Birinci dünya savaşının arifesinde tüm dünyada kara birliklerinde olduğu gibi donanmalarda da ciddi bir silahlanma yarışı sürüyordu. Bu yarışta İngiliz İmparatorluğu 1900’lü yılların başında öne çıkacak bir adım atmış ve dreadnought sınıfı muharebe gemilerini tasarlayarak denize indirmişti. Bu sınıf gemiler sonraki yıllarda ve özellikle 1. Dünya savaşında deniz muharebelerinde öne çıkmış ve ilerleyen dönemde ortaya çıkacak zırhlı (battleship) kavramının atası olarak kabul edilebilir. 2. Dünya savaşının arifesinde ise donanmalardaki silahlanmaya yönelik çeşitli kısıtlamalara rağmen muharebe gemilerinin inşasına devam edilmiş ve bu yeni tasarımlı gemiler 2. Dünya savaşı sırasında kullanılmıştır. İşte bu yeni muharebe gemileri boyutlarında ki ihtişam ile vuruş güçlerinin muazzam olmasından ötürü bu gemilere sahip olan ülkenin halkı tarafından özümsenmiş ve sembolik bir değere sahip olmuştur. Hangi ülke bir zırhlıya sahipse, zırhlı o ülkenin denizde tüm ihtişamı ile yüzen sembolü olarak görülüyordu. Ancak günümüzde bu sembol gemilerden (bazı Amerikan gemileri haricinde) hiçbirisi maalesef su üstünde bulunmamaktadır. Peki, halk veya devletler tarafından özümsenmiş ve bu kadar sembolik öneme sahip gemilere ne oldu? Bu yazıda bu gemilerin neden sembolizm’in kaynağı olduğuna ve bu sembolik değere sahip gemilerin bazılarının hikayesine değineceğiz. Dolayısıyla hikayemiz 2. Dünya savaşının son yıllarında cereyan eden olaylar ile başlayacak…


Nazi Almanyası’nın tesliminden sonra halen savaşmaya devam eden Japon İmparatorluğu karşısında Amerika Birleşik Devletleri’nin Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine 6 ve 9 Ağustos 1945 tarihlerinde attığı 2 atom bombası sonrasında, Japon İmparatorluğu Potsdam Deklarasyonu’nu kabul ederek kayıtsız şartsız teslim olduğunu açıklamıştı. Bilmeyenler için bu teslimiyet anonsu, kendi başına çok büyük bir olaydır. Çünkü bu, sıradan bir teslimiyet anlaşması değildi. Günümüzde bizim sadece “Japonya” adını verdiğimiz devlet, bu teslimiyet anonsuna kadar bir imparatorluktu. Akabinde de Japonların geçmişten gelen bir imparatorluk egoları vardı ve tıpkı kendilerini Almanlar gibi üstün ırk gördüklerinden, 2. Dünya Savaşı boyunca işgal etmiş oldukları birçok toprakta hem yerli halka hem de savaş esirlerine, onları aşağı varlıklar olarak gördükleri için acımasız muamelelerde bulunmuşlardı. Ayrıca Japonların bushido geleneğinden ötürü esir düşen askerlere de acımasız şekilde davrandıkları ‘’bataan ölüm yürüyüşü’’ gibi olaylarla sabitti. İşte bu kendilerini üstün ırk görmeleri olayının özünde de, “ya zafer ya da ölüm” gibi bir felsefeyi bilinçaltına işleyecek kadar derinden kabullenmiş olmalarıydı. “Ya zafer ya da ölüm” onları diğer sıradan halklardan ayıran şeylerden birisiydi, aynı zamanda da Japonların o ünlü “Kamikaze” saldırılarının da felsefik doğum noktasıydı. Yani kazanamayacaklarsa, gerekirse ölecekler ama yenilgiyi kabullenmeyecek veya esir düşmeyeceklerdi. Onur, Japonlar için ölümden daha kıymetliydi ve ölümden sonra bile devam eden bir olguydu. Ayrıca Japonlar için onur, zamanın da ötesinde bir olguydu ve onurlarını korumayı yükümlülük olarak addediyorlardı. Durum böyle olunca da, kayıtsız şartsız teslimiyet için tüm halka seslenildiğinde, halk içindeki tüm sosyal seviyelerde bulunan bireylerin, Amerikan donanması geldiğinde Amerikalılara karşı herhangi bir askeri pusu, isyan veya askeri örgütlenme içine girmesini önlemek gerekiyordu. Daha önce Okinawa’yı savunmak için gözü kapalı bir şekilde gönüllü savaşmaya gitmiş olan sivil halk, doğal olarak yine onurunu korumak isteyecekti ve onlar için bu amaç uğruna yapılabilecek her şey, akla gelebilecek her türlü delilik artık elzemdi. Japonların yapabilecekleri delilik ve vahşetin ucu bucağı belli değildi. Dolayısıyla da onları, bir aşırılığa kaçmadan ve ipin ucu kopmadan kontrol edebilmek, tek hamlede silahlarını bırakmalarını sağlamak gerekiyordu. Dünya üzerinde bu işin altından kalkabilecek güce sahip tek bir kişi vardı. Bu kişi ise Japon İmparatoru’ndan başkası olamazdı.


Tüm okuyucular biliyordur, Japon bayrağı günümüzde sadece Güneş’i temsil ederken, Japon İmparatorluk bayrağı güneşi ve güneşin her tarafa uzanan ışınlarını temsil eder. Bu bir evrensel hakimiyet sembolüdür ve o sembolün merkezindeki güneş de, Japon İmparatorudur. Çünkü Japon mitolojisi ve kültüründe, Japonlar güneşin çocuklarıdır ve Japon İmparatorluk ailesi de bizzat güneşin soyundan gelir. Dolayısıyla imparator kutsaldır. Sıradan bir kimse ona dönüp bakamaz, konuşamaz, yaklaşamaz ve dokunamaz. Japonlar için İmparator, insanüstü bir varlıktı. Bir nevi dünya üzerinde bir tanrıydı. Japon halkı için imparator, gerçeküstü bir varlıktı ve kendisine hiç bir şekilde erişilemezdi.


Ancak 15 Ağustos 1945 günü, yüzyıllar boyu meydana gelmiş olan bu algı, tamamen değişti… Japon halkı, tarihlerinde ve hayatlarında ilk kez bizzat Japon İmparatoru’nun sesini radyodan işittiler. İmparator Hirohito, okuduğu ve daha önce yazılıp ses kaydı alınmış bir metin ile tüm Japon halkına seslenmiş, ancak Japonya’nın teslim olduğunu söylememişti. Şaşırtıcı değil mi? İmparator Hirohito bile, sonuç olarak bir Japon’du ve Japon halkından biri olarak, haliyle onur zedeleyici her türlü kelimeden hassasiyetle kaçınmıştı. Hirohito’nun okuduğu metin ve radyodaki o yayın, günümüzde “Mücevher sesin yayını” olarak anılır ve günümüz Japon kültüründeki önemli izlerden birisidir. Peki, Hirohito orda “teslim oluyoruz” demediyse ne dedi? Basitçe,

 “Dünya barışını sağlamak uğruna Amerika, İngiltere, Sovyetler ve Çin’in şartlarını kabul ettik” dedi.

Sonra da “Dünya Barışı için” Amerika’nın attığı 2 bombaya atıfta bulunarak;

Amerika’da şeytan icadı bir bomba var ve Japonya savaşı devam ettirirse, bu bombanın aktif kullanımı sadece Japon İmparatorluğu’nun değil dünyadaki tüm medeniyetlerin sonunu getirecek” cümlesi ile bir bakıma tüm Japon halkına “onurlu bir hamle yapıyoruz, top bizde” mesajı ile birlikte savaşta tüm halkın onuru ile savaştığını, ancak düşmanın kendi onurlarını ayaklar altına alarak, savaşı kazanmak için ‘’savaşta her şey mubahtır.’’ düsturu ile kendilerine ‘’şeytan icadı’’ bir silahla saldırdığını belirtiyordu. Sonuç olarak Japonlar onurları ile ve onurları için savaşmıştı.

İmparator Hirohito Teslimiyet Konuşmasına Hazırlanırken

Peki, o ana kadar neler olmuştu? Bir hatırlayalım: 

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük deniz operasyonu olan Leyte Deniz Savaşı’ndaki 4 muharebede Japon İmparatorluk Donanması, genel anlamda deniz gücünün sembolü olarak gördüğü zırhlılarından dördünü kaybetmiş, denizcilik teknolojisi ve gücünün zirvesi olan simge sancak gemisi Yamato’nin ise boşuna ve umutsuz bir intihar saldırısında tek başına, bir samuray gibi, üzerine torpido ve bomba yağdıran 400 kadar uçak tarafından batırılmasının önüne geçememişti. Yamato çok acı bir şekilde batmış, ama onurlu bir şekilde batmıştı. 

Yamato'nun Patlayarak Battığı An

Japonlar, Leyte’deki geri dönülemez yenilgiden sonra artık savaşı kazanmak için değil, onurlarını korumak için savaşıyorlardı. Ve Yamato’nun batmasına rağmen son hamlesi bile, Japonya adına onurlu bir hareketti. Ancak savaş anında, tıpkı diğer her şey gibi, Japonya’nın onuru da ancak yakıtın yetebildiği kadardı… O dev donanmadan geriye kalmış olan zırhlılar Haruna, Ise ve Hyuga, Japon İmparatorluk Donanması’nın merkezi olan Kure’de kamufle edilerek ada izlenimi verilmeye çalışılmış, ancak Temmuz 1945 sonunda gerçekleşen Amiral Halsey’in yönetimindeki hava bombardıman gruplarının keşif uçakları tarafından tespit edilerek bulundukları sığ sularda Amerikan bombardıman uçakları tarafından bomba yağmuruna tutularak karaya oturtulmak suretiyle batırılmışlardı. 

Bombardıman Sonrası Haruna
Bombardıman Sonrası Ise
Bombardıman Sonrası Hyuga

Bu bombardımanda batan diğer gemiler de Japon İmparatorluk Donanması’nın son sancak gemisi olan hafif kruvazör Oyodo ile ağır kruvazörler Aoba ve Tone idi. Japonların inşasını henüz yeni bitirmiş olduğu 2 yepyeni Unryu sınıfı uçak gemisi, Amagi ve Katsuragi’da bu bombardımanlardan paylarını fazlasıyla almışlardı. Sonuç olarak, 1945 Ağustos ayına girilirken Japon İmparatorluk Donanması’nın tüm büyük savaş gemileri, kalıcı olarak saf dışı bırakılmıştı. Biri hariç… Bir zırhlı, dahası çok özel bir zırhlı, hala su üstündeydi... 

NAGATO

Peki, Nagato neden hala su üstündeydi? Ve Amerikalılar neden onu hala vurmamıştı? 

Aslında vurdular, ama Nagato’nun hikâyesini kısaca anlatmak lazım. Neticede bu yazının adı Devlerin Sonu, ve Nagato’nun hikayesi de aslında zırhlılar devrinin kapanışının kısa bir kompozisyonu olarak sayılabilir.


Nagato en son olarak Samar Deniz Muharebesi’nde, Yamato’nun yanında Amerikan destek uçak gemileri ve 3 destroyere karşı savaşmıştı ve o muharebede Amerikan bomba uçaklarının arttıkça artması üzerine Amiral Takeo Kurita’nın bugün bile halen eleştirilen geri çekilme emri akabinde, tüm Japon 2. Filosu ile birlikte Japonya’ya dönmüştü. Bu geri dönüş sırasında da Japon zırhlısı Kongo, Amerikan denizaltısı USS Sealion tarafından batırılmıştı.

Amiral Takeo Kurita

Peki, bundan sonra ne oldu? 1944 Aralık ayında, sancak gemisi Yamato dahil Tüm Japon donanması Japon iç denizi kıyısındaki ve donanma merkezinin olduğu Kure şehrine konumlandırılırken, Nagato ise bunun aksine çok daha kuzeye, başkent Tokyo’nun yanı başındaki Yokosuka şehrinin bulunduğu Sagami körfezine gönderildi. Çünkü Japonların, Nagato için başka planları vardı.


Peki, Japonların Nagato ile ilgili planları neydi? Bunun cevabını, günümüzde halen bazı zırhlıların müze olarak saklanmasının ardındaki motivasyonun kaynağı olarak verebilirim: bu motivasyon ise Sembolizm idi. 


Nagato, her ne kadar 2. Dünya Savaşı’ndan yenik ve hırpalanmış çıkmış olsa da, inşa edildiği 1920’lerin başından itibaren hep Japon İmparatorluk Donanması’nın sancak gemisi olduğu için, Japon halkı adına, Japon Deniz Gücü’nün simgesi oldu. Yani Japon halkı, Nagato’yu, “Denizdeki Japonya” olarak görüyordu. Nagato Japon halkının, Japon deniz gücünün sancak gemisi, en güçlü savaşçısı ve bayraktarıydı. Ayrıca Nagato sancak gemisi olarak 20 yıldan fazla hizmet etmiş olduğu için de, Japon halkının bu zırhlıya karşı çok büyük bir gönül bağı vardı. Şimdi “Ama Yamato...” diyecek olanlar vardır. Bu karşı çıkışa cevap olarak: Japon sivil halkının nerdeyse tamamı, Yamato’nun varlığını ancak 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra öğrendi. Dolayısıyla tüm 2. Dünya Savaşı boyunca bile, halkın gözünde denizdeki Japonya’nın simgesi ve sembolü, hep Nagato oldu. Ve o sembol, 1944 Aralık ayı itibarıyla çok büyük bir tehdit altındaydı.




Amerikan Donanması için Nagato her zaman “En büyük hedef” oldu. Neden? Çünkü yine zırhlıların “sembolizmi” söz konusuydu. Japon deniz gücünün simgesi olan sancak gemisi Nagato, Amerikan deniz gücünün simgesi olan sancak gemisi USS Arizona’nın batırıldığı Pearl Harbor saldırısının, emrinin verilmiş olduğu gemiydi. Yani Japon sembolizmi, Nagato aracılığı ile Pearl Harbor üzerinden Amerikan sembolizmini denize gömmüştü. Ve şimdi Amerika, 1945 başı itibarıyla Japon anakarasına dayandığı zaman, intikam için o sembolizmin peşine kan kokusu almış bir köpekbalığı gibi takılmıştı. Amerikalılar, Mart 1945’teki Okinawa Cephesi boyunca fellik fellik Nagato’nun er meydanına çıkmasını beklediler. Çünkü Japonların sembol gemisi batırılmalıydı. İnsan doğası, materyal heveslerinde bile anlamlar aramak, bulmak ve edinmek peşinde sonsuz bir çaba içindedir. Bundan düşünceden ötürü 2. Dünya Savaşı’nda galip taraf olacağı nerdeyse kesinleşmiş olan Amerikalılar için, amaç artık savaşı kazanmaktan öte, o zaferde soyut ve manidar anlamlar çıkarmaya dönüşmüştü. Yani işin ucunda yine, bir sembolizm yaratma çabası vardı. Ve Japonlar da bunun pekala farkındaydı…


1944 Aralık ayında, az önce de belirttiğimiz üzere Nagato, Japon İmparatorluk Donanması’ndan geriye kalan gemilerden çok daha uzağa ve kuzeye, Yokosuka kentinin olduğu Sagami körfezine çekilmişti. Japonlar onurları ile takıntılı olduğunu yukarıda belirtmiştim. Ve yenilgi pahasına da olsa onurlarını korumak için yapmayacakları şey yoktu. Buna dahil olan gerçeklerden biri de, yenilgi pahasına bile olsa gururlarının sembolü olan Nagato’yu düşmanın yok etmesini engellemekti.


İlk önce Nagato’yu, arkasında dik yamaçları olan bir tepenin dibinde bulunan bir iskeleye yanaştırdılar. Ardından da tıpkı Ise, Hyuga ve Haruna’da olduğu gibi tüm gemiyi zeytin yeşilinin farklı tonlarında boyayarak kamufle etmeye giriştiler. Bu hazırlıklar yetmedi, geminin kulelerinden aşağı örgüler çekip yapraklarla kapladılar ve taretlerinin üstünü tahta paletlerle örttüler. Ana direğini ve ikincil silahlarını sökerek, yanı başında bulunduğu iskeleye birer savunma duvarı oluşturacak şekilde monte ettiler. Tüm bunlara rağmen Nagato, 3 kilometre irtifada seyreden bir pilot tarafından hala tespit edilebiliyordu. Ancak Nagato, o iskelede kalmak zorundaydı çünkü artık bir sefere çıkabilecek bir yakıtı bile yoktu. Peki, Japonlar bu durumda ne yaptı? Nagato, normalin aksine sancak tarafı iskeleye gelecek şekilde park edilmişti ve arkasındaki sarp tepeye bakan tarafında kalan tüm uçaksavar ve silahları sökerek, geminin arkasında adeta devasa bir kalkan gibi yükselen o tepeye konuşlandırdılar. Menzil bulucuları ve radarlarını da sökerek yakındaki bir dağın tepesine monte ettiler.  Sonuç itibarıyla Nagato, birden çok ve yüksek bir hava savunma duvarı ile çevrelenmiş oldu. Arkasındaki tepe yüksek olduğu için saldıracak uçaklar sadece tek bir yönden, körfez tarafından saldırabilirdi ki bu durumda da muazzam derecede yoğun ve öldürücü flak ve hava savunma silahlarına kolay birer hedef olacaklardı. 




Nagato’nun kıyıya bu kadar “muhtaç” bırakılmasının sebebi aslında geminin Leyte Savaşı’nda aldığı hasarlar değildi. Bu hasarlar çoktan tamir edilmişti. Esas sorun, yakıttı. Yakıt yetersizliği diye bir şey söz konusu değildi. Çünkü yetersiz olacak bir yakıt bile yoktu. Çünkü Japon İmparatorluğunun elinde yakıt kalmamıştı. Yani gemi isteseler bile kıpırdayamazdı. Tanklarının dibinde kalmış olan yakıt miktarı, en fazla körfezin dışına kadar gitmesine yetebilirdi. Yamato’nun bile, o ünlü intihar seferine çıkarken sadece tek yöne yetecek kadar yakıtı vardı.


İronik olarak, Nagato’nun bu son direnişi, 2. Dünya Savaşı’nda yenilen bir diğer taraf olan Alman Donanması’nın son simge zırhlısı olan Tirpitz ile birebir aynıydı: İkisi de yüksek tepelerin arasında konumlandırılmış ve muazzam bir hava savunma şemsiyesiyle korunmaktaydı. İki gemide hareket edecek durumda değildi. Ve iki gemi de, birer sembol oldukları için, ölü hallerinde bile birer tehdit olarak görülüyorlardı.

Tripitz

Amerikan Uçak Gemisi Saldırı grubunun 38. Görev Gücü, 10 Temmuz 1945’te Tokyo’yu bombalarken, keşif uçaklarının çektiği istihbarat resimlerinin arasında Amiral Halsey’in çok dikkatini çeken bir görüntü tespit edildi. Bu görüntüden çıkartılan sonuç ise, kamufle edilmiş bir zırhlı siluetiydi. Halsey için, Japonların çok uzaklarda saklamak isteyecekleri tek bir zırhlı vardı ve bunun Nagato olduğunu anlamak için de dahi olmaya gerek yoktu. Aslında Amerikalılar Nagato’yu tam da istediği pozisyonda yakalamıştı. Yani tıpkı USS Arizona gibi, Nagato’da limana demirlemiş vaziyetteydi. Amiral Halsey yukarıda belirttiğimiz gibi, Nagato’yu batırabileceği konumdan bile sembolik bir anlam çıkartmıştı. Özetle, Amerikan Donanması Nagato’yu limanda batırırsa, Arizona’nun başına gelenin aynısını ironik bir şekilde Japonlara yaşatılacaklardı.


Saldırı 18 Temmuz 1945’te geldi. 5 uçak gemisinden kalkan 300 kadar bombardıman uçağı, Yokosuka Limanı’nı ve özellikle Nagato’yu hedef alarak zaman ayarsız, temas ile patlayan 500 kiloluk bombaları yağmur gibi yağdırmaya başladılar. Gelgelelim limanın, yukarıda da izah ettiğimiz şekilde aşırı şekilde silahlandırılmış hava savunma sistemleri, bu bombalama operasyonunu Amerikan donanması içindeki en başarısız hava saldırılarından biri olarak tarihe geçirdi. Yerden göğe doğru yükselen yüzlerce mermi gökyüzünü kaplıyordu ve bunda büyük bir pay da, tıpkı Nagato gibi türünün son örneği olup; Nagato’nun yanı başına çekilmiş olan Fubuki sınıfı destroyer Ushio’ya aitti. 40 dakika süren bombardımanda Nagato yine de 2 bomba ve bir roket isabeti aldı. İsabet eden 500 kiloluk bombalardan biri kuledeki komuta odasını havaya uçurmuştu. Operasyonun başarısızlığına rağmen bu bile kendi başına bir “anlam” taşıyordu: Halsey Nagato’yu batıramamıştı ama Pearl Harbor saldırısının emrinin verildiği kule ve odayı yok etmişti. Nagato’nun aldığı bir diğer isabet de C taretine gelmiş ancak bombanın kendi patlaması haricinde yangın veya cephanelik patlaması meydana gelmemişti. Çünkü Nagato’nun cephaneliklerinin tamamı olmasa da çoğu kıyıdaki tepenin altına kazılmış depolara taşınmıştı. Japonlar, Nagato batmasın, olduğu yerde patlayıp suya gömülmesin diye akla gelebilecek her önlemi almışlardı. Motivasyonları bir tane ve netti: “Nagato batmamalı, Nagato batırılmamalı.”


Bombardıman sonrası geminin aldığı hasarlar

1 Ağustos 1945, Nagato mürettebatının son kez aktif olarak muharebe hazırlığı yaptığı gün oldu. Sagami Körfezinin dışında bir Amerikan konvoyu olduğu bilgisi gelir gelmez, tüm personel, heves ve hırs içinde, bu konvoya saldırıp Nagato’nun son bir kez gücünü gösterecekleri umuduyla tepenin içine taşımış oldukları tüm mermileri ve fünyeleri tekrardan Nagato’nun cephaneliklerine yükledi. Nagato’nun mürettebatı bu çalışmayı karıncalar gibi ara vermeden tüm gece sürdürdüler. 2 Ağustos sabahı, Nagato son bir kez bir sorti yapıp hücuma kalkmaya hazırdı. Sadece bir emir gelmesi gerekiyordu. Ancak o saldırı emri, tüm gün boyunca mürettebatın heves ve konsantrasyon içinde diken üstünde beklemelerine rağmen, hiç gelmedi. Sonradan da gelen istihbaratın yanlış olduğu ve ortada bir Amerikan konvoyu olmadığı bilgisi geçildi. Nagato’nun mürettebatı yıkılmıştı. Ancak mürettebatın farkında olmadığı veya göz ardı ettiği bir durum vardı. Nagato’nun böyle bir seferi yapacak yakıtı yoktu ve depolarındaki yakıtla sadece Körfezin dışına kadar çıkabilirdi. Körfezin dışına çıksa bile orda suyun ortasında kala kalırdı…


Durum böyle olunca da Nagato demirlemiş olduğu yerde kaldı ve 6 ve 9 Ağustos’ta atılan atom bombalarının haberinin gelmesiyle de, mürettebatı tıpkı Japonya’nın geri kalanı gibi, İmparatorun radyo yayınını canlı dinleyerek savaş kariyerini sonlandırdı. Nagato, denizdeki Japonya’ydı ve Japonya teslim olunca, Nagato da teslim olmuş sayıldı. Ama Nagato, aslında teslim olmamıştı ve olmayacaktı...


Japon İmparatorunun kayıtsız şartsız teslimiyeti kabul etmesiyle, müttefikler arasında büyük bir mutluluk hasıl oldu. Avrupa’da savaş zaten Sovyetler Birliği’nin Berlin’e girmesiyle bitmişti ve Japon İmparatorluğunun teslimiyeti, 2. Dünya Savaşı’nın resmi bitişi ve büyük final anlamına geliyordu. Dolayısıyla bu büyük final’de, tüm müttefik kuvvetleri boy boy en ihtişamlı halleriyle görünerek tarihe geçmek istiyordu. Hepsi, tarih fotoğraflarında muzafferler arasında görünmek istiyordu. Ancak Amerikan Donanması’nın başında bambaşka bir dert ve soru işareti vardı: Teslimiyet anlaşması nasıl imzalanacak?


Amerikalılar mecburen teslimiyeti almak için kuvvetlerini denizden getireceklerdi. Bu durumda da güvenlik, çok büyük bir riskti. Acaba Tokyo Limanına, mayın düşenmiş miydi? Anlaşma imzalanırken kamikaze saldırısı gerçekleştirilebilir miydi? İmza töreni, nerede yapılacaktı? Bahse konu bu soruların cevabına ise aşağıda ulaşacaksınız ve o ünlü teslimiyet imzalarının atıldığı ana kadar yaşananları okuyacaksınız.


General Douglas MacArthur, Atatürk’e saygısıyla bilinen ve birebir kendisiyle görüşmüş ender komutanlardan birisidir. Amerikan Donanması tarafında ise daha çok hırsı, öfkesi ve takıntılarıyla bilinen bir komutandır. Douglas MacArthur, genel valisi olduğu Filipinler’den, Japon istilası sırasında bir torpidobot ile gece yarısı kaçmak durumunda kalmış ve Terminatör filminden aşina olduğumuz “I’ll be Back” repliğini kullanarak tarihe geçmişti. Bu sözlerin akabinde de Amerikan kuvvetlerinin başına getirilip tüm Pasifik adalarını Japonlardan tek tek alarak en nihayetinde Japon başkenti Tokyo’nun kapısına kadar dayanmıştı. Açıkçası MacArthur kafasına bir şeyi net olarak koymuştu: Japonlara teslimiyeti bizzat kendisi imzalatacaktı, kendi şartlarında, kendi istediği zamanda ve kendi istediği yerde imzalatacaktı. Ancak herkesin bildiği gibi anlaşmanın imzalanacağı yer konusunda USS Missouri zırhlısı MacArthur’un aklının ucundan dahi geçmiyordu.


General Douglas MacArthur

Douglas MacArthur ilk başlarda Japon teslimiyet töreninin Tokyo’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde yapılmasını istiyordu. Peki, MacArthur neden böyle bir düşünceyle bu istekte bulunmuştu? Çünkü MacArthur’un bu isteğinde de manidar bir anlam ve sembolizm aramak gerekiyor. Bu anlam ve sembolizme göre Japonya teslimiyet anlaşmasını kendi topraklarında imzalayacaktı ve bu imza töreniyle Japon topraklarına yabancılar ayak basmış olacaktı. Dolayısıyla yabancı bir millete mensup askerlerin Japon topraklarına ayak basmış olması işgal anlamını taşıyordu. Ayrıca yine Japonlar kendi topraklarındaki bir Amerikan toprağında teslimiyet anlaşmasını imzalayacaktı. Yani MacArthur, hem Japon toprağına çıkmış ve işgal etmiş olacak, hem de Japonları ayağına getirip Amerikan toprağında yenilgilerini belgeleyecekti. Bilmeyenler için anlatmakta fayda olduğunu düşündüğüm bir noktayı parantez açarak anlatmak isterim. Herhangi bir ülkedeki Büyükelçilik veya konsolosluk binası, temsil ettikleri ülkelerin resmi toprağı sayılır. Hakikaten MacArthur’un bu düşünce ve isteği için “Hırsından delirmiş” demek, sanırım pek yanlış sayılmaz. Böylece MacArthur’un çok iyi bir asker, ama psikolojik takıntıları görmezden gelinemez bir adam olduğu yukarıda bahsi geçen düşüncelerle kanıtlanmış oluyor.


Ancak bu MacArthur’un planında güvenlik riski çok büyüktü. Amerikan Büyükelçiliği’nin Japon fanatikler tarafında basılması veya bir kamikaze saldırısına uğraması işten bile değildi. Konsoloslukta yapılacak böyle bir törenle Amerikalılar resmen kendilerini bir kafese sokmuş olacaklardı ve o kafesten bir çıkış yolu maalesef yoktu.


Kıvrak bir zekaya sahip olan ve çok iyi bir asker olan Amiral Chester Nimitz, MacArthur’un bu planını doğal olarak reddetti. Nimitz, Japonların “onurları” için neler yapabileceğini çok iyi biliyordu ve zaten ezilmiş olan bir halkın daha da fazla rencide edilmesinin ancak onları daha da saldırgan yapabileceğinin bilincindeydi. Dolayısıyla hem Japonları daha fazla rencide etmemek, hem de Amerikan askerlerinin güvenliğini sağlamak için teslimiyet töreninin Tokyo Limanı’nda bir savaş gemisinin üzerinde yapılmasına karar verildi. Peki, bu anlaşmanın imzalanacağı gemi hangisi olacaktı?



Amerikan kuvvetlerine Pasifik Cephesi’nde 2. Dünya Savaşı’nı kazandıran unsurun uçak gemileri olduğu net ve belliydi. Bu uçak gemileri arasında özellikle USS Enterprise (CV6), girdiği tüm savaşları ve operasyonları kazanmasıyla adeta yaşayan bir efsane haline gelmişti. Ama USS Enterprise, Okinawa’da uğradığı bir Kamikaze saldırısı sebebiyle Amerika’da tamirdeydi. Dolayısıyla bu uçak gemisini onurlandırma şansı yoktu. Diğer uçak gemilerinden biri de seçilebilirdi. Ancak hiç biri Enterprise kadar sembolik önem taşımıyordu. Bu duruma ek olarak uçak gemileriyle ilgili başka sorunlar vardı. Uçak gemileri arka saflarda oldukları sürece etkiliydiler. İmza töreni için bile olsa onları Tokyo Körfezi’ne yığmak, hepsini olası bir saldırıya karşı açık bir hedef haline getirmek olurdu.


USS Enterprise (CV6)
Dolayısıyla uçak gemilerinden vazgeçilerek Japon teslimiyeti anlaşmasının, bir ZIRHLI üzerinde imzalanmasına karar verildi. Çünkü Zırhlılar, birer savaşçı ve birer şövalyeydi. Düşmanla dövüşmek için uçak gemilerinin aksine, saldırı anında ve savaşırken bizzat kendilerini siper etmek zorundaydılar. Uçak gemileri, birer okçuydu. Nasıl ki okçu uzaktan ok atıp başına hiçbir şey gelmiyorsa, uçak gemisi de sadece uçak kaldırıyordu. Okçular ok kaybediyor, uçak gemileri uçak kaybedebiliyordu ama ne okçu, ne de uçak gemisi vücudunu siper etme durumunda değildi. Zırhlılar ise, şövalye veya samuraylar gibi birebir yakından dövüşerek ve kendilerini riske atarak kazanmaya çalışıyordu. Zırhlılar, Amerikan donanmasının en öndeki kılıç ve kalkanlı şövalyeleriydi. Dolayısıyla bu hak, onlardan birine ait olmalıydı. Peki, hangi zırhlı bu onuru yaşamalıydı?


Amerika’yı 2. Dünya Savaşı’na sokan başkan Franklin Roosevelt, Japon teslimiyetinin USS Iowa’da imzalanmasını istiyordu. USS Iowa (BB 61), Roosevelt’in üzerinde Tahran Konferansı’na seyahat etmiş olduğu, aşinalığı olan ve sevdiği bir gemiydi. Ayrıca Iowa bizzat sancak gemisi olarak tasarlanmış bir zırhlıydı. Ancak Franklin Roosevelt, savaşın sonunu göremeden vefat etmişti ve yerine gelen Harry Truman da tereddüt etmeden atom bombalarının atılmasını emrederek savaşı tek celsede sonlandıran Amerikan başkanı olmuştu.


Olası bir Japon teslimiyetinde imza töreninin bir zırhlı üzerinde yapılacağı, aslında kısa sürede alınmış bir karardı. Tabi “Büyükelçilik” planı reddedilen MacArthur’un bir de B planı vardı: Douglas MacArthur, babasının memleketi olması dolayısıyla imza töreninin Iowa sınıfının son zırhlısı olan USS Wisconsin (BB 64) üzerinde yapılmasını önerdi. Ancak Donanmanın bu konudaki planları farklıydı…


USS Wisconsin (BB 64)

Amerikan Donanması başkanı Ernest King ve Amiral Chester Nimitz, imza töreninin bunu hak eden bir zırhlı üzerinde imzalanması konusunda hemfikirdi. Ama imza törenini hak eden zırhlı hangisiydi? Pearl Harbor baskınından sonra Amerika’nın savaştaki ilk yılı olan 1942’de topu topu 3 zırhlısı vardı ve bu 3 zırhlı da, savaşın en başından en sonuna kadar savaşıp, nerdeyse tüm deniz muharebelerinde yer alarak birer efsane haline gelmişlerdi. Amerikan Donanması’nın en çok muharebe yıldızı toplayan ve en çok uçak düşüren zırhlısı USS North Carolina (BB 55) idi. Amerikan Donanması içinde teke tek düelloda bir düşman zırhlısını batıran tek zırhlı olup Guadalcanal Cephesi’nin kaderini tek başına değiştirmiş olan ve en çok tonaj batırmış olan USS Washington (BB 56) ve Amerikan Donanması içinde en çok muharebeye katılıp en çok hasarı alan ancak batmayıp inatla savaşmaya devam etmiş olan, Iowa’dan önceki sancak gemisi USS South Dakota (BB 57)


USS North Carolina (BB 55)
USS Washington (BB 56)

USS South Dakota (BB 57)


Aslında sonuç belliydi. USS Washington, Okinawa cephesinden sonra Amerika’ya modifiye edilmek için dönmüştü. USS North Carolina ise diğer birkaç zırhlı ile Japon fabrikalarını bombardımana tutuyordu. Haliyle geriye tek bir zırhlı kalmıştı…

USS SOUTH DAKOTA (BB 57)

Emir, 21 Ağustos 1945’te geldi. İmza töreni, USS South Dakota üzerinde yapılacaktı. South Dakota, savaşın başından beri sancak gemisi vazifesini hakkıyla yerine getirmiş, özellikle Guadalcanal başta olmak üzere birçok muharebeden yaralı çıkmış ve adeta donanmanın en önden giden kalkanı olmuştu. Hava savunma ekibi muazzamdı ve North Carolina’dan sonra en çok uçak düşüren mürettebata sahipti. Kısaca gemi bu töreni fazlasıyla Hak etmişti.


South Dakota’nın mürettebatı bu emri aldığında sevinçten resmen çıldırdı. Emir akabinde de hemen gemiyi törene hazır hale getirmek için geceli gündüzlü bir temizlik operasyonuna giriştiler. Mürettebat dev zırhlıda düzeltilmemiş yatak ve dolap, silinmedik yer, paspaslanmamış zemin ve boyanmamış duvar bırakmamışlardı. Hatta güverte kulesinin duvarına 45 cm’e 45 cm çapında bir oyuk açarak teslimiyet antlaşmasının konulacağı yeri bile hazırlamışlardı. Kısaca tören için hazırdılar. Kaptan hazırdı. South Dakota mürettebatı hazırdı. Donanma hazırdı. İmza, South Dakota’nın onurlandırıldığı bir törenle, South Dakota’nın güvertesinde imzalanacaktı. Ancak 28 Ağustos’ta bir kara haber geldi. Amerikan başkanı devreye girmiş ve emri değiştirmişti…


Emektarlar ne çekiyorlarsa, yöneticilerden ve kraldan çok kralcılardan çekiyor. Aynısı, kanının ve terinin son damlasına kadar savaşmış her asker için de geçerli. O sıradaki Amerikan başkanı, yukarıda bahsettiğimiz gibi Harry Truman’dı. Ve Harry Truman, bilin bakalım Amerika’nın hangi eyaletindendi???

Sorunun cevabı olan eyalet, Missouri


Sırf başkan istedi diye, imza töreninin ani bir kararla Iowa sınıfı zırhlı USS Missouri (BB 63) üzerinde imzalanmasına karar verilmişti… Yani başkan bile, bir sembolizm peşindeydi ve o sembolizm idealinin merkezinde yine bir zırhlı vardı...


USS Missouri (BB 63)

Bu kararın akabinde de, Amerikan Donanması son planını tahtaya çizdi: Aralarında İngiliz King George 5 ve Duke of York’un da olduğu Amerikan zırhlıları Tokyo Limanı’na birçok kruvazör ve destroyer eşliğinde girecek, denizaltı ve mayın güvenliğini destroyerler sağlarken hava savunmasını da kruvazörler ve Japon sularının açıklarında bekleyen uçak gemilerinden kalkmış olan 800’den fazla uçak sağlayacaktı. Olur, da bir saldırı olursa bu şekilde zırhlılar hasar alsa dahi batmadığı sürece savaşarak geri çekilebilecek iken, uçak gemileri de hasar görmeksizin hava saldırılarını yoğun bir şekilde aksatmadan gerçekleştirebileceklerdi.


Japonların nasıl bir tepki göstereceği, hala bir güvenlik sorusu ve sorunuydu. Dolayısıyla Amiral Chester Nimitz, tüm donanma subaylarına espriyle karışık şu emri verdi:

Tüm Gemilere. Japonya teslim olmuştur. Bundan dolayı bundan sonra Japon halkından olanlar birer düşman değil de, birer “dost uzaylı” olarak değerlendirilmelidir. Amerikan Donanmasına yaklaşan Japon uçakları olursa da, “dostane bir şekilde” düşürülmelidir. Tamam.”

Bu planlama dahilinde tarihler 29 Ağustos 1945’i gösterirken Amerikan Donanması önce ufukta belirdi, sonra ufukta sayıları çoğaldıkça çoğaldı ve en nihayetinde en önden Tokyo Körfezi’ne girme şerefine nail olan gemi, USS Missouri olmadı. Sanılanın aksine, O şeref, Amerikan Atlanta sınıfı olup USS Enterprise uçak gemisinden sonra en çok muharebe yıldızıyla ödüllendirilmiş olan ve savaşın en başından en sonuna kadar tüm muharebelerde yer almış olan hafif kruvazör USS San Diego’ydu. Missouri onun arkasından geliyordu ve Missouri’nin sağında ve solunda, yine bir sembolik olarak, savaşın en başından en sonuna kadar savaşmış olan 2 Fletcher sınıfı destroyer; USS Nicholas (DD 449) ve USS Taylor (DD 468) ona eşlik ediyordu. Arkalarından da Amiral Halsey’in sancak gemisi USS Iowa geliyordu.



USS San Diego (CL-53)

USS Missouri, Sagami Körfezini dolanıp Tokyo Körfezine girecekken tam karşısında onu bekleyen eski bir düşman; yorgun, bitkin ve bitap düşmüş, ama yenilmemiş ihtiyar bir samuray ile karşı karşıya geldi. Bu, tıpkı Missouri’ye bir full salvo çekecekmiş gibi tam borda pozisyonunda, Missouri’yi ‘’T’’ pozisyonuna almış şekilde tehdit edercesine bekleyen Nagato’ydu. Ancak ilk bakışta görkemi sebebiyle hışım ve haşmetle heybetli bir şekilde dikilen Nagato, toplarını düşmana çevirmemişti. O 16 inch’lik ve bir zamanın güç sembolü olan toplar, standart bir şekilde öne ve arkaya bakıyordu: Nagato, sembolik olarak Missouri’ye “Geçebilirsin” diyordu. Nagato, savaşmayacak ve bu geçişi sadece seyredecekti…




Tarihler 30 Ağustos’u gösterirken, sabah saat 9.00’da USS South Dakota zırhlısından bir grup Nagato’nun güvertesine çıktı ve bu grubun başında yer alan, USS Iowa zırhlısının 2. Kaptanı Cornelius Flynn, derhal Nagato’nun o anki ve son kaptanı olan Shuichi Sugino’dan, Nagato’nun direğindeki Japon İmparatorluk Donanması’nın bayrağının indirilmesini istedi. Kaptan Sugino ve mürettebatı bu talebe “Sizin indirmeniz daha uygun olur.” dese de Kaptan Flynn’in niyeti belliydi ve yine bir sembolizm peşindeydi: “Hayır.” Diyerek devam etti ve. “O bayrağı kendiniz indireceksiniz.” Dedi. Kaptan Sugino ister istemez bu talebi yerine getirdi ama gönlü rahattı, çünkü Japonlar için aslen onuru temsil eden obje ve simgeyi, daha Amerikalılar limana girerken özellikle görsünler diye yok etmişti. Bu bahsi geçen sembol, tüm Japon zırhlılarında bulunan, Japon İmparatorluk ailesinin ve haliyle onların kutsallığının, ilahiliğinin simgesi olan “Altın Krizantem” idi. 





Kaptan Sugino biliyordu ki, Japonya 1905’deki Tsushima Deniz Muharebesi’nde nasıl ki zaferleri sonrası bir Rus teknesini sembolik öneminden dolayı ve savaş ganimeti olarak müzede sakladıysa, Amerikalılar da zaten kendisi bizzat Japonya’yı sembolize eden Nagato’dan koparabildikleri her şeyi yine bu şekilde zaferlerini sergilemek için kullanacaklardı. Bundan ötürü Kaptan Sugino daha Missouri’nin Tokyo Limanına girdiği gün Nagato’nun burnunda yer alan altın krizantemi söktürmüş ve Nagato’nun arka güvertesinde, özellikle Amerikalıların göreceği vaziyette, tüm gün yanacak şekilde yakarak yok etmişti. Bu noktada kaptanın yapmak istediği yukarıda da bahsettiğimiz gibi japon kültüründeki “Ya zafer, ya da ölüm” düsturunu uygulamasının küçük bir örneğiydi. Kaptan Sugino bu hareketle Altın Krizantem’i Amerikalılara kaptırıp oyuncak etmemiş ve yok etmek suretiyle, Japonların onurlarını korumuştu. Kısaca Japonlar için çok önemli olan bir sembol, alay konusu olmaktan kurtarılmıştı.



Ancak Nagato’nun geri kalanı için bunu söylemek maalesef imkansız. Amerikan askerleri, kendileri için 4,5 yıl süren ve tamamı denizde geçen savaştan dolayı o kadar bunalmış ve düşmanlarından o kadar tiksinmişti ki, tasmaları söküldüğü an “Savaştan hatıra toplamak” adına akla hayale gelmeyecek muazzam bir yağmaya giriştiler. Tokyo’nun, Yokosuka’nın, Kure’nin ve Japonya’nın ayak bastıkları her yanından eve bir “zafer hatırası” götürme derdiyle toplayabildikleri türlü türlü, gereksiz şeyleri icabında saklayarak çaldılar. Nagato da, bu ayarsız yağmadan en büyük payı alan yapı oldu. Neticede Nagato bir zırhlıydı, Japon zırhlısıydı ve Japon İmparatorluk donanmasının sancak gemisiydi. Pearl Harbor saldırısı bu gemiden verilen emirlerle gerçekleştirilmişti. Yani Amerikalıların kesinlikle saldıracağı bir semboldü. Dolayısıyla bu sembolden, saldırarak semboller yağmalamak gerekiyordu. Çünkü her savaş sonunda yaşandığı gibi galip devlet savaş ganimetlerini toplamaya başlamıştı. Teslimiyet anlaşması sırasında Nagato’nun mürettebatı anakara ile iletişim içinde olmasın diye muhabere personeli devasa 18 tüplü radyosunu sökmekle kalmadı, onu bile hatıra olarak daha sonra Amerika’ya götürdüler. Çalınanlardan en önemlileri ise, kesinlikle ve kesinlikle, 2 büyük ve 4 küçük Japon İmparatorluk Bayrağı idi. Bu bayraklar Pearl Harbor saldırısı sırasında, Midway Savaşı’nda, Filipin Denizi Muharebesi’nde, Samar Açıkları Muharebesinde dalgalanan bayraklardı ve sembolik değerleri ve dolayısıyla da parasal değerleri bir hayli fazlaydı. Sonuç olarak Nagato, 2. Dünya Savaşına katılan devletler arasında “sırf sembolik önem taşıyor” diye en çok yağmalanmış olan savaş gemisidir.



İşte bu şartlar altında, 2 Eylül 1945’te USS Missouri zırhlısının güvertesinde en nihayetinde Japon heyeti teslimiyet anlaşmasını imzalayarak 2. Dünya Savaşı’na resmen son noktayı koydu. Sadece bu anlaşma sebebiyle, USS Missouri zırhlısı, 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin sembolü haline geldi. 







Bu durumdan kimse şikâyetçi değildi, bir gemi hariç. Bu gemi ise USS South Dakota’dan başkası değildi. USS South Dakota’nın mürettebatı, imza töreninin sırf başkan istiyor diye kendilerinden USS Missouri’ye alındığını öğrendikleri 28 Ağustos günü sinirden köpürdü, ki buna subaylar da dahildi. Yukarıda belirttiğimiz üzere South Dakota’nın mürettebatı 1 hafta boyunca didik didik çalışarak özenle hazırlanmışlar ve 4 yıldır en önde savaşmış olmalarının ödülünü hak ederek alacaklardı. En azından buna inanıyorlardı. Ancak imza töreninin sadece ve topu topu 7 aydır savaşta yer alan ve doğru düzgün bir çarpışması bile olmayan Missouri zırhlısında, sırf ‘’başkan öyle istedi’’ diye haklarını ellerinden alması üzerine moral olarak çökmüşler ve disiplinsizlik yapmaya başlamışlardı USS South Dakota’nın mürettebatından birinin anlattığına göre imza töreninin USS Missouri üzerinde yapılmakta olduğu sırada, mürettebatın birçoğu üzüntü ve sinirden dolayı içkiyi fazla kaçırarak sarhoş olmuş ve güverteye çıkarak bira şişelerini biraz ilerlerinde duran Missouri’ye doğru fırlatıp bağıra bağıra, özellikle duysunlar diye küfretmişlerdi. Hatta bir grup denizci taretlere inip topları sırf tehdit olsun diye Missouri’ye çevirmek istedi, fakat son anda aklıselim subaylar tarafından durduruldular. USS South Dakota mürettebatının Missouri zırhlısına olan bu nefreti, bir daha asla dinmedi. Onların olan, onların hakkı olan, kanlarıyla kazandıkları, başkanın semolizm tutkusu yüzünden hak etmeyen başka bir gemiye verilmişti… Kısaca birinin hakkı olan SEMBOLİZM, bir başkasının olmuştu.


Mürettebatlar arasındaki nefret, sadece South Dakota ve Missouri arasında sınırlı değildi. Nasıl ki South Dakota, Missouri’den nefret ediyorsa, South Dakota’dan da nefret eden başka bir gemi mürettebatı vardı. Bu nefret Hem de öyle birkaç gün değil, tam 3 yıl boyunca süregelmişti! O gemi ile mürettebatı ise USS South Dakota’nın 14 Kasım 1942’deki 2. Guadalcanal Deniz Muharebesi’nde yan yana savaşıp, hatta hayatını kurtaran USS Washington (BB 56) zırhlısıydı…


Peki, bu nefret nereden geliyordu? Hemen anlatayım. Bilmeyenler için 2. Guadalcanal Deniz Muharebesi gece karanlığında olmuştu ve USS South Dakota (BB 57), tam savaşmaya başladığı sırada Japon zırhlısı Kirishima’dan gelen bir top isabetiyle elektrik sisteminde oluşan arızayla şalterlerinin atması sonucu tüm elektrik sistemi çökmüş ve bir anda, gece karanlığında suda cayır cayır yanan baygın bir ördeğe dönüşmüştü. Gemi sadece ‘’C’’ taretiyle ateş edebiliyordu. Ayrıca gemi manevra yapamadığı ve taretlerini çeviremediği için karşısındaki düşmanlarına yanıt veremiyordu. USS South Dakota’nın karşısında ise oldukça dişli bir düşman bulunmaktaydı. Bu düşman ise Japon zırhlısı Kirishima idi. USS South Dakota bu çarpışma sırasında Kirishima’nın hedef tahtası haline gelmişti ve Kirishima’nın 14 inch’lik toplarından sürekli isabet alıyordu. Tam o sırada USS Washington (BB 56), gece karanlığında radar sayesinde Kirishima’nın arkasına dolanmış ve sürpriz unsurunu kullanarak, saatler gece yarısını gösterirken ateş açarak 16 inchlik toplarıyla sadece 8 dakika içinde yıkıcı bir top ateşiyle Kirishima’yı yüzen bir enkaza çevirmişti. Kısaca USS Washington bu manevrasıyla South Dakota’yı kıyımdan kurtarmıştı. Peki, bu çarpışmadan sonra ne oldu? Washington’un son ana kadar kendini göstermemesi sebebiyle South Dakota’nın mürettebatı Washington’un kendilerine yardıma gelmediğini ve yalnız bıraktığını sanmışlardı. Dolayısıyla da Washington’ın dizginleri eline aldığı o son ana kadar, onlara göre South Dakota mürettebatı savaşmıştı ve Washington bir risk almadan, South Dakota’nın enkaz haline gelmesine rağmen sadece beklemiş ve bitirici vuruş yapmak için ortaya çıkmıştı. Muharebenin ardından South Dakota o kadar ağır bir hasar almıştı ki, kısa bir ön bakımın ardından mecburen New York’a dönüp tam teşekküllü bir tamir için kuru havuza alındı. İşte ne olduysa da bundan sonra oldu.

USS South Dakota özel bir zırhlıydı. Sınıfının ilk gemisi olması sebebiyle özellikleri, nitelikleri ve hatta fotoğrafları bile Japonların istihbaratına ulaşmasın diye gizli tutulmuş ve hakkında basına hiç bir bilgi sızdırılmamıştı. Medyanın tek bildiği, Amerikan Donanması’nda son teknoloji yeni bir zırhlı olduğu ve bu zırhlının gizli silah olarak kullanıldığı idi. Medya, bu zırhlıya “Battleship X”, yani “X zırhlısı” diyordu. İşte bu gizemin üstüne, Guadalcanal gibi muazzam bir zaferden şaşalı bir şekilde dönen South Dakota zırhlısı ve mürettebatı, daha sonra medya ve basında birer süper kahraman gibi karşılandılar. Haliyle de gördüklerini, muharebeyi ve muharebede yaşadıklarını kendi gözlerinden ve kendi yorumlarıyla anlattılar. Onlara göre esas çarpışmayı yaşayan ve yapan kendileriydi. Dolayısıyla alınan zafer, onların Kirishima’yı bir nevi “tanklaması” sayesinde gelmişti. South Dakota’nın aksine, USS Washington hala Güney Atlantik’te savaşıyor olduğu için, kimse Washington mürettebatına ne olup bittiğini sorma imkanına sahip olamadı. Dolayısıyla tüm medya, tüm Amerikan halkı, South Dakota’nın hikayesine olduğu gibi inandı ve onları birer kahraman mertebesine yükseltti. Dolayısıyla South Dakota, zaferin sembolü haline geldi.



Washington’un mürettebatı tüm bu hikayeleri ancak aylar sonra öğrendi ve kendilerini savaşın kahramanı gibi gösteren South Dakota mürettebatından nefretle tiksinmeye başladılar. South Dakota mürettebatı yalan söylemişti. Çünkü Washington olmasa hepsi denizin dibini boylamıştı. Bu nefret öyle büyüdü ki bir daha asla son bulmadı. South Dakota’nın donanma içindeki lakabı, isminin kısaltması olan “SoDak” idi. Ancak Washington mürettebatı, ömürleri boyunca o lakabı “Shitty Dick” olarak söyledi. Türkçesi, en yumuşak haliyle “Bokkafa” olarak tabir edilebilir. Kısaca South Dakota ve Washington zırhlıları arasında nefret bu sebepten ötürü oluşmuştu..


Ancak Tokyo’daki tüm işgalci Amerikan mürettebatının bir de ortaklaşa beraber nefret ettiği bir gemi vardı, o da Nagato’ydu. Nagato, Amerikalılar için yayılmacı, zalim ve ırkçı Japon emperyalist ve faşist düşüncesinin sembolüydü ve bu sembolü ortadan kaldırmak, Japonlara bir daha asla geriye dönemeyeceklerini sembolik olarak göstermek, Japonların o görkemli günlerinin sembolik olarak sona erdiğini ve gurur duyabilecekleri bir şey bırakmamak gerekiyordu.


Amerikan Donanması’ndan birkaç subay Nagato’yu Tokyo körfezinin hemen dışında çıplak gözle izlenebilecek mesafede, zırhlıların top atışlarına tutarak batırmayı düşünüyordu. Amaç belliydi: Japonların gözlerinin önünde onların imparatorluk sembolü olan zırhlıyı denizin dibine göndererek açık açık “O günler bitti” mesajı vermek. Ancak böyle bir hamle, zaten zar zor kontrol altında duran Japonlara yeni bir isyan, başkaldırı ve intikam sebebi verirdi. Çünkü böyle bir bombalama hamlesiyle Japonların onurları zedelenecekti. Dolayısıyla barışı korumak için dikkatli olmak gerekiyordu. Donanma Bakanlığı’nın emriyle, önce Nagato teknik olarak incelendi, ardından da 1946 yılının Mart ayında, çok gizli pir proje için kullanılmak üzere, Japonların savaş sonrasında geriye hasarsız çıkmış tek hafif kruvazörü olan Agano sınıfı Sakawa ile birlikte yola çıktı. Bu iki geminin İstikameti ise Bikini Atolü idi…



Nagato’nun son yolculuğu, son derece detaylı kaydedildiği için her yaşanan olay bilinmektedir. Amerikalılar Nagato’yu incelerken Japon İmparatorluğu ile Amerikan savaş ve muharebe yaklaşımındaki fark, tasarımsal olarak dikkatlerini çekmişti. Amerikalılar, tüm savaş gemisi tasarımlarında iki şeye odaklanmıştı: Öncelikli olarak Amerikalılar ateş gücü ve zırh gibi gemi dayanımı ile ateş gücüne odaklanarak gemilerini tasarlamıştı. Bu tasarımdan arta kalan diğer her şey için ise ‘’yeterlilik’’ kavramını kullanarak gemi tasarımını tamamlamışlardı. Bu yeterlilik kavramına Örnek olarak bir taret içinde bir insanın görevini yapabilmesine yetecek metrekare alanı, olabilecek en dar rakama düşürülüyordu. Başka bir deyişle bir insanın kıpırdaması öngörülen boşlukta iki insanın yan yana olmasına tasarımsal olarak imkan verilmiyordu. O boşluk, bir insan içindi. Bunun en güzel örneği South Dakota sınıfı zırhlılardı. Açıkça belirtmek gerekirse South Dakota sınıfı zırhlılar, tüm zırhlı tasarımları içerisinde, kendilerinden sonra gelen Iowa sınıfı haricinde tüm zırhlılar içerisinde en mükemmel tasarıma sahip zırhlı diyebiliriz.


Fakat Nagato ise, ister taretleri olsun ister iç kamaraları olsun, şaşırtacak şekilde rahat bir tasarıma sahipti. İnsanlar sıkışmıyordu ve taretlerin içinde bile görevli topçular en verimli şekilde işlerini yapabilsin diye rahat bir hareket imkanına sahipti. Ancak söz konusu bir zırhlı olunca, bu genişlik ve rahatlık, Nagato’nun son yolculuğunda bir sürü hikaye yarattı. 


Bu yolculuk için Nagato’ya 180 kişilik bir iskelet mürettebat verilmişti ve başlarında da Kaptan Walter Jones Whipple vardı. 180 kişilik bu mürettebat, haliyle gemiyi incelerken en derinlerine kadar inmiş ve kimisi, muhteşem bazı zulalar keşfetmişti. Bu zulalar arasında Konserveler ve daha da önemlisi yüzlerce şişe sake, yani pirinçten yapılan Japon birası bulunuyordu. Bunları keşfeden denizciler yerlerini diğerlerine söylemiyordu ve bu biraları birer para gibi kullanarak işlerini gördürüyorlardı. Kaptan Whipple için 180 kişilik mürettebatı idare etmek kolay oldu sanabilirsiniz. Ama kazın ayağı öyle değildi.


Denizcilikte disiplinsizliğin cezası hapistir. Ancak normalde 1300 küsür kişiyle yürütülen dev bir zırhlıyı 180 kişiyle idare etmeye çalıştığınız zaman, tek bir personelin yokluğu bile birçok işin aksaması için yeterliydi. Kaldı ki ceza riski olan veya kendisinden bir işi yapması istenen personel de çocuklar gibi aniden ortadan kaybolarak geminin derinliklerinde saklanıyor, haliyle de aranması ve bulunması saatler alabileceği için kimse uğraşmıyordu. Kısaca Nagato, ömrünün son günlerinde korsan gemisi gibi bir havaya bürünmüştü. Tabi bütün macera bu kadarla sınırlı değildi. Nagato’nun son Japon mürettebatı, Amerikan mürettebatına geminin sistemleri hakkında her şeyi göstermemişti ve Amerikalılar, hangi borunun nereye gittiğini ve hangi valfin ne iş gördüğünü deneyerek ve çoğu zaman yanılarak öğrendi. Bazı şeylerden ise hiç bir zaman emin olamadılar. Nagato’nun zaten sadece 2 pervanesi çalışıyordu, üstüne kazan dairelerinin de tek tek sırayla devre dışı kalması eklendi. O da yetmezmiş gibi yanlış açılan valfler sebebiyle tatlı su kazanlarına deniz suyu dolması, üstüne geminin pompalarının iflas edip en alt güverteleri de su basmasıyla Amerikan mürettebatı, geminin derinliklerinden çıkagelen ve varlığından haberdar olmadıkları diğer mürettebat ile yüzleşti. Bu bilinmeyen mürettebat ise Kedi büyüklüğünde sıçanlardı. Her şeyin bittiği noktada bir de ekstra deniz suyu kaynaklı ağırlık sebebiyle çalışan kazanların yetersiz kalmasıyla da, en sonunda birkaç çekici getirildi ve Nagato, ömrünün son günlerini sedyede hastaneye kaldırılan ihtiyar bir samuray gibi, gömüleceği yere yavaşça ve Pasifik Okyanusu’nun uçsuz bucaksız tüm maviliğini ve güzelliğini seyrederek gitti.


Nagato’nun bu kaderini paylaşan ve aynı yolculuğa çıkarılmış bir gemi daha vardı ve bu çok ünlü bir gemiydi. O gemi bir zırhlı değil, Almanya’nın 2. Dünya Savaşı’ndaki en ünlü ağır kruvazörü ve efsane zırhlı Bismarck’ın yol arkadaşı, Prinz Eugen’di. Peki bu gemi orada ne arıyordu? Prinz Eugen’i Bikini Atolüne getiren hikaye ise şöyle gerçekleşmişti: Sovyetler ile İngiliz ve Amerikalılar Alman Donanması’nın kontrolünü ele geçirince, Sovyetlerin sayısı pek de fazla kalmamış olan yüzebilen Alman gemilerine çökmesini önlemek için bildiğiniz çubuk kurası çekildi. En küçük kurayı İngilizler çekti ve birkaç destroyer aldı, Sovyetler hafif kruvazör Nürnberg’i kazandı, Prinz Eugen de böylece Amerikalılara kaldı.


Prinz Eugen

Prinz Eugen ve Nagato ile Sakawa, Haziran 1946’da Bikini Atolünde bir araya geldiklerinde, onları orada hazır beklemekte olan ve 2. Dünya Savaşına isimleri altın harflerle kazınmış olan diğer ünlü savaş gemileri onları bekliyordu. Bu gemiler Uçak gemisi USS Saratoga (CV 3), 2 dünya savaşının emektar zırhlıları USS New York (BB 34) ve USS Arkansas ile Pearl Harbor Bombardımanından sağ çıkıp savaşın sonuna kadar tüm gücüyle savaşmış olan USS Nevada (BB 36) ve USS Pennsylvania (BB 38) idi. Bu gemilere ilave olarak 2 kruvazör, Pensacola ve Salt Lake City ile onlarca destroyer ve farklı tipte gemiler bikini atolünde konuşlanmıştı.


Tüm bu savaş gemileri, ama özellikle de zırhlılar, Amerika’nın en yeni ve korkunç silahı olan atom bombası’nın, farklı varyasyonlarına ne tepki vereceklerini gözlemlemek için son bir görev üstleneceklerdi. Bu deneme ve gözlem operasyonunun adı, bir çağın kapanışı ve nükleer çağının başlangıcı için özellikle seçilmişti: Operation Crossroads. Yani “Dönüm Noktası Operasyonu”.


Ve Amerikalılar, Nagato’yu, sırf sembolik bir önemi var diye, yerleştirme yaparken olabilecek en “imalı” noktaya koydular. Nagato tam patlamaların yapılacağı sıfır noktasına yerleştirilmişti. Nagato bir semboldü ve o sembol, yine sembolik bir şekilde son bulmalıydı.


İlk bomba denemesi, atom bombasının tıpkı Hiroşima’da olduğu gibi deniz yüzeyinden yukarda, önceden belirlenmiş bir irtifada gerçekleşti. “Able” adı verilen bu bombanın patlatıldığı noktanın tam ortasında 2 zırhlı yer alıyordu. Bu zırhlılar aynı yaşta birer veteran olan Nagato ve Nevada’ydı ve bombadan aldıkları hasar karşılaştırması yapılınca, Nagato’yu Bikini Atolüne getirmiş olan mürettebatı bile gemiyle gurur duydu. Patlamadan sonra yapılan incelemede Nagato’nun 4 kazan dairesi hala çalışır vaziyetteydi ve taretlerinde ve kulesinde meydana gelen birkaç yamulma haricinde gemi sapasağlamdı. Nevada’nın ise bacası ve tüm üst güverte yapısı bir çelik yığınına dönüşecek şekilde eğilip bükülmüş ve yamulmuştu. 



Baker” adı verilen 2. Bomba, 3 hafta sonra sığ su altında patlatıldı. Bu patlama, o kadar güçlü ve etkiliydi ki orada bulunan test filosundaki birçok gemi, patlamayı takiben yarım saat içinde battı. Saratoga’nun kıç tarafı 13 metre havaya yükseldi ve devasa bacası güvertesine yıkıldı. Emektar zırhlı Arkansas ise resmen patlama tarafından önce tamamen havaya kaldırıldı, sonra da iskele tarafına dönerek ters bir vaziyette, 1 dakika içinde tamamen battı. Ancak Nagato ve Nevada, halen sapasağlamdı ve bu bir nevi, emektar Nagato’nun, kendisini gözleyen ve batmasını uman Amerikalılara bir omuz silkme hareketi yaparak batmayacağını gösteriyordu.



Bu noktada bir parantez açmakta fayda var. Denizciler, savaş gemilerinin birer ruhu olduğuna inanır. Hatta bütün gemiler, denizin ve okyanusun fırtınalı ortamında, su üstünde gidebilsin diye özenle bakılması gereken varlıklar olduklarından birer kadın olarak çağırılır. Tıpkı kadınlar gibi gemilerde nazlıdırlar, ilgi ve alaka isterler. Ve o ilgi ve alakayı görürlerse de, tıpkı kadınlar gibi, fırtına ve dalga dinlemeden adama okyanusu aştırırlar.


Nagato, son günlerinde yaşanan gözlemler nedeniyle, bence bu inancın sembollerinden biridir. Amerikalılar ısrarla ve yaptıkları birçok şeyde, Japon İmparatorluğu’nun sembolü ve simgesi olan bu zırhlıyı aşağılamak ve temsil ettiği değerleri yok etmek için ellerinden geleni artlarına koymamışlardı. Ancak Nagato, tıpkı bir Japon gibi, ihtiyar bir samuray gibi, adının ve onurunun zedeleneceği hiç bir muameleye boyun eğmemişti. 2. atom bombası patlamasından sonra Amerikalılar batmadığını görünce en sonunda açığa çekip batırmayı istediler. Ancak gemide biriken öldürücü düzeydeki radyasyon sebebiyle yaklaşamadılar bile. En sonunda, Nagato’nun batışını bir devrin kapanışının simgesi olsun diye filme çekmeye karar verdiler ve bir nöbetçi gözlem grubunun Nagato’yu sürekli gözetleyip batışını yakalamak için kamera bulundurdular.


Geceli gündüzlü Nagato’yu gözlediler. Gemi, patlamadan 3 gün sonra, 29 Temmuz günü kıçtan alçalır gibi oldu, ama şaşkınlık içinde sonra yine kendini düzeltti. Sanki gemi Amerikalılara feyk atıp eğleniyordu. 


O akşam güneş batıp, karanlığın da bastırmasını takip eden sabahın ilk ışıklarıyla ufuğa bakan Amerikalılar, Nagato’nun olduğu noktada bomboş bir düzlükle karşılaştılar. Sadece deniz var, ama Nagato yoktu. Japon İmparatorluğunun simgesi ve sancak gemisi Nagato, tıpkı temsil ettiği Japon milletinden gerçek bir samuray gibi kendini rezil etmemiş, patlamalardan sonra gün ışığı içinde sanki bir gösteriymiş gibi şaşalı bir biçimde alelade batan amerikan gemilerinin aksine, kendi batacağı zamanı kendi seçmiş, kendisini bir sirk unsuru gibi sergilenmekten sanki özenle kaçınmış ve batışını, en onurlu zamanda olacak şekilde gece karanlığı içinde ve gözlerden uzak bir şekilde gerçekleştirmişti. Nagato bir samuray gibi yaşamını sonlandırarak batmıştı ve onurunu korumuştu. Özetle Nagato’nun temsil ettiği o sembol, alay ve gösteri konusu olmamıştı ve olamayacaktı.


Peki, donanmalarının sembolü olan ve 2. Dünya Savaşı’ndan sağ salim çıkmış zırhlılara ne oldu?


Önce olaya Amerikan Donanması’ndan girelim. USS Washington, North Carolina, South Dakota gibi birçok efsane olmuş modern ve o zaman için yeni zırhlı, savaşın sonunu takriben, aşırı hızlı gelişen teknoloji sebebiyle daha ömürlerinin 10. Yılını doldurmadan antika sayılacak kadar eskimiş hale geldiler. Amerikalılar North Carolina kardeşleri 1950’lerde modernize etmeyi düşündü ancak 1950’ler savaş sistemlerinde öncelik Hızdı ve istenen minimum hız da en az 31 knot idi. North Carolina sınıfının 31 knot’a çıkması için gereken itiş gücünü sağlamak, arka tareti tamamen sökülüp boşalan ağırlığının yerine ek kazan daireleri konulmasıyla bile yeterli değildi. Iowa sınıfının itiş sistemlerini monte etmek ise, tekneleri dar olduğu için mümkün değildi. South Dakota sınıfından 4 zırhlının ise tüm taretlerini söküp yerlerine üçer Talos güdümlü roket fırlatıcısı koymayı düşündüler ancak aynı hız problemi burada da vardı. Amerikan Donanması’nın 2. Dünya Savaşı’nda savaşmış olan ve Bikini Atolündeki Atom Bombası testinde kullanılmamış tüm zırhlıları, 1960’a kadar aktif olmayan yedek filo’da bekletildi ve Iowa sınıfı 4 zırhlı ile müze olarak saklanması sağlanabilen USS North Carolina (BB 55), USS Massachusetts (BB 59), USS Alabama (BB 60) ve USS Texas (BB 35) haricinde hepsi 1960’larda sökülerek tarihe karıştı. Artık çağ, güdümlü roketlerin, nükleer uçak gemilerinin ve nükleer denizaltıların çağıydı. Gücün sembolü, artık zırhlılar değildi. 


USS Massachusetts (BB 59)
USS Alabama (BB 60)
USS Texas (BB 35)
2. Dünya Savaşı’ndan daha 1943’te çekilen İtalyan Donanması’nın 3 zırhlısı, 3 galip devlete savaş tazminatı olarak verilmişti: Amerika Littorio’yu alırken İngilizler Vittorio Veneto’ya el koymuş, Sovyetler ise çekilen kurada en küçük çubuğu çekerek Giulio Cesare’yi kazanmıştı. Littorio ve Vittorio Veneto için, yapılan incelemelerin ardından hem Amerikalılar hem de İngilizler tarafından teknoloji ve mühendislik olarak kendi zırhlılarının kalitesinde olmadığı çıkarımına vardılar ve 1940’ların sonunda bu 2 zırhlı İtalyanlara geri teslim edildi. İtalyan Donanması, 1949’a Caio Duilio, 1953’e kadar da Andrea Doria zırhlılarını sancak gemisi olarak bulundurdu. Bu süreçte de Littorio ve Vittorio Veneto, İtalya’nın La Spezia tersanelerinde sökülerek tarihe karıştı. Son 2 sancak gemisi Caio Duilio ve Andrea Doria da 1957’de sökülürken, aynı tarihte çok gizemli bir olay, garip bir şekilde Sovyetlerde yaşandı.


Giulio Cesare’yi İtalyanların mağlubiyeti sonrası olan Sovyetler, bu zırhlıyı 1949’da boğazlardan geçirerek Karadeniz Donanması’na konuşlandırdılar ve bir nevi o dönemde Stalin’in planladığı Boğaz işgali için hazır durumda tuttular. Adını da “Novorossiysk” olarak değiştirdiler. Ancak ne olduysa tam da 1957’de, tam da Caio Duilio ve Andrea Doria sökülürken oldu ve Sivastopol’da demirli halde bulunan Novorossiysk, gövdesinin altında meydana gelen bir patlamayla ters döndü ve kısa sürede batarak baş aşağı çamur zemine gömülecek şekilde oturdu. Sovyetler, patlamanın sebebinin 2. Dünya Savaşı’ndan kalma bir Alman mayını olduğunu rapor ettiler. Ancak gerçek, geçtiğimiz yıllarda ortaya çıktı. Peki neydi bu gerçek?


İtalyanların denizde en başarılı olduğu alan, kesinlikle insanlı torpido operasyonlarıydı ve İtalyan “kurbağa adamları”, kendi alanlarında dünyanın en iyisiydi. 2010’larda bir İtalyan denizcisi ölümünden kısa süre önce yazdığı bir yazıda Giulio Cesare’nin bizzat İtalyan kurbağa adamlar tarafından İtalyan donanmasının onurunu korumak için sabote edilerek batırılmış olduğunu açıkladı ve kendisi o sabotajcılardan biriydi. Yani bir zırhlı daha, bir sembol vazifesi gördüğü için, batırılmıştı. Novorossiysk aynı yıl saplandığı çamurdan çıkarıldı ve söküldü.


Novorossiysk Batık Hali

2. Dünya Savaşı’nın bir diğer galibi İngiltere’ye gelirsek, Amerika’nın aksine 1939’dan beri tam 6 yıldır savaş halindeydiler ve savaş resmen ülkenin ekonomik gücünü çökertmişti. İngilizler, savaşı devasa donanmaları sayesinde hem Atlantik’te, hem Akdeniz’de hem de Hint Okyanusu’nda kazanmıştı ancak bu donanmayı güçlü tutmak için inşa edilmiş olan ucu bucağı olmayan savaş gemilerine yapılan masraf sebebiyle halk ile ülke, açlık ve yoksulluktan kırılıyordu. 2. Dünya Savaşı biter bitmez İngilizler ülke ekonomisini canlandırma operasyonlarına girişti ve bunlardan biri de, donanmadaki sayısız gemiyi söküp değerli metallerini piyasaya sokarak metal endüstrisini bir an önce hareketlendirmekti. İngilizler daha 1947’de Kral 5. George sınıfı hariç tüm eski zırhlılarını demirbaştan silip söküme göndermişti bile. Kral 5. George sınıfı zırhlılar da 1950’lerin başlarında yedek filo’ya alındı ve 9 yıl sonra 1959’da onların da sökülmeye başlanmasıyla, 1960’lara girilirken İngiliz Kraliyet Donanması’na ait herhangi bir zırhlı kalmadı. Bir tane hariç


2. Dünya Savaşı’na girilirken İngilizlerin Kral 5. George sınıfından sonra Lion sınıfının tasarımını tamamlayıp inşasına başlayacaktı. Tabi savaş başlayınca ülke ekonomisi tökezledi ve Lion sınıfı 4 zırhlının inşasından, 16 inchlik topların yapımı için gereken kalıplar henüz dökülmediği ve yapılmaları en az 3-4 yıl alacağı için vazgeçildi. Ama İngiltere’nin, savaşın ne zaman biteceğini ön göremediği için acilen de bir zırhlıya ihtiyacı vardı. Peki, bu konuda ne yapılabilirdi? Bu sorunun cevabı ise Bir Frankeştayn yaratmaktı. Yani ortaya karışık bir kolaj gemi ortaya çıkartmaktı. 


İngilizlerin 1918’de yapılma ve daha sonra uçak gemisine çevirecekleri zamanın savaş kruvazörleri Courageous ve Furious’un 15 inch’lik topları hala bir kenarda, özenle saklanmış vaziyette bekliyordu. Eski deyip geçmeyin, İngilizlerin 15 inch Mark 1 deniz topu, dünya tarihinin en stabil ve mükemmel, en uzun ömürlü gemi topu olarak tarihe geçmiştir. Bu top, Warspite dahil tüm Queen Elizabeth sınıfı zırhlılarda, Revenge sınıfı zırhlılarda, İngilizlerin 3 savaş kruvazörü Renown, Repulse ve Hood’da 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar etkin bir biçimde kullanılmıştı. İşte İngiliz kraliyet donanması, alelacele boştaki topları alıp, tasarımcılarına bu topların yerleştirileceği bir tekne ve gemi tasarlattı ve hemen inşasına başladılar. 1942’de inşasına başlanan bu yeni zırhlı, Bismarck gibi 15 inch’lik 8 topa sahip olsa da, hem tekne tasarımı hem de teknoloji olarak çağının ötesinde, gelmiş geçmiş en üstün ve mükemmel İngiliz zırhlısı olacaktı. Bu zırhlıya, “muharebede en ön safta duran savaşçı” manasında bir isim verildi: HMS Vanguard.

HMS Vanguard

Gel gelelim, savaşta en önde durması için tasarlanan HMS Vanguard, İkinci Dünya savaşını kıl payıyla kaçırdı. Savaş esnasındaki işçi yokluğu sebebiyle ancak Mayıs 1946’da, savaşın bitiminden yarım yıl sonra göreve başlayan HMS Vanguard, aynı zamanda tarihte suya son indirilen zırhlı oldu.


HMS Vanguard, göreve başladıktan sonra sadece birkaç NATO tatbikatına katıldı ve 1960’a kadar süren ömrü boyunca hiç bir askeri harekata katılmadı. Tüm kariyeri İngiliz kraliyet ailesine seyahat yatı olarak geçti ve hatta taretlerinin 3 tanesinde atış personeli dahi bulunmuyordu. Çünkü bu personelin varlığı bile gereksizdi. HMS Vanguard, İngiliz Kraliyet Donanması’nda barış zamanında sadece bir geleneğin sembolü olarak bulunduruldu. 1960’da sökülmesi kararıyla da birlikte, çok ilginç bir olayın yaşanmasında başrolü oynadı.


Yukarıda, Nagato’yu anlatırken “Her savaş gemisinin bir ruhu olduğuna inanılır” şeklinde bir yorumda bulunmuştum. Vanguard’ın son yolculuğunda yaşadıkları, kendisi göreve başladığında sökülmeye başlanan efsane zırhlı Warspite ile birebir aynıydı.


Dolayısıyla önce Warspite’ın hikayesine değinip sonra Vanguard’ın söküm hikayesine değinmekte fayda var. HMS Warspite’ın 1947’de önce taretlerindeki topları kesilmiş, sonra da sökülmek üzere bir tersaneye çekilmeye başlanmıştı. Birçok İngiliz bu efsane zırhlıyı müze olarak saklamak istemişti. Ancak bakımının gerektirdiği muazzam ekonomik yükün altından kalkılamayacağı öngörüldüğü için sökümüne karar verilmişti. Birçok insan kızgın ve üzgündü. Bu karar sonrasında yaşananlar ise bir hayli ilginçtir. Warspite söküme götürülürken önce bir fırtına koptu ve gemiyi çeken çekicilerden kurtularak kontrolsüz biçimde sürüklenmeye başladı. İçindeki iskelet mürettebat demir atarak gemiyi sabitlenmeye çalıştı. Ancak emektar zırhlı, sanki sökülmekten kaçmak istercesine gitti ve deniz kenarındaki yüksek bir uçurumun olduğu yere karaya oturmak suretiyle saplandı. İnsanlar bunu Warspite’ın ruhunun sökülmek istememesi şeklinde yorumladılar ve sökülmeyi durdurmak için yine bir kampanya başlatıldı. Ancak bu kampanya yine yerli olmadı. İngilizler ertesi gün burnu suya gömülmüş vaziyette, karaya vurmuş bir balina gibi oturmuş olan Warspite’a baktıklarında gördükleri, bir fırtınanın, gemiye 2 Dünya Savaşının veremediği hasarı tek bir gecede vermiş olmasıydı. Artık gemiyi çekmeye gerek yoktu çünkü hasar aşırı fazlaydı, en iyisi olduğu yerde sökmekti. Ancak bu sefer de karaya oturmuş olduğu için yüzen vinçler yanına yanaşamazdı. Mecburen Warspite’ın gövdesini kıyıdan uzaklaştırmak gerekiyordu. Türlü işlemler deneyerek su almış olan Warspite’ı kayalıklardan kurtarmaya çalıştılar ama tüm çabalar boşa çıktı. Önce bir çekici karaya oturdu. Daha sonra 2 çekici denendi, çelik çekme halatı bir çekicinin pervanesine dolanarak bütün operasyonu mahvetti. En sonunda bir çekiciye 2 tane jet uçağı motoru monte ederek gereken çekiş gücünü sağlayabildiler ve Warspite’ın inatla direnen gövdesi kıyının biraz açığına çekilerek, sığ suda 5 yıl boyunca dilim dilim, parça parça kesilerek söküldü ve ömrünü savaşarak geçirmiş bir efsane, ölüme doğru bile savaşarak gitti. Warspite, 2 dünya savaşı boyunca İngiliz Kraliyet Donanması’nın denizdeki sembolü olmuştu.





Vanguard’ın sonu da yukarıda ki hikayeye benzer şekilde gelişti. HMS Vanguard da sökülmek üzere giderken bir pub, yani bira evinin yanına gelecek şekilde karaya oturdu. Hatta bu olayın bir filmi bile mevcuttur. “Son yolculuğunda bir shot viski için durdu” şakası dahi yapılmıştır.




HMS Vanguard, son suya indirilen zırhlı dedik. Ama en son göreve başlayan zırhlı, HMS Vanguard değildi.


2. Dünya Savaşı’nda 1942’de USS Massachusetts zırhlısı ile henüz bitirilmemiş ve çalışan tek taretiyle girdiği çarpışmadan ağır hasarlı çıkan Fransız Jean Bart zırhlısı, savaşın bittiği 1945 yılına kadar çarpışmayı yapmış olduğu Casablanca’da demirli kaldı. Fransızlar ilk başta Jean Bart’ı bir uçak gemisine çevirmeyi düşündüyse de, kapasite sebebiyle vazgeçerek Jean Bart’ı, Richelieu sınıfının ikinci zırhlısı ve Fransız Donanması’nın sancak gemisi olacak şekilde bitirmeye karar verdiler. Jean Bart 1946’da savaş sırasında Gneisenau ve Scharnhorst’un 6 ay kalıp Kanal Deparında kaçana kadar tamir edildiği, Brest limanındaki kuru havuza alındı ve 1949’da tamamlanarak göreve başladı. Ancak tüm savaş ekipmanı 1955’te tamamlanabildi ve bitmiş halindeki Jean Bart, gelmiş geçmiş en muazzam hava savunmasına sahip zırhlı oldu. Aynı zamanda da tarihte en son göreve başlayan zırhlıydı.


Fakat Jean Bart’ın ömrü uzun sürmedi ve savaş sırasında tamamlanmış kardeşi Richelieu ile birlikte 1958’te yan yana topu topu sadece 1 harekat yaptıktan sonra 1968’ta emekliye ayrıldı ve 1970’te söküldü..



2. Dünya Savaşı bitmiş, askeri teknolojiler astronomik bir sıçrayış yapmış, uçak gemileri donanmaların merkezi kuvveti ve sancak gemileri haline gelmiş ve zırhlıların devri artık kapanmıştı.


Peki, ama zırhlıların hakimiyetiyle başlayıp uçak gemilerinin egemenliğinde son bulan 2. Dünya Savaşı’nda zırhlılar ve yarı zırhlı sayılan savaş kruvazörleri, nasıl bir performans gösterdi? 


İngiliz Kraliyet Donanması’nın en aktif ve verimli olarak kullandığı savaş gemisi, egzotik bir şekilde, 2. Dünya Savaşı’ndan sağ çıkabilmiş tek savaş kruvazörü olan HMS Renown oldu. HMS Renown, 2. Dünya Savaşı’nın başında Kuzey Denizi ve Norveç’te Schnarnhorst ve Gneisenau ile karşılaşmış, daha sonra Akdeniz’deki operasyonlarda yer alıp Vittorio Veneto ve Giulio Cesare’ye karşı Spartivento Deniz Muharebesi’nde savaşmış, ardından Bismarck’ı kovalama operasyonuna katılmış, ardından da Hint Okyanusu’na inerek Endonezya adalarını tek tek Japonlardan geri almıştı. HMS Renown, savaşın bütün deniz cephelerinde yer alarak, tarihin tek doğru kullanılan savaş kruvazörü oldu ve bir savaş kruvazörünün, doğru şekilde kullanıldığında nasıl verimli olabileceğini gösterdi. Hood, Repulse ve Renowntemkinli” ve doğru yerde kullanılmış olsalardı, kolayca harcanmamış olacaklardı.


Ama en çok savaşan İngiliz zırhlısı, HMS Warspite oldu. HMS Warspite, başlı başına bir efsanedir. 2. Dünya Savaşı’nın ilk yılında Norveç ve Kuzey Atlantik’te Almanlara karşı savaşmış, 1940 ortasında Akdeniz’e gelerek oradaki diğer zırhlılarla birlikte İtalyan Donanması’nın sadece 9 ayda tamamen devre dışı kalmasını sağlayan deniz muharebelerinde başrolü oynamıştır. Hemen ardından Hint Okyanusu’nda Japonlara karşı kalkan olarak gönderilmiş, İtalya’nın Almanlara düşmesi üzerine Akdeniz’e dönerek bu sefer de Almanlara karşı savaşmış, kariyerinin bitirici vuruşunu da bizzat Normandiya Çıkarmasında muazzam bir topçu desteği vererek yapmıştır.


Amerikan Donanması’nın ise en aktif ve en uzun süreli kullandığı zırhlı, USS North Carolina oldu. Aslında 3 tane Amerikan zırhlısı savaşın başından sonuna tüm ağırlık yükünü çekmişti ancak Washington ve South Dakota, aldıkları bazı hasarlar sebebiyle kariyerlerinin birkaç ayını tamirde geçirmek zorunda kaldılar.


Bir diğer istatistik olarak, tüm 2. Dünya Savaşı boyunca en çok mermi atışı yapmış olan Amerikan zırhlısı ise, sembol haline gelen USS Arizona’nın kardeşi, USS Pennsylvania oldu. Eski gövdesi bu kadar sık ve ağır top atışlarını tüm savaş boyunca zorlanarak da olsa kaldırabildiği için, mürettebatı ona her atıştaki titreme ve çatlamalarına hitaben “old falling apart”, yani “dökülen ihtiyar” lakabını takmıştı. Amerikan Donanması’nın 2. Dünya Savaşı’nda kullandığı en eski zırhlı, bir 1. Dünya savaşı emektarı olan USS Arkansas oldu. İngilizlerde buna tekabül eden zırhlı ise, Çanakkale Savaşı’nda arkasına bakmadan kaçırttığımız HMS Queen Elizabeth idi.


Japonlara gelirsek, tüm 2. Dünya Savaşı’nda her ne kadar Nagato ve Mutsu ile Yamato ve Musashi gibi çok iyi zırhlılara sahip olmuş olsalar da, sırf bunları bir son savaş için korumaya çalışmalarından ötürü tüm zırhlı yükünü 4 Kongo sınıfı zırhlıya yüklediler. Kongo, Hiei, Kirishima ve Haruna Japonların en çok, en sık ve en verimli kullandığı zırhlılar oldular. Japon Donanma Komutanlığı her şeye bu 4 zırhlıyı koşturduğu için de, bunun bedeli 3 tanesinin ön saflardayken batması oldu. Fuso ile kardeşi Yamashiro ise, tekne tasarımlarının 1. Dünya Savaşı dönemi eski bir tasarım olması sebebiyle manevra ve hız sorunu yaşıyorlardı. Dolayısıyla battıkları ana dek çoğunlukla birer eğitim gemisi olarak kullanıldılar. Nagato sınıfı ikizlerden daha aktif olanı ise sanılanın aksine Nagato değil, daha 1943’de batan Mutsu’ydu. Çünkü Nagato Japonlar için sahaya öylesine sürülemeyecek kadar değerli bir Semboldü.


İtalyanlarda ise, 2. Dünya Savaşı’nda denizde donanmalarının aktif olduğu dönemlerde en verimli kullanabildikleri zırhlı, Vittorio Veneto oldu. Vittorio Veneto aynı zamanda en çok muharebeye katılıp en çok top atışı yapan İtalyan zırhlısıydı.


Fransız donanmasında, Mers el-Kebir baskını ve Toulon’da kendi gemilerini batırmalarından sonra, savaş boyunca aktif olabilen sadece 2 zırhlı oldu: Bretagne sınıfı ve 1. Dünya Savaşı’ndan kalma Lorraine ile Amerikalılar tarafından tamir edilip modernize edilen Richelieu


Almanların en aktif zırhlısı ise, batışına kadar Scharnhorst oldu.


Her ne kadar zırhlıların devri bitmiş olsa da, bu devlerin soyu dinozorlar gibi tükenmedi. Güdümlü füze teknolojisi, top teknolojisini ilkel bıraktığı için aslında eskiyen zırhlıların kendileri değil, kullandıkları konvansiyonel silahlardı. Bundan ötürü, Amerikan Donanması, Iowa sınıfı zırhlıları önce Yedek Filo’ya attıysa bile her zaman onları hazır ve her daim yeniden aktive olabilecek durumda tuttu. Iowa sınıfının 4 zırhlısı da, 1952’deki Kore Savaşı’na bizzat katılıp kıyı bombardımanı yaptıktan sonra yeniden yedeğe çekilmiş olsalar da, 1960’larda iyice şiddetlenen Vietnam Savaşı’na topçu desteği gerekti ve USS New Jersey (BB-62) zırhlısı, alelacele donatılarak yeniden aktive edildi ve Vietnam Savaşı’ndaki görev alan tek zırhlı oldu.



Iowa sınıfı zırhlılar, hızları ve büyüklüklerinin vaat ettiği potansiyel sebebiyle asla vazgeçilebilir olmadılar. Amerikalılar bir ara, Iowa’ların bitirilememiş kardeşi USS Kentucky dahil hepsini birer Güdümlü Roket zırhlısına çevirmeyi düşündü. Ancak gerek çok yüksek işletme maliyeti, gerekse zırhlıların devasa büyüklüklerinin onları bu yeni akıllı silahlar karşısında çok kolay birer hedef haline getirmesi sebebiyle bundan vaz geçildi. Neticede askeri teknolojilerde 1960’larda gelinen noktada, savaş metotları, hücumda “çok ağır vuran akıllı silahlar” iken, savunmada bu çok ağır vuran silahların hedef alabileceği “en küçük hedef” olmak haline gelmişti. Zırhlılar, “en küçük hedef” olmak için biraz fazla büyüktü. Buna ek olarak ne kadar zırhlı olursa olsunlar, roketlerdeki patlayıcı teknolojisinin potansiyel gücü o kadar fazlaydı ki tek bir roketle bile batırılabilirlerdi. Dolayısıyla dünyadaki son zırhlılara sahip olan Amerikan donanması, 4 Iowa sınıfı zırhlıyı farklı limanlarda iskelelere çekerek resmi olmasa dahi birer müze gibi da ziyarete açtı.


Ancak 1970’lerin ortasında işler değişti. Peki, Nasıl değişti? Sovyetler Birliği, büyük bir savaş gemisinin kolay bir hedef olacağını bile bile, günümüzde halen aktif olan Kirov sınıfı savaş kruvazörlerini suya indirdi. Peki, buna neden ve nasıl cesaret ettiler? Çok basit. Kirov sınıfı savaş kruvazörleri nükleer güç ile ilerleyen gemiler olup; bir tanesinin savaş sırasında dahi patlaması demek, tıpkı Çernobil faciasında yaşandığı gibi çekirdeğinden radyoaktif ışıma ve sonrasında büyük bir doğal felaket demek anlamına geliyordu.


Yani Kirov Sınıfı kruvazörler ‘’hedef büyük ama beni patlatırsan sen de ölürsün ve herkes ölür.’’ Düsturu ile inşa edilmiş gemilerdi.



Dolayısıyla bunlar çok büyük savaş gemileri oldukları için, taşıdıkları güdümlü füzeler muazzam derecede büyüktü ve bu da menzillerini ufuk ötesine çıkarıyordu. Yani Kirov sınıfı savaş kruvazörleri, gelmiş geçmiş en geniş hava savunma şemsiyesine ve saldırı menziline sahip savaş gemileri oldular ve günümüzde de halen öyleler.


Sovyetler Birliği, bir zırhlı büyüklüğündeki bu Kirov sınıfı savaş kruvazörlerini suya indirince Amerikalılar karşı önlem için harekete geçti. 1981’de Amerika başkanı seçilen Ronald Reagan, Kirov sınıfı gemilere karşılık olarak 4 Iowa zırhlının modernize edilerek tekrardan donanmada yer almasını emretti. Iowa’ların ikincil 127mm topları ve tüm 1950’lerden kalma hava savunma silahları sökülerek yerlerine, gövde içine oturacak şekilde farklı farklı bilimum güdümlü hava savunma ve ufuk ötesi saldırı füzesi monte edildi. İlginç bir şekilde modernizasyonu ilk tamamlanan zırhlı yine USS New Jersey oldu ve 1980’lerin ikinci yarısında 4 tane Iowa sınıfı zırhlı da aktif olarak NATO tatbikatlarında yer alarak Sovyetlere karşı sergilenen Amerikan gücünün sembolü vazifesi gördü.



Birer güç sembolü olarak aktif şekilde bulundurulan bu son zırhlıların, son gövde gösterisi yaptığı yer ve zaman, 1991 yılında gerçekleşen ve Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin Kuveyt’i işgal etmesi sonrasında meydana gelen Körfez Savaşı’ndaki Çöl Fırtınası Operasyonu oldu. Bu operasyonda son kez aktif olarak görev üstlenip savaşan ve daha çok kıyı bombardımanında kullanılan Amerikan zırhlıları USS Missouri ve USS Wisconsin oldu. Burada, özellikle Missouri’ye dair pek bilinmeyen bir olaya değinmek isterim.



USS Missouri, 29 Ocak 1991’de 1953’teki Kore Savaşı’ndan beri ilk kez o 16inch’lik dev toplarını ateşledi ve tam 1 ay boyunca Irak hükümetine ait hedefleri bombardıman altında tuttu. O günlerde Missouri üzerinde askerlik yapan mürettebatın anlattığına göre, hiç bir modern silah, 2. Dünya Savaşı’ndan kalma o topların ateşlenme anında verdiği patlama sesi kadar etkileyici değildi. Tarihler 25 Şubat’ı gösterirken USS Missouri, yanında Amerikan güdümlü füze firkateyni USS Jarrett (FFG 33) ve İngiliz Güdümlü füze destroyeri USS Gloucester ile birlikte yine bir Irak mevziisini bombardıman altında tutuyordu. Tam o sırada tüm radarlar aynı anda alarm verdi ve ekranlarda Missouri’ye doğru gelen 2 sinyal tespit edildi. Bu sinyaller, Irak demirbaşında bulunan ve NATO klasmanında “İpekböceği” lakabı verilen anti-gemi güdümlü füzelerinden geliyordu ve hızla Mıssouri’nin üzerine hedeflenmişlerdi. Missouri devasa bir zırhlıydı ve füzeler gelene kadar haliyle hareket etmesi bile imkansızdı. Tüm modern savaş uçaklarının üzerine füze kitlendiği zaman savaş uçağının üzerine gelen füzeyi yanıltmak ısı mayınları bırakılarak dağılırlar ve savaş uçağının üzerine kitlenmiş füzeyi yanıltmaya çalışırlar. İşte bu ısı mayınlarının benzeri, metal parçaları barındıracak şekilde savaş gemilerinde bulunur ve üzerlerine gelen roketlerin manyetik hedefleyicisini şaşırtmak için havaya fırlatılır. USS Missouri, kendisine kilitlenen füzeleri şaşırtmak için derhal metal parça mayınlarını havaya ateşledi. Peki, sonra ne oldu? 


Phalanx CIWS, yani ‘’deniz arısı’’ lakabı verilen anti-roket yakın menzil makinalı tüfekleri ise modern gemilerin olmazsa olmazlarından birisidir. Az önce bahsettiğim roketler USS Missouri’nin üzerine gelirken ateşlenen metal parçacık mayınları, Missouri’nin yanı başındaki firkateyn USS Jarrett’in Phalanx’ının aldanmasına sebebiyet verdi ve otomatik hedefleme sistemi roketlere kilitleneceğine, Missouri’nin üzerine saçılmış metal parçacıklarına kilitlenerek Missouri’yi bir güzel taradı.


Phalanx CIWS / ’deniz arısı

Amerikalılar olayın şaşkınlığıyla şoka girerken, 2 Irak füzesi hala son hızla üzerlerine geliyordu ve en sonunda dizginleri eline alan İngilizler oldu. İngiliz destroyerinin üzerinde Sea-Dart, yani Deniz Dartı, yerden havaya hava savunma ve saldırı roketi bulunuyordu. İngiliz yapımı bu roket, dönemin en modern İngiliz destroyerleri olan Tip-42 destroyerlerin tamamında bulunuyordu. HMS Gloucester da bunlardan biriydi. İngilizler, hiç tereddüt etmeden 2 deniz dartını anında ateşlediler. Biri ıskaladı fakat ıskalanan Irak roketi Missouri’nin saçtığı metal parçalara kilitlenerek suya çakıldı. İkincisi ise dümdüz direk olarak Missouri’ye doğru ilerlerken, son anda İngilizlerin attığı 2. Deniz Dartı tarafından havada vurularak tarihin en başarılı füzeden füzeye hava imha atışını gerçekleştirdi. Bu olay, zırhlıların devrinin, ne kadar modernleştirilirse modernleşsin, çok büyük oldukları için, bittiğini ortaya koyuyordu. O roket Missouri’ye isabet etseydi, geminin alacağı hasar ve haliyle bunun masrafı, astronomik rakamlar olacaktı.


Sea-Dart / Deniz Dartı

Körfez Savaşı’nın bitmesi, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 yılıyla aynı döneme denk geldi ve tarihteki son aktif zırhlıları kullanan Amerika Birleşik Devletleri, Körfez Savaşı’nın ardından kendisine tehdit olarak gördüğü bir unsur kalmadığı için, bir neslin son kez canlı canlı çalışır ve savaşır halde görme şansına nail olabildiği dev zırhlılarını son defa  ve temelli emekliye ayırmaya karar verdi.


Her ne kadar bakım masrafları astronomik olsa da, Amerika, 4 Iowa sınıfı zırhlının hiç birini sökmedi ve hepsini önceden belirlenmiş vakıf ve kuruluşlara bağışlayarak birer müze olmalarını sağladı. Çünkü bu zırhlılar, sadece birer savaş makinası değil, aynı zamanda ülkenin tarihini anlatan birer sembollerdi. Bu tarih sadece Amerikan tarihi değil, 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren dünyanın tüm önemli savaşlarının tarihiydi: Kore, Vietnam, Lübnan ve Körfez Savaşları…


Günümüzde, 2. Dünya Savaşı ve devler çağından geriye kalan tüm zırhlılar Amerika’ya ait. Bir tek onlar bu dev ve simge gemileri koruyabildi. Günümüzde ziyarete açık olan bu müzeler ise şu şekilde:


Halen dünya üzerindeki tek dreadnought olan ve iki dünya savaşını da yaşamış USS Texas, 2. Dünya Savaşı’nın en çok muharebe yıldızı toplayan zırhlısı USS North Carolina, Amerikan Donanmasının 2. Dünya Savaşı’nın ilk ve son 16 inch’lik top atışlarını yapmış olan USS Massachusetts, 2. Dünya Savaşında hem Atlantik’te hem de Pasifik’te savaşmış olan USS Alabama


4 Iowa sınıfı zırhlıdan USS Iowa şu an Los Angeles’ta, “Kara Ejder” lakaplı USS New Jersey adını aldığı eyalet olan New Jersey’in Camden şehrinde, USS Wisconsin Virginia eyaletinin Norfolk şehrinde birer müze olarak sergilenmekte. Peki, Missouri nerde?


İşte burada tam bir sembolizm örneğini en iyi şekilde görebiliriz. 


Amerikalılar için, USS Missouri 2. Dünya Savaşı’nın bitişi anlamına geliyordu, savaşın bitişinin simgesiydi. 2. Dünya Savaşı, 1929 ekonomik krizinden iflas noktasına gelmiş bir Amerika’nın, halkının bir araya gelip birbirlerine kenetlenerek altından sadece 4.5 yılda, bir dünya süper gücü olarak kalktığı bir savaştı ve Amerikalılar için uyanışın, bizdeki tabirle dirilişin sembolüydü. Savaşın bitirilişinin sembolü olan USS Missouri zırhlısının son dinlenme yeri için olabilecek en uygun yer seçilmişti. Bu yuğun ve bir bakıma sembolik yer, o savaşın başlangıcının sembolü olan yerdi: Pearl Harbor’da batmış olan USS Arizona zırhlısı.


Günümüzde USS Missouri, USS Arizona’nın birkaç yüz metre gerisinde bir müze olarak durur ve Missouri’nin burnu, altında batık zırhlı bulunan USS Arizona anıtına dönüktür. Bu duruşta bile bir sembolik anlam vardır. Bana göre Missouri, Arizona’ya  “Arkandayım ve seni gözlüyorum” demektedir.



USS Missouri, tarihin son emekliye ayrılan zırhlısı oldu. Peki, tarihin son emekliye ayrılan savaş kruvazörü neydi? Bu sorunun cevabı, bizim biricik emektarımız Yavuz’du. Yavuz savaş kruvazörü 1976’da söküldü ve hem tarihin en uzun görevde kalan savaş kruvazörü, hem de tarihin son savaş kruvazörü oldu. Ama biz ona hep ZIRHLI dedik. Ve Yavuz zırhlısı da, bizim, Türk Donanması’nın, Türk milletinin, 1. Dünya Savaşı’ndan beri biricik ve tek sembolü oldu. Türk Donanması deyince, aradan geçen onlarca yıla rağmen, hala ilk akla gelen gemimiz, Yavuz’dur. Çünkü o, bir semboldür. Yavuz ile ilgili hazırladığım ve yukarıda belirttiğimiz gibi sonunun hüzünlü şekilde bittiği Yavuz Zırhlısı ile ilgili yazımı da okumanızı tavsiye ederim. (https://stealthistorian.blogspot.com/2019/03/yavuz-zrhls.html)


Böylece Devlerin Çağı, yani zırhlıların ortalığı kasıp kavurduğu ve 1900’ler dönemi, yaklaşık 85 yıl sonra macerasını 1991’de sonlandırdı. Geriye kalan zırhlılar, Dünya tarihinde 2 Dünya Savaşı’nın yaşandığı ve insanlığın insanlıktan çıktığına şahit olduğumuz bir asrın, yani 20. Yüzyılın, denizdeki sembolü olarak tarih kitaplarındaki yerlerini aldı. Bugün, hala Alman Donanması dendiğinde akla gelen ilk gemi Bismarck’tır, Japon Donanması dendiğinde de akla gelen sadece ve sadece Yamato’dur. Çünkü bunlar, temsil ettikleri milletin birer simgesi, sembolüdür.


Amerikan donanmasının sembolü Missouri ile Türk Donanmasının sembolü Yavuz, tarihin çok ilginç bir anektodu olarak, 1946’da İstanbul Boğazında yan yana gelerek birbirlerini pare pare top atışlarıyla selamlama onuruna nail oldular.



ÇAĞ ARTIK, UÇAK GEMİLERİNİN, SÜPERSONİK SAVAŞ UÇAKLARININ VE UFUK ÖTESİ FÜZELERİN ÇAĞIYDI. 




3 Yorumlar

  1. Guzel bir yazi olmus, elinize saglik.

    YanıtlaSil
  2. Amerika Afganistanda ve Irakta niye kaynaklarını boşa harcayıp askerini rske atıyor ki ben olsam atarım 2 atom bombası bak nasıl teslim oluyor ipneler :) elinde 2. dünya savaşından kalma bir sürü atom bombası vardır kullan gitsin.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Savaş insanlık suçudur. Ancak bir ülkeye veya o ülkenin halkına atom bombası atmak insanlığa karşı işlenmiş daha büyük bir suçtur. Keza savaşı kazanmak için düşmanına karşı kullandığın bu ve benzeri bombalar uluslararası kamuoyunda hiç hoş karşılanmadığı gibi meşrutiyetini de kaybederek savaşı kazansan dahi sonrasında daha büyük tepkiler ile karşılaşmana ve sıkıntılar yaşamana neden olacaktır.

      İşte bu yüzden sadece amerika değil, dünya üzerinde elinde atom bombası bulunan hiçbir devlet o bombaları başkasına kullanmayı en son seçenek olarak elinin altında tutar. Kısaca atom bombaları kullanım için değil caydırıcılık için elinde bulundurulan bir argümandır.

      Sil