiydiler. Çift, Ethel Rosenberg'in kardeşi David Greenglass'ın çalıştığı New Mexico'daki araştırma merkezinden edindikleri nükleer silah sırlarını Rus ajanlara ileten casuslar olarak suçlanmışlardı. İdam kararına Amerikan kamuoyuyla birlikte, bütün dünya tepki gösterdi. Amerikan yetkilileri "yalan söyledik" diye ifade verin idamınızı 30 yıla hapis cezasına indirelim diye teklif götürmüş fakat kabul görmemiştir. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmedi. Sanıklar, her yapılan teklife yalan söylemediklerini ifade ederek karşılık vermiştir. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindeydi ancak bu da reddedildi. Bu teklifler idam gününe kadar devam ettirildi. İdamlarının 18 Haziran tarihinde gerçekleştirileceğinin bildirilmesi üzerine çift, 18 Haziran'ın evlilik yıldönümleri olmasını gerekçe göstererek idamı 19 Haziran tarihine aldırdı. Çift son kez elektrikli sandalyede bir araya getirildi ve idamları yan yana gerçekleştirildi. Birçokları için, suçlarının doğası cezalandırmayı garanti ederken, çiftin Amerikan Komünist Partisine üyeliği, komünistlerin savaş sonrası zulmünü onaylıyordu. Diğerleri için, Rosenberg ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişki belirsizdi ve vatana ihanet suçu abartılı bir yaklaşımdı. Bazıları için hükümet, bu küçük figürlerin suçlarını soğuk savaştaki eylemlerini haklı çıkarmak için abartmıştı. Julius rosenberg idam kararından sonra avukatına;


 “Ölüm cezası şaşırtıcı değil. Çünkü bir Rosenberg vakası olmalıydı. Amerika'da Kore savaşını Amerikan halkına kabul ettirebilmek için bu tür histerilerin yoğunlaşması gerekiyordu.” diyecekti.



Başkan Truman’ın, Sovyetlerin başarıyla gerçekleştirdiği atom bombası denemelerine karşı misillemesi atom bombasından daha güçlü ve yıkıcı olan hidrojen bombasını geliştirme planlarını açıklayarak oldu. Amerikalı fizikçiler, orijinal atom bombasının ilk başarılı testinden sonra çoklu-aşamalı silahların gizlice keşfedilmesine yönelmişti. Sovyetler birliğinin bu silahı ABD’den önce yapması durumunda, bombanın Amerika üzerinde gerçekleşebilecek yıkıcı gücünden bilim insanları bir hayli çekiniyordu. Yapılan çalışmalar neticesinde, bilim adamları ilk hidrojen bombası denemesini 1952 yılının kasım ayında güney Pasifik’te Sovyetlerden önce gerçekleştirdiğinde, 160 metre derinliğinde bir hayli büyük bir krater oluştuğunu gördüler. Sovyetler birliği ise ağustos 1953'te kendi başarılı testiyle Amerikalılara karşılık verdi. Bu denemenin ardından Amerika Birleşik Devletleri Pasifik'teki Bikini Atolü'ne atılan bir hidrojen bombası ile Sovyetlere karşılık verdi. Bu denemeler dünyada yeni bir çağın (nükleer çağ) habercisiydi. Bu yeniçağ, yıkıcılığı ve caydırıcılığı olan bu silahların çağıydı.



 ABD’li askeri stratejistler, güçlü yeni silahlarının etkilerini her daim tartışmaktaydı. Bu tartışmalarda, Hidrojen bombasının müthiş yıkıcılığının savaşlarda kullanılmasına karşı kendi caydırıcılığını yarattığı konusunda herkes hemfikirdi. Teorisyenler, büyük bir nükleer cephanelik kurarak ABD’nin, ‘’karşılıklı güvence tahribatı’’ (Mutually Assured Destruction / MAD) olarak bilinen bir teori aracılığıyla nükleer saldırıya karşı, Amerika’nın nispeten güvence altına alınabileceğini öne sürdü. karşılıklı güvence tahribatı’nın ardındaki düşünce, bir ya da daha fazla ulusun birbirini yok etme yeteneğine sahip olması ve bir saldırı durumunda bu silahları üretmeye ve kullanmaya tamamen bağlı olmaları neticesinde, hiçbirinin diğerine saldırmayacağı varsayımıydı. Sonuç olarak, her iki ulusun karşılıklı güvence tahribatı doktrinine bağlı olarak çok sayıda nükleer cephanelik bulundurması neticesinde, kendi caydırıcılıklarını sağladığı, dolayısıyla bu caydırıcılığın kendi savunmalarına katkı sağladığı fikri açığa çıkmaktaydı. Bu fikir ve doktrinin, tüm soğuk savaş süresince, hatta günümüzde dahi geçerliliğini koruduğu aşikardır.



Amerikalılar, caydırıcılık hakkındaki teorilerinin aşırı iyimser olduğunu kanıtlamak için, kendilerini korumanın yolları ile ilgili olarak da çalışmalar yapıyordu. Federal Sivil Savunma İdaresi, Amerika'nın muhtemel tehditleri tespit etme yöntemlerini incelemek ve kısmen de Amerikalıların hükümetin onları korumak için elinden gelen her şeyi yaptığı konusunda güvence vermek için ‘’Alert America’’ kampanyasını oluşturdu. Bu kampanyada gösterilen Kısa filmler, çocuklara bir Sovyet nükleer saldırısından nasıl kurtulabilecekleri konusunda bilgilendirici yayınlar yapıyordu. Okullara, kendi kendini koruma yöntemlerini öğrenmelerine yardımcı olacak çizgi romanlar ve çizgi film karakterleri verildi. Eleştirmenler, bu karikatürlerin gerçek niyetinin, Amerikalıları soğuk savaşın varsayımlarını sorgulamalarını engelleyecek şekilde çocukları ve ebeveynleri korkutmak olduğuna inanıyordu. Bu tahlili destekleyecek sebepler varken, 1950'lerde birçok Amerikalının bu karikatürleri aldıklarını ve cumartesi sabahı tavsiyelerinin çok ciddiye alındığına dair kanıtlar da mevcuttur. Ancak, Amerikalıların nükleer saldırıdan kendilerini korumaya çalıştıkları başka yollar da vardı. Yerel örgütleyiciler sayesinde şehirlerde binlerce bomba sığınma evi yapılmış,  Diğerler yandan halk evlerinin arka bahçelerinde kendi imkanlarıyla sığınaklar inşa etmeye başlamış ve bu sığınaklara çeşitli yaşam malzemeleri stoklamaya başlamıştı. Böylece Amerikalılar herhangi bir nükleer saldırıda hazırlıksız yakalanmanın önüne geçtiklerine inanıyorlardı.


Alert America Kampanyasından Görüntüler
Alert America Kampanyasından Görüntüler
Alert America Kampanyasından Görüntüler
Alert America Kampanya Broşürü
  
*** KORE SAVAŞININ KÖKENLERİ ***


Hem Amerika hem de Sovyetler birliği, 2. Dünya savaşı sırasında ülkelerini Japon kuvvetlerine karşı savunmak için geçici olarak birlikte çalışmış olsa da, Çin iç savaşı 1945'te yeniden başlayacaktı. Bu iç savaşta, 1949 yılının mayıs ayında komünist lider Mao Zedong galip geldi ve Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan etti. ABD ise savaşta yenilerek Tayvan'a kaçan milliyetçi Chiang Kai-Shek'i desteklemeye devam etti ve Mao hükümetinin otoritesini tanımayı reddetti. ABD, Tayvan'da bulunan Chiang Kai-Shek hükümetini Çin'in meşru hükümeti olduğunu açıkladı. Birleşmiş Milletlerin batılı üyelerinin, komünist Çin'in BM güvenlik konseyi üzerindeki güçlü daimi koltuklardan birini işgal etmelerine izin verme konusundaki endişeleri de 1971 yılına kadar devam etti.


Chiang Kai-Shek

Komünist zaferi, 2 milyar dolarlık ABD yardımına rağmen Chiang Kai-Shek rejiminin yolsuzluk ve verimsizliği nedeniyle halkın Mao'ya verdiği destek ile gelmişti. Mao ve diğer komünist liderlerin mesajı, topraksız ve yoksul çiftçinin çoğunluğunu kendine çekmişti. Çünkü Mao mesajlarında toprak ve servetin eşit dağılımını vaat ediyordu. Buna karşın Chiang Kai-Shek, yiyeceklerin artan maliyetini protesto eden köylülere karşı ölümcül güç kullanmayı seçmişti. Truman’ın yönetimi, ABD’nin Çin’in komünistler tarafından ele geçirmesini engellemek için yapabileceği çok az şey olduğunu ve askeri müdahalenin trajik bir hata olacağını biliyordu. Ancak, gittikçe daha fazla Amerikalı, Cumhuriyetçi liderlerinde bu konuyu deşmesiyle, demokratların Asya'da komünizmin yayılmasına göz yumdukları suçlamalarına inanmaya başladılar. Otokratik Chiang Kai-Shek ile ilgili çeşitli sıkıntılara rağmen, Amerika Birleşik Devletleri hükümetini Chiang Kai-Shek Çin'in resmi hükümeti olarak sürgünde tanımaya devam etti. Bu arada Mao Zedong'un komünist hükümeti gücünü daha fazla arttırmak ve komünizmin kıta boyunca yayılmasını teşvik etmek için çalışmaya devam ediyordu.


Kore’de, ABD’nin, 2. Dünya savaşında ülkenin Japonya’ya karşı direncine liderlik eden popüler bir komünist lider olan Kim Il Sung yerine başka bir liderin geçmesini istiyordu. Amerika’nın bu isteği bir bakıma yerine gelmiş, ama Kore Yarımadası, Sovyetler Birliği ve Amerika arasında 38. Paralelden ikiye ayrılmıştı. Ülkenin güneyinde ve Amerika’nın kontrolünde olan kısmının yönetimine ise Syngman Rhee getirilmişti. Aslında Syngman Rhee, Chiang Kai-Shek gibi otokratik bir yönetim anlayışına sahip değildi. Ancak sürgündeki Çinli milliyetçi lider gibi, Syngman Rhee halkın desteğini asla almamış ve demokrasiye çok az saygı duyuyordu. Yarımadanın kuzeyinde Sovyet kontrolünde olan kısımda ise kendi ideolojisinden farklı olan Koreli vatandaşların fikirlerine daha az saygı göstermiş olan Kim Il Sung liderliğinde bir komünist hükümet kurulmuştu. Tarihçiler, hem Rhee hem de Kim Il Sung'un kendi egemenliği altında Kore'yi yeniden birleştirmeye çalıştıkları 1945 ve 1950 yılları arasında yaklaşık 100.000 Korelinin öldüğünü tahmin ediyorlar. Ayrıca, her iki taraf da (özellikle otoriter Kim Il Sung) kendilerine muhalif olanları yarımadanın kendi hakimiyet bölgelerinde susturmak için güç kullanmaktan çekinmedi.


Syngman Rhee
Dört yıllık işgalden sonra ABD ve Sovyet güçleri Kore'den ayrıldı. Hem Rhee hem de Kim Il Sung, Kore'nin meşru yöneticileri olduklarını iddia ediyor ve her iki liderde halka yarımadayı kendi yönetimleri altında birleştirmeye söz veriyordu. Kim Il Sung'un yönetimi altındaki kuzey Koreliler, Sovyet tankları ve diğer teknik olarak gelişmiş ekipmanlara ulaşma konusunda bir hayli avantaja sahipken, Amerikalılar güney Kore'ye benzer yardımlar sağlama konusunda tereddütlüydü. Bu isteksizliğin iki temel nedeni vardı: birincisi, Syngman Rhee’nin hükümetinin yolsuzluğu, ikincisi ise çoğu Amerikan yönetiminin Avrupa’ya, Asya’dan çok daha fazla odaklanmasıydı. Bu, Kuzey Kore askerlerinin Güney Kore'yi işgal ettiği 25 haziran 1950'de önemli ölçüde değişecek ve güney Kore’ye ciddi bir askeri yardım yapılacaktı.


Kim Il Sung
Bu dönemde komünistlerin Güney Kore'yi ele geçirmelerini engellemek için kongrede yapılan tartışmalarda muhalefette olan Cumhuriyetçi kanat başkan Truman’a karşı “komünizme karşı yumuşak” olmakla suçluyordu. Truman ise Kore’nin işgalini engellemek için Güney Kore’ye acil olarak askeri yapmanın gerekliliğini kongreye anlattı. Truman’in kongreyi ikna etmesiyle birlikte ABD tarafından Güney Kore'ye deniz ve hava desteği verilmeye başlandı. Bu tartışmalar sürerken çoğu Amerikalı, Stalin'in Kuzey Kore saldırısını yönetmiş olduğuna inanıyordu. Kongre ile halkın bu tasarıyla birlikte Kore Yarımadasına Amerikan güçlerinin yollanmasını ezici şekilde onay vermesinin bir nedeni de bu görülebilir. Daha sonraki dönemde bazı eleştirmenler, Kongre’nin özel bir izni olmaksızın cumhurbaşkanını ‘’izinsiz savaş açmakla’’ suçlasalar da, artan askeri bütçeler için ayrılan ödenekler neredeyse hiçbir muhalefetle karşılaşmamaya devam etti. Bu gelişmelerle Amerikan halkı, Truman’ın eylemlerini daha da destekledi ve kongre onayının beklenmesinin kritik gecikmelere neden olabileceğine inanıldı. Savaş açıldıktan sonra, daha fazla Amerikalı, uluslarının Kore'deki eylemlerine karşı çıkmaya başladı ve ne Truman ne de Eisenhower, resmi bir savaş ilanı almak için Kongre'ye geri dönüş yapmadı.



Günümüz konjonktüründen geçmişe bakıldığında, Kuzey Kore işgali bir kızıl ordu planının ana parçası gibi duruyor. Truman’ın belirleyici fakat tek taraflı yapacağı herhangi bir eylem, Sovyetler Birliği ile doğrudan askeri çatışmaya yol açabilirdi. Kuzey Kore ise savaş boyunca Sovyetlerden ve Çin’den askeri yardım almaya devam etti. Bazı araştırmacılar ise herhangi bir Sovyet veya Çin etkisi olmadan Kim Il Sung’un Güney Kore’nin işgalini tercih ettiği düşünmektedir. Güney Kore, 2. Dünya savaşı'ndan sonra ABD’nin sorumluluğundaydı ve bu yüzden truman, komünist bir rejimin istilasının, birleşik devletler'in komünizme karşı dünyadaki komünizmle mücadele konusundaki kararlılığını sorgulamasına neden olacağını düşünüyordu. ABD’nin Asya’daki güvenilirliğinin sorgulanmaya başlamasının bir nedeni de Kore Savaşının, komşu Çin'in komünizm tarafından ele geçirilmesinden sadece bir yıl sonra olmasıydı. Olayların bu hızlı seyri pek çok Amerikalıya ‘’domino teorisinin’’ kanıtı ve komünist zaferin tüm bölge boyunca hızla yayılması konusundaki uyarısı olarak göründü. ABD güçlerinin, güneydoğu Asya'nın tamamını kaplamakla tehdit ettikleri için komünist dalgayı geri çevirdiğini görmeye istekliydi.




4 Yorumlar

  1. Çok teşekkürler. Son derece bilgilendirici bir yazı olmuş. 60 70 ve 80 li yılları da anlatsanız çok güzel olacak

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. bahsettiğiniz tarihlerde yazı içerisinde dile getirilen ''vekalet savaşları'' tüm dünyada görüldüğü için soğuk savaş başlığı içerisinde değil, ayrı ayrı konuları ele alarak hazırlamayı düşünüyorum. örneğin dünyanın büyük bir nükleer felakete bu kadar yaklaştığı tek hadise olan ''küba füze krizi'' bu konulardan birisi olacaktır. ilginiz için çok teşekkür ederim.

      Sil
  2. Site arka planı ve yazı rengi sebebiyle okumak çok zor. Değiştirmek mümkün mü?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sitenin ana ekranına girdiğinizde alt sağ kısımda belirtilen Dark Reader adlı eklenti ile istediğiniz gibi bir gece ve okuma modu oluşturabilirsiniz.

      Sil