Bir seri şeklini almış olan Muharebe Gemilerinin Tarihi ile ilgili daha önce hazırladığım yazılardan ilkinde (Bkz. Muharebe Gemilerinin Doğuşu ve Yükselişi) muharebe gemilerinin doğuşu ve yükselişini ele almış, ikinci yazıda (Bkz. Devlerin Sonu: Zırhlılarda Sembolizm) ise bu gemilere sahip olan ülkeler için ‘’sembolik’’ önemine vurgu yaparak neden ve nasıl tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolduklarını anlatmıştım. Yani mecazi anlamda size ilk olarak ‘’güneşin doğuşu ile birlikte seher vaktini’’ anlatmış, daha sonra ise ‘’güneşin batışı ile akşam vaktini’’ anlatarak yazının başlangıç ve bitiş sınırlarını belirlemiştim. Bu yazımız ile birlikte devam edecek yazılarda ise zırhlıların yavaş yavaş var olma savaşlarını ve neden gözden düştüklerini ele alacağız. Kısaca bundan sonraki süreçte mecazi anlamda güneşin ikindiye doğru alçalarak akşam vaktine kadar olan gelişmelere değineceğim. 

 
1942 öncesinde hem pasifikte hem de Atlantik’te yaşanan gelişmeler yüzünden gözden düşmüş olan ve bizim “Zırhlı” dediğimiz, İngilizcede “Battleship” denilen dev savaş gemilerinin 1942’nin ilk 6 ayında tekrardan aktif olarak sahnelere geri dönüşü gerçekten muhteşem olmuştu. Bu geri dönüşü sağlayan 2 kardeş zırhlı, USS North Carolina (BB-55) ve USS Washington’dan (BB-56) başkası değildi. Bu iki kardeş gemi hava savunma sistemlerinin kuvveti ve artık bu tür gemilerde olmazsa olmaz olacak olan radar sistemleri sayesinde Guadalcanal Deniz Savaşlarında üstün performans göstererek yeniden Amerikan donanma çevreleri arasında göze girmişlerdi.

 
USS North Carolina (BB-55) Guadalcanal Muharebesi Sırasında 16 inch Topları ile Ateş Ederken (1941)
 Tabi Pasifik’te zırhlılar bu şekilde üstün başarılar gösterirken, Avrupa’da zırhlılar son demlerini yaşamaya başlamıştı. Özellikle Akdeniz cephesinde, petrol kaynaklarından mahrum kalan İtalyanların ellerindeki zırhlılarını limanlarda tutarak tasarrufa gitmesiyle, iyice azalan İtalyan tehlikesine karşılık İngiltere, 1942 yazına doğru zırhlılarını yavaş yavaş Uzakdoğu sömürgelerine doğru kaydırmaya başlamıştı. Bu bağlamda, HMS Queen Elizabeth ve HMS Warspite ile birlikte Revenge sınıfı 4 zırhlı Hint Okyanusu’nda konuşlanmıştı.

HMS Warspite Hint Okyanusunda İlerlerken HMS Illustrious'dan Çekilmiş Fotoğrafı
Ancak Akdeniz’de konuşlu bir donanma daha vardı. Bu donanma, 2 yıl önce İngilizler’in Operation Catapult (Katapult Operasyonu) ile Mers El-Kebir’de etkisiz hale getirdiği Fransız Donanması’ydı. (Bkz. Mers El Kebir Baskını: Operation Catapult)

Operation Torch (Meşale Operasyonu) sırasında USS Massachusetts (BB-59) ve Jean Bart arasında yaşanan düellonun ardından, Amerika ve İngiltere tarafından oluşturulmuş olan kuvvetler, Vichy yönetimine bağlı olan Kuzey Afrika’ya çıkarma yapmışlardı. Bu çıkarmaya General Charles De Goulle yönetiminde Vichy yönetimine karşı savaşan Özgür Fransa’nın Kuzey Afrika’daki ordusu da müttefiklere katılarak Akdeniz’deki güç dengelerini alt üst etmişti. Charles De Goulle kuvvetlerinin müttefikler ile birlikte hareket etmesinin zırhlılar açısından belli sonuçları da olmadı değil:

Bu katılım neticesinde; ilk olarak Fransa’nın dev ve modern zırhlıları, Richelieu ve henüz tamamlanmamış olan Jean Bart, müttefiklerin eline geçti. Diğer bir sonuç ise Özgür Fransa Ordusunun daha önce yaşanan tatsız olaylara rağmen müttefiklerin safında yer alarak savaşa girmesiydi. Yukarıda Bahsettiğimiz tatsız konuya başka yazılarda değinmiş olsam da hatırlatma babında kısaca değinmekte fayda var:

Operation Torch (Meşale Operasyonu) Sırasında USS Massachusetts (BB-59) İle Girdiği Düello Sonucu Aldığı Hasar
1940’ta İngilizlerin Cezayir’deki Mers El-Kebir’de top atışına tutup büyük hasar verdiği Fransız Donanması’nın orada bulunan zırhlılarından Bretagne patlayarak batmış, Dunkerque ile Provence karaya oturmuş, Strasbourg ise Fransa’nın merkezi deniz üssü olan Toulon’a hasarsız kaçmayı başarabilmişti. Toulon, aynı zamanda Fransa’nın kruvazör kuvvetlerini bulundurduğu yerdi. Algerie gibi kruvazörler bu limanda bulunmaktaydı. İlerleyen zamanda Toulon limanında bulunan gemiler Mers-El Kebir’de bulunan Provence ve Dunkerque’e eşlik ederek onları da Toulon’a getirmişti. (bkz. Dunkerque Sınıfı Muharebe Gemileri)

Her ne kadar Kuzey Afrika’daki Fransız birlikleri müttefiklere katılmış olsalar da İkiye bölünmüş Fransa’nın Alman işgali altında olmayan kısmı, her şeye rağmen tarafsızlığını sürdürmeye devam etti. Bu tarafsızlığını sürdüren kısım donanmalarını Toulon’da toplamışlar, Dunkerque ile Provence’i tamir etmişler ve Strasbourg ile beraberindeki 10 kadar kruvazörü pasif durumda tutmaya devam ediyorlardı. Aslında bu grup o sırada müttefiklere katılmak istiyorlardı. Ancak bir taraftan Almanya, diğer taraftan da Hitler’in müttefiki Mussolini İtalya’sı tarafından çevrili olduklarından korkuları, isteklerinden daha büyüktü. Bu durum, Mers El-Kebir bombardımanının yaşandığı 1940 yazından, 1942 sonbaharına kadar 2,5 yıl sürecekti. Ta ki, yukarda bahsettiğim olayda Amerika ve İngiltere, USS Massachusetts eşliğinde Kuzey Afrika’ya çıkana dek…

Richelieu ve Jean Bart’ın Amerikalıların eline geçtiğini öğrendiği an, Hitler 1 saniye bile düşünmeden, Toulon’daki Fransız Donanması’na el konulması emrini verdi. Almanlara göre Fransızlar, ateşkes anlaşmasına ihanet etmişti. Bu ihanetin cezası ise Fransa’nın tamamen işgal edilmesi olacaktı. Almanlar hiç beklemeden harekete geçerek Fransızların cezasını kesmek için harekete geçtiler. ‘’Lila Operasyonu’’ adı verilen operasyon ile tüm Fransa işgal edilecek ve bu operasyonun son aşaması olarak, Toulon şehrinde demirli bulunan Fransız Donanması’nın 3 zırhlısı ile limanda bulunan diğer savaş gemilerine el konularak müttefiklere karşı kullanılacaktı.

O güne kadar pasif kalıp, aslında teknolojik olarak son derece modern ve güçlü zırhlıları, kruvazörleri ve destroyerleri olan Fransa, 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın denizlerdeki kaderini belirleyen çok büyük bir hamle yaptı.

Fransızlar işgal edilmelerine rağmen Almanlarla yaptıkları “tarafsızlık” anlaşmasına sadakatle uymuşlar, bu sadakatlerine güvenmeyen İngilizlerin Mer El-Kebir’deki hain baskınlarına karşın onurlu bir şekilde karşılık vermişler ve onurlarından taviz vermeyerek “her şeye rağmen” dik durmaya devam etmişlerdi.

İkinci Dünya Savaşı denizcilik tarihine baktığınızda, Fransızların güçlü donanmalarına ve gemilerinin potansiyeline rağmen, hiçbir askeri hamlede bulunmadığını görürsünüz. Fransız donanmasının; “Fransız zırhlıları şu gemiyle savaştı.” veya “Fransız donanması şurayı bombaladı.” diyeceğiniz bir olayı yoktur. Savaş boyunca Fransız Donanması’nın yaptığı tek büyük hamlenin, yapabilecekleri en son ve en büyük hamle olmalıydı. Ve bu hamle Avrupa’da denizde devam eden çatışmaların kaderini çizecekti.

Almanlar 27 Kasım 1942 gecesi sabah saat 4:00 sıralarında, 7 Panzer Bölüğü ile Toulon’a girdiler. Ancak üs çok büyük olduğu için cephanelikler arasında kaybolarak 1 saat kaybettiler. Tabi bu sırada Fransız donanma yetkilileri işgal haberini almış ve bu işgal neticesinde donanmalarını Almanlara kaptırmaya hiç de niyetli değillerdi.

Fransızların Almanlarla yaptığı ateşkes anlaşmasının kurallarından biri de limanda bekletilen savaş gemilerinin depolarının boş tutulmasıydı. Ancak Almanların işgal etme olasılığını göz ardı etmeyen Fransızlar, azar azar ve gizli gizli bu depoları doldurmuşlardı ve her an bir “kaçış” için hazırlıklar yapıyorlardı. Ancak bu hazırlıklarda bir sıkıntı vardı, Fransız deniz subaylarının yarısı, hala İngilizlerin Mers El-Kebir’deki bombardımanı ve Amerika’nın Kuzey Afrika’yı işgalini gururlarına yediremiyorlardı. Dolayısıyla müttefik tarafına geçme fikrinden nefret ediyorlardı. Ortada açık bir kin durumu vardı. Toulon’daki Fransız donanmasının başındaki Amiral Jean de Laborde’da bunlardan biriydi ve donanmasının kesinlikle ne Alman ne de İngiliz ne de Amerikalıların eline geçmesi taraftarı değildi. Bundan ötürü de Kuzey Afrika’da Amerikan tarafına geçmiş olan Amiral François Darlan ile ters düşmüştü. Bir taraf “Gel müttefiklere katılalım savaşı beraber kazanalım.” derken diğeri, “Ben düşmanla iş birliğine girmem.” diye diretiyordu.

Toulon’a girip liman girişini ararken 1 saatten fazla süre kaybeden Almanlar, girmek istedikleri liman girişindeki bekçinin “Evraklarınızı gösterin.” gibi saçma sapan talepleri yüzünden de vakit kaybedince Amiral Laborde, tüm bu sürede gemilerin kendilerini batırmaları emrini vererek hazırlıklarını tamamlamalarını sağlamıştı.

Sabah saat 5:30’da Almanlar en nihayetinde limana makinalı tüfekler ve mekanize araçlarla girdiklerinde, Fransız denizcileri gemileri boşaltmış ve tüm iskele bir insan denizine dönüşmüştü. Almanlar panik ve aceleyle tüm gemilere çıkmak için koştukları an, sancak gemisi Strasbourg’dan tek kelimelik bir emir, 3 kez tekrarlandı: “l’ouest!, l’ouest!, l’ouest! / Batın!, Batın!, Batın!”

Almanlar Fransızları durdurmaya çalışırken karşılıklı bir ateş başladı: Alman tanklarına Fransız zırhlı ve kruvazörleri yanıt vermeye kalkınca Almanlar anlaşarak bu faciayı durdurmak istedi. Ancak artık çok geçti: Açılan vanalar ve patlamalar eşliğinde ilk önce güzeller güzeli zırhlı Strasbourg, olduğu yerde suya gömülerek zemine oturdu. Strasbourg’un tüm makine dairesi havaya uçurulmuştu ve artık onarılması bile imkansızdı. Strasbourg sadece 10 dakika içinde suya gömülü bir hurdaya döndü.

Almanlar'ın Gözünün Önünde Kendini İmha Eden Colbert Zırhlısı
O an kuru havuzda bekleyen Dunkerque’ün kaptanı ilk önce gemisini batırmak istemedi. Ancak diğerlerinin yaptığı fedakarlıkları görünce, La Galissonniere kruvazörünün kaptanı tarafından ikna edildi. Strasbourg’un kardeşi Dunkerque’de, aynı fedakarlığı yaparak tüm makina dairesini imha ederek büyük bir patlamayla olduğu yerde infilak etti ve dibe oturdu. Fransızların en son ve teknoloji olarak eski zırhlısı Provence de aynı hamleyi yapıp battı.

Dunkerque Kendini İmha Ettikten Sonraki Hali
Savaş boyunca hiçbir şey yapmayan Fransızlar, Toulon’da savaşın devamını şekillendirecek en büyük hamlelerden birine imza atmışlardı. Almanya, Fransız donanmasının kuvvetinden mahrum kalmıştı ve “yumuşak karın” diyebileceğimiz Akdeniz kıyılarından işgale açık hale gelmişti. İtalya, zaten tek başına Almanya’yı savunabilecek deniz gücüne sahip değildi. Fransız zırhlıları hiçbir savaşta yer almamalarına rağmen, sadece kendilerini feda etmeleriyle 2. Dünya Savaşı’nda kalıcı bir iz bıraktılar. Bu olaya farklı bir bakış açısından bakacak olursak; 1. Dünya Savaşının bitmesiyle 1919 senesinde Alman Donanmasının Scapa Flow'a götürülerek müttefik kuvvetler tarafından alıkonulması sırasında kendini imha etmesi olayının aynısı bu kez Almanların başına geldiği sonucu çıkartılabilir. Ancak yazının başında bahsettiğimiz ve Amerikalıların tarafına geçen Richelieu kendini feda etme yöntemini uygulamamış ve savaşın ilerleyen safhasında Fransızların 2. Dünya Savaşı’ndaki tek aktif zırhlısı olarak gururla onları temsil etmiştir.

Scharnhorst (Sağda) ve Tirpitz (Solda) Norveç Harekatı (Operation Sizilien) Sırasında Yan Yana
Fransız Donanması’nın da ortadan kalkmasıyla, müttefikler için Avrupa’da denizde kala kala sadece 2 tehlike kalmıştı: Scharnhorst ve Tirpitz. Dolayısıyla da İngiltere, zırhlılarını hızla Japonların son derece aktif olup; Amerika’ya kan kusturduğu Hint ve Pasifik Okyanuslarına kaydırmaya başladı.

 Fransızların Toulon’da kendi donanmalarını batırması, 1942’nin son önemli donanma olayı oldu. 1943’e girildiğinde, Guadalcanal’da yaklaşık 6 aydır devam eden çatışmaların sonunda çekilmeyi uygun gören taraf, en nihayetinde Japonlar oldu. 1942 Kasım’ında birbirini takip eden 2 gecede önce Hiei sonra da Kirishima zırhlılarını kaybeden Japonlar, güçlerini tazeleyip yeniden organize olmak için geri çekildiler. Bu şekilde savunma hatlarını da daha da güçlendireceklerdi.

Guadalcanal Muharebeleri Sırasında Kirishima ve Hiei Ana Bataryalarını Ateşlerken
 Japon Donanması, Hiei ve Kirishima’nın kaybına rağmen hala modern zırhlılara ve de daha da önemlisi 2. Dünya Savaşı’nın en modern ve güçlü kruvazörlerine sahipti. Bu durum Amerikalıların karşısında büyük bir sorun olarak duruyordu. Çünkü, Japonların Takao, Mogami ve Tone sınıfı kruvazörleri hem çok güçlü hem de çok hızlıydılar. Amerika’nın en modern zırhlıları olan North Carolina ve South Dakota sınıfı zırhlıları bile onları yakalayacak hıza sahip değildi.

Yine de Amerika, 1943 başında Guadalcanal’da büyük hasar gören USS South Dakota (BB-57) ile kardeşi USS Alabama’yı (BB-60) Kuzey Atlantik Okyanusu’na, İngiliz zırhlısı 5. George ile birlikte konvoy korumasına gönderdi. Kuzey Afrika operasyonunu başarıyla tamamlayan USS Massachusetts ise, Guadalcanal’da destan yazan USS North Carolina ile USS Washington ikilisine katılmış olan kardeşi USS Indiana’yla dev bir zırhlı gücü meydana getirmek üzere 1943 yılının Mart ayında Tahiti’de buluşacaktı. Kısaca, Amerikan donanmasının tüm modern zırhlıları Amerika’dan son derece uzakta görevlendirilmişti.

 Çünkü bunun bir sebebi vardı…

 Amerika, daha 1936’da Japonya’nın İkinci Londra Deniz Konferansı’ndan çekilmesinin ardından Japonları, potansiyel bir askeri tehdit olarak etüt etmeye başlamıştı. Varlığını bilmedikleri için, Amerika’nın Yamato ve Musashi’yi içine katmadıkları bu etüdün sonucunda Amerika’ya tehdit olabilecek 2 Japon unsurunda karar kılınmıştı. Amerika’ya tehdit olabilecek bu gemiler Kongo sınıfı 4 hızlı zırhlı ve Japonya’nın nerdeyse birer mini zırhlı denilebilecek kadar güçlü kruvazörleri olarak öngörülmüştü.

Amerika, 1938’de o sıralar inşasına yeni başladığı North Carolina ve South Dakota sınıfı zırhlıların bu tehdit unsurlarına karşı koymak için yeterince hızlı olmadığının bilincindeydi. Dolayısıyla donanma yetkilileri yeni bir savaş gemisi tasarlamaya kararı aldılar.

 Bu yeni tasarlanacak zırhlı, öyle niteliklere sahip olmalıydı ki Amerikan donanma tasarımcıları, o güne kadar alışageldikleri zırhlı tasarımından çok uzaklaşacak ve eşi benzeri olmayan bir savaş gemisi yaratmak zorunda kalacaklardı. Öncelikle bu yeni tasarlanan gemi Amerika’nın en modern topları olan 16 inch 406 mm’lik Mark 7 topuna sahip olacaktı. Bu yeni gemi bir zırhlı olacağı için de kendi silahlarının kalibresine dayanıklı bir zırha sahip olmalıydı. Bu noktaya kadar her şey güzeldi. Ancak işlerin karıştığı nokta, geminin hızında ortaya çıktı. Amerikan donanması yetkilileri, 35 knot hıza sahip ve bir zırhlı için süpersonik sayılacak bir hız talep ediyordu.

16 inch 406 mm Mark 7 Topu USS New Jersey (BB-62)
 Bu noktada zırhlı tasarımı ile ilgili küçük bir anekdot eklemek gerekiyor. Zırhlıların tasarımı her daim 3 unsurdan oluşmaktadır. Bu unsurlar temel olarak zırhın dayanıklılık unsuru, hız unsuru ve atış kabiliyeti unsurlarıdır. Bu unsurlardan birinde süper olmak için, diğer iki unsurdan birisinden vazgeçilmek gerekmektedir. Ancak Amerikalı tasarımcılar, bu yeni zırhlı sınıfında, hiçbir şeyden vazgeçmeye niyetli değildi. Tam işler içinden çıkılmaz bir hal aldı derken, Amerikan tasarımcıları devrim yaratacak bir zırh sistemiyle ortaya çıktılar. Bu zırh sisteminde deniz suyu da bir mekanik olarak yer alıyordu ve geminin esas zırh kemeri, gövdenin dışında değil, içinde olacaktı.

 Yeni tasarlanan bu gemi 35 knot hız yapacağı için, yeterli sayıda kazan odasına sahip olması gerektiğinden, 260 metre gibi devasa uzunlukta bir gövdeye sahip olacaktı. Bu uzunlukta gövdenin ağırlık sebebiyle ortasından kırılmaması için de zırhının ilk tasarlanandan daha ince olmasında karar kılınmıştı. Yine de bu inceliğe rağmen strüktürel yapısındaki devrimsel tasarım sebebiyle, bu zırhlı sınıfı, Yamato’dan gelebilecek bir isabeti alsa bile dayanabilecek sağlamlıktaydı.

 Bu yeni zırhlı sınıfı için, tek ve evrensel bir amaca dayanan lakap takılmıştı: “Kruvazör Katili”. Muazzam hızıyla hem uçak gemilerine eşlik edip onları koruyabilecek, hem de düşmanın Kongo sınıfı hızlı zırhlıları ile birlikte diğer kruvazörlerini kovalayıp yok edebilecekti.

IJN Kongo
Amerika bu yeni tasarlanan gemilerden ilk başta 4, daha sonradan 2 tane daha üretmeye karar verdi ve doğrudan inşa aşamasına giriştiler. 4 yıl süren inşa aşaması gizlilik içinde yürütüldü ve İngiltere hariç hiçbir ülke, bu yeni devlerin varlığından haberdar olmadı. Ta ki 22 Şubat 1943’te bu yeni gemilerden ilki olan USS Iowa (BB-61), hizmete girene kadar.

USS Iowa (BB-61)
Yamato ve Musashi’yi gizlice inşa etmiş olan Japonlar, Amerika’nın da kendi dev zırhlılarını ortaya çıkarmasıyla iyice bir “Son Savaş” fikrine kendilerini kaptırmışlardı. Tıpkı 1905’te Tsushima Deniz Muharebesi’ndeki gibi bir savaş ile kendi devlerini Amerika’nın devleri ile karşılaştıracak ve yine galip çıkacaklarına inanıyorlardı.
  
Ancak Amerika’nın gizlediği ve kimsenin haberdar olmadığı başka sürprizleri de bulunmaktaydı

Pearl Harbor’da, Amerika’nın birçok “standart zırhlı”sının battıktan sonra, battıkları yerde önce suda yükseltilip sonra da anakaraya kadar yüzdürülüp tamire alınmıştı. Bunların 4 tanesi çok ağır hasar almıştı ve bunlardan biri olan USS Oklahoma (BB-37), kurtarılamayacak kadar kötü durumdaydı. Ancak diğer 3 zırhlıyı, Amerikalıların kendileri dahil hiç kimsenin tahmin dahi edemeyeceği bir kader bekliyordu.

Amerikan Donanması geri kalan 3 zırhlıyı önce Pearl harbor’un olduğu Hawaii’den Anakara Amerika’sına geri getirdi ve denizcilik tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir yenileme, yükseltme ve güncelleme operasyonuna girişmişlerdi. 1942 yazında başlayan ve yaklaşık 10 ay süren bu operasyon sonucunda bu 3 gemi yeniden suya indirildiklerinde, eski hallerinden eser kalmamıştı. Her 3 zırhlının da tüm üst güverteleri tamamen kesilerek değiştirilmiş ve o anki en modern Amerikan zırhlıları olan South Dakota’ların üst güverteleri bunlara da inşa edilerek North Carolina’nın ikincil silahlarıyla hava savunması da monte edilmişti. Ancak tekneleri kısa olduğu için bu kadar yükü kaldırabilmek için genişletilmiş, sonuç olarak da Panama Kanalı’ndan geçemeyecek kadar genişledikleri için sadece Pasifik Okyanusu’nda operasyon yapabilecek hale gelmişlerdi. Bu yenilenen gemiler ise USS Tennessee, kardeşi USS California ve USS West Virginia gemileriydi. Bu gemilerin eski hallerinden neredeyse eser kalmamış ve tamamen farklı siluetlere bürünerek tam bir canavara dönüşmüşlerdi.

7 Mayıs 1943, Amerikan Donanması’nın yenilenerek dirilişinin simgesi olan USS Tennessee zırhlısının yeniden suya indiği tarih oldu. Amerika’nın yeniden doğan bu 3 zırhlısı, 2. Dünya Savaşı’nın ilerleyen dönemlerinde, dünya tarihinin en ironik ve anlamlı savaşlarından birini yapacak ve adlarını tarihe altın harflerle yazdıracaklardı.

USS Tennessee (BB-43) Eski Hali (Arkadaki Model) ve Yeni Hali (Öndeki Model) Değişim Gerçekten Muazzam
Amerika’da işler böyle yolunda giderken, Japonya ise, başına gelebilecek en büyük şanssızlıklardan biriyle sarsıldı.

Guadalcanal’dan çekilen Japonya, Amerika’nın aşırı düzeyde artan hava gücüne karşı önlem almaya başlamıştı. Bu önlemlerden biri de zırhlılarına yeni hava savunması monte etmekti ve bu proje kapsamında Mutsu ve Nagato zırhlıları Japon İmparatorluk Donanması’nın merkezi olan Hashirajima Deniz Üssü’ne dönmüştü.

8 Haziran 1943 günü, demirli olduğu limanda tam Nagato ile yer değiştirmek için hareket ettikten hemen sonra, Mutsu’nun 3. Taret cephaneliği havaya uçtu, hemen ardından 4. Tareti de infilak etti ve gemi ikiye kırıldı. Ön gövde 10 dakika içinde ters dönüp içinde 1100 kişiyle birlikte batarak onlara mezar oldu. Arka gövde ise yanarak 12 saat kadar su üstünde kaldı ve daha sonra o bölümde battı.

Mutsu'nun Havaya Uçmuş Ana Tareti
Bu patlama, Japon İmparatorluk donanmasının o döneme kadar yaşadığı en büyük facialardan biriydi ve bu facianın büyüklüğüne rağmen, Japon hükümeti tarafından uzunca bir süre sır olarak saklandı. Amerikalılar, Mutsu’nun battığını ancak 1 yıl sonra, esir aldıkları ve olay anında orda bulunmuş olan Japon askerlerinden öğreneceklerdi.

 Tam da bu sıralarda, İtalya’da Mussolini iktidardan uzaklaştırılmış ve yeni hükümet de Nazilerle ilişkilerini keserek, müttefiklerin tarafına geçmişti. Müttefikler için bu gelişmeler çok güzeldi. Ancak İtalyanların teslim olmasından sonra müttefik komutanlarının üstünde tartıştıkları önemli bir konu vardı. İtalyan zırhlıları ne olacaktı?

 İtalya, Taranto Baskını’nda hasar gören Littorio’yu tamamen onarmış, Matapan Deniz Savaşı’nda zar zor kurtulan Vittorio Veneto’yu yüksek güvenlik içerisinde korumaya almış ve bunlara ek olarak tamamlanarak yeni denize indirilmiş ve Littorio ile Vittorio Veneto’dan daha büyük ve modern teçhizata sahip Roma zırhlısını donanmasına katmıştı.

 İtalyanların teslim olmasıyla yukarıda bulunan bu güçlü platformlar artık müttefiklerin olacaktı. Amerika ve İngiltere’nin nerdeyse tüm zırhlıları Pasifik’teyken, İtalyan zırhlıları Akdeniz ve Batı Avrupa kıyılarında çok yararlı olabilirdi. Ancak Müttefikler, çeşitli nedenlerden ötürü Almanların bu zırhlılara zarar vermesinden çekiniyorlardı. Yeni İtalyan hükümeti, Müttefik Ordusu lideri ve geleceğin Amerikan başkanı Dwight Eisenhower’la önceden belirlenmemiş ve gizli bir tarihte, İtalyan Donanması’nın, Malta’daki İngiliz üssüne gitmesi konusunda anlaştı.

 9 Eylül 1943 günü, İtalyan donanmasının tümü, Roma’nın amiral gemisi olarak başını çektiği diğer zırhlılar Littorio ve Vittorio Veneto ile birlikte Malta’ya doğru yola çıktı. Bu zırhlılar arasında Giulio Cesare’de vardı. 

Bu yolculuk sırasında her şey yolunda giderken, saat 14:00 civarında ufukta çift motorlu Alman Dornier Do 217 Bombardıman uçakları belirdi. Bunların bombardıman için geldikleri belliydi. Ancak ortada bir gariplik vardı. Bu uçaklar, bir bombardıman için çok yüksek bir irtifada uçuyorlardı. O kadar yükseklikten atacakları bir bombanın isabet ihtimali, net olarak imkansızdı. Bulundukları irtifadan bomba isabeti tutturmaları da imkansızdı.

Dornier Do 217 Bombardıman Uçakları
İşte herkes şaşkınlıkla uçakları izleyip tam da yukarıda zikrettiğimiz düşüncelere kapılmışken, Alman Bombardıman uçaklarının her biri, taşıdıkları tek ve kocaman bombayı bomba kapaklarını açarak bırakmaya başladı. Bu durum normal bir bombardıman için gerçekten garipti. Öncelikle, standart bombardıman tekniğinin aksine, uçaklar pike yapmak için alçalmamıştı ve bombalarını bıraktıktan sonra da uzaklaşmak yerine oldukları yerde yavaşça dönüyorlardı…

 Tüm bunların nedeni kısa sürede anlaşıldı. Daha ilk bomba, Littorio’nun kıç tarafından sadece 2 metre uzakta suya gömülerek patladı. Bu bombardımanda garip şekilde inanılmaz bir isabet oranı söz konusuydu.

Fritz-X Şeması

Söz konusu bombalar, Almanların son teknolojisi olan ve atıldığı uçaktan Radyo sinyalleriyle uzaktan kumanda edilerek yönlendirilen, 4 kanatlı Fritz-X bombalarıydı. Kısaca hedefi bulan bombanın kendisi değil, o bombayı kontrol eden bir insan idi.

Littorio’nın bu ürkütücü durumdan kurtulmasındaki şansı, Roma’da yoktu. Almanlar özellikle lider gemi olan Roma’yı, filo komutanı içinde olduğu için hedef almışlardı. İlk isabet Roma’nın sağ arka güvertesine gelerek gövdenin altında delik açtı ve geminin tüm elektrik sistemlerini ve onunla çalışan tüm makinaları devre dışı bıraktı. Sadece tek bir bombayla Roma 12 knot hıza düşmüş ve tüm elektrik ve iletişim sistemleri çökmüştü. Diğer zırhlılar hızla manevra yapıp uzaklaşırken geride kalan Roma, Alman uçakları için birdenbire atış talimi yapılabilecek bir hedef haline gelmişti. Saat 15:50’de, ikinci bir bomba Roma’nın 2. Taretinin sağ tarafından gemiye girdi ve başlattığı yangın sonucunda Roma’nın 2. Taret cephaneliği infilak ederek patladı. Patlama o kadar şiddetliydi ki taretin kendisi bile havaya fırladı. Bu patlamayla aynı zamanda geminin tüm komuta kulesi de yok oldu ve geminin hem kaptanı hem de filo komutanı öldü. Sadece 20 dakika sonra yani 16:10’da Avrupa’nın gelmiş geçmiş en güzel zırhlısı olarak niteleyebileceğimi Roma, 1850 denizcisinden 1250’siyle beraber önce suda ters döndü, daha sonra ise ikiye bölünerek kırıldı ve battı…




Bundan sonraki süreçte Malta’ya güvenle ulaşan Littorio ve Vittorio Veneto, İngilizler tarafından Mısır’a kaydırılarak pasif halde beklemek üzere çürümeye terkedilecekti. Yine aynı konvoyda yer alan diğer zırhlılar Giulio Cesare, Caio Duilio ve Andrea Doria’da savaş sonuna kadar Malta’da bekletilecekti. Burada tüm amaç, savaşın geri kalanında bu savaş gemilerinin bir tehdit olmasını engellemekti. Zaten ne İngiliz ne de Amerikalılar, bu dev gemileri kullanacak kadar çok denizciye sahip değillerdi. Bu gemilerin kullanılmamasının bir başka nedeni ise özellikle modern teknolojiler ile donatılmış olan Amerikan zırhlılarının karşısında teknolojik olarak gerisinde kalmalarıydı. Ayrıca İtalyan gemilerinin hava savunma sistemleri müttefik gemilerinin hava savunma sistemleri kadar etkili değildi. Dolayısıyla İtalyan Donanması Regia Marina için, gerçekten çok estetik bir güzelliğe sahip İtalyan zırhlıları için 2. Dünya Savaşı, çetin bir varoluş mücadelesinin ardından, en nihayetinde bitmişti.

Ancak 2. Dünya Savaşı, gezegenin diğer yarıküresinde yani, Pasifik Okyanusu’nda devasa bir yangına dönüşerek devam etmekteydi.

Guadalcanal’ı Japonlardan 6 ayın sonunda ancak temizleyebilen Amerikan Donanması, hücuma kalkmıştı ve bu hücumun merkezine, en modern zırhlılarının 6 tanesini yerleştirmişti.

Her ne kadar tarih kitaplarında çok detaylı yer almasa da Pasifik Okyanusu’ndaki Nauru Adası yaşayanları, 9 Aralık 1943 günü, 2. Dünya Savaşında görülebilmiş olan en büyük zırhlı aksiyonuna şahit oldu.

Nauru Adası coğrafi olarak askeri bir üs için olabilecek en kötü yapıya sahipti. Ada yuvarlak bir şapka şeklindeydi ve doğal bir limana sahip değildi, her tarafı kumsaldı. Daha da kötüsü, ada bir volkandı ve mağaralar sistemiyle doluydu. Adadaki bir kumsal olan tek küçük düzlük, Japonlar tarafından bir havaalanına çevrilip üs haline getirilmişti.

İşte bu üs, sorunun kendisiydi. Amerikalılar üssü görmezden gelemezdi çünkü çok yakındaki Tarawa’daki Amerikan üssünün dibinde sayılırdı ve Naruru’dan kalkacak japon uçakları Amerikan üssüne ciddi hasarlar verebilirdi. Peki Amerikalılar ne yaptı? Donanma başka bir operasyona giderken yol üstündeki bu adaya tamı tamına 6 modern zırhlılarının tümüyle, Pasifik Cephesinin en büyük bombardımanını yaptı. USS North Carolina, Washington, South Dakota, Indiana, Massachusetts ve Alabama, bir sıra halinde dizilip Nauru Adası’na tarihin gelmiş geçmiş en büyük zırhlı bombardımanını yaparak adayı tabiri caizse bombalarıyla dümdüz ettiler.

Amerikan Zırhlıları Nauru Adasını Bombalarken Çekilmiş Bir Fotoğraf
Nauru ile beraber, Amerikan zırhlılarının Pasifik’teki hücumu en nihayetinde başlamıştı… Ve buna ilave olarak, Iowa’nın ardından, ilerde “Kara Ejder” olarak bilinecek olan kardeşi USS New Jersey hizmete girmişti.

Pasifik’te zırhlılar için bu şekilde dev bir hücum başlarken, Avrupa’da bir başka hücum ise, çok ünlü bir zırhlı için, hüzünlü ama onurlu bir son olacaktı.

1943’in ilk yarısında Amerika USS South Dakota ve USS Alabama zırhlılarını İngiliz Donanması’na destek için Kuzey Denizi’ne göndermiş ve tam 6 ay Tirpitz’i tuzağa düşürüp limandan ayrılmasını sağlayarak batırmak için uğraşmışlardı.

Almanlar Bismarck’ın ardından Tirpitz’i de kaybetmemek için doğaüstü bir uğraş veriyorlardı. Tirpitz Norveç fiyordlarının arasında saklanıyor, ancak en beklenmedik ve sürpriz zamanlamalarla ortaya çıkarak kendine batırabileceği avlar arıyordu. Bu duruma karşılık İngiliz ve Amerikalılar fazlasıyla önlemlerini almıştı ve Almanlar, bir zırhlı çarpışmasından özellikle kaçınıyorlardı. Buna ek olarak 22 Eylül 1943’te Tirpitz’in İngilizler tarafından 2 mini denizaltı ile sabote edilmesi, Almanlar için bardağı taşıran son damla olmuştu. Tirpitz artık göreve çıkarılamayacaktı ve Norveç’teki Alman Deniz gücü geriye kalan tek zırhlıdan meydana gelmişti.

Geriye kalan bu zırhlı ise Scharnhorst idi.

Çünkü Tirpitz’e gösterilen özen, Scharnhorst için gerekli değildi. Scharnhorst, çok hızlı, manevra kabiliyeti yüksek bir zırhlıydı. İngilizler, konvoylarla Ruslara silah, ekipman ve gıda desteği sağlıyordu ve bu durum giderek Almanları 2 cephede kıskaç altına alıyor ve bu konvoylarda “olur da tirpitz çıkar da savaşırız” diye koruma amaçlı bulundurulan zırhlıların hiçbiri, Scharnhorst kadar hızlı değildi. Kısaca saldırı sonrası bir tehdit hissettiği anda Scharnhorst, hızı sayesinde hemen arkasını dönüp kaçabilirdi. Dolayısıyla da Almanlar, bu zırhlıyla İngiliz konvoylarını taciz etmekte beis görmediler ve operasyonlara başladılar. 

Ancak Almanların hesaba katmadığı bir şey vardı… hesaba katılmayan şey ise İngiliz Kraliyet Donanması’nın yeni komutanı, Amiral Bruce Fraser idi.

Sir Bruce Fraser, sakin, yumuşak sesli, stratejik düşünen ve mürettebatı tarafından çok sevilen bir komutandı. Kendisi zaten uzun süredir Scharnhorst’u devre dışı bırakmak için planlar yapıyordu. Ve bu planlar dahilinde başarıya ulaşması için geriye kalan tek hamle, Scharnhorst’u saklandığı limandan çıkarmaktı. Bunu da Rusya’ya giden bir konvoyu normal rotasının çok kuzeyinden geçirerek yaptı.

Amiral Bruce Fraser
Amiral Erich Bey
Scharnhorst’un başında, aslen bir destroyer komutanı olan ve zırhlı operasyonu konusunda tamamen deneyimsiz, Amiral Erich Bey vardı. Erich Bey, sefere çıktığı o gün istihbarat servisinin konvoyun rotası hakkındaki kendisine verdiği bilgilerin netliğine aldanarak yola çıktığında, aradığı konvoyu bulamadığı için daha da açılmaya karar verdi. Bunun için de hem o kadar uzağa uçamayacak olan hava savunması için görevlendirilmiş uçakları geri gönderdi, hem de beraberindeki destroyerleri güneye dağıtarak konvoyu arayıp bulmaları emrini verdi.  Kısaca kendini, göz göre göre açık denizde yalnız ve korumasız olarak bıraktı.

Aslında Schanhorst’un bu beklenmedik durumu tam da Sir Bruce Fraser’in istediği, umduğu ve  beklediği andı. Kısaca Bismarc’da olduğu gibi Schanhorst’da seçimini yapmış ve eceline doğru yol alıyordu.

Bu dönemde İngiliz gücü Kuzey Denizinde 2 kuvvete bölünmüş şekilde bulunuyordu.

Yalnız kalan Scharnhorst, ilk olarak kruvazörler HMS Belfast, HMS Norfolk ve HMS Sheffield’ı bünyesinde bulunduran 1. Kuvvet ile karşılaştı. Tıpkı Bismarck’ın dümenine gelen torpido gibi, tarihin en büyük şanssızlıklarından biri de o an Scharnhorst’un başına geldi. Bu şansızlığı anlatmaya başlayarak olayların bundan sonraki seyrine geçebiliriz.

HMS Belfast’ın toplarıyla attığı ilk salvoda ki top mermilerinden birisi, Scharnhorst’un radarına isabet ederek geminin nişan sistemlerini tamamen devre dışı bıraktı. Zaten kararmış olan havada Scharnhorst’un topçuları, artık sadece dürbünle ufukta görebildikleri atışların ışıklarını hedef alarak ateş ediyorlardı. Bu durumdaki asıl sıkıntı ise İngiliz kruvazörlerinden ikisinin ışık bırakmayan patlayıcı kullanmasıydı. Taretleri ışık saçan tek kruvazör olan HMS Norfolk ise bu durumda en dezavantajlı olan gemiydi ve gemi Scharnhorst’un topları tarafından dövülmeye başlamıştı. Ancak Erich Bey, burada bir hata daha yaparak atış yaptığı geminin zırhlı olduğunu farz ederek, bu çatışmadan zararlı çıkacağını öngördü ve çatışmadan mümkün olduğu kadarıyla uzaklaşmaya gayret etmeye başladı. Erich Bey’ın amacı, zaten tarihin gemi topuyla en uzak isabetini yapmış olan Scharnhorst ile maksimum mesafeyi koruyup riske girmeden savaşmak ve gerekirse kaçmaktı.



Fakat Shanhorst’un karşısındakiler zırhlı değildi ve Scharnhorst, radarı olmadığı için onları göremediği halde karşıdaki gemiler onunla aynı hızda onu takip ediyorlardı. HMS Belfast’tan Scharnhorst’un pozisyonunu öğrenen Amiral Bruce Fraser’in yönetiminde İngilizlerin en modern zırhlılarından, 5. George sınıfının 3. Gemisi olan HMS Duke Of York vardı.

HMS Duke Of York
Duke Of York, bu bilgi üzerine son hızla Scharnhorst’a doğru yol almaya başladı. Duke Of York ile birlikte HMS Fiji’nin de dahil olduğu Crown Colony sınıfından hafif kruvazör HMS Jamaica ve Norveç destroyeri Stord’un da bulunduğu 4 destroyer bulunmaktaydı.

Askeri denizcilik tarihinin en görkemli sahnelerinden biri, işte tam da bu noktada, birkaç saat kaçan Scharnhorst’u, HMS Duke of York, kendi radarında saptadığında yaşandı. Scharnhorst, o ana kadar kendisini takip eden kruvazörlerden HMS Norfolk’a büyük bir zarar vermişti. Ancak yaklaşan tehlikenin farkında olmadan, tek başına yiğitçe savaşmaya çalışıyordu.

HMS Duke of York radarında saptama yapar yapmaz, Bruce Fraser’in emriyle, HMS Belfast’ın ateşlediği aydınlatma fişekleri gökyüzünde patlayarak geceyi bir anda gündüze çevirdi. Scharnhorst mürettebatı, bu aydınlatma fişekleri sayesinde talim tahtası olacak şekilde ortada kaldıklarını anladı. Zaten toplarını hedefe kilitlemiş olan HMS Duke of York aydınlatma fişeklerinin yardımı ile toplarının tamamını dev bir gürültüyle tarihin en ağır salvolarından birini ateşledi. Tıpkı USS Washington’un Kirishima’ya yaptığı gibi, HMS Duke of York’da top atışıyla ayı şekilde rakibini dövmeye başlamıştı. 



Duke of York’un bu ilk salvosu, Scharnhorst’un gövdesine çok büyük zararlar vermiş ve resmen gemi gövdesini delik deşik etmişti. Aynı salvo sırasında top mermilerinden bir tanesi direk olarak Scharnhorst’un A ile B taretlerini imha ederek devre dışı bırakmıştı. Bu büyük ve yıkıcı salvo sonrası, hangisinin zırhlı olup; hangisinin olmadığını bu noktada ancak kavrayabilmiş olan Amiral Erich Bey, geriye kalan tek tareti olan C taretiyle Duke Of York’a ateş ederek kaçmaya başladı. Scharnhorst’un bir başka şanssızlığı da işte tam bu sırada gerçekleşti ve atışlarından biri, Duke of York’un 2 direğinin arasındaki boşluktan geçerek sadece geminin kablolarını kopardı. Eğer o atış 2 metre alçaktan gitse, Duke of York’un üst güvertesi çok büyük bir hasar alabilir veya gemi devre dışı kalabilirdi. Bu şansızlık yetmezmiş gibi Duke of York’un bu atışa cevap olarak gönderdiği salvolar, Scharnhorst’un zırhını delerek kazan dairelerinden birini patlattı ve Scharnhorst, birden 10 knot hıza düştü. Her ne kadar üstün Alman mühendisliği sayesinde kısa süre içinde hasar onarılarak gemi tekrar 22 knot hıza kadar yükseltilebildiyse de artık Duke of York’a refakat eden destroyerler Scharnhorst’a yetişmiş ve artık torpido atmak için uygun pozisyon arıyorlardı. Bu sırada, Amiral Erich Bey’in Scharnhorst’tan Alman üssüne gönderdiği son mesajda:

Son mermimize kadar savaşacağız!” yazacaktı.

Bu mesaj sonrası bir anda kendisini kovalayan destroyerlerden HMS Savage ve HMS Saumarez’e ateş etmek için dönen Scharnhorst, diğer taraftan da kendini HMS Scorpion ve Stord destroyerlerinin torpido saldırısına açık bırakmıştı. İki taraftan ikişer destroyerin kıskaç torpido saldırısına maruz kalan Scharnhorst, bu saldırı sonrası 4 torpido tarafından vuruldu. Ama ağabeyi Bismarc gibi batmadan savaşmaya devam etti. Fakat bu saldırı sonrası geminin hızı yine 10 knot’a düşmüştü ve artık yalpalayarak ilerleyebiliyordu. Scharnhost’un ana topları devre dışı kalmasına rağmen, ikincil silahlarıyla kendisine karşı torpido saldırısında bulunan destroyerlere çok büyük hasar vermeye devam ediyordu.

Torpido saldırısından kısa bir süre sonra aksiyona bir başka ingiliz kuvveti daha dahil olup; bu kuvvetin bünyesinde bulunan destroyerler de torpido saldırısı düzenlemeye başladı. Aynı zamanda hızı düşen Scharnhorst’a yeniden yetişen Duke of York ile HMS Belfast ve HMS Jamaica tarafından ateşlenen top ve torpido salvoları da bu saldırıların üzerine eklenince Scharnhost iyice çaresizliğe düştü. Saat 19:15’den itibaren tam yarım saat boyunca, tek başına arı sürüsü gibi kendisine saldıran İngiliz kraliyet donanması ile tek başına savaşan Scharnhorst, Bismarck ile aynı kaderi paylaşırcasına, tarihin en yoğun top ve torpido ateşine maruz kaldı ve dayanabildiği kadar dayanıp verebildiği kadar yanıt vermeye çalıştı. Ancak tüm top mermilerinin verdiği hasardan dolayı bir hurdaya dönen üst güvertede bulunan mürettebat çoktan ölmüştü. Almanların şanlı zırhlısı Scharnhorst, en sonunda saat 19:45’te burnu tamamen suya gömülmüş halde ve pervaneleri hala döner vaziyette ilerlemeye çalışırken önce ters döndü, sonra da battı. Tam da gövdesi sualtına tamamen gömüldüğünde yaşanan devasa bir patlamayla burun kısmı infilak etti. Bu olay neticesinde bir efsane zırhlı daha denizin derinliklerine ve tarih tozlu sayfalarının arasına karıştı.


Tarih kitaplarında “Kuzey Burnu Muharebesi” (The Battle Of North Cape) olarak geçen bu savaş, Avrupa’da yaşanmış olan son zırhlı düellosuydu ve katılımcılar için tam anlamıyla bir görsel şölen olarak geçen bu çarpışma, aynı zamanda Scharnhorst’ta görev almış olan 1968 Alman denizcisinden sadece 36 tanesinin hayatta kalabildiği bir kan banyosudur.

Scharnhorst, kendisinden belki de 6-7 kat fazla güçte bir düşman grubuna karşı tek başına savaşmış olmasına, 20’ye yakın torpido ve yüzlerce top mermi tarafından vurulmasına rağmen, tıpkı büyük abisi Bismarck gibi inatla savaşmaya devam etmiş ve batmamış, batmak istememişti. Bundan dolayı savaşın hemen sonunda, Amiral Bruce Fraser, tüm askerlerine seslenerek Scharnhorst’a saygı duruşunda bulunulması emrini vermiş ve bu saygı duruşu sorasında mürettebatına;

Eğer ki bir gün, içinizden herhangi biriniz, olur da kendinizden sayıca çok daha üstün ve güçlü bir düşmana karşı bir gemiye liderlik etme durumunda kalırsa, tıpkı Scharnhorst’un bugün savaştığı gibi savaşmalısınız!” demiştir.

1942 sonu ile 1943 sonu arasında geçen bu 1 yıllık süreçte, Fransız ve İtalyan donanmalarının savaştan çekilmesine tanık olunmuş, 1943’ün tam da Noel gecesi olan 26 Aralık’ta Scharnhorst’un batmasıyla Avrupa’da bir devir kapanmıştı. Scharnhorst’un batması, artık en güçlü zırhlının bile, hava desteği olmaksızın limanın 2 kilometre dışına dahi çıkamayacağı gerçeğinin pekiştiği olay oldu. Bu durumdan ötürü Almanların elde kalan son zırhlı olan Tirpitz, Norveç’te tek başına kaldığı 1944 başından itibaren, Bismarck ve Scharnhorst’un açık denizlerde tek başlarına verdiği hayatta kalma ve varoluş mücadelesini, onların aksine, saklandığı yerden devam ettirmek mecburiyetinde kalacaktı.


Avrupa’da zırhlı gemiler çağı, 1943 yılının noel gecesi Scharnhorst’un batmasıyla aslında teknik olarak kapandı. Ancak pratik olarak Tirpitz hala müttefikler için bir tehdit oluşturmaya devam edecek ve İngilizlerin kayda değer bir kuvvetini bu bölgede tutmasına neden olacaktı.

Pasifik’te ise durum tam tersi şekilde ilerliyor ve Amerikalıların, muazzam hava savunması desteği ile donattığı, uçak gemilerine gardiyanlık ve sahil bombalama gibi yan görevlerle fonksiyonlarına çeşitlilik katıp maksimum verim almaya başladığı zırhlılarına 4 tane de Iowa sınıfı yeni ve modern zırhlı katılacak, küllerinden yeniden diriltilen USS Tennessee gibi eski zırhlılar, Pearl Harbor’un intikamını alırcasına, denizlerin son dev zırhlı çarpışmasına doğru yola çıkacaklardı.

Bu hikaye ise sonraki yazılarımızda siz saygıdeğer okuyucularla buluşacaktır.

0 Yorumlar