Türk Mukavemet Teşkilatı'nın 1957-1964 Yılları Arasındaki Faaliyetleri
Yazıya Lefkoşa şehrindeki Ayasofya
Camii'nin kıble istikametinde bulunan Türk Mukavemet Teşkilatı Anıtı'nın
üzerinde yazan cümle ile başlayalım…
Biz millet olarak komplo teorileri ile
gerçekleri bazen birbirine karıştırıp bunun üzerine tartışmayı seviyoruz. Ancak
bazı olaylar veya gelişmeler vardır ki bunun tam içeriği hiçbir zaman kamuoyu
ile paylaşılmaz. Dolayısıyla tam açıklanmayan bu olayların içeriklerinin tamamı
her zaman gün yüzüne çıkmadığı için bizler bu olayları kendi mantalitemize göre
yorumlayıp sonuçlar çıkartırız. Olayların tam manası ile nasıl, neden ve kim
tarafından gerçekleştirildiğinin açıklanmamasının sebebi ise hem güvenlik hem
de kimlik ifşasından dolayı yaşanabilecek sorunların önüne geçmektir. Bu
noktada ise bizim millet olarak dile getirmeyi çok sevdiğimiz ''derin devlet''
devreye girmektedir. Peki bu derin devlet denen mevhum elle tutulur mu?
Isırılır mı? Nedir? Aslına bakılacak olursa derin devlet diye birşey yok. Devletin
belli kurumları var. Bu kurumlarda devletin bekası ve güvenliği için gizli
hareket etmek zorundadır. Bahsi geçen bu kurumlardan ikisi ise istihbarat
teşkilatları ve özel harekât birimleridir. Aslında özel harekât ve istihbarat
birimlerinin çalışma şekli veya operasyonları gizli olmakla birlikte bazı
istisnai durumlarda söz konusu olabiliyor. İşte Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kuruluşu,
yapısı ve icraatları özel harekat ve istihbarat birimlerinin çalışma şeklini
veya operasyonlarını görmemizi sağlayan istisnai durumlardan birisidir.
Dolayısıyla yazıyı okurken derin içeriklere haiz olan konuların tarih
içerisinde çok az gün yüzüne çıktığını da unutmamamız gerektiğini belirtmek
isterim.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasında ve Ada’da yaşayan Türk halkını Rumların zulmünden koruyan en önemli örgütün Türk Mukavemet Teşkilatı olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu teşkilatın kurularak 1974 senesinde Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtına kadar olan süreçte yürüttüğü gizli örgütlenme Ada’nın tarihi içerisinde en önemli yeri tutmaktadır. Ayrıca Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Türk ordusunun hem hava indirme birlikleri hem de denizden çıkartma yapan birlikleri ile organize şekilde hareket etmeleri bu harekatın başarıya ulaşmasında önemli etkenlerden birisi olduğu söylenebilir. Daha önce hazırladığım şu yazıda (bkz. Kıbrıs Barış Harekâtına Giden Yol) Ada’nın İngiliz hakimiyetine girerek Ada’da yaşayan Rumların Enosis’i (Ada’nın Yunanistan’a ilhakı) gerçekleştirme yönünde attığı adımlara, bu adımlar karşısında Ada’da yaşayan Türklerin yaşadıklarına, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ada politikasında zamanla yaşadığı değişimler ve bunun sonucu olarak Kıbrıs Barış Harekatı’nın sonuna kadar olan bölüme değinmiştim. Bahse konu bu yazı içerisinde Kıbrıs Barış Harekatı’na çok fazla değinmemiştim. Çünkü harekâtı tüm detayları ve sonuçları ile bu konularda kalemi en kuvvetli yazarlardan birisi olan ve kendisine buradan saygı ile sevgilerimi sunduğum @anglachelm güzel bir yazı ile sizlere anlatmıştı. (bkz. Kıbrıs Barış Harekatı/@anglachelm) Dolayısıyla bu güzel yazı üzerine başka bir yazı hazırlamaya gerek olmadığı aşikardır.
Ancak daha önce hazırladığım yazı
içerisinde harekâtı anlatmasak dahi Yunanistan tarafından desteklenen ve Rumlar
tarafından kurulan EOKA terör örgütlerine karşı Ada’da yaşayan Türk halkının başlattığı
direniş ile gizli örgütlenmeye çok kısa değindiğim dikkatimi çekti ve aklımda
bazı sorular oluşmaya başladı. Bu bağlamda; Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmadan
önce Ada halkının nasıl bir örgütlenme yaşandığı? Türk Mukavemet Teşkilatı’nın nasıl
kurulduğu? Bu teşkilatın nasıl bir yapılanmada olduğu? Ve en önemlisi teşkilatın
Ada’da yaşayan Türk halkını nasıl koruduğu? gibi sorular aklımı kurcalıyordu.
Dolayısıyla bu teşkilat ile ilgili bir araştırma ihtiyacı hissettim. Yaptığım araştırma
neticesinde; yukarıda zikrettiğim sorulara kısmen olsa dahi cevap
bulmakla birlikte bu teşkilat içerisinde çalışmış kişilerin kendi ağızlarından
anlattıkları üzerinden Türk Mukavemet Teşkilatı ile ilgili bazı yanıtlara da
ulaşmış oldum. Dolayısıyla bu yazıda teşkilat için dışarıdan destek olmuş veya
teşkilat içerisinde çalışmış kişilerin verdiği mülakatlar üzerinden hem Ada’nın
İngiliz sömürgesinden ayrılarak 1964 yılına kadar olan sürece hem de Türk azınlığın
Rum saldırılarına karşı yürüttüğü gizli örgütlenme, direniş ve bu örgütlenmenin
Türkiye ile ilişkilerini siz değerli okuyuculara ‘’derleme makale’’ şeklinde
aktarmaya çalışacağım.
Yazının ana konusu olan Türk
Mukavemet Teşkilatı ile ilgili bölüme geçmeden önce Ada’nın geçmişini
kısaca ele alıp olayların asıl başlangıcına değinmek istiyorum. Böylece önceki
yazıları okumamış olanlar için bir arka plan oluşturarak bu teşkilatın neden
kurulduğunu daha iyi anlamalarını sağlamayı planlamaktayım.
19. yüzyıl başlarından günümüze kadar
Kıbrıs’ta yaşanan huzursuzlukların geçmişi, Yunanların Büyük Bizans’ı (Megali
İdea) yeniden kurma hayaliyle Osmanlı Devleti’ne isyan ettikleri tarihe kadar
uzanır. (Konuyla ilgili daha fazla detay için bkz. Yunan İsyanı) Fransız
İhtilali sonrası gelişen milliyetçilik akımı ile Yunanlılar da milliyetçilik
akımı çerçevesinde Osmanlı egemenliğinden kurtulmak için faaliyetlere
başlamışlar ve bu kapsamda bazı dernekler kurmuşlardı. Bu derneklerden ilk
kurulanlarından birisi olan ve en bilineni Türkçe anlamı “Dost Şirket”
olan Filiki Eterya Cemiyetidir. Dernek ikisi Rum birisi Bulgar üç tüccar
tarafından 1814 yılında günümüz Ukrayna sınırları içerisinde bulunan Odessa
şehrinde kurulmuştur. Derneğin bilinen amacı Osmanlı Devleti’nin bünyesinde
ikamet eden Hristiyan halkın eğitim ve öğretimini geliştirmek olarak
biliniyordu. Ancak derneğin kurulmasındaki asıl amaç başkenti İstanbul olan
yeni bir Bizans İmparatorluğu’nu kurmak için faaliyetler yürütmekti.
Bu amaca ise ileride tüm Yunanlıların diline pelesenk olacak ve bundan dolayı
dünyanın duyacağı “Megali İdea” ismi verilecekti. Derneği her ne kadar 3
kişi yönetiyormuş gibi gözükse de bu cemiyeti gerçekte yöneten kişi Fenerli Konstantin
İpsilanti’nin oğlu ve Rus Çarı’nın yaverliğini yapan Aleksandr İpsilanti
idi. 1832 yılında Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanan Yunanistan’ın bir
sonraki hedefi ise Megali İdea amacını gerçekleştirmek için faaliyetler
yürütmekti. 1877-1878 yıllarında yaşanan
Osmanlı-Rus savaşının sonunda kaybeden Osmanlı Devleti olmuş ve Rusların Akdeniz’e
inmesini istemeyen ve Kıbrıs’ın stratejik öneminin farkında olan İngiltere,
Osmanlı Devleti’ne yardım teklif etmişti. Fakat bu yardımın karşılığında
Kıbrıs’ın kiralanarak yönetimini devralma şartını getirilmişti. Osmanlı Devleti
bu teklifi kabul ederek, 4 Haziran 1878 tarihinde imzaladığı Kıbrıs
Antlaşması ile Ada’nın yönetimini İngilizlere devretmiştir. Ancak ilerleyen
dönemde İngiltere bu anlaşmaya uymamış ve Osmanlı Devletinden kiraladığı
Kıbrıs’ı ilhak ederek sömürgeleri arasına katarak kolonisi haline getirmiştir. 12
Temmuz 1878’de Kıbrıs’ın son Türk valisi olan Besim Paşa makamını
İngiliz Amiral Lord John Hay’e devretmiştir. Bu devir teslim sonucu Kıbrıs’ta
307 yıl boyunca dalgalanan Türk bayrağı indirilip yerine İngiliz bayrağı
çekilmiştir. Ada’nın İngiliz yönetimine geçişiyle Rumlar Enosis
isteklerinin gerçekleşme aşamasına girdiğini düşünüyorlardı. Bu gelişmelerin
ardından başlayan Balkan Savaşları neticesinde Yunanistan ve müttefikleri
Osmanlı Devleti’ne karşı zafer kazanarak topraklarını genişletmiştir. Balkan Savaşlarına,
Yunanistan özelinde bakacak olursak topraklarını Batı Trakya’ya kadar
genişlettiği gibi Ege Adaları’nın büyük çoğunluğuna da sahip olmuştur. (Konuyla
ilgili daha fazla detay için bkz. Balkan Savaşında Osmanlı Donanması Bölüm-2: Adalar Harekatı) Bu genişleme ile Yunanlılar Megali İdea’yı kurma yolunda
önemli adımlar attıklarını görecek ve gözlerini İstanbul ve Anadolu
topraklarına dikeceklerdi.
Kıbrıs Adasında ise Yunanlıların
ilerleyişinden farklı bir durum söz konusuydu. Öncelikle Ada İngiliz kolonisi
olmuş ve İngiliz hükümeti tarafından atanan Yüksek Komiser ve Vali tarafından
yönetiliyordu. Adadaki İngiliz yönetiminin uyguladığı politikalar ise Adaya huzur
getirmediği gibi Rumların da isyanına sebebiyet vermişti. İngilizler ise bu
isyanları Ada’da Rum ile Türkleri ayırt etmeksizin sert önlemler ve cezalarla
bastırıyordu. Bu sert önlemler sonucunda ise iki toplumda da milliyetçilik
düşüncesinin radikalleşme yoluna girmesine neden olacaktı. Bu radikalleşme
neticesinde, ise Rumlar gizli olarak silahlanmaya başlayacaktı. 1931 yılına gelindiğinde
Rumların yeniden isyan çıkartması neticesinde, İngiliz yönetimi yine sert ve
baskıcı önlemler almaya başlayınca çatışmalar çıkmaya başlamış ve Ada’da şiddet
artmıştı. 1939 yılında başlayan 2. Dünya Savaşı sırasında Ada’da ciddi bir isyan
veya eylem olmasa da 2. Dünya Savaşı’nın bitimine doğru gerçekleştirilen Yalta
Konferansında, Yunanistan’da İngilizler tarafından desteklenen Kral taraftarı
militanlarla savaşan Kominist Partizanlara Sovyetler Birliği’nin destek
vermeyeceği sözü alındıktan sonra Yunanistan’da, İngiltere’nin desteklediği
militanlar iç savaşı kazanarak iktidara gelmiş ve savaş bu ittifakın lehinde
sona ermişti. (Konuyla ilgili daha fazla detay için bkz. Yalta Konferansı)
Bu gelişmelerden sonra Yunanistan, İngiltere ile ilişkilerini geliştirmeye
başlamış ve ilerleyen dönemde Yunanlılar, İngiltere’ye Ada’nın ilhakı için
yeniden başvurmuşlardır. Yunanistan bu başvuruyu yaparken 2. Dünya Savaşı sonunda
İtalya’nın kendilerine Oniki Adaları 1947 yılında bırakmasını gerekçe göstermiş
ve Kıbrıs Adasının da aynı gerekçelerle kendilerine verilmesi ile ilgili bir
anlaşma önermiştir. Kısaca Yunanlıların bu istekleri Ada’nın ilhakı konusunda
hedefe yaklaşıldığına inanmalarından ileri geliyordu. Buna karşın Vali Lord
Winsten, Kıbrıs’ın Özerk bir yönetime sahip olmasını önermiş ve bu önerinin
görüşülmesi için Türk ile Rum temsilcilerini çağırmıştır. Rum temsilcileri bu
görüşmede Enosis dışında başka çözüm istemediklerini belirtmişlerdir. Türkler
ise 28 Kasım 1948 tarihinde Lefkoşa’da yaptıkları büyük mitingi gündeme
getirerek Türk halkının Rumların talep ettiği Yunanistan’a ilhak ve olası bir
muhtariyetin Ada’da yaşayan Türklerin güvenliğini yok edeceğini ve bu durumunda
Ada’nın asayişini bozacağına dair inançlarını belirterek toplantıdan
ayrılmışlardır.
Dr. Fazıl Küçük |
2. Dünya Savaşı sırasında Kıbrıs
Türkleri arasında siyasi örgütlenmeler devam etmekteydi. Bu örgütlenmeler
arasında 1942 yılında Dr. Fazıl Küçük tarafından İngiliz sömürge yönetimine
ve Rumlara karşı yeni bir hareket olarak ‘Halkın Sesi’ gazetesi
yayımlanmaya başlamıştı. Aynı yıl KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı
Kurumu) oluşturulmuş ve diğer örgütler bu örgüt çatısı altında
birleştirilerek bir bütünlük sağlanmıştı. Ancak ilerleyen dönemde örgüt
yönetiminde yaşanan anlaşmazlıklar KATAK’ın sonunu hazırlamıştır. Bu
anlaşmazlıklar neticesinde KATAK’dan ayrılan Necati Özkan ‘’İstiklal Partisi’’ni
kurarken 1944’te Dr. Fazıl Küçük ‘’Milli Birlik Partisini’’ kurmuştur.
Bu parti’nin adı ilerleyen dönemde Kıbrıs Türk’tür Partisi olarak
değiştirilmiştir. Oluşturulan siyasi örgütlenmeler yanında aynı dönemde işçi
örgütlenmeleri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu işçi örgütlenmeleri işçi
hakları üzerine çeşitli faaliyet ve eylemlerde bulunmuştur. 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra yayın hayatına başlayan Türk Sözü gazetesi bu
eylemlerden birisini şu şekilde okuyucularına aktarmıştır:
“Kıbrıs Maden Şirketi’nde bir grev
başlamıştır. Bu grev Rum işçilerle ortaklaşa yapılmıştır. Türk işçi liderleri,
işçilerin haklarını korumak için canla başla çalışmışlardır. Fakat Türk
basınının en büyük endişesi bu grevi fırsat bilen bazı kişilerin Türk işçileri
arasında komünizmi yayma girişimi başlatacakları endişesidir.’’
Aynı dönemde Rumların
Enosis hedefli faaliyetleri, Kıbrıslı Türklerin birlik olmasının gerekliliğini
göstermiştir. Bu amaçla Türklere ait kurum ve kuruluşların bir araya gelerek
bir üst kurum kurmaları gerekli görülmüş ve Kıbrıs Türk Kurumları
Federasyonu (KTKF) adı altında çatı bir örgüt 8 Eylül 1949
tarihinde kurulmuştur. Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu çok geniş bir
yelpazede toplumun sesi haline gelerek toplumun her tabakasından destek
görmüştür. Federasyonun ilk başkanı Faiz Kaymak, 1949–1957 yılları
arasında bu görevi sürdürmüştür. 27 Ekim 1957 tarihinde ise görevini, Avukat
Rauf Raif Denktaş’a bırakmıştır. Kıbrıs
Türk Kurumları Federasyonu’nun resmi amacı, Kıbrıs Türklerinin siyaset
dışındaki problem ve ihtiyaçlarını temin yolunda başta Kıbrıs Adası Türk
Azınlıkları Kurumu (KATAK) ve Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi (KMTHP) olmak
üzere bütün Türk kurumlarının işbirliği içinde çalışmasını sağlamaktı.
Avukat Rauf Raif Denktaş |
1950 yılında Kıbrıs’ta Emekçi Halkın
İlerici Partisi (AKEL) ve Kilise işbirliği sonucu Rum kiliselerinde
bir plesibit düzenlenmiş ve katılanların %96’sının Enosis’i
istediği Dünya’ya duyurulmuştur. Oysa plebisit olarak gösterilen bu oylamaya
katılanların içinde Kıbrıs Türkleri bulunmamaktaydı. Gelişmeler karşısında
Türkiye Cumhuriyeti’nin tavrı, olayların dışında yer almak şeklinde olmuştur.
Bunu da dönemin Türk Dışişleri Bakanları çeşitli vesilelerle dile
getirmişlerdir. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi hükûmetinin Dışişleri Bakanı
Necmettin Sadak 23 Ocak 1950’de TBMM’de “Kıbrıs meselesi diye bir
mesele yoktur.” beyanatını yaparken, aynı yıl yapılan seçimleri kazanarak
hükûmete gelen Demokrat Parti’nin ilk Dışişleri Bakanı olan Fuat Köprülü de
TBMM’de aşağı yukarı aynı sözleri söylemiştir. Türkiye’nin takınmış olduğu
pasif tutum, Enosis isteyen Yunanlıların ve Kıbrıs Rumlarının daha aktif
şekilde faaliyetler yürütme yoluna itmiştir. 4 Temmuz 1952’de Atina
Radyosu’nda yayınlanan bir programda Ada’nın içinde bulunduğu durum ve
Yunanistan’ın tutumu net biçimde anlatılmaktadır:
“Atina Başpiskoposu Spiridon ve
beraberindekiler Venizelos’u ziyaret etmiş, Kıbrıs Adası’nın anavatana ilhakına
engel olan idarenin ne kadar devam edeceğini sormuş ve nüfusun %90’ının
Yunanistan’a ilhakı şiddetle arzu etmekte olduğunu belirterek konunun Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’ne götürülmesini istemiştir. Cevap olarak da
Venizelos, Yunan hükûmetinin Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için elinden geleni
yapmaya devam edeceğini ve gerektiğinde Birleşmiş Milletlere müracaat
edilebileceğini bildirmiştir. Bugün (4 Temmuz 1952) Atina’da ve bütün
Yunanistan’da, İngiltere’nin Kıbrıs meselesinde takındığı tavrı protesto eden
büyük bir gösteri yapılmıştır. Kilise, matem işareti olarak çanlarını çalarken,
halk sokağa çıkmamış, resmi ve gayriresmi işyerleri ile okullar kapanmış,
deniz, kara ve hava seferleri durdurulmuştur. Kıbrıs başpiskoposu, Amerika
büyükelçisine de muhtıra vererek, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için
Amerika’nın desteğini istemiştir.”
29 Eylül 1952 tarihinde Kıbrıs Türk
Kurumları Federasyonu Başkanı Faiz Kaymak Türkiye’ye gelerek Fuat Köprülü ile
görüşmüş, Kıbrıs’taki mevcut durumu ve endişelerini aktarmıştır. Buna karşılık;
Yunanistan hükümeti 1953
yılından itibaren Kıbrıs’ın ilhakı konusunu resmi kanallar üzerinden bu işi
hızlı şekilde çözme yoluna gitmeyi seçmiştir. Resmi olarak yapılan ilk görüşme
ise Başbakanı Sir Anthony Eden ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgos
Papagos arasında gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmede İngiliz Başbakanı Sir
Anthony Eden’in “Kıbrıs’ın Yunanistan’la hiçbir zaman birleşmeyeceğini”
söylemesi üzerine Yunanistan hem “Kıbrıs konusunu” Birleşmiş Milletler’e
resmen götürmeye karar vermiş hem de Makarios’a ve EOKA’ya yardım etmeye
başlamıştır.
1954 yılında Başpiskopos Makarios, Yunanistan’la birlikte Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletler’de dile getirerek plebisit sonuçlarının tanınmasını istemiştir. Kıbrıslı Türklerin katılımı olmaksızın alınan plebisit sonucunun Kıbrıs halkının kararı olarak Dünya’ya aktarmış olması artık Rumların mücadele, hedef ve stratejisini kesin olarak göstermekteydi. Birleşmiş Milletler’in söz konusu başvuruyu kabul etmemesi üzerine Makarios, silahlı mücadele kararı alarak hazırlıklara başlamıştır. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler kararını protesto için 1954 Aralık ayında başlatılan gösteriler, polisle girişilen çatışmalar, taşlarla sopalarla sokaklarda güvenlik görevlilerine yapılan saldırılar nedeniyle 1955 yılına çok gergin bir hava içinde girilmiştir. Rum lider Makarios ise Yunan hükümetinden silah ve maddi destek almak için Yunanistan’a gitmiş, aralarında General Grivas’ın da olduğu Enosis taraftarlarıyla görüşmüştür. Görüşmeler sonucunda Enosis’i örgütlemek üzere Kıbrıslı Savaşçıların Ulusal Birliği anlamına gelen EOKA örgütü, emekli bir Yunan subayı olan Kıbrıs asıllı Yeoryos Grivas tarafından Yunanistan’ın başkenti Atina’da kurulmuştur. EOKA örgütünün kuruluş amacı, ilk olarak İngilizleri adadan çıkarmak ve İngilizlerin adayı terk etmesini müteakip adada yaşayan Türkleri yok ederek Enosis’i gerçekleştirmekti.
Alınan kararlar neticesinde, EOKA’nın
amacını gerçekleştirmek ve organize etmek için Grivas, gizlice Adaya gelmiş ve
beraberinde silah, bomba ve cephane de getirmişti. Diğer taraftan da Kilise,
kendisine bağlı olarak kurulan gençlik örgütlerinden EOKA’ya militan
yetiştirmek için faaliyete geçmiş ve ‘’yaz kampları’’ adı altında
militan yetiştirmek için organizasyonlar düzenlemeye başlamıştı. Grivas yönetiminde
tüm organizasyonunu ve hazırlıklarını tamamlayan EOKA, 1 Nisan 1955’te Ada’da
bombalı saldırı düzenlemeye başlayarak eyleme geçmiş, ilk eylemler sırasında
sadece İngilizlere karşı düzenlenen saldırılar, kısa sürede Türklere de
yönelmeye başlamıştı. Bu saldırılar üzerine aynı dönemlerde Türk halkı da
varlığını sürdürebilmek için savunma amaçlı örgütlenmelere başlamıştı.
Bu dönemde EOKA en büyük
eylemlerinden birisini gerçekleştirmiştir. EOKA militanları, Lefkoşa’nın Türk
bölgesinde bulunan polis merkezine yerleştirdiği bombanın patlaması sonucunda 14
Türk yaralanmış ve etraftaki evler de ve dükkanlarda büyük hasar meydana
gelmişti. Patlama, Kıbrıslı Türkler arasında büyük kaos ve korku yaratmıştır.
Bunun üzerine Dr. Fazıl Küçük, Türkiye Başbakanı, İngiltere Başbakanı, Kıbrıs
Valisi, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ve Türkiye Milli Talebe
Federasyonuna birer telgraf göndererek durumu anlatmış ve yardım istemiştir.
Diğer taraftan Kıbrıs Türk’tür Partisi
ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu 23 Haziran 1955 tarihinde birer
bildiri yayımlayarak Kıbrıslı Türklerin yanında olduklarını, Kıbrıs’ın er ya da
geç Türkiye’ye katılacağını belirtmişlerdir. Kıbrıs’ta Rum saldırıları ve
tahrikleri artarken 28 Ağustos 1955’te Kıbrıs Türklerine karşı genel bir
katliam hareketine kalkışılacağı söylentisi tansiyonu iyice yükseltmiş ve büyük
tepkilere neden olmuştur. Türk hükûmeti 23 Ağustos 1955 akşamı
Ankara’daki İngiliz Büyükelçisine bir nota vererek ayrılıkçı Rumların, Kıbrıslı
Türklere yaptıkları saldırıların Türk kamuoyu tarafından nefretle
karşılandığını, bu konudaki tepkilerin günden güne arttığını ve ayrılıkçıların
Kıbrıslı Türkleri imha tehdidinden sonra Ankara hükûmetinin tepkisiz kalamayacağını
belirterek İngiliz hükûmetinin bu faaliyetleri derhal önleyerek Kıbrıslı
Türklerin can ve mal güvenliğinin sağlanmasını istemiştir. Bu nota üzerine Kıbrıs
politikasında değişikliğe gitmeye karar veren İngiltere, Londra’da bir
konferans toplanması için girişimlerde bulunmuştur. 29 Ağustos 1955’te görüşmelere
başlanan Londra Konferansı’nda Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Türkiye’nin
Kıbrıs politikasını açıkladığı konuşmasını,
“Türkiye statükodan memnundur ve korunmasını
istemektedir. Ama eğer mevcut durumda bir değişiklik yapılacaksa, en doğru yol Ada’nın
eski sahibi olan Türkiye’ye verilmesidir.” şeklinde tamamlamıştır.
O dönemde Dışişleri Ortadoğu ve Kıbrıs
genel müdürlüğüne vekalet eden ve konferansa katılan ekip içerisinde bulunan
Büyükelçi Mahmut Dikerdem’in konu ile ilgili yorumu şöyledir:
‘’İngilizler Kıbrıs’ın yönetimini
uzun süre ellerinde tutamayacaklarını anlamışlardı. Hem zaman kazanmak hem de
askeri üslerini korumak amacıyla Türkiye ile Yunanistan’ı karşı karşıya
getirmek istiyorlardı. Bu nedenle İngiltere Dışişleri Bakanı Harold MacMillan
bir üçlü konferans çağrısı yapmıştı. Konferans 29 Ağustos 1955 tarihinde
Londra’da Lancaster House’da toplanacaktı ve bu toplantı, 1960 Antlaşmalarının temelini
oluşturmuştur.’’
Büyükelçi Mahmut Dikerdem |
Ancak Rumların ve Yunanlıların uzlaşmaz tavrı ile birlikte Ada’nın Yunanistan’a ilhakı konusunda hem Türkiye hem de İngiltere’ye karşı gösterdikleri direnç yüzünden Konferans bir sonuca ulaşamadan dağılmıştır. Konferans neticesinde, bu sonucun çıkmasında etken olan bir başka gelişme ise Türkiye’de yaşanan 6-7 Eylül olaylarıydı. Büyükelçi Dikerdem, Türk görüşme heyetinin 6 Eylül 1955 akşamı, hazırladıkları bildirinin taslağını Menderes’e aktarmak için Londra Büyükelçiliğinde toplandıklarını anlatmış ve şöyle devam etmiştir:
“Toplantı odasındaki telefon
Türkiye’ye bağlandığında Başbakan’ın Ankara’da değil, İstanbul’da olduğu
anlaşıldı. Menderes’le konuşmaya başlayınca Zorlu’nun renginin attığını fark ettim.
Taslağı okumaya başlarken birden sustu. Bu sırada Menderes, İstanbul’da Rum
azınlığa karşı saldırıların başladığını, bu nedenle kendisinin derhal
İstanbul’a hareket ettiğini söylerken Zorlu’nun hemen dönmesini istemişti.”
(Yukarıda bulunan
kısımlar ‘’Kıbrıs Barış Harekâtına Giden Yol’’ yazısında daha detaylı
anlatılmaktadır.) (LİNK)
Olaylar sonrası Türkiye-Yunanistan
ilişkileri kopma noktasına gelirken, Kıbrıs’ta da EOKA eylemlerini iyice
arttırmıştı. Buna karşı Kıbrıs Türkleri de harekete geçmiş, Fazıl Küçük’ün
liderliğini yaptığı parti, “Kıbrıs Türk’tür Partisi” adını almış ve ilk direniş
örgütü olan “Volkan” örgütü kurulmuştur. Volkan, İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin çağdaş bir versiyonu olarak yorumlanabilecek, ancak
daha çok mahalli örgütlenmelerle sınırlı kalan bir gizli teşkilattı. Açılımının
“Var Olmak Lazımsa, Kan Akıtmamak Niye” olduğu ileri sürülen
Volkan örgütü, Fazıl Küçük’ün yanı sıra Şakir Özel ve Kemal Mişon
gibi kişilerce kurulmuştu. Lefkoşa Polis Merkezinde silah ambarından sorumlu olarak
görev yapan Mehmet Hıfzı Işıltan ise örgüte silah temin eden ve lojistik
destek sağlayan kişilerden birisiydi. Volkan kurulduktan kısa bir süre sonra
halka mücadele azmi ve umut aşılayan bildiriler yayımlanmaya başlamış ve bu
bildiriler sayesinde örgüte katılımlar çoğalmıştır. Volkan örgütü daha çok
bildiri dağıtmak eylemlerini gerçekleştirmekle birlikte EOKA militanlarıyla da
ufak çatışmalar yaşamıştır. Volkan ile aynı dönemde kurulan bir diğer örgüt ise
9 Eylül Cephesi örgütüdür. Örgüt, Ulus Ülfet, İsmail Beyoğlu,
Kubilay Altaylı ve Mustafa Ertan Celal gibi Lefkoşa’nın tanınmış
ailelerine mensup iyi eğitimli gençler tarafından kurulmuştur. Ancak bu
gençler bir Rum saldırısı sonrasında Rumlara karşılık vermek için bomba
hazırlarken gerçekleşen patlama nedeniyle trajik bir şekilde hayatlarını kaybetmişlerdir.
EOKA’nın faaliyete geçtiği 1955 yılından
itibaren İngilizler, kendilerinin ve dolayısıyla Ada’nın güvenliği açısından bu
örgütün eylemlerine karşı polis teşkilatına Türkleri almaya başlamışlardır.
Aslında İngilizlerin yaptığı bu tercih bilinegelen İngiliz politikalarından
birisiydi. İngiliz sömürgelerinde herhangi bir ayaklanma olduğunda ayaklanmayı
gerçekleştiren kuvvete düşman olan başka bir kuvvet polis veya asker
teşkilatına alınarak en az İngiliz askeri kaybı ile iki tarafı birbirine
kırdırma yöntemiyle asayişi sağlama politikası İngilizler tarafından defalarca
denenmişti. Aynı uygulama şimdi Kıbrıs adası için uygulamaya alınmış ve Rum militanlara
karşı Türk polisi devreye sokularak iki toplum arasındaki uçurumun
derinleşmesi sağlanıyordu. Bu dönemde polis teşkilatına giren ve daha sonra Türk Mukavemet Teşkilatı mücahidi olan Kemal Abdullah, EOKA ile mücadele etmeleri için İngilizler
tarafından nasıl hazırlandıklarını şöyle anlatmıştır:
Kemal Abdullah, 1922 Girne doğumludur. Bu yazıda yaşanan gelişmelerin olduğu dönemde Polis teşkilatında komando olarak çalışmış, aynı zamanda Türk Mukavemet Teşkilatında da görev yapmıştır. |
Burada yeni teşkilatlanan Türk polisinin
neden Kenya’da eğitim aldığını değinmek gerekiyor. Türklerin polis olarak
göreve alındığı dönemde EOKA hem İngilizlere hem de Türklere saldırmakta,
insanlara ve mallara zarar vermekteydi. EOKA’nın Lefkoşa’da Ortadoğu’nun en
zengin kitaplığına sahip olan İngiliz Kültür Merkezi’ni ateşe vermesi ve etraftaki
binaların çatılarında yangını söndürmek için çalışanlara yaylım ateşi açarak
yangının söndürülmesini engellemesi üzerine İngilizler farklı bir önlem almaya
karar vererek, Kıbrıs polis teşkilatının başına daha önce Kenya’da görev yapan bir
komutanı getirdi. Bu komutan ise İngiliz hükümetine müracaat ederek daha aktif,
dinamik ve mobil bir polis teşkilatı kurulmasını talep etti. Yeni komutan
hazırlanan bir yasa ile Rum ve Türk ayrımı yapmadan şartlara uygun müracaat
edenlerden seçme yapılacağını ilan etti. Ancak asıl niyeti Rum gençleri yerine
Türk gençlerinden oluşan bir vurucu tim kurmaktı. Bu tehlikeli bir yoldu ve
hizmete çağırılan gönüllüler sadece Türkler olabileceğinden sonuçta Türkler
Rumlara karşı savaşa sevk edilecek demekti. Seçilen bu vurucu time ait bazı
öğrenciler içerisinden iyi olanlar seçilerek Kenya’ya gönderildi ve burada
diğer arkadaşlarından daha farklı ve ağır eğitimler alarak ‘’komando’’ adı altında
teşkilatlandırıldılar.
Görüldüğü gibi EOKA’nın ilk hedefi
İngilizlerdi. Ancak Türklerin polis teşkilatına girmesiyle hedefin Türklere kayacağı
da aşikardı. Başbakan Menderes’e iletilen 22 Eylül 1955 tarihli bir
raporda, Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen yakınlaşma nedeniyle
Makarios’un konuşmalarında,
“Pasif bir politika izleneceği,
Türklere bir şey yapılmayacağı fakat Kıbrıs’ta yeni bir anayasanın gerekliliğini
ifade eden İngilizlere karşı etkin önlemler alınacağını…” söylediği belirtilmişti.
Raporda ayrıca, iki bin kişilik eylemci
grubunun İngiliz bayrağını parçaladıktan sonra, Yunan bayrakları dikerek “Yaşasın
EOKA, Yaşasın Enosis” diye bağırdıkları, askeri bir jipi devirerek
yaktıkları anlatılmış ve polisin ihmalinden söz edilmişti.
Makarios kilisede bir gazeteciye verdiği
beyanatta, İngiltere’nin Kıbrıs halkına teklif edeceği anayasanın Kıbrıs halkı tarafından
kabul edilmeyeceğini ve ada halkının hükümranlık prensibi için sonuna kadar
mücadelesine devam edeceğini belirterek;
“Gayemize ulaşmak için tehditler,
sürgünler, ölüm cezaları bizi zerre kadar ürkütmeyecektir. Mukadderatımızı
tayin hususunda kanımızın son damlasını bile vermeye hazırız. Hürriyet,
kemiklerimizin üzerinde dalgalanacak ve geride kalanlarımız bu adaya sahip
olarak mesut günler yaşayacaklardır.” demiştir.
Bu beyanattan da açıkça anlaşılacağı
üzere, Kıbrıs Rumlarının ilk hedefinde, önlerine anayasa engeli çıkararak
ilhakı ve dolayısıyla Enosis’i engelleyecek güç olarak gördükleri İngiltere
vardır. Kıbrıs halkının istediği hükümranlık prensibinin de Kıbrıs halkının
talebi olduğu söylenirken, kanlarının akıtılmayacağı belirtilen Kıbrıs Türk
halkının dikkate bile alınmadığı görülmektedir. Plana göre Türklere sıra
daha sonra gelecektir. Bu beyanatlara ve kanlarının akıtılmayacağının söylenmesine
rağmen, Türklere karşı EOKA’nın faaliyetleri hızla sürmekteydi. Bu yıldırma manevralarına
karşın İngiltere anayasa ve özerklik ilkeleri konusunda kararlı tutumunu devam
ettirmiş ve Macmillan Planı’nı gündeme getirmiş, ancak bu planı Rumlar reddetmiştir.
Yunanistan’ın engellemelerine rağmen, İngiltere bu planı devreye sokmuş ve Kıbrıs’ta
Türk ve Rum Belediyelerinin sınırları ilk kez çizilmiştir. Ayrıca İngilizler,
anayasa konusunun çözümü yolunda engel olarak gördükleri Makarios’u, EOKA ile
olan ilişkisini gerekçe göstererek 9 Mart 1956’da Seychelles Adalarına sürgüne
göndermiştir. Makarios’un sürgüne gönderilmesi üzerine EOKA intikam yemini
ederek şiddet eylemlerini daha da arttırma yolunu seçmiştir.
TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATININ KURULUŞ SÜRECİ
Süveyş konusunda İngiltere ile mısır
arasında yaşanan anlaşmazlık neticesinde, İngiltere’nin başarısız olması Kıbrıs
için bir dönüm noktası olmuştu ve Artık uluslararası koşullar değiştiği görülmekteydi.
Bu olayla bölgede etkin güç olma konumunu yitiren İngiltere için Ada’da üslerinin
garanti altına alınması askeri açıdan yeterli hale gelecek ve İngiltere Doğu
Akdeniz politikasını bu yönde şekillendirecekti. Dolayısıyla Makarios’un sürgün
kararı, İngiltere’nin değişen bu politikası kapsamında Dışişleri Bakanı Macmillan
tarafından Mart 1957’de kaldırılarak Kıbrıs’a dönmesine izin verildi. İngiltere’nin
Ada politikasında yaptığı bu değişiklik, Türkiye’de de yankısını bulmuştu. Bu
gelişme neticesinde, Türkiye’nin bakışı Ada’nın “taksimi” yönünde şekillenmeye
başlamıştı.
Başbakan Menderes, Kıbrıs’ta statükonun
korunması politikasını, Ada’nın Taksimi şeklinde değiştirmiş ve bu
politik yaklaşımdaki değişiklik Türk kamuoyu tarafından önemli ölçüde destek
almıştı. Bu konuda Economist dergisinde yayımlanan bir mülakat bu
değişime İngilizlerin bakışını özetlemektedir. Bu yazıda;
“Türkler statüko veya Türk hakimiyeti
yerine Kıbrıs’ın taksimi tezini kabul etmekle Kıbrıs meselesinde bir anlaşmaya
varmak hususunda Yunanlılardan çok daha uzlaştırıcı olduklarını göstermişlerdir.
Fakat Kıbrıs meselesinde hayati menfaatlerinin nazarı itibara alınmadığına
kanaat getirirlerse İngiltere ile olan münasebetlerinin mahiyeti kaçınılmaz
olarak değişecektir.” denilmekteydi.
Nitekim Makarios’un adaya dönme kararı
Türkiye’de hayal kırıklığı ile birlikte İngiltere’ye karşı bir güvensizlik
ortamı yaratmıştı. Bu sırada Ada’da EOKA tarafından düzenlenen eylemler de sürmekteydi.
Kıbrıs polis teşkilatında uzun süre görev yapan Özdemir Uzuner, Amerikan
Lisesi’nde yaşadıkları olayları şöyle anlatmıştır:
“1950-56 yılları arasında okuldaydım.
Ama mezun olamadım. Bunun nedeni de olayların tam içinde yer almış olmamdı.
Şöyle anlatayım, EOKA’nın başlamasıyla okulda da bir huzursuzluk başladı. 1954
olayları patlak verdiğinde Amerikan bayrağını indirerek Yunan bayrağını
çekmeye başladılar. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık. Oysa biz de Türk bayrağını
çekebilirdik ama hazırlıksızdık. Sadece tepki olsun diye Yunan bayrağını
indirir, Amerikan bayrağını çekerdik. ‘Size ne oluyor burası bir Amerikan
okulu.’ derdik. Oysa bizim için ha Amerikan ha Yunan bayrağı ama o dönem
bunu düşünememiştik. 1956 yılına kadar bu durum devam etti. Sonunda biz bir plan
yaptık. ‘Biz ne yapsak çözüm olmadı. Anlaşılan bu Rumları iyice bir döverek
durdurabiliriz.’ dedik. Onlar yine çektiler Rum bayrağını, biz de çektik
Amerikan bayrağını, yine geldiler indirmek için, bu kez biz onlarla tartıştık.
Okul Rum bölgesindeydi. Biz onları Türk bölgesine, yani tampon bölgeye çekmek
istiyorduk. Onlar bizi takip ederek planladığımız yere gelince, bir güzel
dövdük. Geldikleri yere döndüler. Ama bulunduğumuz yerin yakınında çok büyük
Rum köyleri vardı. Aileleri ve yandaşları Larnaka’da Türklere saldırmak için
toplanmışlardı. Larnaka’nın İngiliz komiseri hemen Türk mahallesine haber
göndererek: ‘Türklere haber veriniz. Rumlar çevre köylerde toparlandılar
saldırıya hazırlandılar, biz gerek polis olarak gerek asker olarak yeterli
değiliz, onlar kendilerini savunsunlar.’ Tabii bilmiyorum belki de bu
İngiliz’in bir taktiği idi. Sırf bizi birbirimize düşelim diye. Rumlarla
çatıştığımız alanda Larnaka’nın ileri gelenleri toplanmışlardı. Güçlü Araplar
da vardı. Onlar saldırdı ve büyük bir dövüş oldu. Rumlar damlardan kızgın sular
dökmeye ve variller atmaya başladılar. Sonuçta geri döndük. Ama bu olaylar bir
kıvılcım oluşturdu. Olayların bizim için karşılığı ağır oldu tabii. Müdür bizi
çağırdı ve yaptıklarımızdan dolayı artık okula devam edemeyeceğimizi söyledi.
Biz elebaşı olarak görülen 5 Türk ve 5 Rum’duk. Müdür konuşmasına
devam ederek, bize yapabileceği tek iyiliğin sınavlara dışarıdan girmemizi
sağlamak olduğunu söyledi. Fakat okulun eğitimi bir hayli zordu, dışarıdan
takip edemedik ve sınavda başarılı olamadık. Dolayısıyla okulu bitiremedik.
Gençliğin verdiği delilikle de bunu babamıza söylemedik. Tüm çevremiz okulu
bitirdiğimizi sanıyorlardı. Biz de iş bulana kadar hayvanların peşinden koşmaya
başladık. Bundan rahatsız olan babam polisliğe başvurmam konusunda beni ikna
etti ve görüşmeye gittik. İngiliz yetkili, çok iyi olan İngilizcemin de etkili
olması nedeniyle ‘hemen gel polis okuluna başla.’ dedi. Böylece polis örgütüne
girdim. Ağustos 1957’de polis okulunu bitirip Lefkoşa’ya tayin oldum. 1957
Kasım ayında Lefkoşa’da Lokmacı Barikatından sonra Rum tarafında kalan bölgede
devriye görevindeyken, bölgemde bir Rum matbaasında çıkan bir kundaklanma
yüzünden şüpheli olarak dört saat üniformalı şekilde tutuklu kaldım. Daha sonra
yine İngilizcemden dolayı Uçak Alanı’na (Havaalanı) Muhaceret görevlisi olarak
atandım.”
Yine aynı söyleşinin satır aralarından
anlaşılacağı üzere yalnız barış harekâtından sonra değil, çok daha uzun
zamandan beri Türklerle Rumlar arasında hudutlar, mahalleler yani bir tampon
bölge bulunmaktaydı. Ayrıca Özdemir Uzuner’in anlattıkları içerisinde iki
önemli noktaya değinmek gerekiyor. İlk olarak okul içerisinde bayrakların
indirilerek Rum veya Türk bayraklarının direklere çekilmesi Rumların 1931
yılındaki Enosis ayaklanmasından sonra yasaklanmıştı. Aynı şekilde okul
kitaplarından Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili bölümler çıkarılmış,
Türk direnişçileri ve Kemalist hareketin öncüleri ağır baskı altına
alınmışlardı. İkinci olarak Özdemir Uzuner’in polislik mesleğine başladığında Ada’da
uygulanan yasalar çerçevesinde bir kimsenin polis olabilmesi için yasada önce
eğitimi tamamlayıp, 6 ay staj görmesi, ondan sonra uygun görülürse polis
olabileceği yazılıydı. Ancak o dönemde İngilizlerin acelesi vardı. Doğru düzgün
eğitim almadan 6 ay staj gören Türkler hemen polis yapılıyordu. Bu stajlarda
üstün başarı gösterenler ise ‘’komando’’ olarak yazıldı ve ileri seviye
eğitim aldıktan sonra bu kişiler, EOKA’ya karşı kullanılmaya başlandılar. Bu
durumda EOKA militanlarını sahada yakalayıp derdest edenler Türk komandoları
olduğu için Rumlarında Türklere karşı eylemleri hem yoğunlaştı hem de
vahşileşmeye başladı.
TÜRK MUKAVEMET
TEŞKİLATI’NIN YAPISI
Türk Mukavemet Teşkilatı başlangıçta Türk mitolojisine ve özelliklerine uygun olarak teşkilatlandırılmış ve kullanılacak kod isimleri buna uygun olarak seçilmiş bir yeraltı örgütüydü. Teşkilatın ilk kurulduğu dönemde Türkiye’den gelen komutanlara “Kara Sakal” takma adı verilmişti. Türk Mukavemet Teşkilatı üyesi olan Yılmaz Bora bu konuda şunları söylemiştir:
Bu tarihlerde yaşanan önemli olaylardan
birisi de Türkiye ile birlikte tüm dünyada ‘’Kayıp Otobüs’’ olarak
literatüre geçen vakadır. 13 Mayıs 1964 tarihinde Larnaka Dikelya’daki
İngiliz bölgesinde çalışan 11 Türk, her zamanki gibi sabah erken saatte
işyerlerine götüren otobüse binmiş, söz konusu otobüs ve içindekilerden bir
daha haber alınamamıştır. Adada Birleşmiş Milletler öncülüğünde Türk ve Rumların ortaklığında
faaliyet gösteren Kayıp Şahıslar Komitesi 16 Nisan 2009’da ‘Kayıp Otobüs’ün
kayıp kurbanlarının bulunduğunu açıklamıştır. Komite, iki yıl önce Rum
kesiminde Larnaka kenti yakınlarındaki Voroklini köyünde kör bir kuyuda bulunan
kemikler ile kayıp yakınlarından alınan örneklere DNA karşılaştırması yapıldığını,
böylece ‘Kayıp Otobüs’ yolcularını belirlediklerini bildirmiştir. Kemikler
üzerindeki kurşun izlerinden kayıp otobüsteki kayıp Türklerin, Rumlar
tarafından kaçırılıp kurşuna dizildiği kesinleşmiş, katliam kanıtlanmıştır.
Kıbrıs’ta bu gelişmeler yaşanırken
Türkiye iç siyasetinde farklı bir gündem işlemekteydi. 22 Kasım 1963 tarihinde
gerçekleşen bir suikast sonucu öldürülen ABD Başkanı John F. Kennedy’nin cenaze
töreni için ABD’ye giden İnönü, döndüğünde koalisyonun bozulduğunu görerek, 3 Aralık 1963'de Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e istifasını vermişti. Türk iç siyasetinde yaşanan bu
çalkantıdan yararlanmak isteyen Makarios, garantör devletlere bir nota
göndererek Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını değiştirme isteğini yineledi. Türkiye
bu öneriyi tekrar kesin olarak reddetmiş, antlaşmalarla kurulan düzenin aynen
devam etmemesi halinde, bozulan düzeni yeniden kurmak amacıyla garantörlük
hakkını kullanacağını belirtmiştir. Bu cevap üzerine Makarios, Akritas Planı’nı
devreye alma kararı verdi. Planın ilk safhasında Rum basını, Türkler
aleyhine yürüttüğü kampanyaları yoğunlaştıracak, Rum tehdit ve tahrikleri
giderek artırılacaktı. Akritas Planı’nın bir sonraki etabı ise kanla yazılacaktı ve
Ada en kanlı günlerini bu dönemde yaşayacaktı.
Akritas Planı’nın 2. Etabı ise 21-25
Aralık 1963 tarihleri ise “Kanlı Noel” olarak
adlandırılan Rum saldırıları ile hem Ada tarihine hem de Dünya tarihine kara harflerle
geçmiştir. Olaylar 21 Aralık 1963’te Lefkoşa’da Kıbrıslı Rum polislerin,
Tahtakale’nin Rum tarafında kalan bölümünde evlerine giden Türklerin arabasına
ateş açarak, biri kadın iki Türkü öldürmeleri ve dört Türkü yaralamaları ile
başlamıştı. Ertesi gün bu saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi’nde
toplanan öğrencilere de EOKA tarafından ateş açılmış, Atatürk büstüne
saldırılmıştır. Bir gün sonra da Türkiye Büyükelçiliği ile Kıbrıs Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın evine ateş açılmıştır. 23 Aralık 1963
tarihli Hürriyet gazetesinde “Kıbrıs’ta EOKA’cılar
faaliyetlerini artırdılar.” manşetiyle duyurulan olaylarda İnönü’nün “Hadiseler
çok esef verici…” yorumu yer almıştır. Yine 23 Aralık 1963 tarihli Milliyet
gazetesi, “Makarios ve Küçük’ün halkı itidale davet eden ortak tebliğine
rağmen Kıbrıs’ta tedhiş devam ediyor. Rum polisleri evini taşıyan bir Türk’ü
ağır yaraladı. Rum semtindeki Türkler göçe başladı.” haberi yer almıştır. 24
Aralık 1963 tarihli Hürriyet gazetesi ise “Kıbrıs’taki
çarpışmalar bir iç harp halini alıyor. İki taraf da sokaklarda barikatlar
kuruyor-Türk hastaneleri yaralılarla dolu-Kan sıkıntısı var.” manşetiyle,
aynı tarihli Milliyet gazetesi de ‘’Fazıl Küçük’ün
ikametgâhına da ateş edildi.” manşetiyle çıkmıştır. Yabancı basında ise
yorumlar şu doğrultudaydı; 14 Ocak 1964 tarihli İngiltere’nin Daily
Telegraph gazetesi Ayvasıl Türklerinin başına gelen felaketi şöyle
özetlemekteydi: “Ayos Vasilios köyünde yaşayan Türkler, 26 Aralık 1963
tarihinde toplu katliama tabi tutuldular. Toplu mezardan çıkarılmaları Kızılhaç
huzurunda gerçekleştirildi.” derken, yine İngiltere’nin The Observer
gazetesi “Limasol’da da Türkler toplu katliama tabi tutuldular ve daha
birçok yerde toplu katliam yapıldığı haberleri almaktayız.” şeklinde haberi
duyurmuştur.
Türklerin önemli kayıplar verdiği “Kanlı
Noel” olarak adlandırılan olaylarda, yani 1963 yılının Noel arifesinde 59
Türk öldürülmüştü ve Kıbrıs Türkleri ölüleri için matem tutmaktaydı. Fakat
katliam aslında yeni başlamıştı.
Yaşanan olaylar bununla sınırlı değildi.
Rum saldırılarını olayların içinde yer alan mücahit Vural Türkmen şöyle
anlatmıştır:
Polisler de sürekli teyakkuzdaydı. Uzuner o dönemde yaşadıklarını şöyle anlatmıştır:
Siyasi yaklaşımında ısrarcı olan
Makarios, garanti antlaşmasının uluslararası kanunlara göre hiçbir hükmü
olmadığını, gerekirse antlaşmayı hükümsüz ilan edebilmek için Birleşmiş Milletlere
başvuracağını bildirmişti. Türkiye’nin Kıbrıs meselesine müdahale etmemesi
gerektiğini de iddia eden Makarios, Türkiye’nin kuvvet kullanarak müdahalesinin
saldırganlık sayılacağını sözlerine eklemiş ve Ada’daki çoğunluğun arzularına uymayan
bir anayasanın değiştirilmesi için Türklerin onayını almaya lüzum olmadığını
dile getirmiştir. Bu açıklamaların yapıldığı aynı gün gazetelerde, üç Türk'ün öldürüldüğü,
Atatürk Heykeli etrafında toplanan Türklere bomba atıldığı ve olaylarda
yirmiden fazla kişinin yaralandığı, yaralılara müdahaleye giden ambulanslara da
ateş açıldığı bildirilmiştir. Yaralılara müdahale ancak Rum polislerin
silahları boşalarak gitmelerinden sonra yapılabilmiş, yaralılar Türk
kliniklerine kaldırılabilmiştir.
24 Aralık 1963’te yaşanan Kumsal
katliamı ve iki İngiliz’in makinalı tüfekle ağır yaralanmasının ardından
garantör devletler olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan bir bildiri ile çatışmaların durdurulmasını istemişlerdir. Ada’da bu gelişmeler yaşanırken Yunan iç
siyasetinde de Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerden dolayı bir çalkantı yaşanıyordu
ve çalkantının iyice büyümesi üzerine Yunanistan Başbakanı istifa etmek zorunda
kalmıştı. Türkiye’de ise sıkıyönetim komutanlığının izni olmaksızın üniversite
gençliği, olayları protesto mitingleri düzenlemişlerdi.
Ada'da giderek artan huzursuzluk ve
güvensizlik ortamı Türkleri harekete geçmeye zorlamıştı. Volkan, Karaçete
ve 9 Eylül Cephesi gibi yerel ve bölgesel savunma örgütlerinin yeterince
etkin mücadele edemediği düşüncesi ile Rauf Denktaş, Burhan
Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi bir araya gelerek yeni ve daha güçlü
bir örgüt kurulması gerektiğine karar vermişlerdi. Böylece 15 Kasım 1957
tarihinde Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulmuştur. Bu yeni
kurulan örgüt ile o güne kadar faaliyet gösteren yerel savunma örgütleri Türk
Mukavemet Teşkilatı bünyesine toplanmıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş’ın Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kuruluşu
hakkında anlattıkları şunlardır;
“Arkadaşım Nalbantoğlu ve
konsoloslukta çalışan Kemal Tanrısevdi isimli bir memurla bir gece sabaha kadar
oturduk ve konuştuk. Sonunda Türk Mukavemet Teşkilatı’nın ilk tanıtım broşürünü
hazırladık. Broşürde Volkan’a teşekkür ederek Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
kurulduğunu belirttik. Ben o sırada Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu
başkanıydım ve halk içinde güvenilirliğim yüksekti. Bu Federasyona, bütün
partiler, köyler ve kuruluşlar üye idi. Dr. Küçük eski başkanla arası açık
olduğu için başkanlığa beni seçtirmişti. İngiltere bu oluşumu engelleyememişti
çünkü kültürel ve ekonomik bir kuruluş olarak siyasetin dışında bir kurum
olarak görülmekteydi. Oysa aslında bu kuruluş siyasetin tam içindeydi. Neyse
Volkan’daki arkadaşlar da kabul ettiler. Onların içlerinde güvendiklerimizi Türk
Mukavemet Teşkilatı’na aldık.”
İleride her Türk köyünde varlık
gösterecek olan Türk Mukavemet Teşkilatı’na katılım, önceden belirlenen ve
hakkında ayrıntılı araştırma yapılan üye adayının siyah bir perdenin ardında
Kuran, bayrak ve silah üzerine yemin etmesi ile gerçekleştiriliyordu. Bu yemin
töreni İtalyan Carbonari Teşkilatı ve daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyetinde
görülen katılım seremonisine çok benzemekteydi. Örgüte katılım için uygulanan
kabul seremonisi sırasında okunan Türk Mukavemet Teşkilatı Andı’nın metni ise
şu şekildedir:
“Kıbrıs Türkü’nün yaşayış ve
hürriyetine, canına, malına ve her türlü anane ve mukaddesatına, her nereden ve
kimden olursa olsun, vaki olacak tecavüzlere karşı çıkmak için kendimi Türk
milletine adadım. Ölüm dahi olsa, verilen her vazifeyi yapacağım. Bildiğim,
gördüğüm, işittiğim ve bana emanet edilen, her şeyi canımdan aziz bilip sonuna
kadar muhafaza edeceğim. Gördüklerimi, işittiklerimi, hissettiklerimi ve bana
emanet edilenleri, hiç kimseye ifşa etmeyeceğim. İfşaatın bir ihanet
sayılacağını ve cezasının ölüm olacağını biliyorum. Yukarıda sıralanan hususları
harfiyen tatbik edeceğime, şerefim, namusum ve bütün mukaddesatım üzerine söz
verir and içerim.”
Türk Mukavemet Teşkilatı kurulduktan
sonra bir manifesto oluşturmuştu. Bu manifestoya göre örgütün amacı, Kıbrıs
Türklerinin can ve mal güvenliğini sağlamak, Enosis'e ve bu hedef doğrultusunda
EOKA tarafından gerçekleştirilen terör eylemlerine karşı durmak, Türklere
yapılacak saldırıları geri püskürtmek, Türk toplumunun birliğini ve bütünlüğünü
sağlamak, Rumlara ve İngilizlere karşı Kıbrıs Türklerinin haklarını savunmak ve
Türkiye ile sıcak ilişkileri devam ettirerek, Ada’da bulunan Türk halkının
anavatana bağlılığını sürdürmek gibi maddeler içermekteydi.
Türk Mukavemet Teşkilatı’nın direnişi,
bağımsızlığa hizmet ettiği için Kıbrıs’ın asıl ulusal kurtuluş hareketi
olarak değerlendiriliyordu. Kıbrıs’ta bulunan İngiliz gazeteci yazar Gibbons Türk
Mukavemet Teşkilatı’nı tanımlarken “Terör karşıtı bir terör örgütü”
olarak bahsetmiş, merkezinin Lefkoşa’nın banliyöleri olan Gönyeli ve Ortaköy
olduğunu söylemişti. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın faaliyetleri kapsamında
Denktaş şunları söylemiştir;
“İkinci toplantıda, ‘Benim istediğim
EOKA’ya karşı Türk Mukavemet Teşkilatı’nın Türk hükümetine ve Genelkurmayına bağlı
bir kuruluş olmasıdır. Hareketi Türkiye’ye bağlamazsanız, silahları Türkiye’den
getirmezseniz, para toplayacaksanız ben yokum’ dedim. Bunun üzerine istediğimi
yapmam konusunda beni yetkili kıldılar. Bu konuşma Kasım 1957’de oldu ve ilk
kez ben Ocak ayında Dr. Küçük’le Türkiye’ye gittim. Ankara’da Fatin Rüştü
Zorlu’yu ziyaret ettik. Doktor, Kıbrıs meselesini konuştu ve ihtiyaçlarını
duyurdu, ardından ben söz aldım. ‘Biz böyle bir teşkilat kurduk. Rumlar bu işi
EOKA ve Yunanistan’la birlikte yürütüyorlar. Türkiye bize bu konuda yardımcı
olmazsa bu iş burada biter. Onun için sizden silah istiyoruz.’ dedim. Buna
karşılık bize sordular ‘biz şimdi size silah göndersek alabilir misiniz?’ Ben o
zamanlar içinde bulunduğum gençlik ve tecrübesizlik içinde ‘tabi alırız’ diyordum
ki, Dr. Küçük, ‘konuyu biraz inceletin, nasıl yapacaksınız. Aksi takdirde yakalanırsanız
Türkiye zor durumda kalır’ dedi. Aslında Fatin Bey’in de Adnan Menderes’i
bilgilendirmek için zamana ihtiyacı varmış. Zaman kullanıldı ve 9 ay sonra
Türkiye, İş Bankası müfettişi ve öğretim müfettişi adı altında bize ilk
uzmanlarını, yani Bayraktar ve yardımcılarını gönderdi.”
Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kuruluşu
için görevlendirilmiş olan Tümgeneral Daniş Karabelen’in yardımcısı olan ve
Kıbrıs’ın İstirdat (Geri Alma) Projesi’ni hazırlayan Albay İsmail Tansu ‘’Aslında
Hiç Kimse Uyumuyordu’’ isimli kitabında konuya şu şekilde
değinmektedir:
“Bu teşkilat önceden kurulmuştu. 9 ay
sonra mevcut teşkilat bize teslim edildi. Propagandaları, yayınları, köylerdeki
örgütlenmesiyle ve adamlarıyla zaten maneviyat ayaktaydı. Bir şeyler vardı ama
bilinçli bir kuruluş değildi. İşte arkadaşlar geldikten sonra onlar bir kısmı
benim avukatlık büromda aramıza perde çekerek, Kur’an-silah üzerine yeminlerini
ettiler. Halkta da büyük istek ve heyecan vardı.”
Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
kuruluşundan önce de Türkiye, Kıbrıs’taki Türk halkına yalnız olmadığını
anlatmak ve olayları daha yakından takip edebilmek için adaya öğretmenlerini
göndermişti. Öğretmenler daha sonra gerçekleştirilecek mücadelede etkin rol
oynayacaklardı.
1957 yılının Aralık ayında Kıbrıs
Türklerine yönelik Rum saldırıları yoğunluk kazanırken Türk Mukavemet Teşkilatı,
Lefkoşa, Larnaka, Limasol, Baf, Lefke ve Mağusa’da çoğunluğu Volkan’dan devir alınan
az sayıdaki silahla faaliyet gösteriyordu. Mağusa’ya bağlı Aytotoro köyünde
depolanan su borusundan yapılmış 3 bomba, 2 el bombası ve çok miktarda kapsül
ile barut, büyük bir talihsizlik sonucu köyde yapılan bir aramada İngiliz
askerleri tarafından ele geçirilmişti. Bu talihsiz olaydan sonra silahlar
güvenli yerlerde saklanmaya başlandı. Güvenli olarak addedilen yerlerden birisi
de Dr. Niyazi Manyera’nın eviydi ve silahların dağıtımı bu güvenli yerlerden
yapılıyordu.
Dr. Niyazi Manyera |
Menderes Kıbrıs’taki sorunları
Yunanistan’la diplomatik yollarla çözmenin mümkün olabileceği umudunu uzun süre
korumuşsa da görüldüğü gibi 1958 yılı itibarıyla Rumlar, İngilizlere ve Türklere
karşı olan terör faaliyetlerini giderek arttırmışlar, İngiliz valisi ise
olaylara seyirci kalmıştı. Aynı dönemde Başbakan Menderes’e Kıbrıs
köylülerinden yardım çağrıları içeren telgraflar gönderilmişti. Türkiye ise
toplumsal hareketler başlayarak “Ya Taksim Ya Ölüm”
sloganları giderek daha geniş kitlelere yayılıyordu. Kıbrıs’ta Türklerin
yaşadığı kayıpların giderek artması, Menderes’in kararını vermesine yardımcı
olmuş ve EOKA’ya karşı Türk halkının güvenliğini sağlayacak gizli bir teşkilat
kurulmasına karar verilmişti.
Ankara’da Fatin Rüştü Zorlu ile Dr.
Fazıl Küçük’ün görüşmesinden sonra, 1958 yılının Nisan ayında Genelkurmay
Başkanlığından Tümgeneral Daniş Karabelen’e bir mesaj ulaştı. Mesajda;
“Kıbrıs’ta Türk varlığını korumak
amacıyla gizli, silahlı bir örgüt kurulması için Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetinin izin verdiği” ifade edilmiş. Ayrıca “bu işe hükümetin ve Türk
Silahlı Kuvvetlerinin adlarının hiçbir şekilde karıştırılmaması gereği…”
kesin bir dille vurgulanmıştı.
Aynı mesajda, Özel Harp
Dairesinin, bu özel görevle ilgili olarak hiçbir yer ve makam ile resmi
bağlantı kurmayacağı, Genelkurmay üst düzey komutanları ile hiyerarşik
bağlantılarını sözlü olarak yürüteceği, diğer devlet kuruluşları ile yapılacak
temaslarda da iletişimin sözlü olacağı, yazışma yapılmayacağı belirtilmiştir.
Örgütün kuruluşu ve yönetimi için Kıbrıs’ta gönüllü olarak görev üstlenecek
subaylar süresiz izinli sayılmışlardı. Türk Mukavemet Teşkilatı’na katılanların çoğu daha
önce Kore Savaşı’nda bulunan subaylardı ve Kıbrıs’a öğretmen, imam, tarım uzmanı,
bankacı gibi kimliklerle gideceklerdi. Ayrıca, Dr. Fazıl Küçük ile Rauf Denktaş
yardım ve işbirliği esaslarını görüşmek için Ankara’ya davet edilmişlerdi. Türk
Mukavemet Teşkilatı’nın yeraltından çıkarak varlığını ortaya koyacağı günü ise EOKA’nın
Türklere yönelik olası saldırılarının belirlemesi kararlaştırılmıştır. Öncelikle
Ankara’da hazırlanan “Kıbrıs’ı İstirdat Projesi” (KİP) kapsamında
KİP kadrosu belirlenmiş, Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
geliştirilerek gerçek bir direniş örgütü haline
getirilmesi görevi Piyade Yarbay Ali Rıza Vuruşkan’a verilmişti. 9
Temmuz 1958 tarihinde Tümgeneral Daniş Karabelen eliyle, Genelkurmay 2.
Başkanı Salih Coşkun’a takdim edilen liste, daha sonra küçük değişikliklerle
icraata konulmuştur. Türk Mukavemet Teşkilatı üyesi olarak görev yapmak üzere
Kıbrıs’a gönderilen personel, öğretmen, imam, tarım uzmanı ve bankacı gibi
görevlerle adaya gönderileceklerdi. Bu konuda 28 Ağustos 1957 tarihinde Cumhurbaşkanı
Celal Bayar imzalı Bakanlar Kurulu Kararnamesi şöyledir:
“İlişik listede adları ve görevleri
belirtilen 22 öğretmenin iki sene müddetle Kıbrıs’taki Türk okullarında
öğretmenlik görevi almalarına izin verilmesine karar verilmiştir.”
Piyade Yarbay Ali Rıza Vuruşkan |
Yayınlanan kararname sonrası Ankara KİP
karargâhı yoğun bir tempo ile çalışmaya başlamış, Kıbrıslı Türk Mücahitlerinin
silah eğitimini tamamlaması için Aralık 1959 tarihi hedef olarak belirlenmişti.
Türkiye’nin bu hamlesiyle Rum ve Yunanlıların Enosis (Kıbrıs’ın Yunanistan’a
ilhakı) planı gibi Türkiye’nin de artık İstirdat (Kıbrıs’ın eski
sahibi Türkiye tarafından geri alınması) planı vardı. Bu proje ile
Kıbrıs’ın tamamına sahip olunamasa bile “Kıbrıs’ın taksimi” hedefleniyordu.
Proje Genelkurmay 2. Başkanı Cevdet Sunay tarafından onaylanması ile Genelkurmayda
da KİP karargahı harekete geçmek için hazırlıklara başladı. Bu hazırlıklar
kapsamında Kıbrıs’tan gönderilen mücahitlere birebir silah eğitimi vermek için kamp
alanı belirlemek vardı. Belirlenen ve kurulan ilk kamp, Ankara sınırları
içindeki Zirkaya Köyü yakınlarında kuruldu. Zirkaya Eğitim Kampı olarak
belirlenen bu mahal Tarım Bakanlığına ait çiftlik ve tesislerde kuruldu ve bu kampta
Türk Mukavemet Teşkilatı mensuplarına askeri eğitim verilmeye başlandı. Kampa eğitim
görmek için gelen İlk kafile 20 Ağustos 1958 tarihinde Ankara’ya ulaştı.
12 Eylül 1958 itibarıyla, Antalya Eğitim Kampı da faaliyete geçirilerek
burada da eğitime başlandı. Ankara’ya gönderilen mücahitlerden Yıldız Kabaran
bu eğitimi şöyle anlatmıştır:
“Silahlı eğitim almak üzere
Kıbrıs’tan Ankara’ya gönderilen 30 kişiydik. Ankara’da tren istasyonunda bizi
bir binbaşı karşıladı. Ertesi gün kampa götürdüler. Zirkaya’da her türlü silahı
söküp takmayı ve kullanmayı öğrendik. Döndüğümde buradaki arkadaşlarımla
gizlilik içinde buluşarak onlara da silah nasıl kullanılır, bubi tuzakları
nasıl yapılır, silahlar nasıl saklanır gibi konularda eğitim vermeye başladım.”
Alınan eğitime rağmen Adaya dönen Kıbrıslı
Türkler için silah bulmak çok zordu. Bu konuda bir Arı Ekibi üyesi olan Vehbi
Mahmutoğlu bir röportajda şunları söylemiştir:
“Başladık köyümüzü nöbetleşe
beklemeye. Koca köyde silah namına bir tabanca, bir av tüfeği, şiş, balta vardı
ve hepsi o kadardı… Silah lazımdı bize. Rum askeri ensemize binmişti. Silah
getirmek kolay değildi. İngiliz bizi yakalasa idam edilirdik. Rum yakalasa
kurşuna dizerdi. Silah lazımdı, kayık lazımdı, silah sevkiyatı için Türkiye
kıyılarına ulaşmak şarttı. Kardeşim Celal’e gittim. Polis olarak çalışıyordu.
‘Silah getirmeliyiz buraya!’ dedim. 70-80 sterlin verdi. Bir Rum’dan
kayık satınaldım, kayığın üzerinde Elefteria yazıyordu yani Hürriyet.
Sadece ileri vitesi vardı. Geriye gidişi yoktu. Ufacık bir tekneydi.”
Vehbi Mahmutoğlu Teknesiyle ''Bereketçi'' Görevini İcra Ederken Çekilmiş Tek Resmi |
Bu zorluklara rağmen Ağustos 1958
tarihinde kendi inisiyatifleri ile silah bulmak amacıyla Türkiye’ye gelen bu
gençlere Türkiye sahip çıkacaktı. Kendilerine “hiçbir maddi menfaat olmaksızın
sadece vatan için çalışacakları, yapacakları görevin son derece tehlikeli
olduğu, her an ölümle yüz yüze gelebilecekleri, yakalanmaları veya
öldürülmeleri halinde arkalarında kimsenin durmayacağı…” anlatılmış ve söz
konusu görevi kabul edip etmeyecekleri soruluyordu. Gerçekten de Ada’da İngilizler
sıkıyönetim uygulamakta ve tek bir mermi bile bulunduğu taktirde bu kişilerin
alacağı cezası idamdı.
Bu risklere rağmen görevi kabul eden mücahitler
16 Ağustos 1958 ile 1 Ocak 1959 tarihleri arasında 9 sefer yapmış
ve 800 Türk Mukavemet Teşkilatı mücahidinin silah ve cephane ihtiyacını
karşılamışlardı. Takma motorlu kayık ve sandallarla Türk Mukavemet Teşkilatı
için silah ve cephane taşıyan mücahitlere ‘’Arı Ekibi’’
adı verilmişti. Ayrıca onlara ‘’Bereketçiler’’ ismi
takılmıştır. Asaf Elmaz ve Hikmet Rezvan, 9 Kasım 1958 tarihindeki silah
taşıma görevlerinde azgın dalgalara yenik düşerek Berekeçilerin ilk şehitleri
olmuşlardı. İlk Bereketçiliğini 17-18
yaşlarında yapan ve söz konusu Bereketçilerle son temasta bulunan Ahmet
Cemal, o geceyi şöyle anlatmıştır:
“Bu seferler sırasında bir gece hava
çok soğuktu ve yağmur vardı. Arkadaşlarımız Asaf Elmaz ve Hikmet Rıdvan iki
sandalla geleceklerdi. Ben kıyıda bekliyor, ışıkla bizim köyün yerini
gösteriyordum. Bir ara ışıklarını gördüm. Onlar da benimkini gördüler. Sonra
izlerini kaybettim. Sabaha kadar bekledik ama gelmediler. Durumu merkeze,
Lefke’ye bildirdik. Denizde aradık ama hiçbir iz bulamadık. Akdeniz onları
çekip almıştı.”
Tufan kod adlı mücahit İlter Kırmızı’nın
Bereketçiler’le ilgili bir anısı şöyledir:
“1957-1962 yılları arasında Bozpetek
Muavini olarak görev yaptım. 1952-1958 yılları arasında Orman Dairesinde
İngiliz müdür ve Rumlarla birlikte çalışmaktaydım. Rumların Türklere olan kin,
nefret, aşağılama ve yıldırma politikaları sonunda hayati tehlike ile karşı
karşıya kalmıştım. Bugünlerde bayraktarımız Ali Rıza Vuruşkan, dosyamı
incelemiş ve beni İş Bankası Lefkoşa şubesine aldırmıştı. 1952-1958 yılları
Kıbrıs Türkleri için ekonomik kriz yıllarıydı. Ticaretin %90’ı Rumların
elindeydi ve Türklerin iş sahaları çok kısıtlıydı. Arkadaşım Salih Sertel,
Kıbrıs Türk Federasyonunun vermiş olduğu kredi ile bir oto yedek parça satış
dükkanı açtı. Kendisi de mücahitti ve Bozpetek Beyi olarak görev
yapıyordu. İş yeri Türk Mukavemet Teşkilatı’nın iletişim kanalıydı. Bir gün,
yanılmıyorsam 19 Ağustos 1958’de iş yerine Koççinalı (Erenköy) Vehbi Mahmut
geldi. Kendisini tanıttıktan sonra Türkiye’den balıkçı teknesi ile iki arkadaşıyla
Erenköy’e silah ve mühimmat getirdiğini söyledi. O güne kadar tek tük
tabancanın dışında başka silah görmemiştik. Derhal Rauf Denktaş Bey’e haber
verdik. Onun da onayıyla silahların saklandığı yere hareket ettik. Polis
teşkilatında görevli, bize yakın arkadaşların temin ettiği, bize öncülük edecek
polis jipi ile yola çıktık. Mezarlıktaki bir mezarı kazdık ve bulduğumuz tahta
kasaları açtık. Tabancalar, mermiler… Dünyalar bizim olmuştu.”
Türk Mukavemet Teşkilatı başlangıçta Türk mitolojisine ve özelliklerine uygun olarak teşkilatlandırılmış ve kullanılacak kod isimleri buna uygun olarak seçilmiş bir yeraltı örgütüydü. Teşkilatın ilk kurulduğu dönemde Türkiye’den gelen komutanlara “Kara Sakal” takma adı verilmişti. Türk Mukavemet Teşkilatı üyesi olan Yılmaz Bora bu konuda şunları söylemiştir:
“Bu isimler kapalı şifreli kod olarak
kullanılmıştır. Türk Mukavemet Teşkilatı’da kutsal görev üstlenen ve kimlikleri
gizli kalması gereken komutanlarımızın emirleri geldiğinde, Mücahitlerimize
Kara Sakaldandır denilir ve onlar ne olduğunu anlarlardı. Kod ismi
kullanılırken sonradan kapalı isim kullanılmasına geçilmiştir. Fırtına, Bora,
Yıldırım, Ateş, Bozkurt gibi kapalı isimler bizzat
komutanlarımızın kendileri için seçtikleri kod isimleriydi…”
Daha sonra haberleşmede gizliliğin daha
kolay oluşturulabilmesi amacıyla değişikliklere gidildi. Kıbrıs’ta Türk
Mukavemet Teşkilatı’nın örgütlenmesi, eğitim ve hareket esasları, gizli harekât
tekniği açısından Amerikan modeli ile İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız
direniş örgütünün yöntemleri dikkate alınarak düzenlenmişti. Bu örgütlenmeye
göre her birim 5 kişilik hücrelerden oluşuyor; her hücre üyesi, yalnızca
kendi hücresindeki beş kişiyi tanıyor ve bu hücreler diğer hücreleri veya
personelini tanımazdı. Üst kademe ile irtibatı sağlayanlar ise sadece hücre
liderleriydi. EOKA’nın örgütlenme yapısına bakıldığında Türk Mukavemet
Teşkilatı ile aynı sistemi uyguladığı görülebilir. Grivas bu durumu şu
örgütlenmeyi şu şekilde açıklamıştır;
“Herkes sadece kendisini ilgilendiren
hususları bilecektir, bundan başkasını değil. Her üye toplum içinde gözlerini
ve kulaklarını dört açacak ancak ağzını sıkı sıkıya kapatacak ve EOKA’yı
ilgilendiren her hususu bildirecektir” diyerek ifade eder.
Türk Mukavemet Teşkilatı’nın 1958
yılında kurulan ilk yapısı ‘’Otağ’’, ‘’Oba’’ ve ‘’Çadır’’ şeklinde
üç kademeli olarak belirlenmişti. 5 kişilik hücreler ‘’Çadır’’, hücre üyeleri
‘’Arı’’, otağa bağlı köyden sorumlu birim de ‘’Oba’’ kapalı ismi adlandırılıyordu.
Bu yapılanma ve verilen isimlerin politik çağrışımlar yapabileceği endişesiyle
daha sonra sembollerde değişiklikler yapılmış, bunların yerine ‘’kovan’’,
‘’Petek’’ ve ‘’Oğullar’’ isimleri oluşturulmuştur. Her Oğul 5 Arı’dan
oluşmuş, Otağ’ın yerine Kovan, Oba’nın yerine Petek, Çadır’ın yerine Oğul getirilmiştir.
1960 yılından itibaren Türk Mukavemet
Teşkilatı 6 bölgede 6 birlik teşkil etmiş ve Mağusa, Lefke, Larnaka,
Baf, Lefkoşa, Limasol sancaklarında 3-4 taburdan oluşan bir
askeri güç oluşturmuştu. Her taburda 50’şer kişi olacak şekilde
teşkilatlandırılmış ve eğitilmiş bir kuvvet bulunmaktaydı. İlerleyen tarihlerde bu 6 birlik çoğalarak 10 birliğe çıkacaktı. Her birliğin başında
da ‘’Serdar’’ adı verilen komutanlar görev yapmaktaydı. Baf Serdarı,
Magosa Serdarı, Lefkoşa Serdarı, Limasol Serdarı, Lefke Serdarı, Larnaka
Serdarı olarak bilinen komutanların genellikle yırtıcı kuş isimlerinden olan
“Şahin, Atmaca gibi” değişik kod adları bulunmaktaydı. Türk subayların Adaya gelmesiyle
bilinçli ve disiplinli bir şekilde yetiştirilen Kıbrıslı Türkler tarafından
oluşturulan örgütlenme tam bir mukavemet teşkilatı hüviyetine büründü. Türk
Mukavemet Teşkilatı’nın komutanı olarak görev yapan kişi “Bozkurt”
adıyla bilinmekte ve teşkilatın en üst düzey yöneticileri haricinde hiç kimse
tarafından tanınmamaktaydı. Türk Mukavemet Teşkilatı lideri Bayraktar kod
adı ile görev yapan Albay Ali Rıza Vuruşkan’a teşkilatın tesisinde yardımcı
olmaları için Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş tarafından önerilen toplumun üst
düzey aydın kişileri de büyük bir gizlilik ve disiplin içerisinde teşkilata
kabul ediliyor ve çalışmaya başlıyorlardı. Teşkilata eleman seçimi ise büyük titizle
yapılıyor ve özenle yapılan araştırma neticesinde teşkilata alınıyorlardı. 1958
ile 1967 yılları arasında Türk Mukavemet Teşkilatı bünyesinde Bayraktar olarak
görev yapanlar, Ali Rıza Vuruşkan (Haziran 1958 - Haziran 1960), Şefik Karakurt
(Haziran 1960 - Haziran 1962) ve Kenan Çoygun’dur (Ağustos 1962 - Temmuz 1967).
Türk Mukavemet Teşkilatı’nın eğitimlerinin
temelini oluşturan Türkiye’de yapılan kısmına Kıbrıslı Türkler ‘’hasrete
gitmek’’ diyordu. Bir ay süreli olan bu eğitimlerde askerlik öğrenenler
ayrıca silah bakımı, telsiz kullanımı, temel askeri eğitim ve komando eğitimi
(gerilla taktikleri) şeklinde bir ihtisaslaşmaya geçtikten sonra tekrar
Kıbrıs’a dönüyordu. Türkiye’den dönen mücahitler Ada içinde eğitim vererek
teşkilatın yapısını ve eğitimli mücahit sayısını arttırmaya çalışıyordu.
TÜRK MUKAVEMET
TEŞKİLATI’NIN 1958 YILINDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ FAALİYETLER
Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
kurulmasından sonra yer aldığı en önemli olaylardan biri 27- 28 Ocak 1958
tarihleri arasında organize ederek gerçekleştirdiği direnişti. Bu direnişte Kıbrıs
Türkleri İngiliz Sömürge İdaresine başkaldırmışlardır. Rumların Enosis
yönündeki baskılarını artırmaları üzerine, 27 Ocak 1958 günü Bozkurt gazetesinde
çıkan bir yazı üzerine Türkler protestolara başlamıştır. Söz konusu yazıda
belirtilen, “İngilizler taksim tezini kabul etti, tatbik edecekler”
haberi bu infialin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Haber İngiliz Dışişleri
Bakanının eski bir beyanatına atfen yapılmıştı. Denktaş, gelen mesajın halkın yüklediği
anlamda olmadığını söylediyse de olaylara engel olamadı. Bu yazının etkisiyle
erkek ve kız lisesi öğrencileri giderek büyüyen gruplar halinde Atatürk
Meydanı’na ulaştı ve slogan atmaya başladı. Meydana çıkan sokaklar kalabalıkla tıka
basa dolmuştu. Kendiliğinden toplanan halk da Girne Kapısı’na doğru yürüyüşe
geçip emniyet kuvvetlerinin kurduğu barikatları aşarak “Ya Taksim Ya Ölüm”
sloganları ile İngiliz komiserinin evine kadar gelmişlerdi. Orada slogan atarak
geri dönerken meydana konuşlanmış olan polis, göz yaşartıcı bombalar atarak
göstericiler içerisinde kaosa neden oldu.
Bu kaosun ortasında İngiliz ordusuna ait
makineli tüfek taşıyan askeri bir araç kalabalığın arasına dalarak bir kadın ve
erkeği ezerek ölümüne sebep oldu. Bunun üzerine Türk Mukavemet Teşkilatı organizasyonunda
ertesi gün yeniden Atatürk Meydanı’na gelen Türkler, Zafer sineması civarında
İngiliz araçlarından açılan ateşle karşılaşmışlardır. İki günlük mücadelede
Lefkoşa’da 5, Mağusa’da 2 olmak üzere 7 Türk öldürüldü. Olayların giderek çığırından
çıkması ve ölümler olması üzerine İngilizler sokağa çıkma yasağı koymak zorunda
kaldılar. O güne kadar Rumların Enosis lehindeki yürüyüşlerine seyirci kalan
sömürge yönetiminin kendi barışçı yürüyüşlerini şiddetle bastırmasına tepki
gösteren Türk öğrenciler, İngiliz asker ve polisine karşı büyük bir direniş
göstermişlerdir. Çatışmalar, gösteri ve yürüyüşler ertesi gün de sürerek bütün Adaya
yayılmıştır. Bu çatışmalarda 100’den fazla Türk yaralanmış, birçok kişi
tutuklanmıştı. Bu olaylara Türkiye’deki halk sessiz kalmamış ve “Enosis’e
Karşı Taksim Mitingleri” düzenlenmeye başlamıştı. Bu mitinglerden ilki
İstanbul Taksim meydanında gerçekleştirilmiş, daha sonra Türkiye’nin her
yanında gerçekleşen 43 meydan mitingi ile 10 kapalı salon mitingi
bunu izlemiştir. Bu Direniş ile Türk halkının iddia edildiği gibi İngiliz
yanlısı olmadığı ve Enosis’e olduğu kadar sömürge yönetimine de karşı olduğunu göstermesi
bakımından önemliydi. Bu gelişmelere Türkiye Cumhuriyeti’de kayıtsız kalmamış
ve 17 Haziran 1958 tarihinde TBMM’de olağanüstü bir toplantı düzenlenerek
taksim tezi mecliste tam bir ittifakla kabul etmişti. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi
konusunda mecliste partiler arasında görüş birliği hakim olduğu söylenebilir.
Bu karar üzerine NATO Genel Sekreteri Paul Henry Spaak harekete geçerek
İngiltere’den bağımsızlık planının açıklanmasının ertelenmesini istemiş,
teklifin kabulünden sonra bir aya yakın sakin bir dönem yaşanmıştır.
Türkiye’de taksim tezinin onaylanmasını
müteakip Dr. Küçük ve Rauf Denktaş Ankara’ya giderek Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan
Menderes ile görüşmüşlerdir. Bayar bu görüşmede kendilerine sorunun Türk tezi lehine
sonuçlanacağı konusunda güvenceler vermiştir. Bu karar ve görüşme trafiği
arasında EOKA eylemlerine davam ediyordu. Bu eylemlerden birisi de EOKA militanlarının
Girne Türk İlkokul’na saldırmasıydı. 12 Temmuz 1958’de ise EOKA’nın çok
ses getiren ve tarihe ‘’Sinde katliamı’’ olarak geçen eylemini
gerçekleştirdi. Bu katliam emrini ise EOKA lideri Grivas vermişti. Sabahın erken saatlerinde işe gitmekte olan
Sinde köyü (İnönü) otobüsü, köyün hemen dışında 15 kişilik EOKA’cı grup
tarafından pusuya düşürülmüş, saldırı sonucunda biri çocuk olmak üzere toplam 5
kişi öldürülmüştü. Bu katliamın hemen arkasından 1 Ağustos 1958
tarihinde Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı Komutanı Yarbay Ali Rıza Vuruşkan,
Lefkoşa İş Bankası Şubesi’nde Ali Conan adıyla ve müfettiş kimliği ile görevine
başladı. Bu noktada Yarbay Ali Vuruşkan hakkında biraz daha detaya inmekte
fayda var. Yarbay ve daha sonra albay olan Ali Rıza Vuruşkan (1912-1979)’ın Kıbrıs’a
geldiğinde kullandığı adı Ali Conan olduğunu yukarda belirtmiştim. Aslında Ali
Vuruşkan’ın kullandığı ‘’Conan’’ soyadı kendisi için ayrı bir anlamı içermekteydi.
Conan soyadının kökeni, Ali Rıza Vuruşkan’ın Kore savaşında birliği ile Çin ve
Kuzey Kore birliklerine karşı savunduğu ve sonuna kadar elden çıkmasına müsaade
etmediği bir tepenin adından geldiği iddialar arasındadır. Vuruşkan’ın Türk
Mukavemet Teşkilatı içinde kod adı Bozkurt, teşkilatın askeri şemasındaki
pozisyonu ise Bayraktar’dı. Hüseyin Laptalı, Vuruşkan için şunları
söylemektedir:
“O müthiş bir kurmay subaydı. Türk
ordusunun gücünün, kudretinin gerçek temsilcisi olan çok iyi bir askerdi. Bunu
Erenköy Grubu Savunması (Kumsal Grubu) için bana dikte ettirdiği Yeşil, Sarı ve
Kırmızı Alarm planlarındaki savunma taktiklerinden görüyoruz. ‘Önde düşman,
ölüm, arkada deniz, derin’. Kırmızı alarmın bölüklere olan son emri,
‘bulunduğunuz tepeleri çepeçevre ve sonuna kadar (ölene kadar) savunacaksınız’
idi.”
Teşkilatın ilk başkanı olan Ali Rıza
Vuruşkan, yaklaşık iki buçuk yıl Türk Mukavemet Teşkilatı Komutanlığını yapmış,
teşkilatlanma, silahlanma ve eğitim konularında büyük başarı sağlamıştı. Daha
sonra Türkiye’ye dönen Vuruşkan, Kanlı Noel’den sonra 1964’te ikinci kez
Rauf Denktaş ve Kıbrıslı gönüllü üniversite öğrencileri ile birlikte Erenköy
bölgesine çıkmış ve iki yıl daha Ada’da görev yapmıştı. Vuruşkan’ın görünüşü ve
kişiliği ile ilgili Emekli Tümgeneral Cumhur Evcil, şunları söylemiştir:
“1961 yılında komando kursunda iken okul
komutanımız Albay Ali Rıza Vuruşkan’dı. O zaman kendisinin Türk Mukavemet
Teşkilatı ile ilgisini bilmememize rağmen heybetli duruşu, güven telkin eden
yaklaşımları ve keskin bakışları ile bizi adeta büyülerdi.”
İngiltere, Ada’da EOKA eylemlerini
engelleyememesi üzerine Türkiye, İngiltere’ye Kıbrıs’taki etkisiz tutumu için
ültimatom verdi. 9 Ağustos 1958 tarihi itibarıyla Macmillan, Ankara ve
Atina’yı ziyaret etti. Bu görüşmelerde Macmillan İngiltere’nin görüşünün
bağımsızlık yönünde olduğunu iletirken Türkiye taksim tezinde ısrar etmekteydi.
Diğer taraftan 1 Eylül 1958 tarihinde Adaya dönen ve Türkiye’nin
tavrından “Adanın taksim edilmesi” sonucunun doğmasından korkan Makarios, 7
Eylül 1958’de Yunan hükûmetine, Birleşmiş Milletler koruyuculuğu altında “bağımsızlık”
formülünü kabul edeceğini bildirdi. Makarios’a göre, “Türk toplumunu, Rum
çoğunluk karşısında, haklarından yoksun bir azınlık durumuna sokmanın yolu
bağımsızlıktan geçmekteydi”. Bu tezi, Karamanlis başkanlığındaki Yunan
hükûmeti de destekliyordu. 25 Kasım 1958 tarihinde başlayan Birleşmiş Milletler
Kıbrıs müzakerelerinde, Yunan Dışişleri Bakanı Averof, “Adaya bağımsızlık
tanınmasını” istemekteydi. Türk Dışişleri Bakanı Zorlu, Konferans’ta
Shakespeare’nin Othello oyununun birinci perdesinin üçüncü sahnesinden İngilizce
olarak bir alıntı yaparak konuşmasına başlamış. Burada, “Kıbrıs’ın Türkler için ne kadar önemli olduğunu düşünecek olursak…
Türk’ün kendisi için birinci derecede önemli olanı arkaya atacak kadar
beceriksiz olduğuna inanamayız” diyerek; konuşmasını “self determinasyon
ilkesi uygulanacaksa, bu, iki topluma da yaygınlaştırılmalıdır. Bağımsızlık
tanınacaksa iki toplumun her biri için tanınmalıdır” şeklinde
sonlandırmıştır.
Müzakerelerin başladığı gün Kıbrıs’ta,
Limasol’da Türklere ait evler yakılmış ve bir Türk polisi öldürülmüştür. Kıbrıs’ta
giderek artan bu olaylar, Ankara-Atina ilişkilerini gerginleştirerek iki ülkeyi
savaşa sürüklemekteydi. Savaş olması durumunda NATO’nun güney kanadında
oluşabilecek bir çatlak, Bağlantısızlar hareketi içindeki Makarios’u destekleyen
ve AKEL ile doğrudan bağlantısı olan Rusya’nın çıkarına görülmekteydi. Bu
nedenle ABD devreye girerek, Türk ve Yunan hükümetlerine çözüm konusunda baskı
yapmış, sonuçta iki ülke bağımsızlık konusunda anlaşmışlardır. Bu anlaşma
Rumların gözünde Kıbrıs’ın bağımsızlığı Enosis’e doğru atılmış bir adımdı.
Ondan sonraki adım Plebisit (halk oylaması) idi. Makarios’un planları bu
yöndeydi. Hırslı bir politikacı olan Başpiskopos, Kıbrıs’ın tek hakimi olup
adayı Yunanistan’a hediye ettikten sonra millî kahraman sıfatı ile Yunan
Başbakanı olmayı umut etmekteydi.
Bu süreçte, Kıbrıs Türkleri büyük tehdit
altında yaşamaktaydı. Mühimmat eksikliği halkın korkularını arttırmakla
birlikte Türk Mukavemet Teşkilatı sayesinde Kıbrıs halkı bu korkuların yerine
bir umut ışığı olmaktaydı. Her biri bir kahramanlık hikayesi olan olaylara
örnek olarak, Kemal Abdullah şunları anlatmıştır:
“Türk Mukavemet Teşkilatı kurulduktan
sonra ben de bu mücadeleye katılmak için yemin etmiştim. 17 Mart 1959
tarihinde görevli olarak Ankara’ya gittim. Orada beni karşılayan Altan
isimli bir şahıstı. Onun gerçek kimliğini ancak 20-25 yıl sonra öğrendim.
Kendisini Altan diye tanıtan bu kişi rahmetli Tümgeneral Daniş Karabelen’di.
Ankara’da 3-4 gün toplantı yaptıktan sonra beni görevli olarak Anamur’a
gönderdiler. Kıbrıs’a gizlice silah taşıyacaktık. Tren biletimi verdiler. Beni
Mersin’de silah depo müdürü olan Yarbay Remzi Atılgan karşılayacaktı. Bu adam
resmi mi gelecek sivil mi, parola ne? Bunlar kafamı zorlayan sorulardı. Sonuçta
orada bulunan Zafer gazetesini alarak, parolanız ‘zafer’
dedi. Yola çıktım. Mersin’e indiğimizde ışığın altında resmi giyinmiş, sağ
kolunun altında Zafer gazetesi olan birini gördüm, elli metre ileride de
askeri bir jip duruyordu. Ben doğrudan jipe gittim. O da arkamdan geldi. ‘Hoş
geldin, yarın sabah yolculuk var’ dedi. O akşam jandarmada kaldım. Mersin
limanı yeni yapılıyordu. Ertesi gün Anamur’a geldiğimizde bizi Binbaşı İsmail
Tansu ve Yüzbaşı Kızılsu karşıladılar. Beni İmren Lokantası’na götürdüler. Üzerinde
otel vardı. ‘Burada kalacaksın, sen Mehmet Kızılsu’nun karısının dayısının
oğlusun ve İzmir Karşıyaka’dansın.’ dediler. Amaç Anamur halkının şüphelenmemesiydi.
Nihayet beklenen gün geldi. Ertesi gün Kıbrıs’a silah götürecektik. Binbaşı Tansu,
Ahmet Oğuz (Kotoğlu) ve Reşat Kaptan’la birlikte denizde Elmas kod adlı gemi
ile, silah yüklü olarak yola çıktık. Yaklaşık 2 saat sonra, yarı yolu henüz
geçmiştik ki hava birden bozdu ve 10 dakika kadar sonra da fırtına patladı.
Silahlarla geri döndük. İlk deneme başarısız olmuştu. Ertesi sabah jandarmaya
gittim. Telsizcimiz Başçavuş Ali Levent’e ‘akşam fırtınaya yakalandık
gidemedik, bu akşam gideceğiz’ dedim. Çünkü durumu, Kıbrıs’ta Ali Rıza Vuruşkan’a
o bildirecek, böylece onlar da hazırlanabileceklerdi. 24 Mart günü yeniden yola
çıktık. Bu kez gemide ben, Reşat Kaptan ve Ahmet Oğuz olmak üzere üç kişiydik.
Kıbrıs’ta çıkacağımız yer, bizim atış yerimizdi. Yolun kenarında Necati Özkan’ın
binaları, bizim binalarımız vardı. Reşat kaptan, ‘Kimse yok, ne yapacağız?’
diye sorunca ‘Silahları biz çıkaracağız.’ dedim. Sahilde silahları teslim
alacak olanlar vardı ama balıkçı teknesi gelmedi ki silahları aktaralım. Başka
yol yoktu biz çıkaracağız. Ben kayalara çarpmamak için kaptana yol gösteriyordum.
Ve başardık kenara yanaşmayı. Sahildeki komandolar silahları almaya geldiler.
Biz 15 ton silahı bu şekilde indirdik Kıbrıs’a. Hemen döndük. Sabaha karşı, tan
ağarırken Anamur’a geldik. Orada bizi Yüzbaşı Kızılsu bekliyordu. Heyecanla ‘Ne
yaptınız?’ diye sordu. ‘Buluşamadık’ dedim. Aslında doğruydu. Buluşma yok. Yani
balıkçı teknesi ile buluşamadık. Yüzbaşı hayal kırıklığı içinde ‘Yapma ya!’
dedi. Kıyıya yanaştığımızda yüzbaşıya ‘kabak boş’ dedim. Bu parolaydı. Yani
‘gemi boş, yükler teslim edildi’ anlamındaydı. Düşündü, düşündü önce çözemedi.
Hem buluşamadılar, hem nasıl kabak boş olur? Kapağı açıp baktı, deponun boş
olduğunu görünce çok mutlu oldu. Ankara’ya, Genelkurmay’a, ‘Akşam bir gemi
dolusu silah ve cephaneyi Kıbrıs teşkilatımıza teslim etmiş bulunuyoruz’
şeklinde bir mesaj iletti. Operasyon tamamlanmış, görev başarılmıştı.'' (Kemal Abdullah ile yapılan röportajın tamamına şuradan LİNK ulaşabilirsiniz.)
Silahların saklanmasına dair o dönemde
lise öğrencisi olan mücahit İsmail Bozkurt’un anlatımı şöyledir:
“1957-1958 ders yılında Namık Kemal Lisesi
son sınıf öğrencisi idim. 1957 sonlarında fısıltı halinde çevrede Türk
Mukavemet Teşkilatı adı dolaşmaya başlamıştı. Ben de kendimi Türk Mukavemet
Teşkilatı’nın içinde buldum. Sınıf arkadaşımız Altay’ın liderliğinde bir hücre
idik. Etrafa sloganlar yazmak, Türk Mukavemet Teşkilatı bildirileri dağıtmak
başlıca görevimizdi. Türk Mukavemet Teşkilatı için yaptığım en önemli görev ise
bana teslim edilen bazı silahları odamda, yatağımın altında korumaktı. Sonra
birileri gelip silahları alır ve giderdi.”
Ada’da bunlar yaşanırken Başbakan
Menderes ve Dışişleri Bakanı Zorlu ile Yunanistan Başbakanı Karamanlis ve
Dışişleri Bakanı Averof, Kıbrıs görüşmeleri için Zürih’te toplanmışlardır.
KIBRIS CUMHURİYETİ’NİN
KURULUŞ SÜRECİ
Zürih ve Londra’da yapılan
konferansların sonucunda imzalanan antlaşmalarla Bağımsız Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin temeli oluşturulmuştu. İmzacı taraflar: Türkiye, Yunanistan,
İngiltere, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumudur. Görüşmeler 1959 yılında
başlamıştı. Zamanın Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu’dur. Kıbrıs Türk toplumu adına görüşmelere Dr. Fazıl Küçük, Rauf
Raif Denktaş ve Osman Örek’tir.
Bu antlaşmalardan biri olan garanti antlaşmasına
göre, cumhuriyetin anayasa düzeni bozulacak olursa, garantör ülke olarak
anlaşmaya imza atan, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan birlikte veya tek
başlarına müdahale hakkına sahip olacaklardı. İttifak antlaşmasına göre
Kıbrıs’ta, Yunanistan 950 kişilik, Türkiye 650 kişilik ordu
bulundurabileceklerdi. Anlaşmanın bu maddesi uyarınca Türk kontenjan alayı 650
kişilik mevcutla 1960 yılında Kurmay Albay Turgut Sunalp komutasında,
Mağusa limanından Ada'ya çıkarak Lefkoşa’da Ortaköy bölgesinde konuşlandırıldı.
Yunan alayı da Lefkoşa’da Yerolokko bölgesine konuşlandı.
Bu anlaşma neticesinde, İngiltere de
kendisine ait bulunan üslerin durumunu garantiye almış oluyordu. Bu anlaşmalar,
Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde en az Yunanistan kadar hakkı bulunduğunu dünyaya
kabul ve tescil ettirmiştir. Antlaşmaların Türkiye bakımından en büyük değeri,
o zamana kadar İngiliz sömürgesi olan bir toprak üzerinde yaşayan Türk
topluluğunu azınlık statüsünden kurtararak çoğunluktaki Rumlarla eşit haklara
sahip “Kıbrıs vatandaşı” haline getirmesi ve yeni Kıbrıs devletinin
yönetiminde birinci derecede söz ve hak sahibi kılmasıdır. Böylece self
determinasyon ilkesi iki toplum için de uygulanmış olmaktaydı. Dikerdem’in
antlaşmalar hakkındaki yorumu şöyledir:
“Anlaşmaların Birleşmiş Milletler
tarafından onaylanması demek, Türkiye’nin haklarını yalnız Yunanistan ve
İngiltere’nin değil tüm dünyanın kabul etmesi demekti. Böyle dört başı mamur
bir anlaşma herhangi bir devletin diplomasi tarihinde büyük bir zafer olarak
yer alabilirdi.’’
Ayrıca Kıbrıs Türkleri, Enosis’i önleme
ve Ada’da var olma savaşında önemli bir kazanım elde etmiş olmaktaydı. 13
Aralık 1959 tarihinde yapılan seçimlerle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığına
Makarios, yardımcılığına ise Dr. Fazıl Küçük seçilmişlerdi. 16 Ağustos 1960
tarihinde, İngiliz Parlamentosunun kararı ile bağımsız olan Kıbrıs Cumhuriyeti,
iki toplumluluk, ortak egemenlik, siyasi eşitlik ilkeleri üzerine kurulmuş,
fonksiyonel bir federasyon niteliğindeydi.
Antlaşmalar konusunda Türk hükümetinin
düşüncesini Türk Mukavemet Teşkilatı’nın Türkiye’deki yapılanma sürecinde genel
koordinatör olan Albay Tansu şöyle aktarmıştır:
“Başbakan Menderes, Londra ve Zürih
antlaşmalarının imzalanmasından sonra General Daniş Karabelen, Yarbay Ali Rıza
Vuruşkan ve beni yanına çağırarak Türk Mukavemet Teşkilatı hakkında brifing
almıştır. Sonrasında bize ‘Rum ve Yunanlılara aslında ben de güvenmiyor ve
samimi bulmuyorum. Ortak devlet kurulmasını kabul etmemizin nedeni, ortaklık
antlaşmasına paralel olan garanti antlaşmasının da kabul edilmesidir. Kıbrıs’ta
bulundurulacak askeri birliğimiz Türk ordusunu temsil edecek ve gerektiğinde
bir gün içinde yeterli kuvvet gönderilecektir. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
faaliyetleri durdurulmayacak, askıya da alınmayacaktır. Daha da
güçlendirilecektir. Bir gün yine Türk Mukavemet Teşkilatı’na ihtiyaç
duyulabilir. Rum ve Yunanların hiçbir zaman Enosis hayalinden
vazgeçmeyeceklerinin bilincindeyiz. Hepinize çalışmalarınızdan dolayı teşekkür
ederim.’ demiştir.”
27 Mayıs 1960 tarihinde yani
Kıbrıs’ta cumhuriyetin kuruluş aşamasında, hükümetin görüşleri bu yönde iken
Türkiye’de her şeyi değiştirecek çok önemli gelişmeler yaşanmıştır. On yıllık Demokrat
Parti iktidarı, düzenlenen bir askeri darbe ile devrilmiş, askerlerden kurulu Milli
Birlik Komitesi ülke yönetimine geçmişti. Kıbrıs olaylarının yakından
takipçisi ve kurulan cumhuriyetin mimarı olan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu ve Başbakan Adnan Menderes, Yassıada mahkemeleri tarafından idama mahkûm
edilmiş ve karar infaz edilerek bir devrin kapandığı görülmüştür. Yönetime
geçen Milli Birlik Komitesi ise Kıbrıs’la ilgili gizlilik derecesi çok yüksek
olan faaliyetlere tam olarak hâkim değildi.
Bu nedenle Türkiye’nin yeni Kıbrıs
politikasını şekillendirecek olanlar Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunu
gerçekleştiren düşünceden bir bakıma habersizdi. Buna en iyi örneklerden birisi
de gizli şekilde Ada’ya gönderilen silahlar üzerinden yaşanmıştır. Milli Birlik
Komitesi iktidara geçer geçmez depolarda yapılan sayım sonucunda bir takım
silah ve mühimmatın kayıp olduğu görülmüş ve Hükümet kaçakçılıktan
şüphelenmişti. Oysa büyük gizlilik içindeki Seferberlik Tetkik Kurulu’nun
faaliyetleri kapsamında kayıp silahlar Kıbrıs’a, yani Türk Mukavemet Teşkilatı’na
gönderilmişti. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın en önemli isimlerinden İsmail Tansu
bir söyleşisinde yeni hükümetin Türk Mukavemet Teşkilatı’na bakışını göstermesi
açısından şunları söylemiştir:
“Seferberlik Tetkik Kurulu, darbenin
içerisinde değildi. Darbe olduktan sonra öylesine dolaşırken bir arkadaşa
rastladım. Bu arkadaşın ihtilalcilerle ilişkisi vardı. Onu tanıyordum. O da bir
vazife almış gidiyordu. Beni görünce dedi ki, ‘Binbaşım biliyor musunuz, sizin
daireyi de ihtilalciler toptan tutuklayıp sorgulayacaklar’. ‘Neden?’ diye sordum.
‘Çünkü siz Adnan Menderes’in gizli silahlı militanlarını yetiştiriyormuşsunuz.’
dedi. Bunu duyunca ben hayretler içerisinde kaldım.”
Emekli Albay İsmail Tansu verdiği bu mülakatta (KİP) projesinin nasıl hayata geçirildiğinden, Albay Vuruşkan'ın nasıl göreve getirildiğini, Ada'ya silah taşımanın ne şartlarda, nasıl gerçekleştirildiğini ve Milli Birlik Komitesi ile yaşadığı sıkıntılar gibi daha birçok detayı bu video'da anlatmaktadır. Konuya daha fazla vakıf olmak için videonun tamamını izlemenizi tavsiye ederim.
Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildiğinde
İhtilal hükümeti, Kıbrıs’a barış geldiği varsayımıyla Türk Mukavemet Teşkilatı Komutanı
Albay Vuruşkan’ı geri çağırmıştı. Oysa Londra Antlaşması'nın imzalanmasından
sonra Türkiye’ye dönen Başbakan Menderes’e “Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
lağvedilip edilmeyeceği” sorulduğunda cevabı, “Hayır, Türk Mukavemet Teşkilatı
lağvedilmeyecek. Aksine aynı hızla örgütlenmesine ve silahlanmasına devam
edilecek. Endişelerinizi anlıyorum, ben de aynı düşünceyi taşıyorum, müsterih
olunuz. Hiçbir Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a
ilhakına izin vermeyecektir” olmuştu. Zaten buna benzer bir açıklamayı
Londra ve Zürih antlaşmalarının imzalanmasından sonra General Daniş Karabelen,
Yarbay Ali Rıza Vuruşkan’a da yaptığına yukarıda değinmiştik.
Milli Birlik Komitesi’nin ilk
icraatlarından birisi de yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bir büyükelçi tayin
etmekti. Bu elçinin ismi Emin Dırvana idi. Emir Dırvana’nın görevi
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamını sağlamak ve Türk Mukavemet Teşkilatı’nı yapılan
anlaşmalar çerçevesinde pasif halde tutmaktı. Elçinin Kıbrıs’taki
faaliyetlerini Denktaş şöyle aktarmıştır:
“Hem asker hem de Kıbrıs’la ilgisi
olan bir kişinin gönderilmiş olmasına sevinmiştik. Adaya gelişinin ilk
günlerinde kendisine gördüğümüz tehlikeleri aktarmaya çalıştık. Fakat
Dırvana’nın tepkisi hiç beklenmedik şekilde oldu ve şu sözleri söyledi; ‘Rumlar
ve özellikle Makarios hüsnüniyetle bu cumhuriyeti yürütecektir. Biz şüphe ve
endişelerimizi bir kenara bırakarak günlük işlerimizi takip edelim. Böyle boş
işlerle meşgul olmayalım. Rumlar kendi cemaatlerinin ve gençliğin moralini yükseltmek
için ne yaparlarsa yapsınlar, biz Türkler böyle şeylere tevessül etmemeliyiz.
Bunlarla vakit geçirmemeliyiz. Cumhuriyet yaşayacaktır. Çünkü Türkiye vardır.
Türkiye yanı başımızdadır.’ Durumu yeniden izah etmeye çalıştık. ‘Gördüğümüz
tehlike hakikidir, hayali değildir. Rumların hedefi anlaşmaları bozmak olduğuna
göre ve bu hedefe ulaşmak için hummalı bir faaliyete geçmiş olduklarına göre
biz Türklerin hedefi ne olacaktır, ne olmalıdır? Gafil avlanabiliriz. Yine bir Girit
hadisesi ile karşılaşabiliriz’ dedik. Buna karşılık Dırvana’nın sesi perde
perde yükseldi ve elini masaya vurarak bize ‘Türkiye Cumhuriyeti bu anlaşmalara
imzasını koymuştur. Bu anlaşmaları kimse yıkamaz, kimse bozamaz. Türklere kimse
hücum etmez, edemez. Türklerin içinde emrivakiciler vardır. Bunlar sinmelidir,
sindirilmelidir. Aksi halde köy köy dolaşarak bunlar halka teşhir edilecektir.’
Kimdi bu emrivakiciler? İsim vermemişti. Ardından 1958 mücadelesinde canını
dişine takarak mücadele etmiş olan arkadaşlarımız bir bir sindirildi. Makarios,
EOKA’cıları vekil yaparken, biz 1958’in mücahitlerine sırt çevirdik.’
Dırvana’ya göre Türk liderliği, Rumların durumunu tasvip etmediği, Rumlardan
şüphelendiği müddetçe şovenistti ve Türkiye için tehlikeliydi. Onun iki senelik
sefirliği boyunca Gençlik Teşkilatını yok ettik. Makarios’un beyanatlarına
karşılık vermek yasaklandı. Benim ismimle makale yazmam ya da beyanat vermem
yasaklandı. Türk’ten Türk’e kampanyası çok kötü bir olaymış gibi unutturuldu.
Bunların Rumlarla işbirliğini önleyici şeyler olduğu söylendi. Sanki Rumlar
bizimle işbirliği yapmak için yırtınıyorlar da biz bunu bozmaya çalışıyormuşuz
gibi davranıldı. 1958 mücadelesinin şehitlerini anmak için yapacağımız törene
bile müdahale edildi. Dırvana’nın iki senelik sefirliği süresince Kıbrıs Türkü,
22 senelik zamanı kaybetmiştir.”
Türkiye’de yaşanan 1960 ihtilali
Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nı durağan bir döneme itmişti. Kendi asli
görevlerinin yanısıra Kıbrıs için mücadele eden subaylar, kurallara uygun bir şekilde
görevlerinden uzaklaştırılmışlardı. İlk Bozkurt olan Albay Ali Rıza Vuruşkan’ın
Kıbrıs’tan alınması Ekim ayında gerçekleşmiş ve Vuruşkan Türk Mukavemet Teşkilatı
liderliğini, bölge komutanı olarak Mağusa’da görev yapan kod adı Mustafa Kaya, Türk
Mukavemet Teşkilatı içinde komutan olarak kod adı da Dağlı olan Binbaşı Şefik
Karakurt’a devrederek Türkiye’ye dönmüştü. 1962 yılına kadar Türk Mukavemet
Teşkilatı’na yeni bir Bayraktar (Bozkurt) atanmamıştı. Bu tarihte Yarbay
Kenan Çoygun, Kemal Coşkun adıyla Kıbrıs’a Bayraktar yani Türk Mukavemet
Teşkilatı lideri olarak tayin edilmiştir. 10 Şubat 1962’de Rum İçişleri
Bakanı Yorgacis verdiği demeçte,
“Kıbrıs’ın bir Yunan adası olduğunu,
Kıbrıs Türklerinin muhacir ve azınlıkta bulunduklarını, Türklerin tüm
kazançlarını EOKA’nın mücadelesine borçlu olduklarını, davanın henüz sona
ermediğini, rüyaları olan Enosis’in en erken bir zamanda gerçekleşmesi için de
eski Rum yeraltı örgütü mensuplarının birlik halinde bulunmaları gerektiğini…”
belirtmiştir.
Bu tahrik edici demecin ardından OPEK
(Kıbrıs Elenlerini Koruma Örgütü) isimli Rum yeraltı örgütü Kıbrıslı Rumlara
Türklerle alışverişi yasaklamış ve buna itaat etmeyenlerin şiddetle
cezalandırılacağını duyurmuştur. Ekonomik olarak alınan bu kararla yetmezmiş
gibi, 25 Mart 1962’de Türklerin Bayraktar ve Ömeriye
camileri bombalanmış ve camilerde Büyük hasar oluşmuştur. Kıbrıs Türk liderliği
durumu protesto etmiş, olay Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
kınanmıştır. Ayrıca 26 Mart günü Türkiye’de öğrenciler Güvenpark’ta toplanarak,
Sıhhiye’de bulunan Zafer anıtına kadar yürüyüş düzenlemişlerdir. Aynı gün
Kıbrıs Bayraktar Camisinde bir tören düzenlenerek, yırtılan Türk bayrağı yerine
yeni bir bayrak Türkiye Büyükelçisi Emin Dırvana tarafından çekilmiştir.
Kıbrıslı Türklerin büyük umutlar ve iyi
niyetlerle karşıladığı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin geleceği bu menfur olaylar
neticesinde, artık tehlikedeydi. Nitekim 6 Ağustos tarihli Alithia gazetesinde
yer alan bir yorum şöyledir:
“Türkler kendilerini aldatmasınlar.
Enosis ölmedi. Hayattadır ve Kıbrıs Rumlarının kalbinde hüküm sürmektedir.
Enosis bir idealdir. Hürriyeti seven bir halkın ideal ve rüyaları ölmez ve
mezara sığmaz. Onu alacak mezar, üstünü örtecek kaya yoktur.”
TÜRK MUKAVEMET
TEŞKİLATI’NIN 1963 İLE 1964 YILLARI ARASINDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ FAALİYETLER
Türklerin aksine Rumlar, anlaşmaların
getirdiği eşitlik ilkesini kabullenememiş ve Enosis’ten vazgeçmemişlerdi.
Nitekim Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunun hemen ardından, vergilerin
toplanması, silahlı güçlerin oluşturulması, kamu hizmetlerine katılım oranının
belirlenmesi ve kamu belediyelerinin sınırları konularında anlaşmazlıklar
başlamıştı. Anayasayı değiştirmek isteyen Makarios’un hedefi, Türkleri bir
azınlık durumuna düşürecek üniter bir devlet oluşturmaktı. Bunun için sadece
diplomatik yolların yeterli olmayacağı düşüncesiyle Akritas Planı hazırlanmıştı.
Plana göre, Türklere karşı harekete geçilecek, Kıbrıs’tan gitmek isteyenler
gidebilecek, azınlık olmayı kabul edenler kalabileceklerdi. Eğer Türkler bu
tasarıyı kabul etmez ve başkaldırırsa hükümete isyan ettikleri gerekçesiyle
cezalandırılacaklardı. Makarios, 28 Mart 1963’te Cyprus Mail gazetesine,
asıl amacını ortaya koyan şu demeci vermiştir:
“Beni tanıyan her Rum, bir Kıbrıs
ulusu yaratmak için uğraşmayacağımı çok iyi bilir. Antlaşmalar bir devlet
yaratmıştır fakat bir ulus değildir. Amacım Enosis idi. Enosis’tir ve Enosis
olacaktır.”
Bu düşünce doğrultusunda, Makarios anlaşmaların
yarattığı eşitlik temeline dayalı yapıyı ortadan kaldırmak için anayasanın
Türkleri ilgilendiren 13 maddesinde değişiklik talep etmiştir. Hem Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı hem de Kıbrıslı Rumların dini lideri olan
Makarios’un 11 Ağustos 1963’te bir İngiliz dergisine verdiği bir demeç
niyetini açıkça göstermektedir.
“Garanti antlaşmaları
kaldırılmalıdır. Herhangi garantör bir devletin, Kıbrıs’ın içişlerine müdahale
çabalarını reddedeceğiz.”
Makarios’un bu talebi, Ada’da toplumlararası
huzursuzlukların giderek artmasının temelini oluşturacaktı. Açıklamaların
yapıldığı tarihte Kıbrıs polis teşkilatında çalışmakta olan Uzuner’in
aktardıkları şöyledir:
“1959’da Londra ve Zürih anlaşmaları
imzalandı. EOKA’nın faaliyetleri nedeniyle Rumlar kilit görevlerden alınmışlardı
ve bu görevlere Türkler yerleştirilmişti. Amaç hem hükümeti hem de İngilizleri
korumaktı. Antlaşmalardan sonra ise önemli yerlere Rumların da
yerleştirileceği, Türklerin azaltılacağı söylendi. Ardından Temmuz 1959’da
Girne’ye tayin edildim. Rumlarla birlikte görev yapıyorduk. Fakat polisliğin
ruhuna aykırı davranışlar gerçekleşmekteydi. Şöyle ki; suç işleyen bir Rum ise
Rum polisler onu yakalamamıza, sorgulamamıza izin vermemekte, o bizim
arkadaşımızdır diye engellemekteydi. Buna karşılık biz de aynı şekilde
davranmaya başladık. Biz de onların Türkleri sorgulamasına engel oluyorduk.
Yani göreve giderdik ama kendi aramızda kavga ederek akşam polis müdürlüğüne dönerdik.
Aralık 1963 tarihine kadar hep böyle sürtüşerek görev yapmaya çalıştık.”
Lefkoşa’da Rumlar, Türk kesimini dört
bir yandan giderek artan şiddetli ve sürekli bir ateş altında tutarak dünya ile
bağlantısını kesmişti. İşe gidip gelen ya da seyahat etmek zorunda kalan
Türkler, Rumlar tarafından tutuklanıp esir edilmişlerdi. Günümüzde hala
kayıplar listesinde olan ve nereye gömüldükleri bilinmeyen Türkler
bulunmaktadır. Tarihler 24 Aralık 1963’ü gösterdiğinde hem Kıbrıs
tarihinin hem de dünya tarihinin en karanlık akşamlarından birisi yaşandı. İttifak
antlaşması gereği Kıbrıs’ta bulunan Doktor Binbaşı Nihat İlhan’ın Kumsal
Bölgesindeki evine Rumlar tarafından baskın yapılmış, eşi ve üç küçük çocuğu
gizlendikleri banyo küvetinde öldürülmüşlerdir. Olayla ilgili tüm detaylara şu yazıdan
(LİNK) ulaşabilirsiniz. Günümüzde bu ev, “Barbarlık Müzesi”
adıyla ve o günkü haliyle korunmaktadır ve Kıbrıs’a giden herkesin yaşananları
daha iyi anlayabilmesi için bahsi geçen müzeyi ziyaret etmelerini öneririm.
‘’24 Aralık 1963 gecesi Rum
saldırıları başladı. Sarı Petek-3 Arıları bir yeri ele geçirdi. Çok büyük ve
karmaşık bir yer olan Buzhane’yi ele geçirip bayrağımızı çekmemiz büyük gurur
vesilesi olmuştu bizim için. Petek Karargahı yandaki sigara fabrikasının idari
bölümüne aktarılmıştı. Ben de orada görevliydim. 19:30 civarında Petek Beyi
geldi ve benim gelmemi istedi. Benimle birlikte 5 kişilik bir grup
oluşturmuştu. Görevimiz etrafı 3 metre yüksekliğinde duvarla çevrili 8 katlı Severis
Un Fabrikası’nda mevzilenmiş, dolayısıyla Lefkoşa ile Ortaköy arasındaki
bağlantıyı kesen otomatik silahlarla donatılmış Rumları oradan temizlemekti.
Biz hedefe ilerlerken geçtiğimiz Kumsal bölgesi Rum işgaline uğramıştı, biz de
aniden yoğun ateş altında kaldık. Hepimiz vurulduk. Tuncer, Aziz ve Muhip
kardeşlerimiz anında öldüler. Yılmaz ve ben hayattaydık. Kanlar içinde
sürünerek olay yerinden ayrıldık ve o halimizle karargâha dönmeyi başardık.’’
Polisler de sürekli teyakkuzdaydı. Uzuner o dönemde yaşadıklarını şöyle anlatmıştır:
“Müdürümüz Türk’tü. Zaten Türk müdür
bir burada bir de Baf’ta vardı. Türk polisler olarak biz 24 saat görev yapmaya
başladık. Bu gerçekçi bir çalışma temposu olmadığı için müdürümüz ‘hep birlikte
24 saat çalışamayız, ikiye ayrılarak çalışalım, bir grup gidip dinlensin sonra
devriyeyi o alsın’ dedi. Gece saat 8:00’dı. O gece eve gidip dinlenme şansına
sahip olanlardan biri bendim. Şansına diyorum çünkü ertesi sabah bizim arkadaşların
tutuklandığını duyduk. Eve geldim, daha 3 aylık evliydim. Fakat evde her an
tetikteydik. 3 günlük uykusuzluk ve yorgunluğun bir sonucu olan 1-2 saatlik
uykudan sonra uyumak mümkün olmamıştı. Sabah olunca hazırlandım ama işe gidip gitmeme
konusunda tereddüt içindeyim. Nitekim o sırada bir arkadaşım geldi. ‘Ne oldu be
gardaş’ dedim. Arkadaşım anayola yakın, daha merkezi bir yerde oturuyordu ve
şöyle cevap verdi. ‘Her gece anayolda devriyeler gezerdi. Ama bu gece hiç görünmedi.
Tek bir polis arabası geçmedi, bir olumsuzluk var, işe gitmeyelim’ dedi. Zaten
ben de kararsızlık içindeydim ‘tamam’ dedim. Ama ne yapacaktık? ‘Çıkalım,
bizden kaç arkadaş varsa onlara da söyleyelim işe gitmesinler, ortalık çok
karışık’ diye düşünerek yola çıktık. Ulaşabildiklerimiz işe gitmediler ama
ulaşamadıklarımız gitti ve gider gitmez de tutuklandılar. Meğer o gece tüm Türk
polislerini tutuklayarak hücreye koymuşlar. Bununla da yetinmemişler, toplantı
bahanesiyle kaymakamlıkta Girne’nin ileri gelenlerini toplamışlar, onları da
diğer polislerle birlikte Esentepe’de hücreye atmışlardı. Kıbrıs İngilizlerin
sömürge idaresindeydi ve 2 tane üsleri vardı. Bu askerlere halk “barış gücü
askeri” adını takmıştı. 21 Aralık 1963’te, iki halk arasındaki husumeti
gidermesi için kurulmuştu. Biz dışarıda kalanlar olarak derhal Barış Gücü’ne
haber verdik. O zaman Barış Gücü’nde sadece İngilizler vardı. Durumu onlara
anlattık. ‘Arkadaşlarımız akşamdan beri yoklar, hayatlarından endişe ediyoruz,
lütfen bize yardımcı olun’ dedik. ‘Tamam merak etmeyin ilgileniyoruz’ dediler
ve 5-6 saat sonra bizi çağırdılar. ‘Arkadaşlarınız Esentepe karakolunda
tutuklular ama iyiler. Merak etmeyin bizim kontrolümüz altındalar,
emniyetteler. Onlara bir şey yapamazlar çünkü bize hesap vereceklerini
bilirler’ dediler. Biraz rahatlayarak evlerimize döndük. Nitekim bir hafta
sonra da arkadaşlarımız serbest bırakıldı. 1963 yılının Aralık ayında olmuştu
bu olaylar.”
Ayrıca, Saat 06:00’da Ermu Sokağından
süratle geçerek yolun iki tarafındaki kalabalığa sivil bir arabadan ateş
açıldı. Bu saldırıda Türk ve Rum yaralandı. Türk Cemaat Meclisi binasına
Rumlar makineli tüfekle ateş açarak camları kırdılardır. Lefkoşa ve Larnaka’da
Türk ve Rum polisleri arasında silahlı çatışmalarda yaşanıyordu. Polisin olaylar
hakkındaki resmi raporunda: “Olay yerinde iki Kıbrıslı Türk ölü olarak bulunmuştur.
Başka bir olayda da bir Türk’le bir Rum yaralı olarak bulunmuştur. Polis
başkentte devriye gezmekte olup, durum kontrol altına alınmıştır.” Şeklinde
tutanak hazırlanmıştır. Olaylar karşısında Türkler, soykırım nitelikli Rum
saldırılarına karşı can ve namuslarını korumak amacıyla, 22 Aralık 1963’ten
itibaren Türk Mukavemet Teşkilatı’nı tekrar aktif hale getirme yolunu seçmiştir. Daha önce ilerleyen zamanda kullanılmak için saklanan Çanaklar açılarak Türk Mukavemet Teşkilatı önderliğinde silahlı direnişe geçilmiştir. Bu
noktada bahsi geçen ‘’çanak’’ teriminin daha iyi anlaşılabilmesi
için açılımını yapmak gerekiyor. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın Kıbrıs’taki silah
ve mühimmatı resmi emirle verilir, Oğul, Petek veya Kovan mensubu
iki yeminli elemanın bilgisi dahilinde “çanaklama” kod adıyla
bilinen şekilde korumaya alınırdı. Çanaklama, ‘’sır çanak’’ ve ‘’dip
çanak’’ olarak iki şekilde yapılırdı. Sır çanakta silah ve mühimmat
hemen kullanılmaya hazır olarak muhafaza edilirken, dip çanaktakiler uzun dönem
için muhafaza edilirdi. 22 Aralıktan itibaren çıkarılan bazı silah ve
mermilerin bilgisizlikten dolayı gazyağı ile temizlenmesi sonucunda bir miktarı
kullanılmaz hale gelmiştir. Bu dönemde Türk Mukavemet Teşkilatına bağlı
direnişçilerin sayısı 6.000 civarındaydı ve bunlardan sadece 1488’i
askeri kamplarda eğitim görmüşlerdi.
25 Aralık’ta Lefkoşa’daki Türk Büyükelçiliği
saldırıya uğramış, Türklerin yaşadığı Küçük Kaymaklı bölgesi de tüm direnişine rağmen ağır kayıplar vererek Rumların eline geçmişti. Bu saldırılarda Ölü ve yaralı sayısı belirlenememiş,
Lefkoşa dışındaki Türklerden de haber alınamamıştı. Başkentin banliyösü olan Küçük
Kaymaklı’dan alınan haberler, burada Rumların korkunç bir katliamda bulunduklarını
göstermekteydi. Kıbrıs Rum polisi ve silahlı siviller, Lefkoşa’nın bu kısmına
girmişler ve yüzlerce Türk erkek, kadın ve çocuğunu yakalayarak rehin almış ve
Rum kesimine götürmüşlerdi. Dört gün süren şiddetli çarpışmaların yaşandığı
kasabadan 500 kadar Türk alınarak götürülmüş ve beş yıl önce
İngilizlerin Kıbrıslı Rumları hapsettikleri Cikko Manastırı’na
kapatılmışlardı. Bir gün sonra bu rehinelerle ilgili olarak Rum İçişleri Bakanı
Yorgacis, “Söz konusu Türklerin kendi güvenlikleri için Lefkoşa’daki bir Rum
okuluna sevk edildiklerini…” söylemiştir. Bu gelişmeler üzerine, Türkiye’de
Başbakan İnönü’nün yeni kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Feridun Cemal Erkin,
İngiliz ve Yunan hükümetlerine müdahaleye katılmadıkları takdirde Türkiye’nin
kendi inisiyatifi ile harekete geçeceğini bildirmiştir.
Gece yarısından sonra Kıbrıs Türk Cemaat
Meclisi Başkanı Rauf Denktaş’ın, Türkiye’den “fiili müdahale”
talebi üzerine, Başbakan İnönü’nün başkanlığında toplanan bakanlar ve yüksek rütbeli
askerlerle yapılan toplantıların sonunda bu karar alınmış ve sabaha karşı 02:30’da
taraflara iletilmiştir. Türk hükümetinin Ada’ya üçlü müdahale teklifine
garantör devletlerden cevap gelmemesi üzerine Türk hükümeti, garanti
antlaşmasına dayanarak tek başına harekete geçmeye karar vermiştir. İlk olarak Ada’ya
ihtar mahiyetinde savaş uçakları gönderilmiş, olası bir harekata karşı askeri
birlikler gereken tedbirleri almışlardır. Türk donanması da Akdeniz’e
açılmıştır. Türkiye’nin harekete geçtiği sıralarda Makarios’un bir sözcüsü,
Türk ve Yunan birliklerinin Kıbrıs hükümetinin onayını almadan hareket
etmelerinin kanunsuz olduğunu söylemiştir. Sözcü, Türk uçaklarının uçuşu
üzerine Birleşmiş Milletler’deki temsilcilerinin Güvenlik Konseyi’ne şikayet edeceğini
eklemiş, iki Türk gemisinin Kıbrıs’a yaklaştığını ileri sürmüştür.
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ise ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, Büyük Britanya
Kraliçesi Elizabeth, Federal Almanya Cumhuriyeti Devlet Başkanı Heinrich Lübke,
Fransa Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle ve Yunanistan Kralı Paul’e birer
mesaj göndererek, Kıbrıs Rumlarının Türklere karşı giriştiği katliamı durdurmak
için ciddi tedbirler alınmasının teminini istemiştir. Bunun üzerine Kıbrıs’taki
bütün Türk ve Yunan kuvvetleri bir İngiliz subayının kumandasına verilmiştir.
Komutayı almak için aynı gün 20 İngiliz subayı daha Ada’ya gönderilmiştir.
Türkiye Lefkoşa’ya Kızılay uçakları ile 250
şişe kan ve çeşitli yardım malzemesi göndermiştir. Aynı uçaklarla
yaralıların yanı sıra Doktor Binbaşı Nihat İlhan’ın şehit edilen eşi ve üç
çocuğunun cenazeleri de Türkiye’ye getirilecekti. Aynı gün Kıbrıs eski Anayasa
Mahkemesi Başkanı olan Alman Profesör Ernst Forsthoff, Makarios’u suçlamıştır.
Kıbrıs katliamı başladığından itibaren, olayları takip için Türkiye’den
Lefkoşa’ya gitmiş olan Türk gazetecileri Milletlerarası Basın Enstitüsü’ne ve Birleşmiş
Milletler Genel Sekreterliği’ne, Makarios hükümetinin, kendilerinin postaneye
girmelerine, telgraf çekmelerine, telefon etmelerine ve hatta havaalanına
giderek uçak yoluyla yazı göndermelerine silah zoru ile engel olduklarını
bildiren protesto telgrafları göndermişlerdir. Uluslararası kamuoyu yaşanan bu olaylara
karşı tepkiliydi. Buna örnek olarak ABD’nin ABC televizyon kanalı haber
yayınında, Lefkoşa’nın Türk kesimindeki acıklı olayları gösteren filmlere yer
verildiği görülmüş ve bu görüntülerde çoğu çocuk ile kadın olan rehinelerin çok
kötü şartlar altında ve çok az yiyecekle barındırıldıkları sahneler gösterilmiştir.
Bir Alman gazetesi de ‘’Tarafsız gözlemciler, Makarios için faaliyette
bulunan gönüllülerle, Kıbrıs alayının, binlerce Türk’e katliam yapma amacı
güttüklerinde hemfikirdirler…” açıklamasını yapmış, Makarios için de, “Hristiyan
alemi için önemli olan Noel gününde nefret uyandıran bir suçun gölgesi…”
yorumunda bulunmuştur. Londra’da 4.000 kadar Kıbrıslı Türk ellerinde dövizler
ve Türk bayraklarıyla olayları protesto yürüyüşü yapmışlar ve İngiltere
Başbakanı’na bir dilekçe vermişlerdi. Türkiye’deki Kıbrıslı gençler Antalya’ya
gelmiş, silah satan bir dükkanı basarak silah aldıktan sonra Kıbrıs’a gitmek
üzere motora binmişlerdi. Fakat Türk yetkililer tarafından motor hareket
ettirilmeden bu gençler yakalanmıştı. Kızılay’ın seyyar hastanesi 5 uçakla
Kıbrıs’a gitmiş, uçakların dönerken yaralıları getirmesi planlanmıştı. Tıpkı Kıbrıs
Türklerinin Türk Kurtuluş Savaşı’nda kendi aralarında yardım kampanyaları açtıkları
gibi, Türk Kızılay’ı tarafından Kıbrıs’a yardım için bütün yurtta bir yardım
kampanyası açılmıştır.
Rumlar tarafından esir tutulan Türkler hakkında taraflar arasında uzun müzakereler
yapılmış, sonuçta 470 Türk serbest bırakıldı. Türkler tarafından ise 26
Rum serbest bırakıldı ve serbest bırakılanlar İngilizlerin gözetiminde kendi
mahallelerine götürüldüler. Bu esir takasından sonra İngiliz askerleri tampon
bölgede olarak belirlenen bölgelerde devriye görevine başladı. Boşaltılmış,
tarafsız bölge olan ve İngiliz askerlerinin korumasındaki Küçük Kaymaklı
köyünde Türklere ait evlerden bir kısmı Rumlar tarafından yakılmış, büyük bir
kısmı da yağma edilmişti. Serbest bırakılan Türk rehineler köye geldiklerinde
evlerin %90’ının yağma edilmiş olduğunu, bir kısmının da yanmakta
olduğunu görmüşlerdi. Küçük Kaymaklı’da enkaz altında kafalarına sıkılmış
kurşunlarla öldürülen bir imam ve sakat çocuğunun cesetleri bulundu. Baf’ın
Türk yerleşim yeri olan Lemba (Çıralı) köyü de Rumlar tarafından
kuşatılmış ve köyün çevresinde çatışmalar yaşanmıştı. Ada’da bu olaylar
yaşanırken, Makarios, Türkiye ve Yunanistan’la olan ittifak ve garanti
antlaşmasını tek taraflı olarak feshettiği açıklamasının hemen ardından doğan
sert tepki karşısında, kararından vazgeçtiğini belirtmek zorunda kaldı. Makarios’un
garanti antlaşmalarını tek taraflı feshe kalkışması, çok alıştığı hukuk dışı davranışlarının
yeni bir örneği olduğu gibi, geleceğe dair ne gibi kötü niyetler beslediğini de
ortaya çıkarmıştır. Kararından geri almasını müteakip Makarios bütün devlet
başkanlarına telgraf çekerek kararını bildirmiş ve kendilerinden manevi destek
talep etmiştir. Buna sebep olarak da Türk hükümetinin saldırgan hareketleri ve
müdahalelerini göstermiştir. Makarios bu destek mektubunda, Türk savaş uçaklarının
Ada üzerinde uçtuğunu, ayrıca 5 denizaltı, 4 zırhlı ve 3 nakliye gemisinin Kıbrıs’a
yaklaştığını iddia etmiştir. Türkiye’de ise Genelkurmay’da yapılan toplantıda
İnönü, “Kıbrıs konusunda durumun çıkmaza girmekte olduğunu” bildirmiştir.
Bu gelişmenin hemen ardından NATO Başkomutanı General Lemnitzer Ankara’ya gelmiştir.
İngiltere, Kıbrıs’ta barışın korunması için Amerika’dan yardım talep etmiştir.
Türk Dışişleri Bakanı Erkin, Kıbrıs’ta üçlü garantinin yerini almak üzere
İngiltere tarafından teklif edilen NATO kuvveti planı hakkında talimat
beklerken SSCB, Makarios’un arkasında olduğunu, “Türkiye’nin
gerçekleştirdiği hava sahası ihlali şikayetini Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nde destekleyeceğini…” belirterek göstermiştir. Rum basını da NATO
kuvvetlerinin adaya gelmelerini kabul edemeyeceklerini bildiren yayınlarında, “Rusya’yı
çağırmak için ne bekliyoruz.” diye sormuşlardır.
İngiltere’de dönemin Türk büyükelçisi Zeki Kuneralp,
İngiltere’nin her ne kadar Zürih/ Londra antlaşmalarına bağlı görünse de içten
Enosis’i desteklediğini, İngilizlerin özel sohbetlerde “Neden Enosis’i
istemiyorsunuz, Yunanistan sizin NATO müttefikinizdir, Kıbrıs’ın ikinci bir
Küba olması sizin için daha mı iyi” şeklinde yönlendirmeler yaptıklarını
aktarmıştır. Kuneralp’ın verdiği cevap: “Birinci Küba kalksın, ondan sonra
görüşürüz.” olmuştur. Makarios ve taraftarlarının tutumunu benimsemeyen ve
istifa etmek zorunda kalan Kıbrıs eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof.
Forsthoff, Ada’da ki çalışmalar sırasında Makarios ve taraftarlarının zaman
zaman Anayasa Mahkemesinin görevlerine müdahale etmek istediklerini ve
kendisini “Bu anayasanın işlemeyeceği” şeklinde demeç vermeye zorladıklarını
belirtmiştir. Rumlar tarafından tehdit edildiğini de sözlerine eklemiştir.
Mahkemenin belediyeler konusunda almış olduğu kararın uygulatılmamasının,
istifa etmesinin nedeni olduğu açıklamasını yaparken, Taksim tezinin
uygulanmasının imkansız olmadığını özellikle belirtmiştir. Gerek bu açıklamalar
gerekse Türklerin taksim üzerinde durmaları üzerine, Türk evlerini basan
çetecilere, özellikle tapu senetlerinin aranması ve imha edilmesi talimatı
verilmiştir. İngilizler, Matyat köyünde yaptıkları araştırma sonunda yarısı
yanmış ve kavrulmuş Türklere ait tapu senetleri bularak Dr. Küçük’e teslim
etmişlerdir. Rumların bu hareketinin nedeni, tapu senetlerinin imha
edilmesinin, arazinin taksimini imkansız hale getireceği düşüncesiydi. Aslında Matyat
Köyünde bu gelişmeden önce yaşananlar Türkler ve Rumlar arasında 1963 sonrası gerçekleşen
olayların küçük bir özeti mahiyetindedir. Matyat köyü, 1964 senesinde yaşanan
olaylardan önce Türklerle Rumların bir arada yaşadığı ancak olaylar sonrasında
Türklerin terk etmek zorunda kaldığı bir köydü. 1963-1974 yılları arasında Ada’da
yaşayanların sadece Türk olduğu için Rumlar tarafından acımasızca uygulanan “soykırım”ın
en güzel örneklerinden bir tanesi Matyat’ta yaşanmıştı. Lefkoşa’ya bağlı ve
Lefkoşa’nın 26 kilometre güneyinde, 1960 nüfus sayımına göre 201 Rum
ve 208 Türk’ün yaşadığı karma bir köy olan Matyat’ın Türk
mahallesi, 23 Aralık 1963 günü öğle vakti Matyat köyünde yaşayan Rumlar
ve komşu Rum köylerinden gelen yüzlerce silahlı Rum’un saldırısına uğramıştı ve
yaşanan katliam sonrası Türkler köyü terk etmek zorunda kalmıştı. Bu yaşanan
hadise sonrası öyle veya böyle Ada’da bu olayların gerçekleştiği güne kadar
komşu olarak yaşamış iki toplum arasında uçurumun giderek nasıl derinleştiğini
göstermesi açısından güzel bir örnek teşkil etmektedir.
15 Ocak 1964’te Kıbrıs gündemi ile
toplanan Londra Konferansı’nda, Türk tarafının çözüm önerilerini dile getiren
Denktaş,
16 Mart 1964’te TBMM Olağanüstü bir toplantı sonucunda, gerektiğinde Kıbrıs’a çıkarma yapabilmek için hükümete tam yetki vermiştir. Rumların Gaziveren’e saldırılarına 50 kadar yabancı gazete ve radyo muhabiri de tanıklık etmiştir. Rumlar aynı gün zırhlı araçlar ve makineli tüfeklerle Çamlıköy’e de saldırı düzenlemiştir. Bu saldırılar üzerine Türk Dışişleri sözcüsü, “Bu olaylar Rumların Ada’da barışı korumaya niyetli olmadıklarını göstermeye yeter.” yorumunu yapmıştır. Türkiye’nin müdahalesinden endişelenen İngilizler, Büyükelçi Zeki Kuneralp ile görüşmüştür. Bu görüşmede İngiliz Dışişleri Bakanı, “Dünya size karşı Sempati duymaktadır. Ancak Ada’ya çıkarma yaparsanız bu hava değişir.” deyince diplomatımız, “Hep sabrettik, tahammülümüz artık son raddesine vardı.” cevabını vermiştir. Bunun üzerine İngiliz Bakan “Biraz daha bekleyin, Birleşmiş Milletler Barış Gücü her an gelebilir. O zaman Türkler için bir tehlike kalmaz.” demiştir. Bu sırada Kıbrıs’ta yaşananlar konusunda Uzuner’in anlattıkları şöyledir:
Zeki Kuneralp |
“1960 çözümü Kıbrıslı Türklerin
güvenliğini sağlayamamıştır. Fiili güvencelere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu
çerçevede tek çözüm, coğrafi olarak ayrılmış ve zorunlu nüfus mübadelesini
gerçekleştirmiş iki toplumlu federal bir devletin kurulmasıdır.” derken,
Yunanistan’ın desteklediği Klerides,
çoğunluğun çıkarlarına uygun ve uygulanması daha kolay yeni bir anayasanın
yürürlüğe konmasının gerekli olduğunu söylemiştir. Konferans sonunda alınan
kararla, bir İngiliz subayın komutasında 10.000 kişilik bir NATO gücünün Ada’da
düzen ve güvenliği sağlaması, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Türk temsilcilerince
kabul edilmiştir. Ancak Makarios alınan kararı reddederek imzalamak
istememiştir. Makarios’un bu kararı neticesinde, Makarios’la Grivas’ın
arasındaki düşünce ayrılıkları derinleşmiştir. Bu fikir ayrılığında bir başka
etken ise Grivas’ın eski EOKA’cıları Atina’da toplantıya çağırmasıydı. Grivas’ın
bu hareketi Makarios’u kızdırmıştı. Grivas’ın faaliyetlerinin Kıbrıslı Rumlar
arasında ayrım yarattığını söyleyen Makarios, bu durum karşısında tüm milli
kuvvetlerin birleşmesi gerektiğini söylemişti.
Konferans sonrası alınan karar sonrası SSCB’nin
Başkanı Kruşçev, ABD, İngiltere, Fransa, Yunanistan ve Türkiye’nin hükümet
başkanlarına birer uyarı mektubu göndererek, “böyle bir hareketin vahim
sonuçlar doğurarak uluslararasında istenmeyen sonuçlara yol açacağını”
söylemiştir. Kruşçev’e göre alınan karar, “bağımsız bir devleti, NATO kontrolüne
sokmak için tertiplenmiş fiili bir işgaldir” olarak yorumlanmıştı. Makarios,
Bağlantısız ülkeler ve SSCB’nin ağırlığını hissettirdiği Birleşmiş Milletler
içinde soruna çözüm bulunmasını, Ada’da sadece Birleşmiş Milletler gücüne razı
olacağını belirtmiştir. NATO içinde bir çözüm bulunamayacağını gören İngiltere,
15 Şubat’ta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne başvurmuş ve 4 Mart 1964’te
kabul edilen 186 sayılı kararla ve Kıbrıs hükümetinin onayı ile
Kıbrıs’ta bir Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün kurulması tavsiye
edilmiştir. Ayrıca bu tavsiyeler arasında Genel Sekreter’in bir arabulucu
ataması da önerilmişti.
Sonuçta Birleşmiş Milletler Barış Gücü
oluşturulmuştu. Ancak bu uzun ve zor bir süreç neticesinde gerçekleştirilebilmişti.
Mart ayı başında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U-Thant,
Hindistanlı emekli General Prem Singh Gyani’yi Barış Gücü Komutanlığı’na
atamıştı. Türkler Gyani’yi onaylamakla birlikte onun hakkında bazı endişelere
sahiptirler. Bu konuda basında yer alan bir yazıda şunlar yer almaktaydı;
‘’2. Dünya Savaşı’ndan sonra
İngiltere, Hindistan Yarımadası’na bağımsızlık vermeye hazırlandığı zaman,
ülkenin kuzeyindeki Müslümanlar, çoğunluğu oluşturan Hinduların idaresine
girmek istemeyerek, ülkenin iki toplum arasında taksimini talep etmişlerdi.
Hindistanlılar buna kesin olarak karşı çıkınca taksim gerçekleşmiş ve Pakistan
devleti kurulmuştur. Fakat Hindistanlılar bu gerçeği hiçbir zaman kabul
etmemişlerdir. Gyani’nin Ada’daki Türkleri basit bir azınlık olarak hakimiyet
altına almak isteyen Rumların tezini, Hindistan’ın düşüncesine paralel gördüğü şüphe
götürmez.”
General Prem Singh Gyani |
Bununla birlikte Genel Sekreterin
başvurduğu ülkelerin hiçbiri Kıbrıs’a asker gönderme isteğinde değildirler.
Türk basınında konu ile ilgili yayınlanan bir yorum şöyledir:
“Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin
kurulması, arabulucunun seçiminin gecikmesi, İngilizlerin, Ada’da bulundukları
sürenin kendilerine maddi manevi büyük zararı olduğu gerçeği ve kendi kamuoylarının
da baskısı ile Kıbrıs’tan çekilmeyi düşünmeleri, Kıbrıs’ta iki buçuk aydır
sağlanmaya çalışılan can ve mal güvenliğin sağlanması bir kenara, Türk
toplumunun toptan imhasına göz yumulması anlamına gelecektir. Çünkü eğer böyle
olursa, Makarios’un ‘özel polis kuvveti’ adı altında teşkilatlandırdığı
ve bir haftadır eylemlerini sürdüren EOKA’cılar Kıbrıs’ın tek hakimi olacaktır.
Bu kuvvetin emellerinin Türklerin kökünü kazımak olduğunu bilmeyen kalmamıştır.
Bu nedenle garantör ülkelerin acil müdahalesi elzemdir.”
Birleşmiş Milletler
Barış Gücü Ada’ya gelmeden Kıbrıs’taki EOKA üyeleri, Atina’daki Grivas ile
bağlantı kurarak kendisini “Kıbrıs için Ulusal Konsey”in
başkanlığına seçmişlerdi. Grivas’ın Atina’da bulunmasının nedeni ise 1960
senesinde yaşanan kriz esnasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel’in
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu aşamasında Grivas’ın Adayı terk etme şartıydı. Bu
şarta çok fazla direnemeyen Yunanistan, Türkiye’nin isteğini yerine getirmek
zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Grivas Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulması
sırasında Ada’dan ayrılmıştır. Ancak Grivas, daha sonra yeniden adaya dönmüş EOKA-B
olarak adlandırılan örgütün başına geçmiştir. Makarios’la Grivas arasındaki
görüş ayrılıklarının temelinde ise Yunanistan vardı. Çünkü Grivas’ı destekleyen
ve yönlendiren Yunanistan’daki yönetim kadrosuydu. Grivas’ın çabaları ile Yunan
askerleri Ada’ya gizlice silah getirmeye başlamışlardı. Bununla da kalmamış,
Rumların Yunan kurmay subayları tarafından eğitim gördükleri ortaya çıkmış ve
Yunan gazeteleri Rum askerlerin çalışmalarını gösteren haber ve resimleri
yayımlıyordu. Rum tarafında bu gelişmeler yaşanırken Türk Mukavemet Teşkilatı
da Rumların yeni saldırılarına karşın savunma önlemleri almaya çalışıyordu. Ancak
Makarios önlerine yeni engeller çıkartmak için çeşitli kararlar alıyordu.
Bu kararlardan en önemlilerinden birisi Makarios’un,
kayıtlı av tüfekleri dahil adadaki bütün silahları toplatacağını açıklamasıydı.
Açıklamanın ardından Dr. Küçük, Cumhurbaşkanı yardımcısının onayı olmaksızın bu
girişimin anayasaya aykırı olduğunu söyleyecekti. Bu dönemde Rumlarda EOKA-B
örgütü üzerinden Türklere saldırılarını sürdürüyordu. Rumların yaptığı
saldırılar, Baf’ta 14 kişinin ölümü, 22 kişinin yaralanması ve 34
kişinin kaybolmasıyla sonuçlanmıştı. İngilizler, Baf’ta sıkışan 3.000 Türk’e
su bile sevk edememişlerdi. Ayrıca EOKA’cılar polis kıyafeti ile köylerde devriye
gezip, evlerde silah araması yapıyor ve Ada’daki kilit köyleri teker teker
kontrol altına alarak, silahtan tecrit ediyorlardı. Kısaca Türk Mukavemet Teşkilatı
ne yaparsa yapsın yetersizliklerden ötürü Rum saldırılarının önüne çok fazla
geçemiyordu. Ancak Ada’da Türk Mukavemet Teşkilatı’nın Kanlı Noel olayları
sırasında yeniden aktif hale gelmesi Rumların o dönemde yaptığı gibi ağır
saldırılar düzenlemelerine engel oluyordu.
Dr. Küçük devam eden çarpışmalar
karşısında, garantör devletlere resmen başvurarak müdahale etmelerini, böylece
Türkleri toptan imhadan kurtarmalarını istemişti. Denktaş, Washington’da
yaptığı konuşmada;
“Son olaylar
göstermiştir ki Makarios, işi çabuk bitirmek niyetindedir ve bunda muvaffak
olmak için her türlü girişimde bulunacağı açıktır.” demiş ve “Birleşmiş Milletler
askeri gelene kadar Türk ve Yunan kuvvetlerinin Ada’ya çıkmasını istemiştir’’.
İngiltere ve Amerika’ya verilen notalarda Türk hükümeti, Amerika’dan kanlı
olaylara son verilmesi için elinden geleni yapmasını, İngiltere’den de
kuvvetlerini etkin biçimde kullanmasını istemiştir. Türk hükümeti tarafından 13
Mart 1964 itibarı ile Makarios’a da bir ihtar gönderilmiştir. Bir örneği
İngiliz, Amerikan ve Yunan elçilerine verilen notada “Türk hükümetinin 1960
antlaşmalarından aldığı müdahale hakkını kullanmaya karar verdiği…”
bildirilmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U-Thant, Makarios’a
gönderdiği bir telgrafla Ada’da kan dökülmesine son verilmesini kesin bir ifade
ile belirtmiş, aksi takdirde Türkiye’nin müdahalesini kimsenin önleyemeyeceğini
bildirmişti. Türkiye’de ise İskenderun Limanı’nda çıkartma gemileri tatbikat yapmış,
savaş uçakları Ada üzerinde kontrol uçuşları yapmıştır. Hükümet tarafından Amerika ve
İngiltere’ye birer nota verilerek kesin ve şiddetli bir şekilde harekete
geçilmesi istenmiş, Paris’teki NATO Daimi Konseyi nezdinde de teşebbüste
bulunulmuştur. Türkiye’nin kararlı tutumu karşısında Birleşmiş Milletler Barış
Gücü oluşturulması ile ilgili çabalar arttırılmış ve ilk etapta 1.150
Kanadalı askerin Ada’ya naklini sağlamak üzere hava köprüsü kurulmuştur. İrlanda,
İsveç ve Finlandiya da birer taburla katılacaklarını bildirmişler
ve Barış Gücü’nün bir hafta içinde göreve başlayacağı belirtmiştir. Bu nedenle Türkiye
çıkartmadan vazgeçmiş, İskenderun’daki savaş gemileri ve birlikler harekete
hazır biçimde beklemede kalmıştır.
16 Mart 1964’te TBMM Olağanüstü bir toplantı sonucunda, gerektiğinde Kıbrıs’a çıkarma yapabilmek için hükümete tam yetki vermiştir. Rumların Gaziveren’e saldırılarına 50 kadar yabancı gazete ve radyo muhabiri de tanıklık etmiştir. Rumlar aynı gün zırhlı araçlar ve makineli tüfeklerle Çamlıköy’e de saldırı düzenlemiştir. Bu saldırılar üzerine Türk Dışişleri sözcüsü, “Bu olaylar Rumların Ada’da barışı korumaya niyetli olmadıklarını göstermeye yeter.” yorumunu yapmıştır. Türkiye’nin müdahalesinden endişelenen İngilizler, Büyükelçi Zeki Kuneralp ile görüşmüştür. Bu görüşmede İngiliz Dışişleri Bakanı, “Dünya size karşı Sempati duymaktadır. Ancak Ada’ya çıkarma yaparsanız bu hava değişir.” deyince diplomatımız, “Hep sabrettik, tahammülümüz artık son raddesine vardı.” cevabını vermiştir. Bunun üzerine İngiliz Bakan “Biraz daha bekleyin, Birleşmiş Milletler Barış Gücü her an gelebilir. O zaman Türkler için bir tehlike kalmaz.” demiştir. Bu sırada Kıbrıs’ta yaşananlar konusunda Uzuner’in anlattıkları şöyledir:
“Girne patlamaya
hazır bomba gibiydi. Girne’nin köyleri yavaş yavaş düşüyordu. Lapta ve Karşıyaka’da
bulunan az sayıdaki Türk, yerlerini bırakıp kaçmışlardı. Bize ‘alın
silahlarınızı, silahlarınızı koruyun size bir şey olsa da silahlara bir şey
olmasın’ dendi. Çünkü elimizdeki silah miktarı çok sınırlıydı. 1964’ün 13
Mart’ına kadar o bölgede bu şartlarda görev yaptık. Bir akşam bize
‘silahlarınızı toplayınız, Türk Mukavemet Teşkilatı’na mensup kişiler silahları
alarak gece karanlığından yararlanılarak Boğaz’a geçeceğiz. Çünkü artık Girne
savunulamaz’ dendi. Bu süreçte Mehmet Ali Talat’ın babası devreye girdi.
Kapalı bir Peugeot Van’ı vardı. Evi yukarıda, Rumların olduğu bölgedeydi.
Arabasıyla geldi, karargâhımızın önüne park ederek kahveye girdi. Kimse ondan
şüphelenmezdi. İçeride kahve içerek 1-1,5 saat oyalanırken bizler de onar
kişilik gruplar halinde silahlarla birlikte arabaya binerdik. Kendisi kahveden
çıkarak hiçbir şey olmamış gibi arabaya binerek evine doğru yola çıkardı. Yolda
ineceğimiz yerde kısa bir süre durunca, biz hemen sığınacağımız yerde inerek
saklanırdık. O evine doğru yoluna doğru devam ederdi. Biraz oyalandıktan sonra
tekrar aynı işlemi 10 kez tekrarlayarak sığınağa adam taşıdı. saat 20:00’da,
ortalık kararınca saklandığımız evin sahibi ‘arkadaşlar yolunuz uzun ne ile
karşılaşacağınız belli değil’ diyerek bize zeytin ekmek getirdi. Oldukça
tehlikeli ve güçlüklerle geçen dağ yolculuğundan sonra 14 Mart 1964’te Boğaz’daki
görevimize başladık. Bu görev esnasında Kah dağa çıktık, Kah yollarda görev
yaptık. Doğruyol, Bozdağı, Adatepe, Kocatepe, Yeşiltepe dağlarında görev
yaptık. ‘Şimdi yollarda polise ihtiyaç var. İnin aşağı polislik görevinizi
yapın’ derlerdi, yola inerdik. Polislik görevimiz günde 12 saat sürüyordu.
Yıllık veya haftalık iznimiz yoktu. Bu tempoda 1967’ye kadar faaliyet
gösterdik.”
BARIŞ GÜCÜ DÖNEMİ VE
TÜRKİYE’NİN UYARI HAREKÂTI
20 Mart 1964’te Cenevre’ye giden
Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Ferudun Cemal Erkin, Kıbrıs’ta gerçekleşen
saldırılar sorulduğunda: “Acele olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin
toplanmasını isteyeceğiz.” demiştir. Nitekim yapılan görüşmeler ve
Türkiye’nin müdahale uyarısı üzerine, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U-Thant,
Finlandiyalı Sakari Tuomioja’yı arabuluculuğa atamış, Birleşmiş Milletler
Barış Gücü’nün gelişi de 27 Mart 1964’te tamamlanmıştır. Bu sırada
Makarios, görüşmeler için Amerika’ya giden Denktaş’ı Ada’ya sokmayacağını
açıklamıştır. Rum İçişleri Bakanı Yorgacis ise daha da ileri giderek,
Denktaş’ın tutuklanmasını gerektiren delillerden bahsederek tehditte
bulunmuştur. İstenmeyen adam ilan edilerek Kıbrıs’a girmesinin yasaklanan Denktaş
ise Kıbrıs’a dönmek için Ankara’daki İngiliz yetkililer ile temas edeceğini
belirtmiştir. Amaç, Birleşmiş Milletler Barış Gücünün ve arabulucunun Ada’ya geldiği
kritik bir zamanda, Türkleri güçlü siyasi liderlerinden mahrum bırakmaktı.
Makarios, iki Türk bakanın da görevine son vererek ve yerlerine Rumları
atayarak Ada’da tam bir Rum yönetimi kurma kararlılığında olduğunu teyit
etmişti. Türk Dışişleri Bakanlığı yaşanan çatışmalar ve Rauf Denktaş’ın Ada’ya
alınmaması üzerine, garantör devletler ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri
nezdinde nota ile protesto etmiştir. Bu gelişmelerden anlaşılacağı üzere Birleşmiş
Milletler Barış Gücü de Ada’ya barış getirmekte başarılı olamamıştı.
Aralık 1963 tarihinde İngiliz Yüksek
Komiserliğinde taraflar arasında yapılan prensip mutabakatı harita üzerinde işlenmişti.
Yeşil kalemle çizildiği için “Yeşil Hat” kelimesi Kıbrıs
tarihine geçmiştir. İşte Rumlar Türkler ve Rumlar arasındaki Yeşil Hat’tın
kaldırılmasını istiyordu. Rumların diğer bir hesabı ise Barış Gücünün Rum
kuvvetleri ile işbirliği yapacağını ümit etmeleriydi. Rumlar bununla yetinmemiş,
Makarios verdiği bir beyanatta, Barış Gücü’nün Rum hükümetine yardımcı olacağı
iddiasında bulunmuştur. Rumlar, Yunanistan’dan aldıkları destekle silahlanmaya
devam ederken, Grivas aracılığıyla Yunan askerleri Ada’ya geçiş yapmaya
başlamıştır. Silahlı Rum-Yunan askerleri, Türklerin köylerini basarak
ellerindeki çok az sayıdaki ilkel silaha el koymuştur. Rumların faaliyetlerini
yakından takip eden Türkiye’de yüksek eğitimdeki Kıbrıslı gençler bir şeyler
yapma çabası içindedirler. Nihayet 22 Mart 1964 tarihinde bu gençler
Ankara’da Zirkaya köyündeki devlet tarafından kurulmuş olan eğitim kampında verilen
askeri eğitimlere katılmaya başlamışlardır. Bu gençler Türk Mukavemet Teşkilat’nın
genç yeni neferleri olacaktı. Bu gençlerin 23 Mayıs 1964 tarihinde
eğitimleri tamamlanarak Erenköy sahiline gönderilmiştir. Görüldüğü gibi
Kıbrıs’ta Rumlar saldırı amaçlı olarak EOKA aracılığıyla, Türkler ise, Rumların
tüm engellemelerine ve saldırılarına rağmen savunma amaçlı olarak Türk Mukavemet
Teşkilatı aracılığıyla silahlanmaktaydı. Ortam bu denli gerilmişken, Makarios 4
Nisan 1964’te ittifak antlaşmasını tek taraflı olarak feshettiğini açıkladı.
Açıklamanın hemen ardından Türkiye’nin Kıbrıs Büyükelçisi kararı protesto etmiştir.
Makarios’un bu denli rahat hareket etmesinin ardında, Şubat ayında Yunanistan’da
yapılan seçimleri Yorgo Papandreu’nun kazanmış olması ve
self-determinasyon konusunda hemfikir olmaları yer almaktaydı. Rumlar, dünya
kamuoyunu kendi taraflarına çekmek için “Türkler isyan etti. Meşru hükümeti
devirerek adayı taksim etmeye çalışıyorlar.” şeklinde propaganda
yürütmeye başlamışlardı. Bu beyanat üzerine Birleşmiş Milletler, Ada’ya gönderdiği
heyetle araştırma yaptırmıştır. Sonuçta ortaya çıkan Ortega Raporu,
“Yıkılıp, yakılan köylerin Türk köyleri ve evleri olduğunu, saldırganın
Rum tarafı olduğunu göstererek…” Rum iddialarının gerçek dışılığını
ortaya koymuştur. Fakat bu rapor tüm dünya tarafından göz ardı edilmiştir.
Kıbrıs’ta Türklere yönelik olayların sürmesi, Yunanistan’ın Kıbrıs’taki Türkleri
katleden Makarios ve Grivas’la birlik olması ve NATO’nun bu konuda etkinlik
gösterememesi Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratmış ve Türk kamuoyunda da büyük
tepkiye yol açmıştı. Basında yer alan bir yorum şöyledir:
“İnsan hak ve hürriyetleri uğrunda,
milletler arasındaki taahhütlere ve Birleşmiş Milletler Anayasası’na sadakati
dünya siyasi tarihiyle tescil edilmiş bir ulusun teminatı altında bulunan
Kıbrıs’ta, 20. yüzyılın ikinci yarısında, Ortaçağ zulmünü rahmetle aratan bir terörle
Türk ırkını imhaya karar veren Yunanistan’ın bu tutumu karşısında gülünç konuma
düşen NATO, yalnız Türkiye’ye değil, Birleşmiş Milletler Anayasası’na da ihanet
etmiştir.”
Basında EOKA’cıların atış eğitimi
sırasında bir Barış Gücü askerinin onlara nezaret ettiğini gösteren bir resim
de yer almıştır. Elefteria gazetesinin haberine göre, Kıbrıs Rum hükümetinin
satın aldığı 3 askeri uçak ile 2 helikopter Ada’ya gelmiştir. Görüldüğü gibi Ada’da
görev yapan Barış Gücü’nün soruna bir çözüm olamayacağı kısa bir süre sonra
ortaya çıkmış ve uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin müdahalesi beklenir hale
gelmişti. Fakat Türkiye’de ordu henüz teknik olarak hazır değildi. Ayrıca Talat
Aydemir’in iki darbe girişimi ve bunların bastırılması orduda huzursuzlukları
arttırmıştı. İnönü, mevcut koşullarda, sorunlu koalisyon hükümetiyle böyle bir
kararı almak konusunda istekli değildi. Fakat büyük kamuoyu baskısı da harekâtı
zorunlu hale getirmekteydi. Taraflarla görüşerek Kıbrıs’a dönen arabulucu,
Türk yetkililerine Kıbrıs konusunda bir çözüm bulunmadığını ifade ederek,
durumun bir sonraki hafta toplanacak olan Güvenlik Konseyi’ne aksettireceğini
belirtmişti. Onunla görüşen Türk Dışişleri Bakanı Cemal Erkin, “Hal çaresi
bulunmasına imkan görülmüyor.” yorumunu yapmıştı.
Bunun üzerine Başbakan İnönü 4 Haziran1964’te,
Erkin’in karşı çıkmasına rağmen, bir harekât düzenleneceği konusunda ABD’yi
haberdar etmiştir. Karşılığında 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Lyndon Baiden
Johnson’dan gelen mektup (Johnson Mektubu), sadece Kıbrıs konusunda değil,
tüm dış politikası açısından Türkiye için bir bomba etkisi yaratmıştır. İçeriği
uzun süre açıklanmayan mektup ancak 1,5 yıl sonra, 13 Ocak 1966’da
basında yer almıştır. Mektupta ABD böyle bir hareketi engellemek için, ileri
sürebileceği nedenleri fazlasıyla ortaya koymuş hatta sadık müttefiki Türkiye’yi,
müdahale dolayısıyla gerçekleşebilecek olası bir Sovyet saldırısı karşısında
koruyamayabileceğini ima etmiştir. Johnson mektubunun Türk dış politikası
üzerinde önemli sonuçları olmuştur ki bu ayrı bir yazı konusudur. Ama Kıbrıs
için taşıdığı en büyük önem, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahaleden vazgeçmesinin
resmi gerekçesini oluşturmuş olmasıdır. Basında bu durum şöyle yer almıştır:
“Türk hükümeti, Başkan Johnson’un
şahsi ricası üzerine şimdilik kaydı ile çıkartmadan vazgeçmiştir”
Nihat Erim, Amerika’nın
Kıbrıs’a bir Türk çıkartmasını önlemesi karşısında “temenni ederim ki
Amerika’nın son müdahalesi, Türkiye’ye hayati bir fırsatı kaçırtmış olmasın…”
demiştir. Temmuz ayının sonunda Fin askerler, Rumların Erenköy bölgesine
yığınak yaptıklarını haber vermişlerdir. Erenköy, Kıbrıslı Türklerin Türkiye
ile olan tek irtibat noktasıdır ve 20 mil karelik bir alanı kapsamaktaydı. Bu
alanda ise 5 Türk köyü bulunmaktaydı. Bölgeye Türkiye ve İngiltere’de
üniversite öğrenimi gören 650 kadar Kıbrıslı Türk mücahit bulunuyordu.
Köylü mücahitlerle birlikte yaklaşık 1.000 kişi bu bölgeyi korumaktaydı.
Durumun tehlikesi karşısında Türkiye, yeni komutan olarak Türk Mukavemet Teşkilatı’nın
ilk Bayraktarı olan Albay Ali Rıza Vuruşkan’ı Ada’ya yollayarak görevlendirmişti.
Bu sırada Denktaş da Ada’ya alınmadığı için Ankara’da beklemekteydi.
Rauf Denktaş, Vuruşkan’ın Ada’ya gideceği
kesinleşince Ankara hükümetinden habersiz olarak onunla birlikte Erenköy’e
çıkmıştır. Gerçekten de 5 Ağustos 1964 tarihinde beklenen Rum
saldırıları başlamıştır. 8 Haziran 1964’te Birleşmiş Milletler görevlileri
Türklere, “Rum ve Yunan zırhlı birlikleri süratle ilerlemektedirler, teslim
olmaktan başka çare yok.” demişlerdir. Vuruşkan ve Denktaş’ın cevabı
bellidir. Teslim olunmayacaktır. Durum derhal Ankara’ya şu
mesajla bildirilmiştir:
“Bir gün daha Türkiye yardıma
gelmezse Erenköy çökecektir.”
Türkiye bu çağrıyı duymuş ve saat 17:00
civarında Türk uçakları gökyüzünde görülmüştür. Uçakların bu harekatı bir caydırma
harekâtı olarak düzenlenmiş ve bazı noktaları kısa süreli bombalayarak harekâtın
başarılı şekilde sonuçlanmasını sağlamıştır. Fakat bu harekat sırasında uçaklardan
biri düşürülmüş ve pilot Yüzbaşı Cengiz Topel işkence edilerek şehit edilmiştir.
Cengiz Topel’in uçağının nasıl düşürüldüğü ile ilgili senelerce spekülasyon
yapılmıştır. Ancak 2010 yılında bir Rum gazetesinde yayınlanan habere göre,
pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in uçağını vuran uçaksavar ateşinin, Yunanistan’ın
gizlice adaya gönderdiği “Faethon” isimli savaş gemisinden açıldığı
ortaya çıkmıştır. Rum Fileleftheros gazetesi, “Faethon” gemisinin Yunan
mürettebatından, o dönemde yaralanan ve büyük gizlilik içinde Yunanistan’a gönderilen
Dimitrios Miçaços’un anlattıklarını yayımlamıştır. (Ayrıca Vatan Gazetesinde
aynı yazı Türkçe olarak yayınlanmıştır.) (LİNK)
Bombardımandan Atina’da hükümet ve halk
paniğe kapılmıştır. Yunan Başbakanı, Makarios’a mesaj göndererek askeri
harekâtın durdurulmasını istemiştir. Makarios ise bunu reddetmiş, bombalamalar
karşısında askeri harekâtın durdurulmayacağını, sonuna kadar çarpışılacağını
açıklamıştır. Bununla da yetinmeyerek, Sovyet Rusya’dan ve Arap ülkelerinden
askeri yardım isteyerek, Kıbrıs’ı geniş bir savaş ortamına çekmeyi
planlamıştır. (Bugünlerde yaşadıklarımız ile çok tanıdık) Ayrıca Makarios Türk hükümetine
de bir ültimatom vererek, “Bombardımanlar durmadığı takdirde Ada’daki Türk
köylerinin imha edileceği…” tehdidinde bulunmuştur. Fakat, bir saat sonra
yolladığı ikinci mesajla geri adım atarak, “Bombardımanlar durdurulduğu
takdirde askeri harekata son verileceğini.” açıklamıştır.
Bunun üzerine Başbakan İnönü de Güvenlik
Konseyi Başkanı’na bir mesaj yollayarak, Türkiye’nin Konsey’de alınan ateşkes
kararına uyarak bombardımanları durdurduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin bu
davranışı savaşı önlemiş ve Kıbrıs Adasının geçici bir süre sükuna kavuşmasını
sağlamıştır.
ANCAK BU SÜKUNET ÇOK
UZUN SÜRMEYECEKTİ...
RÖPORTAJLAR, SÖYLEŞİLER
VE MAKALELER
Aşağıda yararlandığım tüm kaynaklarla birlikte yazı içerisinde kısmi olarak değindiğim röportaj ve söyleşilerin tamamına ulaşabilirsiniz.
Aşağıda yararlandığım tüm kaynaklarla birlikte yazı içerisinde kısmi olarak değindiğim röportaj ve söyleşilerin tamamına ulaşabilirsiniz.
*‘Silahları Getirenlere ‘Bereketçi’ Denirdi!’ / Banu Avar (LİNK)
*Bozkurt’un Alev’i; Karadeniz’in Kahraman Evladı Ahmet Oğuz Kotoğlu (LİNK)
*TMT'nin Sahilboylu’su Bir Cesur İnsan Daha! (LİNK)
*Atatürk Araştırma Merkezi (Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi)
*İsmail Tansu Ve TMT (LİNK)
*Kıbrıs’ta Yeraltı Faaliyetleri Ve Türk Mukavemet Teşkilatı (LİNK)
*''tmk'' (Türk Mukavemet Teşkilatı) (SÖYLEŞİ)
*Emekli Albay İsmail Tansu Mülakat 2. Bölüm (SÖYLEŞİ)
*Bozkurt’un Alev’i; Karadeniz’in Kahraman Evladı Ahmet Oğuz Kotoğlu (LİNK)
*TMT'nin Sahilboylu’su Bir Cesur İnsan Daha! (LİNK)
*Atatürk Araştırma Merkezi (Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi)
*İsmail Tansu Ve TMT (LİNK)
*Kıbrıs’ta Yeraltı Faaliyetleri Ve Türk Mukavemet Teşkilatı (LİNK)
*''tmk'' (Türk Mukavemet Teşkilatı) (SÖYLEŞİ)
*Emekli Albay İsmail Tansu Mülakat 2. Bölüm (SÖYLEŞİ)
2 Yorumlar
Harika, Emeğinize sağlık
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Diğer yazılarda görüşmek dileğiyle...
Sil