Muhammed Rıza Pehlevi ve Beyaz Devrim. İran İslam Devrimi Nasıl Geldi?
Beyaz Devrim olmamıştır, ama yeşili olmuştur. (bkz: İran İslam
Devrimi)
Aslında ''İslam Devrimi'' İran Şahı Muhammed rıza Pehlevi'nin ''Beyaz Devrimi'' sırasında filizlenmeye başlamıştı. Şah’ın elinde patlayan devrimdir bu Beyaz Devrim. Bir
devletin Ortadoğu’nun bölgesel gücü olabilecekken nasıl mollaların hükümranlığı
altında devlet haline geldiğinin hikayesidir. Özetleyecek olursak Beyaz Devrim, alt-orta ve elbette İran'ın %1'den az kısmını oluşturan üst sınıfı olduğu gibi kapsaması gereken bir devrimken bir Abrahamian'ın deyişiyle bir "Burjuva Devrimi"ne dönüşmüştü. Gelir eşitsizliği ayyuka çıkmış, İran'ı kalkındırması gereken toprak reformları ters tepmiş ve sonuçta İran'ın bütün serveti %1'den az üst sınıfta (Pehlevi Hanedanı, subaylar, bürokratlar, yüksek rütbeli devlet memurları) kalmış, İran orta sınıfını etkilemiş, alt sınıfı ve deyim yerindeyse "İran'ın Mujikleri" diyebileceğimiz işçileri, köylüleri çok kötü etkilemişti. Üstüne önce Ali Şeriati ve daha sonra Humeyni'nin tutan fikirleri İran İslam Devrimi'ne ideolojik zemin hazırlamış, ekonomik sıkıntılar da bu durumun üstüne tuz biber olmuştu. Dahası Şah'ın iktidarının dayanağı olarak gördüğü ve ihya ettiği İran Silahlı Kuvvetleri'nin (bilhassa Ajax Operasyonu'ndan sonra) ve istihbarat örgütü SAVAK'ın halk üzerinde kurduğu baskı ortamı, Şah'ın ağır basan merkeziyetçiliği ve gücünü paylaşmamak istememesi, İran'da Şah'ın (merkeziyetçi liderlerin huyu olduğu üzere), tıpkı 1905 devrimlerinden sonra Çar Nikolay'ın DUMA'yı etkisizleştirmesi, 93 harbinde Abdülhamid'in Meclis-i Mebusan'ı kapatması gibi örneklerde olduğu gibi siyasi partileri tekelinde bulundurması ve aslında perde arkasında gücü yine paylaşmaması İran İslam Devrimi'ne yol açan sebeplerdendi.
Biraz Ajax Operasyonu'ndan da söz etmek gerekir. Ajax Operasyonu ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek için ise şu yazıyı inceleyebilirsiniz. (Ajax Operasyonu ve 1953 İran Darbesi)
Birleşik Krallık ve ABD tarafından, İran'ın demokratik olarak seçilen milliyetçi kabine ve Başbakan Muhammed Musaddık'ı devirmek ve Pehlevi ailesini yeniden iktidara getirmek amacıyla düzenlenen örtülü harekâttır. Operasyon ayırca ABD'nin barış zamanında yabancı bir hükûmeti devirmek için giriştiği ilk gizli eylemdi. Musaddık, İngiliz şirketi (şimdi BP'nin bir parçası) olan Anglo-İran Petrol Şirketi'nin belgelerini denetlemeye ve şirketin İran petrol rezervleri üzerindeki kontrolünü sınırlamaya çalışmıştı. Şirketin İran hükûmeti ile işbirliği yapmayı reddetmesi üzerine, parlamento İran petrol endüstrisini millileştirmeye ve yabancı şirket temsilcilerini ülkeden ihraç etmeye karar verdi. Parlamentonun bu kararından sonra Birleşik Krallık, İran'ı ekonomik olarak baskı altına almak için dünya çapında bir İran petrol boykotu başlattı. Başlangıçta Birleşik Krallık, daha sonra dünyanın en büyük rafinerisi olacak olan, İngiliz yapımı Abadan Petrol Rafinerisinin kontrolünü ele geçirmek için ordusunu seferber etti, ancak Başbakan Clement Attlee, İranlı ajanları Musaddık hükümetininin altını oymak için kullanırken, ekonomik boykotu sıkılaştırmayı tercih etti. Amerika Merkezi İstihbarat Teşkilatı'nın (CIA) katılımının emsal teşkil etmesinden korktuğu için darbeye karşı çıkan önceki Truman yönetiminin aksine, Musaddık'ın güvenilmez olduğuna karar veren ve İran'ın komünistlerce ele geçirilmesinden korkan İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve Eisenhower yönetimi İran hükümetini devirmeye karar verdi. 1952'deki ABD hükümetinin Musaddık hükümetine yardımcı olmak için tek taraflı eylemi (Birleşik Krallık desteği olmadan) düşünmesine rağmen, İngiliz istihbarat yetkililerinin vardıkları hükümler ve Birleşik Krallık hükümetinin talepleri darbeyi başlatma ve planlamada etkili oldu.
Biraz Ajax Operasyonu'ndan da söz etmek gerekir. Ajax Operasyonu ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek için ise şu yazıyı inceleyebilirsiniz. (Ajax Operasyonu ve 1953 İran Darbesi)
Birleşik Krallık ve ABD tarafından, İran'ın demokratik olarak seçilen milliyetçi kabine ve Başbakan Muhammed Musaddık'ı devirmek ve Pehlevi ailesini yeniden iktidara getirmek amacıyla düzenlenen örtülü harekâttır. Operasyon ayırca ABD'nin barış zamanında yabancı bir hükûmeti devirmek için giriştiği ilk gizli eylemdi. Musaddık, İngiliz şirketi (şimdi BP'nin bir parçası) olan Anglo-İran Petrol Şirketi'nin belgelerini denetlemeye ve şirketin İran petrol rezervleri üzerindeki kontrolünü sınırlamaya çalışmıştı. Şirketin İran hükûmeti ile işbirliği yapmayı reddetmesi üzerine, parlamento İran petrol endüstrisini millileştirmeye ve yabancı şirket temsilcilerini ülkeden ihraç etmeye karar verdi. Parlamentonun bu kararından sonra Birleşik Krallık, İran'ı ekonomik olarak baskı altına almak için dünya çapında bir İran petrol boykotu başlattı. Başlangıçta Birleşik Krallık, daha sonra dünyanın en büyük rafinerisi olacak olan, İngiliz yapımı Abadan Petrol Rafinerisinin kontrolünü ele geçirmek için ordusunu seferber etti, ancak Başbakan Clement Attlee, İranlı ajanları Musaddık hükümetininin altını oymak için kullanırken, ekonomik boykotu sıkılaştırmayı tercih etti. Amerika Merkezi İstihbarat Teşkilatı'nın (CIA) katılımının emsal teşkil etmesinden korktuğu için darbeye karşı çıkan önceki Truman yönetiminin aksine, Musaddık'ın güvenilmez olduğuna karar veren ve İran'ın komünistlerce ele geçirilmesinden korkan İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve Eisenhower yönetimi İran hükümetini devirmeye karar verdi. 1952'deki ABD hükümetinin Musaddık hükümetine yardımcı olmak için tek taraflı eylemi (Birleşik Krallık desteği olmadan) düşünmesine rağmen, İngiliz istihbarat yetkililerinin vardıkları hükümler ve Birleşik Krallık hükümetinin talepleri darbeyi başlatma ve planlamada etkili oldu.
Böylece Musaddık devrilmişti. İran’ı bir molla devletinden Türkiye
ve Atatürk devrimleri örnek alınarak modernleştirmeye çalışmak, Kaçar
Hanedanından sonra başa gelen ve asker kökenli Rıza Pehlevi’nin rüyasıydı.
Zaten Rıza Pehlevi dönemini “İran’ın Tanzimatı” olarak adlandırabiliriz.
Rıza Pehlevi ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk. 1934. |
Aslında Pehlevi, İran’ı bir Cumhuriyet
yapmak istiyordu. Ancak rejim olarak Cumhuriyet hem Pehlevi’nin subay
arkadaşlarının hem de İngilizlerin hem de var olan geleneksel monarşist İran düzeninin
korunmasından yana mollaların çıkarına aykırıydı. Bu yüzden Pehlevi, rejimi
tekrar monarşi olarak duyurdu ve İran’da militarist, laik, anti-komünist ve
milliyetçi bir dönem olarak Pehlevi dönemi başlamış oldu. Cumhuriyetin en
azından o dönem İran için bir hayal olduğunu kabullenen Rıza Pehlevi, mollaları
şeriat yasalarının korunacağına dair ikna etti ve zamanla bütün rakiplerini bir
bir saf dışı bırakarak İran’ı gitgide tekeline aldı.
Rıza Pehlevi döneminde İran’da ilk
yenilikler yapıldı. Medrese eğitimi sonlandı ve modern eğitim veren eğitim
kurumları faaliyete geçti. Kılık kıyafet devrimi yapıldı, bu yeniliklere ilk
karşı çıkan da mollalar olmuştu.
Hatta o dönemler tepki çeken bu
yeniliklere karşı “okullar oğullarınızı kâfir, kızlarınızı fahişe yapmak için
eğitiyor” sloganı dönemin popüler cümlelerindendi. Ancak Rıza Pehlevi’nin gücü
üstün geldi ve Şii din adamlarının bir kısmı o dönemler yeraltına çekildi bir
kısmı da Irak’taki Necef, Kerbela gibi Şii kentlerine kaçtı. İran ilk defa bu
dönemde batıdaki harp okulları ve üniversitelerine öğrenci gönderdi. Bir diğer
mesele, İran’ın milli kaynaklarının İngiliz şirketleri tekelinde bulunmasıydı.
Rıza Pehlevi’nin ilk el attığı meselelerden biri de bu olmuştu.
Ordu yeniden teşkilatlandı ve
batıdan gelen modern silahlarla teçhiz edildi.
İkinci Dünya Savaşında ise Hitler
Stalingrad’a dayandığında İngilizler, Sovyetler Birliğine İran üzerinden silah
göndermek isteyince Rıza Pehlevi, Almanlardan çekindiği ve Rusya’daki savaşın
hala belirsiz olduğunu bildiği için İngilizlerin bu isteklerini reddetti. Sonra
ne olduysa oldu ve Rıza Pehlevi tahttan indirilip (istifaya zorlanıp) yerine
oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geldi. Bu dönemde İngilizler Güneyden Ruslar ise
kuzeyden İran’ı işgal ettiler. Rıza Pehlevi ise sürgünde yalnız ve üzüntülü bir
biçimde ve şahsi kanaatimce bunları hak etmeyerek öldü. Şahsi fikrim olmakla
birlikte, ne yaptıysa İran için yapmıştı, ruhu şad olsun.
İşte bizim anlatacağımız Muhammed
Rıza Pehlevi’nin babasının yarım bıraktığı ve kendisinin de yarım bırakmak
zorunda kaldığı bu modernlik, ıslahat ve reform çabalarıdır. İran İslam Devrimi
tam olarak burada doğmuştu.
Muhammed Rıza Şah 1953 yılında,
babasının 1941'de bırakmak zorunda kaldığı yerden yola devam etti. İlk işi
devletini ayakta tutan üç temel dayanağı sağlamlaştırmak için kolları sıvamak
oldu. Bunlar ordu, bürokrasi ve saray patronaj sistemiydi. Ufak tefek
farklılıklar göstermekle birlikte, Muhammed Rıza'nın saltanatı pek çok açıdan
babasınınkinin devamı niteliğindeydi. Babası faşizm çağında hüküm sürüp treni
kaçırmamak gerektiğini açıkça söylerken, oğlu Soğuk Savaş'ın doruğa ulaştığı
yıllarda yaşamıştı. Dolayısıyla otokrasi ve ırkçılık söylemlerinden kaçındı.
Ama o da iktidarının zirveye ulaştığı dönemde hükümdarlık unvanlarına “Arya
Mihr” (Aryen Güneşi) gibi yepyeni bir isim eklemekten geri kalmadı. Muhammed
Rıza Şah, babası Rıza Şah’ın muazzam bir devlet inşa etme düşünü
gerçekleştirmişti.
Muhammed Rıza Pehlevi |
Bu hayale ulaşması artan petrol
gelirleri sayesinde oldu. Bu artışın bir nedeni, üretimin çoğaltılmasıydı: İran
dünyanın dördüncü büyük petrol üreticisi, aynı zamanda dünyanın ikinci büyük
petrol ihraç eden ülkesiydi artık. Bir başka neden ise 1954 Konsorsiyum
Antlaşmasının İran'a kârdan yüzde 50 pay vermesiydi; ama en önemlisi Petrol İhraç
Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) 1973 Arap-İsrail Savaşı'nı fırsat bilerek
uluslararası petrol fiyatlarını dört katına çıkarmasıydı. İran'ın 1954-55
yıllarında 34 milyon dolar olan petrol geliri 1973-74 döneminde 5 milyar dolara
çıkmış, 1975-76'daysa 20 milyar dolara ulaşmıştı. Bu yirmi üç yıl boyunca İran'ın
petrol girdisi 55 milyar doları aşıyordu. Ortalama bir yılda hükümetin
gelirlerinin yüzde 60'ı ve döviz girdilerinin yüzde 70'i petrolle
karşılanmaktaydı. İran tam anlamıyla bir Petrol Devleti ya da kimilerinin
dediği gibi bir Rant Devleti haline gelmişti.
Pehlevi hanedanını ayakta
tutan üç dayanaktan biri olan ordu, ayrıcalıklı muamele görmeye devam ediyordu.
Şah Savunma Bakanlığı'nın adını yeniden Savaş Bakanlığı olarak değiştirmekle
sivillerin askeri konulara karışma yetkisi olmadığını açıkça ortaya koyduğu
yeni bir dönem başlatmıştı. 1954 ile 1977 arasında askeri bütçe 12 katına,
yıllık bütçedeki payıysa yüzde 24'ten 35'e yükseldi.
Yıllık savunma bütçesi 1954
yılında 60 milyon dolarken 1973'te bu miktar 5,5 milyar, 1977'deyse 7,3 milyar
dolardı. Asker sayısı 127.000'den 410.000'e çıkmıştı. 1977 yılında düzenli
orduda 220.000, hava kuvvetlerinde 100.000, jandarmada 60.000, donanmada 25.000
asker fazlası bulunuyordu. Askeri bütçenin çoğu aşırı gelişkin silahlara
harcanıyordu. Şahın babası Rıza Pehlevi’nin saltanatı sırasında batıdaki harp
okullarına gönderdiği subaylar, Amerikan ordusunun talimnameleri, İran Silahlı
Kuvvetleri’ndeki subayları da alanında yetkin bir hale getirmişti.
1975'te Şah’ın emrinde Basra Körfezi'nin
en geniş donanması, Batı Asya'daki en büyük Hava Kuvvetleri ve dünyanın en
büyük beşinci ordusu vardı. Ordusu 1.000 modern tank, 400 helikopter, 28
hoverkraft, 100 uzun menzili tank, 173 F4, 141 adet F5, 10 adet F14 savaş uçağı
ve 10 adet boeing-707 nakliye uçağı ile donatılmıştı. ABD Kongresi tarafından
hazırlanan raporda İran'ın askeri alımlarının "dünyada birinci sırada
yer aldığı" tahmin edilmekteydi. İran, bu dönemde Ortadoğu’da en hızlı
silahlanan ülkeydi.
Sanki bu kadarı yetmezmiş
gibi şah, 1978'de 12 milyar dolarlık bir sipariş daha verdi. Bunlar İran'ı
Basra Körfezi'nde olduğu kadar Hint Okyanusu'nda da güçlendirecek 160 F16, 80 F14, 209 F4, 4 destroyer ve 10 nükleer denizaltıydı. Ayrıca Batı Avrupalılarla nükleer
tesis için sözleşmeler yapmıştı.
ABD kongre raporu şunları dile
getiriyordu:
"İran'ın askeri
harcamaları Avustralya, Endonezya, Pakistan, Güney Afrika ve Hindistan dahil Hint
Okyanusu'nun en güçlü devletlerini geride bıraktı. Şah aynı zamanda 1994 yılına
kadar 20 nükleer reaktör inşa etmek için yaklaşık 33 milyar dolar harcamayı
planlıyordu. Eğer bunlar alman, Fransız ve Amerikan yardımıyla inşa edilirse, İran,
Hint Okyanusu bölgesinin en büyük nükleer enerji üreticisi durumuna gelecekti."
1970'lerden bir İran Tören Kıtası askeri. İran'ın şimdiki herhangi bir askeriyle farkı hemen göze çarpıyor. Batı yapımı bir G3 piyade tüfeği, sinekkaydı traş ve Amerikan Askeri Ekolünde olduğu üzere tüfek dipçiği yere değmiş vaziyette. Bu fotoğraf bize çok şey anlatır, zira bugün alelade bir İran askerini bu fotoğrafla karşılaştırdığınzda İran Ordusu'nun ne denli değişim geçirdiğini görebilirsiniz. |
Şah'ın askeri ilgisi silah
alımlarıyla sınırlı değildi. Bütün askeri konularla yakından ilgilenirdi:
eğitim, harekât, kışla ve subayların genel memnuniyeti. Onları yüksek maaş,
emeklilik sigortası ve ek olanaklarla ödüllendirdi. Bunlara konforlu konutlar,
yurtdışı gezileri, düzenli ikramiye, modern sağlık hizmetleri, indirimli
alışveriş ve gayrimenkul bağışı da dahildi. Devlet görevlerini askeri
üniformasıyla yerine getirir; yüksek idari mevkilere subayları yerleştirir;
binbaşı rütbesinin üstündeki bütün terfileri bizzat inceler ve 1953'ün o
"kutsal günü" 19 Ağustos'ta ülkeyi kurtardıkları için (bkz: Ajax
Operasyonu) subayları över dururdu. Her yıl 19 ağustos ulusal bayram olarak
kutlanırdı. Ordu ile monarşi öyle iç içeydi ki, yabancı bir akademisyenle yaptığı
bir röportaj sırasında şah, tıpkı babası gibi kendini farkında olmadan 14.Louis'nin
"devlet benim - l'etat c'est moi" sözlerine
referans olarak, "ordu benim." demişti.
Şah ayrıca askeri darbe
olasılığını azaltacak şekilde önlemler de almıştı. Kişisel deneyimi ona geri
plan kalmış albayların iş karıştırmasından korkması gerektiğini öğretmişti.
İstihbarat başkanlarıyla gizli servis yetkililerinin birbirleriyle doğrudan
haberleşmesini yasakladı. Bütün haberleşmeler saray aracılığıyla yürütülürdü.
Kilit askeri mevkilere aile üyeleriyle aileden subayları getirmişti.
Neden 14.Louis ve Şahla alakası ne?
Kral
14.Louis, "L'etat C'est Moi-devlet benim." sözü, genellikle Fransa'nın
bu dönemde kralın mutlak monarşisine bir referans olarak gösterilir. Kral
Louis, şahla benzer şekilde Fransa'yı modernleştiren kişiydi. Düşünürleri maaşa
bağlaması, ekonomik alanda yaptığı reformların yanı sıra bu dönem Fransızların
fikir dünyasında büyük gelişmeler yaşanmıştı. Keza kral Louis, düşünce
dünyasını geliştirmek adına bu konuda ilerlemelerin önünü açmıştı. Şah da
Louis'den geri kalmayacak biçimde mutlak olarak gücü elinde bulunduruyordu.
Güneş Kral XIV.Louis. Fransa'yı Fransa yapan adam... Napolyon'u, Voltaire'i, Rousseau'yu yetiştirecek modern okulları açan, Düşünürlere maaş bağlayan, Fransa'da ondan 300 sene önceki "Örümcek Kral" veya "Yakışıklı Philippe" lakabıyla bilinen Kral IV.Philippe'in yapamadığnı yapmış ve onun döneminde Fransa, oldukça merkezileşmiş, gelişmiş ve Mutlakiyetçiliği tam anlamıyla yaşamıştı. Öyle merkeziyetçi bir kraldı ki, Versay Sarayı'nda kralın ikamet ettiği oda, sarayın en merkezinde ve en ortasında bulunur. |
Ki, "Güneş Kral"
olarak anılan kral Louis, Versay Sarayını yaptırdığında kendi odasını sarayın
tam merkezine koymuştu. Şah da kendisini devletin merkezine koyan kişiydi.
Ancak 1978-79 döneminde bu durum korkunç sonuçlar doğuracaktı. Şah, Saray Muhafızları’nı genişleterek iyi eğitilmiş asker sayısını 8000'e çıkardı; ülkenin seçkinlerine bekçilik etmek için kurduğu Saray Teftiş Kurulu'nun başına çocukluk arkadaşı General Farduz'u getirdi; düzenli ordunun haber alma şubesi J2 Bürosu’nu canlandırdı; 1957'de yeni bir istihbarat servisi kurdu. Farsça kısaltmasıyla bilinen SAVAK, öyle büyüdü ki, sonunda 5000 düzenli ajanı ve sayısı bilinmeyen yarı zamanlı muhbiri olan bir örgüt haline geldi. Kimilerine göre her 400 erkekten biri savak muhbiriydi. Yakın arkadaşlarından bir başka generalin, Nematullah Nasıri'nin uzun süre başkanlık ettiği savak, yüksek rütbeli subaylar dahil bütün İranlıları göz hapsinde tutma, basına sansür uygulama, resmi dairelere iş başvurusu yapanlar, hatta üniversitelere atananlar hakkında inceleme yapma ve siyasal muhalifleri alt etmek üzere işkence ve idam cezası uygulama dahil her türlü yola başvurma yetkisine sahipti. Çok geçmeden şah, aydınların "19. yüzyılın Avrupalı sosyal filozofu" diye söz ettikleri Marx'ın adını ağızlarına almalarının yasak olduğu, Orwell'in 1984'ü gibi bir İran oluşturmuştu. Bir İngiliz gazetecinin sözleriyle, SAVAK, Şah'ın "gözü ve kulağı, gerektiğinde de demir yumruğuydu." savak başkanı (kağıt üstünde Başbakan'a bağlı olsa da) ve Şah her sabah gizlice toplantı yaparlardı.
SAVAK logosu. |
Tanınmış yazar ve dönemin ABD Tahran Büyükelçisinin yeğeni Frances Fitzgerald, 1974 tarihli "Şah'a istediği her şeyi vermek" başlıklı bir makalede durumu şöyle aktarır :
"Her otelin lobisinde, hükümetin her bakanlığında ve her üniversitede SAVAK ajanı var. SAVAK'ın vilayetlerde siyasal haber alma servisi bulunur, yurtdışında da her iranlı öğrenci hakkında dosya tutulur. eğitimli İranlılar yakın arkadaş çevreleri dışında kimseye güvenmezler. başka herkes SAVAK'ın adamı gibi gelir onlara. savak faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi vermeyerek bu korkuyu daha da şiddetlendirmektedir. İran'da insanlar yok olur. ortadan kaybolduklarına dair rapor tutulmaz... şah ülkede siyasal mahkum olmadığını söylüyor (komünistler, diye açıklıyor, siyasal tutuklu değil, adi suçlulardır.) Uluslararası Af Örgütü bunların sayısının 20.000 dolaylarında olduğunu tahmin etmektedir."Şahın devlet bürokrasisini genişletmesi de bir o kadar etkileyiciydi. Bu yıllarda yeni kurulan enerji, çalışma, sosyal yardım, köy işleri, yükseköğretim, kültür ve sanat, turizm ile konut ve şehirleşme bakanlıkları dahil, dört dörtlük bakanlık sayısı ondan yirmiye çıkmıştı. 1975 yılında devletin istihdam ettiği 304.000 kadar memurun yanı sıra bir milyon kadar emekçi çalışmaktaydı dini vakıflarla birlikte planlama ve Bütçe Teşkilatını denetleyen başbakanlık 24.000 memur istihdam ediyordu. eğitim ve yükseköğretim bakanlıklarında 515.000 kişi çalışıyordu. Bunlar 26.000 ilk öğretim kurumunu, 1.850 ortaöğretim kurumunu, 750 meslek okulunu ve 13 üniversiteyi idare ediyorlardı. 21.000 memurun istihdam edildiği içişleri bakanlığı ülkenin idari haritasını yeniden çizerek 10 olan vilayet sayısını 23'e çıkarmış, bunları da 400 idari bölgeye ayırarak başlarına merkezden atanan birer belediye başkanı, köy muhtarı ya da köy meclisi getirmişti. Tarihte ilk kez devletin kolu yalnızca şehirlerle kasabalara uzanmakla kalmıyor, aynı zamanda ücra köylerle mezralara da erişiyordu. 1977 yılına gelindiğinde devlet, her iki tam kadrolu çalışanından birine doğrudan maaş ödemekteydi.
Ayrıca devletin mali açıdan dolaylı olarak desteklediği yarı resmî kurumlar da vardı: Merkez Bankası, Sanayi ve Maden Kalkınma Bankası, Ulusal İran Radyosu ve Televizyon Kurumu, Ulusal İran Petrol Şirketi ve Ulusal Sinema Şirketi. 1970'lerin ortasında devlet yılda elli uzun metrajlı filmin yapımcılığını üstlenerek, artan popüler sinema talebini karşılamaya çalışıyordu. Bu filmlerin çoğu Hint Bollywood sinemasıyla rekabet etse de, başta Gav ve Tengsir olmak üzere birkaç tanesi sosyal içerikliydi ve aydınlar çevresinde birden ilgi odağı olmuştu. Radikal oyun yazarı Gulam Hüseyin Saidi'nin kısa öyküsünden uyarlanan Gav, köy yoksulluğunu anlatıyordu. 1940'larda o dönemde TUDEH sempatizanı olan Sadık Çubek tarafından kaleme alınmış Tengsir, yerel din adamları, tefeciler ve devlet görevlileri tarafından malına mülküne el konan ve maruz kaldığı haksızlıkları düzeltmek adına silaha sarılan bir köylünün kahramanca mücadelesini tasvir ediyordu. Güneydeki Tengsir bölgesi Birinci Dünya Savaşı'nda Britanyalıların başına bela olmasıyla ünlüydü. Sonraki yıllarda önde gelen bir film yapımcısı, bu dönemde yapılmış en iyi filmlerin nasıl olup da devlet tarafından finanse edildiği sorusuna verdiği yanıtta, film yapımcılarının entelektüel olarak toplumsal gerçekçilik ve toplumsal eleştiri içeren sanat üretme sorumluğunu taşıdıklarından söz etmişti.
Devletin üçüncü dayanağı olan saray patronaj sistemi de eşit ölçüde çarpıcı bir şekilde büyümüştü. Önceden şaha ait olan arazilerin ulus adına idaresi, 1958'de vergiden muaf bir yardım derneği olarak kurulan Pehlevi Vakfı'na verilmişti. Vakıf daha sonra tahttaki şaha ait gayrimenkullerin büyük bölümüyle birlikte şirket yönetim kurullarında hizmet ettikleri için çoğu yüksek komisyonlar alan şahin ailesinden altmış dört kişinin varlıklarını emanete aldı. Yıllık petrol gelirlerinde hatırı sayılır miktarlar hortumlamaya başladıktan sonra vakıf daha da büyüdü. Doruğa çıktığı günlerde Pehlevi Vakfı'nın elinde değeri 3 milyar dolardan fazla olan varlık, buna ek olarak madencilik, inşaat, otomobil üretimi, metal işleri, teknik tarım, gıda işleme, bankacılık, sigorta ve turizm (kumarhane, müzikhol ve büyük otelcilik) gibi çeşitli alanlarda faaliyet gösteren 207 şirketin hisseleri bulunuyordu. Aynı zamanda Krupp ve General Electric gibi uluslararası şirketlerde de hisseleri vardı. Şahın kişisel portföyünün 1 milyar doları aştığı tahmin edilmekteydi. Şah ailesinin toplam varlıklarının 20 milyar doları aştığı sanılıyordu. 1979 yılında New York Times gazetesinde yayımlanan bir haber, "yardım faaliyetlerinin ardında vakfın üç türlü kullanıldığı görülmektedir: şah ailesine fon sağlamak, ekonomide denetim kurmak ve rejim yandaşlarını ödüllendirme aracı olmak." ülke içindeki muhalefet ise vakfı, kolları ekonomik faaliyetin her alanına uzanan dev bir ahtapot olarak tarif ediyordu.
Şah kabineye ve parlamentoya kendi adamlarını doldurmak için orduyu, bürokrasiyi ve saray patronaj sistemini kullanırdı. Anayasayı değiştirerek kendini başbakanları atamaya yetkili kılmıştı. Aynı zamanda Meclis'i genişleterek mebus sayısını 200'e, dönemini de dört tam yıla çıkarmıştı. 1953 ile 1977 yılları arasında kabinenin başında bulunan sekiz kişi arasından ikisi dışında hepsi onun kişisel tercihleriydi. O iki kişi de General Zahidi İle Ali Emini'ydi. CIA ve Mİ6 tarafından darbe için seçilen Zahidi, yirmi ay geçtikten sonra görevden alındı, hem de oğlu, şahın tek kızıyla evli olmasına rağmen. Şah zimmetine büyük miktarlarda para geçirdiği söylentisini yaydıktan sonra, onu İsviçre’ye yollamıştı. Britanya büyükelçisinin raporunda, Şah’ın anayasa teamüllerini yıkmak ve parlamentonun tatilde olduğu sırada Zahidi'yi görevden alarak "kimin sözünün geçtiğini göstermek" istediği belirtilmişti. Şah bunu ikinci kez açıklığa kavuşturmak için, haftalık kabine toplantılarına başkanlık edeceğini duyurdu. Aştiyani ailesinin liberal çocuğu emini toprak reformunu başlatacağı umuduyla Kennedy yönetimi tarafından şaha yutturulmuştu. Gelgelelim, askeri bütçede kısıntıya gitmeye kalkınca görevden uzaklaştırıldı, Emini'nin bakanlarından bazıları da şah tarafından zimmetine para geçirmekle suçlandı.
Diğer altı başbakan da şahin adaylarıydı. Çoğu, mesleki hayatlarını Pehlevi hanedanlığına bağlamış, seçkin ailelerden gelen ve Avrupa'da öğrenim görmüş genç devlet memurlarıydı. Emir Hüseyin Alâ (muinü'l-vezir) İran'ın ortasında büyük arazi sahibi köklü bir aileden geliyordu. Babası Alâ Sultani, Britanya'da Nasreddin Şah'ın temsilciliğini yapmıştı. Kendi de Westminster Okulu'nda okumuş, diplomatik görevlerde bulunmuş ve 1950 yılında saray bakanı, 1951'de Musaddık'ın seçilmesinden önce de ara dönemin Başbakan'ı olarak hizmet etmişti. Britanyalıların raporunda Alâ için "şahın erdemlerini fazlasıyla abartma eğilimi göstermekte ve onun ülkeye babası gibi hükmetme emellerine gem vurma konusunda pek bir şey yapmamaktadır" deniyordu. Karısı son kaçar naibinin kızı, aynı zamanda peçesini çıkaran ilk İranlı kadınlardan biriydi. İkbal Manuçer, hastane idaresinden hükümet hizmetine geçen Fransız eğitimi almış bir doktordu. Musaddık tarafından Azerbaycan valiliği görevinden alınmıştı. Kızı Şah'ın üvey kardeşlerinden biriyle evliydi. Cafer Şerif İmami, 2.dünya savaşı sırasında Britanyalıların tutukladığı, Almanya'da okumuş bir demiryolu mühendisiydi. Ömrünün çoğu devlet hizmetinde geçmişti. On beş yıl boyunca senato başkanı ve Pehlevi Vakfı'nın başkan yardımcısı olarak karlı sözleşmelere imza attığı için, "bay yüzde beş" adını almıştı. Esadullah alam "bataklık prensleri" diye bilinen ünlü Beluci ailesinden gelirdi. Şirazlı Kevamü'l-Mülk'ün kızıyla evliydi. Saraya girmeden önce kirman ve Belucistan Valisi olarak görev yapmıştı. Şah ile kişisel bir dostluğu olan alam, Paris'ten getirttiği eskort kadınları onunla paylaşırdı. Hasan Ali Mansur ise müttefik işgali sırasında başbakan olan Ali Mansur'un oğluydu. Fransa'da öğrenim görmüş olan genç Mansur, ömrü boyunca devlet hizmetinde bulunmuştu. Kendini "Şah Hazretleri'nin Kulu" olarak gördüğünden Meclis'teki mebuslara hakkında ne düşündüklerini umursamadığını söylemekle ün salmıştı. 1965'te Fedaiyan-i İslam örgütünün eski üyeleri tarafından düzenlenen suikastta öldü.
Mansur'un halefi Emir Abbas Hüveyda onun hem arkadaşı hem de kayınbiraderiydi. Kendi de devlet memurlarıyla dolu bir aileden gelen ve tam on iki yıl görevde kalan hüveyda, modern İran tarihinin en uzun süre görev yapan başbakanıydı. Şah ile Fransızca ve İngilizce konuşmayı yeğlerdi. Dedesi Babi olduğu için onu gizli bir Bahai olmakla suçlayan dini muhalefetin hedef tahtası haline geldi. Şahın "yeni adamlarından" biri olmakla övünürdü. Yabancı bir diplomatın sözleriyle, Şah gerek Hüveyda'ya gerekse diğer bakanlara "ayak işlerine bakan çocuklar" gibi davranır, onlar da buna bayılırlardı. Her yıl Nevruz zamanı Şah’ın sarayına kalabalık bir maiyet toplanır ve yüksek mevkideki kimseler Şah’ın önünde eğilerek selam verirken, ellerini mahrem yerlerine tutarlardı. Kimine göre bu jest, vezirlerin sarayda köle olduğu ve efendileri tarafından hadım edilebilecekleri günlerden kalma bir âdetti.
Şah bir tesisi gezerken. |
İkbal'in başında bulunduğu çoğunluk, önce Ulusal (Milliyun) Parti'yi, arkasından da Mansur ile Hüveyda'nın yeni İran (İran Nevin) Partisi'ni; azınlıktaki kanatsa Alam'in Halk (Merdüm) Partisi'ni oluşturuyordu.
Emir Abbas Hüveyda, İran Başbakanı. |
SAVAK'ın da yardımıyla şah, mebusların hangi partiye bağlı olduklarını belirledi. Bu iki partinin dönüşümlü olarak Şah’ın partileri olarak ün salması şaşırtıcı olmasa gerek.
1961 yılında Amerikalı bir yazarın onun adına kaleme aldığı Mission For My Country (vatanım için yaptıklarım) adlı anılarında Şah, çok partili sisteme sonuna dek bağlı olduğunu,
"Meşruti hükümdar değil de diktatör olsaydım o zaman Hitler'in kurduğu ya da bugün komünist ülkelerde görülen tek bir partinin hakimiyetini desteklerdim. Fakat meşruti türden hükümdar olarak, geniş çaplı parti faaliyetini tek parti düzeninin veya tek partili devletin deli gömleğine yeğ tutuyorum."
Bu yıllarda şah kendini, oldukça "geleneksel bir toplumu modernleştirmeye" kararlı, gerçek bir "demokrat" olarak tanıtmaktan hoşlanırdı.
SOSYAL DÖNÜŞÜMLER (1953-77)
Şah yeni kazandığı gücünü toplumun geniş kesimlerine değişiklikler getirebilmek
için kullanıyordu. Önce babasının başlattığı işleri tamamlamak üzere hazırlanan
mütevazı programları uygulamaya soktu. 1963 yılından sonra da tabandan
gelebilecek Kızıl Devrim'le rekabet etmek ve içini boşaltmak üzere tasarlandığı
belli olan Beyaz Devrim'i başlattı. Yalnızca kendine değil, yeni evlendiği eşi Farah
Diba'ya da yaptırdığı milyonlarca dolar değerindeki tacı, şatafatlı bir
törenle takarak babasını da geride bırakmıştı. İkinci karısı Süreyya'dan ona
bir veliaht veremediği için boşanmıştı, tıpkı Napoleon’un çok sevdiği eşi Josephine’den
boşandığı gibi.
İran'da çok konuşulan o fotoğraf. Muhammed Rıza Pehlevi, eşine taç giydiriyor. O yıllarda mollalar, bunu "Kafir icadı" olarak nitelemişti. Zira Doğu ve Batı monarşileri bu konuda ikiye ayrılır. Doğu İmparatorluklarında, örnek vermek gerekirse Osmanlı İmparatorluğu'nda Padişahın tahta çıkma törenine "Cülus" denirdi. Zaten bu adet, Osmanlı ve Türk kültürüne İran'dan geçmişti. Cülus Arapça bir kelimedir ve "oturmak" anlamına gelir. Bir padişahın vefatı veya tahttan indirilmesi sonrasında yeni padişahın, tahta çıkma törenidir. Cülus, Babüssade önünde yapılan en önemli ve görkemli törendi. İlk önce tahta Babüssaade önüne çıkartılır. 2. avluda askerler, ulema ve devlet adamları olur. Taht kapının önüne çıktıktan sonra desturla padişah gelip kapının önündeki tahta oturur. Daha sonra devlet adamları kıdemlerine göre gelip padişahın eteğini öpüp padişaha bağlılığını bildirirler. Sırasıyla ilk önce şeyhülislam edep icabı padişahın eteğini öpmez. Saltanatının devamı için dua eder. Sonra ilk veziriazam ve diğer vezirler, sonra kaptanıderya, defterdarlar, nişancılar, kazaskerler ve ulema padişahın eteğini öper, bağlılıklarını bildirirlerdi. İran'da da buna benzer bir durum vardı. Ulema sınıfını oluşturan mollalar el-etek öpmezdi. Daha sonra sırasıyla Devlet Erkanı gelir ve "Krallar Kralı" ya da "Şahlar Şahı" sıfatıyla Şah'ın eteğini öperlerdi. Şah'ın bu pek şaşaalı töreninin tepki çeken kısmı ise "Cülus Töreninin" batı usulleriyle yapılmasıydı. Batıda Roma İmparatorlarından başlayarak krallar, Papa veya bağlı oldukları Kilisenin/Patrikhanenin yöneticisi olan din adamının elinden taç giyerler ve bu durum, kralın idaresinin meşruluğunu dinden aldığını gösterirdi.Bu geleneği Batıda ilk bozan, Hohenstaufen Hanedanı'ndan Kutsal Roma-Cermen İmparatoru II.Frederick oldu. Kendisinin dönemini bazı tarihçiler, "Orta Çağ Rönesansı" olarak adlandırır. Bunun yanında, aşırı merkeziyetçi özelliğiyle bilinen Frederick, tacını papanın elinden değil de kendi eliyle giyen ilk Kutsal Roma İmparatoru olmuş ve o dönemler Avrupa'da kilisenin ve din adamlarının büyük tepkisini çekmişti. Bu, Kralın gücü kendisinden aldığının bir göstergesiydi. Kral Louis'nin de dediği gibi, "L'etat C'est Moi", "Devlet Benim!" ilkesi, Tarihteki bütün merkeziyetçi liderleri, Kral Louis, Kral Philippe, Çar Nikolay, Fatih Sultan Mehmet, Kral Philippe ve nihayetinde Muhammed Rıza Pehlevi'yi temsil eder. |
Farah Pehlevi. Şah'ın eşi. |
Devam edecek olursak,
Toprak reformu Beyaz Devrim'in en önemli parçasıydı. Şah, 1962'de Başbakan Emini tarafından başlatılan toprak reformunu 1963'te benimseyip en önemli başarısı olarak tanıttı. Emini'nin hazırladığı program toprak sahipliğini tek bir köyle sınırlıyordu. Arazi fazlası kiracılık hakları olan ortakçılara aktarılacaktı. Programın sulandırılmış versiyonuysa toprak sahiplerinin köy mülkiyetlerini yakın akrabalarına geçirmesine, ayrıca kendilerine meyve bahçeleri, ormanlık arazi, fidanlık, mekanize çiftlik ve teknik tarım alanları saklamalarına izin veriyordu. Dini kurumlar da uzun süredir onlara ait olan vakıfları ellerinde tutabilirlerdi. Ne kadar sulandırılmış olsa da toprak reformu amacına ulaşmış, Pehlevi ailesi dahil bazı büyük toprak sahipleri başarılı ticari çiftçilere dönüşmenin yolunu bulmuşlar, ama bu arada âyan saltanatı da sarsılmıştı.
Toprak Reformunu duyuran Şah Muhammed Rıza Pehlevi. |
Toprak reformuyla birlikte feodal, âyan, eşraf ve umde-i malik (büyük toprak
ağaları) gibi terimler işlevini yitirmişti. Onun yerine kırsal kesimdeki
topraklar, her biri 200 hektardan fazla toprağa sahip 1.300 ticari işletme,
çoğu başka yerde ikamet edip arazileri 10 ilâ 200 hektar arasında olan 640.000
kadar toprak sahibi, çoğu kiracılık hakkına sahip eski ortakçılar olan ve
arazileri 10 hektardan küçük 1.200.000 aile ve hepsi kiracı olmayan
köylülerden oluşan 700.000 çiftlik işçisi arasında paylaşıldı.
Çoğu bölgelerde ayakta kalabilmek için en az 10 hektarlık toprak gerektiğinden, küçük arazi sahiplerinin durumu topraksız rençperlerden daha iyi değildi. Köylülerin toprak sahibi olmak için Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın idaresindeki köy kooperatiflerine üye olmaları gerekiyordu. Kimi yerlerde hükümet sağlık ocakları ve okuma yazma kursları açıyordu. İran’da zamanında “Buyer Ahmedi” isminde bir aileyi ziyaret eden Avrupalı bir antropolog,
"Son on yılda ulaşılan merkezileşmenin düzeyi şaşkınlık uyandırıyor. Hükümet artık günlük yaşamın her yönüne gerçekten ilgi göstermekte. Artık devlet toprağı ekinleri gübreletiyor, para karşılığı kiraya veriyor, meyveleri ilaçlatıyor, hayvanları besliyor, arı kovanları kurduruyor, halı dokutuyor, mal üretimi ve bebek doğumları, nüfus denetimi, kadın örgütlenmeleri, din eğitimi, hepsi devlet eliyle yapılıyor.” demişti. Dahası göçebe nüfus giderek azaldıkça,
İran'a sosyal mozaik görünümü kazandırmış
ufak çaplı aşiretler de unutulup gidiyorlardı. İlhan ve İlbey gibi tire ve
taife terimleri de anlamını yitirmişti. Bunlar artık yalnızca mazide kalmış
anlaşılmaz bir çağı çağrıştıran belirsiz "oryantalist" imgelerdi Şah'a
göre.
Toprak reformu kırsal kesimi
değiştirirken, planlama ve bütçe teşkilatı tarafından hazırlanan beş yıllık
planlar da ufak çaplı sanayi devrimini getirdi. Liman hizmetleri iyileşiyor, Tahran'ı
Meşhed, Tebriz ve İsfahan'a bağlayan Trans-İran demiryolu genişliyor, Tahran ve
vilayet başkentleri arasındaki anayollar asfaltlanıyordu. Petrokimya tesislerine,
petrol rafinerilerine, şah ailesi üyelerinin adları verilen hidroelektrik
barajlarına, Ahvaz'daki ve Sovyetler tarafından inşa edilen İsfahan'daki çelik
fabrikalarına ve Sovyetler Birliği'ne uzanan doğalgaz boru hattına mali yardım
yapılıyordu. Devlet aynı zamanda tüketim sanayilerini korumak için, hem gümrük
duvarlarını yükselterek hem de düşük faizli kredileri sanayi ve madencilik
kalkınma bankası kanalıyla sarayın gözüne girmiş işadamlarına aktararak özel
sektörü destekliyordu. Beyatlar, mukaddemler, davalılar, Avşarlar, Karagözlüler,
İsfendiyariler ve Fermanfermalar gibi eskiden arazi sahibi olan İranlı aileler,
şimdi kapitalist girişimcilere dönüşmüştü. Le Monde Gazetesinin bir haberinde, Şah'ın,
19.yy başlarındaki Fransa kralları gibi girişimcileri "zenginleşmeye"
özendirdiği, onlara düşük faizli krediler yağdırdığı, vergiden muaf tuttuğu ve
yabancı rekabete karşı koruduğu söylenmişti. 1953 ile 1975 arasında küçük
fabrikaların sayısı 1500'den 7000'e ; orta ölçekli fabrika miktarı ise 300'den
800'e çıktı; 500'den fazla işçi çalıştıran büyük fabrikaların sayısı ise
100'den 150'ye yükseldi. Bunların arasında tahran, İsfahan, Şiraz, Tebriz, Ahvaz,
Arak ve Kirmanşah'taki tekstil, imalat makinesi ve oto montaj tesisleri de
vardı. Daha küçük tesisler giyim, gıda işleme, meşrubat, çimento, tuğla,
fayans, kağıt ve ev aletleri alanlarına odaklanmışlardı. rejimin vitrine
koymaya değer gördüğü parçalarıysa Huzistan'daki Dezful Barajı, İsfahan'daki çelik
fabrikaları ve Buşir'deki nükleer tesisti. Ana üretim rakamları bu sanayi
devriminin boyutlarını göstermektedir.
Devlet, sosyal programların hayata geçirilmesi için de bastırıyordu. Beyaz Devrim'in başlamasıyla birlikte eğitim kurumlarının sayısı üçe katlanmıştı. Çocuk yuvalarına kaydolanların sayısı 13.300'den 221.900'e, ilkokula kaydolanlar 1.640.000'den 4.080.000'e, ortaöğretim okullarındakiler 370.000'den 741.000'e, meslek okullarına kayıt yaptıranlar 14.240'tan 227.000'e, üniversiteye girenler 24.885'ten 145.210'a, yurtdışındaki üniversitelere kaydolanlarsa 18.000'den 80.000'e çıkmıştı. Bundan başka Beyaz Devrim'in ayrılmaz bir başka parçasının da Küba'daki uygulamayı örnek alan okuma yazma ordusu olduğu ilan edildi. Bu sayede okuma yazma oranı yüzde 26'dan 42'ye yükseldi. Sağlık programlarıyla 4.000 olan doktor sayısı 12.750'ye, 1.969 olan hemşire sayısı 4.105'e, klinikler 700'den 2.800'e, hastanelerdeki yatak sayısıysa 24.100'den 48.000'e çıktı. Açlık ve salgın çocuk hastalıklarının da kaldırılmasıyla birlikte bu iyileşmelerin ardından 1956 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımında 18.954.706 olan genel nüfus artarak 1976'da 33.491.000'e ulaşmıştı. Devrimin hemen öncesinde nüfusun neredeyse yarısı on altı yaşın altındaydı. Beyaz devrim kadın sorunlarını da içeriyordu. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı, yargıda önce avukat sonra da yargıç olarak görev yapma hakkı tanındı. 1967 aile koruma yasası boşanma, çokeşlilik ve çocuk velayetini alma gibi konular da erkeklerin haklarına kısıtlamalar getiriyordu.
Devlet, sosyal programların hayata geçirilmesi için de bastırıyordu. Beyaz Devrim'in başlamasıyla birlikte eğitim kurumlarının sayısı üçe katlanmıştı. Çocuk yuvalarına kaydolanların sayısı 13.300'den 221.900'e, ilkokula kaydolanlar 1.640.000'den 4.080.000'e, ortaöğretim okullarındakiler 370.000'den 741.000'e, meslek okullarına kayıt yaptıranlar 14.240'tan 227.000'e, üniversiteye girenler 24.885'ten 145.210'a, yurtdışındaki üniversitelere kaydolanlarsa 18.000'den 80.000'e çıkmıştı. Bundan başka Beyaz Devrim'in ayrılmaz bir başka parçasının da Küba'daki uygulamayı örnek alan okuma yazma ordusu olduğu ilan edildi. Bu sayede okuma yazma oranı yüzde 26'dan 42'ye yükseldi. Sağlık programlarıyla 4.000 olan doktor sayısı 12.750'ye, 1.969 olan hemşire sayısı 4.105'e, klinikler 700'den 2.800'e, hastanelerdeki yatak sayısıysa 24.100'den 48.000'e çıktı. Açlık ve salgın çocuk hastalıklarının da kaldırılmasıyla birlikte bu iyileşmelerin ardından 1956 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımında 18.954.706 olan genel nüfus artarak 1976'da 33.491.000'e ulaşmıştı. Devrimin hemen öncesinde nüfusun neredeyse yarısı on altı yaşın altındaydı. Beyaz devrim kadın sorunlarını da içeriyordu. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı, yargıda önce avukat sonra da yargıç olarak görev yapma hakkı tanındı. 1967 aile koruma yasası boşanma, çokeşlilik ve çocuk velayetini alma gibi konular da erkeklerin haklarına kısıtlamalar getiriyordu.
Ayrıca şah, kadınların evlenme yaşını da on beşe çıkarmıştı. Peçe hepten
yasaklanmadıysa da kamu kurumlarına peçeyle girilmesi hoş karşılanmıyordu. Buna
ek olarak okuma yazma ve sağlık ordusu eğitim ve sağlık hizmetlerini
yaygınlaştırmaya yönelik özel şubeler de açtı. Bunların başında kadınları doğum
kontrolü hakkında bilgilendirecek kuruluşlar geliyordu.
Yaşanan bu değişiklikler karmaşık bir sınıf yapısını beraberinde
getirdi. En tepede Pehlevi hanedanlığıyla bağlantılı dar bir aile çevresinden
oluşmuş, bizzat şah ailesini, üst düzey politikacılarla hükümet görevlilerini,
ordu subaylarını, sarayla ilişkili girişimcileri, sanayicileri ve ticari
çiftçileri kapsayan üst tabaka vardı. Bazıları köklü ailelerden geliyordu,
diğerleri de sarayla ilişkiler kurarak servet sahibi olmuş kimselerdi. Kimileri
de evlilik yoluyla seçkin ailelerle akraba olmuşlardı. Hepsi birlikte sigorta,
bankacılık, imalat ve şehir planlaması sektöründe faaliyet gösteren büyük
firmaların yüzde 85'ine sahiptiler.
Büyük çoğunluk Şii ailelerden olmakla birlikte, aralarında Bahailerle
yakınlığı olanlar ve gizlice mason localarına üye olmuşlar da bulunuyordu. Buysa
İran'ın perde arkasında masonlar aracılığıyla Britanya ve Hayfa'da üslenmiş Bahailer
aracılığıyla Siyonistler tarafından yönetildiğini iddia edenlerin dayanak
noktasıydı. Orta tabaka iki ayrı sınıftan oluşuyordu: geleneksel orta sınıfı
oluşturan pazardaki küçük burjuvaziyle beyaz yakalı çalışanlar ve yüksek
öğrenimli serbest meslek sahiplerinden oluşan modern orta sınıf. Mülk sahibi
orta sınıftaki 1 milyondan fazla aile, çalışan nüfusun yüzde 13'ünü
oluşturuyordu. Bunlar arasında yalnızca pazardaki dükkân ve atölye sahipleri
değil, 50 ilâ 100 hektar arasında arazi sahibi olan küçük imalatçılarla başka
yerde ikamet eden çiftçiler de vardı. Onların yanı sıra camiyle pazar
arasındaki aile bağları ve tarihsel ilişkiler nedeniyle ulemadan da pek çok
kişi bulunmaktaydı. Ekonomik modernleşmeye rağmen, pazar ülkedeki zanaat
üretiminin yarısını, perakende ticaretin üçte ikisini ve toptan ticaretin
dörtte üçünü denetimi altında tutmaya devam ediyordu. Binlerce cami, heyet
(dini toplantılar), hüseyniye (din derslikleri ve deste'lerin (muharrem
törenini düzenleyenler) yanı sıra, esnaf ve zanaatkar loncaları da hala pazarın
elindeydi. İlginçtir, petrol patlaması geleneksel orta sınıfa din merkezlerine
mali destek verme ve İslam'ın öneminin altını çizen özel okullar kurma fırsatı
vermişti. Bu okullar pazarcıların çocuklarını en iyi üniversitelere hazırlamak
üzere tasarlanmıştı. Dolayısıyla petrol geliri, bir taraftan da gelenekleri
beslemeye yarıyordu.
Aylıklı orta sınıf, 700.000 kişiden -çalışan nüfusun %9'undan
fazlası- oluşuyordu. Bunlardan 304.000'i giderek büyüyen bakanlıklardaki
devlet memurlarıydı, 200.000 kadarı ise öğretmen ve okul idarecisi idi. Ayrıca
60.000'i aşkın yönetici, mühendis ve serbest meslek sahibi vardı. Fakülte
öğrencileriyle orta sınıfın diğer adayları da dahil hepsi birlikte bir milyonu
aşıyordu. Eskiden entelijansiya (ruşenfikren) terimi aylıklı orta sınıfla
eşanlamlıydı. Fakat aylıklı sınıfın hızla büyümesiyle, terim başkalaşım
geçirerek özellikle yazarları, gazetecileri, sanatçıları ve profesörleri içeren
aydınlar topluluğuyla ilişkilendi. Enteljensiya milliyetçilikle sosyalizmin
dayanak noktası olmayı sürdürüyordu.
İşgücünün %30'undan fazlasını oluşturan kentli işçi
sınıfının nüfusu 1.300.000 kadardı. Bunlardan yaklaşık 880.000'i modern
sanayi tesislerinde çalışmakta, 30.000'den fazlası petrol, 20.000'i
gaz, elektrik ve enerji üretimi, 30.000'i balıkçılık ve kerestecilik, 50.000'i
madencilik alanında çalışan işçilerdi. Tersane, demiryolu ve diğer ulaşım
işçilerinin sayısı 150.000, küçük tesislerdekilerinse 60.000
kadardı. Bunlara topraksızlık yüzünden köylerinden çıkmak zorunda kalmış
göçmenlerden oluşan ve hızla büyüyen yoksul gecekondu ordusu da eklenince rakam
daha da yükselmekteydi. Göç edenler inşaat işlerinde çalışarak ekmeklerini
taştan çıkarıyorlardı. Eğer inşaatlarda iş yoksa, o zaman da seyyar satıcılık,
işportacılık yapıyorlardı. Kırsal kesimden en çok göç alan şehir Tahran'dı.
1953'te 1,5 milyon olan şehrin nüfusu göç nedeniyle 1979 yılında 5,5 milyona
ulaşmıştı. Devrim başladığında ülke nüfusunun %46'sı kent merkezlerinde
yaşıyordu.
İşgücünün %40 kadarını oluşturan kırsal nüfus üç katmandan
müteşekkildi : zengin çiftçiler, baskı altındaki küçük arazi sahipleri ve köy
rençperleri. İlk katmanda toprak reformundan en kazançlı çıkan eski köy
kethüdaları, kahyalar ve öküzü olan ortakçılar yer alıyordu. 600.000
olan sayıları kırsal nüfusun %17'sinden azdı. İkinci katmanı
oluşturanlar, çoğu bölgelerde gerekli asgari miktar olan 10 hektarın altında
toprak edinmiş 1.100.000 ortakçıydı. Pek çoğunun, küçük tarlalarını
devlet kooperatiflerinden verilecek hisseyle takas etmekten başka seçeneği
yoktu. Üçüncü katmansa ortakçı olma hakkından yoksun köylü, deyim yerindeyse
"mujikler" idi. Hiç toprağı olmayan bu insanlar aylıkçı,
çoban, rençper, yakın kasabalardan gelen gündelik işçi ve 1970'li yılların
başlarında kırsal bölgeleri zenginleştiren çok sayıda küçük tesiste ücretli
olarak geçimini sağlıyordu. Bazıları da kent merkezlerine göçmüştü. Dolayısıyla
beyaz devrim kırsal nüfusun büyük bölümünü toprak sahibi yapmakta başarısızlığa
uğramıştı. Bu başarısızlığın devamı gelecekti.
TOPLUMSAL GERİLİMLER
Tüm bu değişimler toplumsal gerilimi belli başlı üç koldan
kızıştırdı. Bir kere, geçmişte Pehlevi hanedanına en ciddi şekilde meydan
okumuş iki sınıfın (aydınlar ve işçiler) boyutunu dörde katlamıştı. Bu grupların
hıncı da artmıştı. Çünkü ara dönem boyunca şu ya da bu şekilde kendilerini
temsil eden meslek odaları, sendikalar, bağımsız gazeteler ve siyasal partiler
gibi örgütler düzenli olarak ellerinden alınmaktaydı. Diğer yandan toprak
reformu, köylüleri ve aşiret nüfusunu yüzyıllar boyunca denetim altında tutmuş
ayanı da vurdu. Toprak reformu siyasal bakımdan kolaylıkla serseri mayına
dönüşebilecek çok sayıda bağımsız çiftçi ve topraksız rençper üretmişti. Beyaz Devrim'in
amacı Kızıl Devrim'i (Komünist İhtilal) önlemekti. Oysa İslam Devrimi'ne zemin
hazırladı, ilginçti tarih. Dahası, nüfusun düzenli artışı ekilebilir arazi
açığıyla birleşince, durmadan genişleyen gecekondu bölgeleri yarattı.
1970'lerin ortalarında rejimin karşı karşıya kaldığı toplumsal sorunların
boyutu geçmişte akla gelmeyecek kadar büyüktü.
Şöyle sayısal verilerden bunaldığınız için o dönem İran'ının sınıfsal
yapısını, yani işgücünü bir özetleyelim:
Üst Sınıf :
%0,1 Pehlevi ailesi, subaylar, üst düzey devlet memurları, sarayla bağlantılı
girişimciler, bürokratlar vb.
Orta Sınıf :
A) Modern
(Aylıklı) : %10 serbest meslek sahipleri, devlet memurları, büro
çalışanları, üniversite öğrencileri
B) Geleneksel (Mülk Sahibi) : %13 ulema, pazarcılar, esnaf, küçük fabrika sahipleri, atölye
sahipleri, ticari çiftçiler, tüccarlar
Alt Sınıf
A) Kentli :
%32 sanayi işçileri, küçük fabrika işçileri, atölye işçileri, inşaat işçileri,
seyyar satıcılar, işsizler
B) Köylü :
%45 toprak sahibi köylüler, neredeyse topraksız köylüler, topraksız köylüler,
işsiz köylüler
İkincisi, rejimin tercih ettiği gelişme yöntemi olan ekonominin
"damlama teorisi" kaçınılmaz olarak sahip olanlarla olmayanlar
arasındaki uçurumu derinleştirdi. Devletin stratejisi petrolden elde edilen
sermayeyi, bu parayla fabrikalar, şirketler ve teknik tarım işletmeleri kuracak
sarayla bağlantılı seçkin kesime aktarmaktı. Teoride, zenginlik damlayarak
aşağı doğru inecekti. Fakat uygulamada daha nice ülkede olduğu gibi İran'da da
servet toplumsal basamağın aşağılarına bir türlü inemeyerek tepede asılı kaldı.
Sıcak havadaki buz gibi, servet elden ele geçerken eriyordu. Sonuç hiç de
şaşırtıcı değildi. İran 1950'lerde üçüncü dünya ülkeleri arasında en eşitsiz
gelir dağılımına sahip ülkeydi.
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre 1970'lerde bu konuda dünyanın
en kötü durumdaki ülkesi oldu. Elimizde gerçek gelir dağılımına ilişkin somut
veriler olmamakla birlikte, İran Merkez Bankası tarafından 1959-60 ve 1973-74
yıllarında şehirli hane halkı harcamalarını saptamak üzere anketler yapılmıştı;
ancak bu gerçek eşitsizliği daha düşük gösteren bir metodolojiydi. 1959-60
anketi en zengin yüzde 10'luk dilimin toplam harcamaların yüzde 35,2; en
fakir yüzde 10’luk diliminse toplam harcamaların yüzde 1,3 kadarını
yaptığını gösteriyordu. Planlama ve Bütçe Teşkilatı'ndan dışarıya sızdırılan
bir belge kentli nüfusun en zengin yüzde 20'sinin gelirden aldığı payın
1973 ile 1975 arasında yüzde 57'den yüzde 63'e yükseldiğini
ortaya koymuştu. Bundan başka, anket kent ve kırdaki tüketim arasındaki uçurumu
gözler önüne seriyordu. Eşitsizliğin en çok görüldüğü yer, zenginlerin
kuzeydeki saraylarda, yoksullarınsa, başta doğru dürüst bir ulaşım sistemi
olmak üzere hemen hemen tüm kamu hizmetlerinden yoksun gecekondularda yaşadığı Tahran'dı.
Şahın ailesinden birinin, "madem halk sıkışık trafikte kalmaktan
hoşlanmıyor, o halde neden helikopter almıyorlar?" dediği esprili bir
şekilde “ekmek yoksa pasta yesinler” sözüne referans olarak söylenirdi. Pentagon'da
yayımlanan bir derginin sözleriyle, petrol gelirlerindeki patlama "eşitsizlik"
ve "çürümeyi kaynama noktasına" getirmişti. İran kaynayacaktı.
Sonuncusu, beyaz devrim ve onu izleyen petrol gelirlerindeki
artış, halkın beklentilerinin korkunç ölçüde yükselmesinden karşılanmamasından
doğan hıncı yaygınlaştırmıştı. Sosyal programlarla eğitim ve sağlık
hizmetlerini iyileştirmede epey yol alındığı doğruydu. Fakat yirmi yıl sonra
bebek ölümleri ve doktor başına düşen hasta sayısı açısından Ortadoğu'nun en
kötü durumdaki ülkesinin İran olduğu da bir başka gerçekti. Ayrıca, yüksek
öğrenim görenlerin nüfus içinde en düşük oranda olduğu ülkeydi üstelik
yetişkinlerin yüzde 68'i hâlâ okuma yazma bilmiyor, çocukların yüzde 60'ı
ilkokulu bitirmiyor, ülke genelinde üniversiteye başvuranlardan ancak yüzde
30'u kendine bir yer bulabiliyordu. Yurtdışına giderek geri dönmemek üzere oraya
yerleşenlerin sayısı da giderek artıyordu. 1970'lerde New York'taki İranlı doktorların
sayısı tahran dışındaki şehirlerdekilerden daha çoktu. "beyin göçü"
kavramı ilk olarak İran'la ilişkilendirilmişti.
Beyaz Devrim'in bazı çiftçilere arazi, kooperatif, traktör ve
gübre sağladığı doğruydu. Aynı şekilde Beyaz Devrim'in kırsal kesime pek
dokunmadığı da gerçekti. Köylülerin çoğu ya hiç arazi alamamış ya da çok azla
yetinmek zorunda kalmışlardı. Çoğu köy elektriksiz, okulsuz, su tesisatsız,
yolsuz ve temel hizmetlerden yoksundu. Bundan başka hükümetin tarım ürünleri
için dayattığı fiyatlar kırsal kesimin aleyhine, şehirdeki sektörlere
yarıyordu. Bu da toprak reformundan çıkar sağlamış çiftçiler için bile
gelirleri azaltmıştı. Bu durum da hızlı nüfus artışının yaşandığı bir dönemde
üretimi düşürüyordu. Sonuç olarak 1960'larda büyük bir gıda ihracatçısı olan İran,
1970'lerin ortalarında tarım ürünleri ithalatına yılda 1 milyar dolar
harcamaktaydı. Ekonomik büyümenin modern konutlara ve buzdolabı, telefon, televizyon
ve özel otomobil gibi tüketim mallarına erişebilen kimselere yaradığı doğrudur.
Fakat bu, büyümenin yalnızca zenginlerle yoksullar arasındaki değil, aynı
zamanda başkentle çevre vilayetler arasındaki uçurumu derinleştirme eğilimi
gösterdiği de aynı ölçüde doğrudur. Elbette devletin ağırlık merkezi
başkentteydi. Sanayi ve madencilik bankası kredilerinin yüzde 60'ını başkente
aktararak bu dengesizliği daha da şiddetlendirdi. 1970'li yılların ortalarında
ülke nüfusunun yüzde 20'sinden azını barındıran Tahran'da devlet memurlarının
yüzde 68'inden fazlası, kayıtlı şirketlerin yüzde 82'si, imalat üretiminin
yüzde 50'si, üniversite öğrencilerinin yüzde 66'sı, doktorların yüzde 50'si,
hastane yataklarının yüzde 42'si, sinemaya gidenlerin yüzde 40'ı, yurtdışına
seyahat edenlerin yüzde 70'i ve gazete okurlarının yüzde 80'i bulunmaktaydı. Tahran'da
yaşayan her on kişiden birinin otomobili vardı, oysa başka yerlerde bu oran
doksanda birdi.
Bir İngiliz ekonomistin sözlerini aktarmak gerekirse:
"Tahran'da yaşayan insanların sadece karar alma süreçlerine değil, eğitim, sağlık hizmetleri, basın-yayın, iş alanları ve paraya ulaşma şansları da daha çoktur. Köylerde ya da başka şehirlerdeki insanların yüksek kiralara, aşırı kalabalığa ve kirliliğe aldırmadan daha iyi bir yaşam uğruna Tahran'a göç etmeye hazırlanmalarına şaşmamalı."Frances Fitzgerald genel uyuşmazlığı özetlemişti:
"İran temelde ne petrolü ne de siyasal istikrarı olan Suriye gibi bir ülkeden çok daha kötü durumdadır. bunun sebebi şahın kalkınma konusunda hiçbir ciddi adım atmaması... Ülkenin zenginliği otobüsler yerine özel otomobillere, halk sağlığı yerine tüketim mallarına ve öğretmenlerin değil de asker ve polislerin maaşlarına yatırılmaktadır."
SİYASAL GERİLİMLER
Toplumsal gerilimler yalnızca
aydınlar topluluğuyla modern orta sınıf içinde değil, ulemayla geleneksel orta
sınıf içinde de siyasal radikalizmi şiddetlendiriyordu. Bu radikalizmi açıkça
ifade eden iki tanınmış sima şunlardır: Fransız eğitimi almış, fakülte ve
yüksek okul öğrencileri arasında epey popüler olan sosyal bilimci ali Şeriati ile
Amerikalılara "kapitülasyonlar" verildiği gerekçesiyle şahı
suçlayarak 1963'ten sonra sürgüne yollanmış olan Ayetullah Ruhullah Humeyni.
Ruhullah Humeyni. "Ayetullah", aslında bir Caferilik'ten gelme bir dini öndern unvanıdır. Ayetullah Allah'ın ayeti (delili) demektir. İran'da dini bir makam olarak da bilinir. Ayetullahların Ehli Beyt soyundan gelmesi esastır. Günümüzde bu unvan ise İran'da "Fetva verme yetkisine sahip kimse" olarak tanımlanır. Ruhullah Humeyni'ye gelince, İmam Humeyni, İslam bilimleriyle ilgili eserlerinden çok, Muhammed Rıza Şah Pehlevi'ye karşı açıkça tutum alması, Batı nüfuzuna karşı çıkması ve devlet yönetiminde İslami kuralların geçerliliğini uzlaşmaz biçimde savunmasıyla tanındı. 1950'lerde ayetullah, 1960'ların başlarında da büyük ayetullah unvanını alarak Şiî molla hiyerarşinin en üst katına yükseldi. İmam Humeyni, 1962-63'te şahın toprak reformu programı çerçevesinde bazı dinsel vakıfların mülklerine el konulmasına muhalefet ettiği için tutuklandı. Bunun üzerine hükûmet karşıtı hareketler patlak verdi. İmam Humeyni bir yıl tutuklu kaldıktan sonra 4 Kasım 1964'te Türkiye'ye sürgün edildi.4 Kasım 1964 tarihinde Ankara'ya getirilen Humeyni orada kısa süre kaldıktan sonra, Bursa'ya götürüldü. Bursa'da Humeyni'yi Farsça bilen askeri istihbarat uzmanı Albay Ali Çetiner karşıladı. Bir dönemi Ali Çetiner'in evinde misafir olarak geçirdi. Tartışmalı eseri Tahrir el-Vesile'yi bu dönemde yazmaya başladı. Türkiye'de kaldıktan sonra, Şahın adamlarının tavsiyesi üzerine Irak'a sürgün edildi ve Şiilerce kutsal sayılan Irak'ın Necef kentine yerleşti; Şahın devrilmesi ve İran'da bir İslam cumhuriyeti kurulması yönündeki çağrılarını oradan sürdürdü. Şah rejiminin halkta uyandırdığı hoşnutsuzluğun tırmanmasıyla 1970'lerin ortalarında İmam Humeyni'nin İran içindeki etkisi gitgide artmaya başladı. 6 Ekim 1978'de Şahın baskısıyla, Irak lideri Saddam Hüseyin Irak'ı terk etmesini isteyince, Fransa'ya gitti ve Paris'in bir banliyösü olan Neauphle-le-Chateau'ya yerleşti. Oradan şah yönetiminin yıkılması ve bir İslam cumhuriyetinin kurulması yolunda yoğun bir propagandaya girişti. Mesajlarını ilettiği teyp bantları İran'da gitgide genişleyen bir kitleye ulaştı. 1978 sonlarında kitle gösterilerinin, grevlerin ve halk arasındaki hoşnutsuzluğun bütün ülkeye yayılması karşısında Şah Muhammed Rıza Pehlevi 16 Ocak 1979'da İran'ı terk etmek zorunda kaldı. Sürgün hayatında fetvalar vermeye devam etti ve İslam devrimi sırasında İran'a dönerek ihtilalde kilit rol oynadı. |
Kimilerine
göre İslam Devrimi'nin gerçek ideoloğu 1977 yılında ölen Şeriati idi.
Kimilerinin gözündeyse yalnızca devrimin lideri değil, aynı zamanda İslam
Cumhuriyeti'nin temel taşı Velayet-İ Fakih (hukukçunun himayesi)
kavramının yaratıcısı olan Fakih'ti. 1979 devrimi köktendinci (fundamentalist)
olarak nitelendirilmiştir. Aslında milliyetçilik, siyasal popülizm ve dinsel
radikalizmin karmaşık bir bileşimiydi.
Dr. Ali Şeriati. İslam'ı İdeoloji haline getiren adam. Marksist düşünceden yaptığı yaptığı alıntılar ve türetmeler ve bunların kendi zamanındaki İran'a ve çevresine adapte edilmesi ve Marksizm kritiği kritiği ile birlikte çağdaş İslam düşüncesi ve "Devrimcilik" açısından ortaya koyduğu çeşitli sonuçlar ve yarattığı ilgi sebebiyle, gerek önemli çağdaş İslam düşünürleri arasında gerekse İran'daki devrimci İslam'ın babası ve İran İslam Devrim'inin ardındaki İdeoloji olmuştur. Düşünceleri genel olarak "İslam'a dönüş" -"öz"e dönüş- başlığı altında toplanabilir ve bilimsel kaynaklara dayanması, sosyoloji vurgusu yapması ve Batı metodolojisini, çeşitli açılardan eleştirmekle birlikte çeşitli açılardan yapıcı bir şekilde kullanması (ki sosyoloji gibi çeşitli bilimler ve Batı düşüncesinde ortaya çıkan çeşitli fikirlerin, örneğin bazı Marksist fikirlerin, İslam'ın özünde de daha farklı bir şekilde ortaya konduğunu da savunur) sebebiyle moderndir ve gelenekçilikten uzak olduğu gibi gelenekçi görüş ve kesimlere eleştirel yaklaşır nitekim bu sebeple eleştirildiği veya çelişki ile suçlandığı olmuştur. Bu tarzından yola çıkarak kendisi hakkında "sosyolojiyi İslamlaştırmaktan" ziyade "İslam'ın sosyolojik" bir okumasını yaptığı da söylenmiştir. |
Şeriati geleneksel orta sınıftan
gelme, üniversite öğrenimi görmüş yeni serbest meslek sahipleri kuşağının tipik
bir örneğiydi. Küçük arazi sahibi bir ulema ailesinin oğlu olarak Horasan'ın kırsalında
doğmuştu. Ömrü boyunca alçakgönüllü taşra kökenlerini vurguladı. Okul öğretmeni
olan babası sarığını çıkarmıştı ama, Meşhed'deki devlet okullarında kuran
öğretmeyi sürdürüyordu. Aynı zamanda İslami hakikati yayma Merkezi'ni kurmuş, Allah'a
ibadet eden Sosyalistler Hareketi'nin yerel şubesini açmış ve petrol krizi
süresince Musaddık'ı yakından desteklemişti. Muhafazakârlar Şeriati ailesinin
gizli "Sünni" ,"Vahhabi" ve hatta "Babi"
olduğunu ima ediyorlardı. Meşhed'deki Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun olan
genç Şeriati bir köy okulunda öğretmenlik yapıyordu; Arapça ve Fransızca öğrenmek
için Meşhed Üniversitesi'ne girdi. Peygamber'in sahabesinden az tanınmış
birinin yaşam öyküsünü anlatan, Ebu Zerr: Hudaperesti Sosyalist (ebu
zerr: allah'a ibadet eden sosyalist) adındaki kitabı Arapçadan Farsçaya çevirdi.
Bu kitap Ebu Zerr'in dünya tarihinde sosyalizmin öncüsü olduğunu savunan pek çok
kitabın ilkiydi. Baba Şeriati oğlunu överken onun "Bu yaşam öyküsünü
okuduğu günden öldüğü zamana dek Ebu Zerr'in ilkelerine bağlı yaşamaya
çalıştığını" ileri sürmüştü. Başkaları da onu "İran'ın Ebu Zerr'i"
olarak göklere çıkarıyordu.
Fransa'da öğrenim görmek üzere
devlet bursu kazanan Şeriati, 1960'ların çalkantılı ilk yıllarını Sorbonne'da geçirmişti.
Marksist sosyolog Georges Gurvich ile İslam tasavvufuna ilgi duyan Fransız
oryantalistleri Louis Massignon ve Henri Corbin'in derslerine
giriyordu. Massignon'un "İmam Ali adına savaşan ilk Müslüman, ilk Şii
ve ilk İranlı" olarak tanıttığı Selman Pak (Selman-Farisi) hakkında
yazdığı kitabın tercümesini yaptı. Cezayir ve Kongo'nun bağımsızlığından yana
gösterilere katıldı, hatta bunlardan birinde fena şekilde dayak yedi. Tudeh ve Ulusal
Cephe'nin genç üyelerince kurulmuş bir örgüt olan İranlı Öğrenciler
Konfederasyonunun yayın organına makaleler yazıyordu. Jean-Paul Sartre'ın “Şiir
nedir?” Ve Che Guevara'nın gerilla savaşı adlı eserlerini Farsçaya çevirdi.
Franz Fanon'ın “yeryüzünün lanetlileri” adlı eseriyle Cezayir savaşı
üstüne yazılmış “en güzel savaş” adında bir kitabın çevirisine başladı.
Bu kitaplardan ikincisinin yazarını Muslüman-Marksist diye övmüştü. O yıllarda
üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketleri ve Hıristiyan-Marksist diyalogu
hakkında pek çok makale yayımlayan Katolik L'Esprit Dergisi aracılığıyla
Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi'nden etkilendi.
1965'te İran'a dönen Şeriati on yıl
boyunca Meşhed'de ve bir grup dindar hayırseverin Hüseyniye-i Irşad adını
verdikleri ünlü konferans salonunu açtıkları Tahran'da dersler verdi. Onun
dersleri gerek kitapçıklar gerekse kayda alınmış bantlarla geniş bir kitleye
ulaştırılırdı. Sonradan otuz beş ciltlik bir eser halinde yayımlandı. Şeriati sonunda
tutuklanarak İngiltere'ye gitmek zorunda bırakıldı, orada daha kırk yaşındayken
ansızın ölmesinde, bazılarına göre SAVAK'ın parmağı vardı. O zamana kadar Şeriati
artık herkesçe tanınan bir isim olmuştu. Yazdığı çok sayıda eserin ortak bir
teması vardı: “Şiiliğin temel niteliği her türlü baskıya, özellikle
feodalizm, kapitalizm ve emperyalizme karşı devrimdir”.
ŞERİATİ'YE göre Hz. Muhammed
yalnızca yeni bir din değil, aynı zamanda sınıfsız ütopyaya doğru sürekli bir
devrim yaşayan dinamik bir toplum kurmak için gönderilmişti. İMAM Ali'nin ilk
halifelere karşı çıkmasının nedeni onların otoriteyi gasp etmesinin yanı sıra,
kodamanlarla uzlaşarak asıl davalarını satmalarıydı. İmam Hüseyin'in Kerbela'da
ölmesi yalnızca mukadderatı değildi, “Hüseyin'in yüreği İslam'ın gerçek
içeriğini yaşatma ateşiyle” yanıyordu. Bu anlamda, çağdaş aydınlar
topluluğuna düşen görev de yalnızca yazmak ve derinlemesine düşünmek Devrimci İslam'ın
temel niteliğini yeniden keşfetmek ve diriltmekti. Ona göre, Şiilik insan
gelişiminin temel devindirici gücünü, dönüşümlü olarak tarihsel gerekircilik (Cebr-i
Tarihi), diyalektik devinim (Hareket-i Diyalektiki) ve tarihsel diyalektiğin (Dialektik-i
Tarihi) oluşturduğu hareketli bir dünya görüşüne (Cihanbini) sahipti.
Şeriati, beylik kutsal terimlere
radikal anlamlar yüklemişti. Ümmet sözcüğü artık kesintisiz devrim içindeki
dinamik toplum demekti; Tevhid toplumsal dayanışma; imamet karizmatik liderlik;
Cihad Kurtuluş Savaşı; Mücahid Devrim Savaşçısı; Şehid Devrim Kahramanı; Mümin
Gönüllü Savaşçı; Kafir Edilgin Gözlemci, Şirk Siyasal Teslimiyetçi; İntizar (Mesih'in
yolunu gözlemek) devrim beklentisi; tefsir kutsal metinlerden radikal anlamlar
çıkarma yeteneği; belki de hepsinden önemlisi Müstezefin (uysallar) ezilmiş
kitleler anlamına geliyordu. Şeriati bunlardan başka Habil ve Kabil masalına
eğretilemeyle sınıf mücadelesini katmış, Kerbela örneğine devrimci fedakârlık
adına ahlak dersi eklemişti. "Her yer Kerbela. Her gün aşura. Her ay
muharrem" sloganını da bulan da oydu. İmam Hüseyin'i ilk Che Guevara, Hz.
Muhammed'in kızı Fatıma'yı yıllarca acı çekmiş anne, Hüseyin'in kızı Zeyneb'i devrimci
mesajı yaşatan örnek kadın olarak anlatmıştı. Öyleyse pek çoklarının Şeriati'yi,
İslam'ı bir din ve mezhep olmaktan çıkarıp Batı'da İslamcılık kâh siyasal İslam
ya da radikal İslam diye bilinen siyasal bir ideolojiye dönüştüren kişi olarak
düşünmelerine şaşmamak gerekir. Her halükarda, Şeriati, İslamı Şia üzerinden
bir ideoloji haline getiren kişiydi.
“...İslam deyince neyi kastettiğimizi açıklamamız gerekiyor. kastettiğimiz Ebu Zerr'in İslamı, Halifelerinki değil. adaletin ve temiz liderliğin İslamı. hükümdarların, eşrafın ve üst tabakalarınki değil. Özgürlüğün, ilerlemenin ve bilincin İslamı. Köleliğin, tutsaklığın ve edilgenliğinki değil. Mücahitlerin İslamı, ulemanın değil, erdemin, kişisel sorumluluğun ve protestonun islamı. (dinsel) İkiyüzlülüğün, (mollaların) aradığının ve (ilahi) müdahalenin değil. İnanç, toplum ve bilimsel bilgi uğruna mücadelenin islam'ı. Teslimiyetin, dogmatizmin ve ulemanın eleştirisiz ve taklitçi İslam'ı değil..."Şeriati'nin en radikal görüşleri "Cihetgir-i Tebakat-ı İslam (İslam'da sınıfsal Eğillim)’’ adlı son çalışmasında ortaya çıkmıştı. Şeriati burada, gelirlerini vakıflardan, dini vergilerden (Hums) ve imamın payından (Sehm-i İmam) elde eden ulemanın, mülk sahibi sınıflarla organik ilişkileri olduğunu ileri sürer. Yanıtını kendi verecek olsa da "çağdaş İslam'ın gerçek sorunu ne, biliyor musunuz? Diye sorar. Sonra da İslam'ın küçük burjuvaziyle dine aykırı bir evlilik yaptığını belirtir. Bu evlilik ruhaniler dini, pazarı rahatlatacak hale getirmiş ; pazar da dünyayı ruhanilerin rahat edeceği şekle sokmuştur. Feodalizm çağında İslam nasıl toprak beylerinin iktidarını haklı çıkardıysa, kapitalizm çağında da pazardaki tüccarların kusurunu örtmektedir. Şeriati ayrıca ruhani sınıfı Ayetullah ve Hüccetü'l-İslam gibi gösterişli yeni unvanlara merak saldığı, liderlerinin bir zamanlar çoban, zanaatkar ve çiftçi olduğunu halktan gizlediği, İslam'ın kökünü sulandırılmış ataerkilliğe indirgediği için de eleştirmekteydi. Vardığı sonuç, ulema İslam'ın gerçek mesajını yayma ödevini savsakladığına göre bu görevin aydınlar topluluğuna geçtiğidir.
"Üstlenilen görev, islam'ı mollalardan ve mülk sahibi kesimden tümüyle kurtarmaktan başka bir şey değildir."
Şeriati'nin eserleri daha çok genç aydınlara seslenirken, Humeyni'nin
bildirileri doğrudan ulemaya yönelikti. 1963'ten sonra Necef'te yaşayan Humeyni
yavaş yavaş dini popülizmin bir türü diye tanımlanabilecek kendi yorumunu
geliştiriyordu. Fikirlerini ilk olarak 1970'te medrese öğrencilerine verdiği peş
peşe konferanslarda dile getirdi, ardından da bu görüşlerini "Velayet-İ
Fakih : Hükümet-İ İslami"- "Hukukçunun Himayesi : İslam Devleti)
adı altında isimsiz olarak yayımladı. Bu çalışma 1979 devrimi sonrasına dek
ilahiyat öğrencilerinden oluşan dar bir çevre dışında dolaşıma girmemişti.
Humeyni'nin yaptığı yeni yoruma göre, devlete egemen olma yetkisi son derece
"fıkıh" alanında uzmanlaşan kıdemli müctehidlere aitti. Bu yeni
sonuca
Şia'nın alışılagelmiş
inanışlardan yola çıkarak varmıştı: bu inanışlar Allah'ın Hz. Peygamber'le
imamları topluma yol göstersinler diye gönderdiğine, Peygamber'le imamların
toplumu doğru yolda tutsun diye geride şeriatı miras bıraktıklarına, on ikinci İmam'ın
yokluğunda onun dünyadaki yardımcıları olan kıdemli müctehidlerin şeriatın
bekçileri olduğuna işaret eder. Geleneksel ulema, dini vakıfların ve yol
göstericiye gerek duyan kimselerin, diğer bir deyişle reşit olmayanların,
dulların ve akli ehliyeti olmayanların üzerinde müctehidlerin sahip olduğu
yetkiyi velayet-i fakih (hukukçunun himayesi) terimiyle karşılıyordu. Oysa Humeyni,
terimin anlamını bütün nüfusu kapsayacak şekilde genişletmişti. Bunun yanında Kuran'daki
"Allah'a, Hz. Peygamber'e ve yetki sahiplerine itaat edin"
emrini çağdaş müctehidlere boyun eğmek olarak yorumlamıştı. Sonradan Humeyni'nin
yandaşlarından biri velayet-i fakih kavramının genişletilmiş anlamının ne Kuran'da
ne şeriatta ne de on iki İmam'ın öğretilerinde yeri olduğunu itiraf edecekti.
Humeyni ise kendi fikirlerinin kimilerinin kulağına tuhaf gelebileceğini
savunur, bunun nedenini de monarşistlerle emperyalistlerin ve başkalarının İslam’ı
karalamak için yüzyıllardır sıkı çalışmış olmalarına bağlardı.
Humeyni'nin geleneklerle ipleri
koparması yalnızca velayet-i fakih konusuyla sınırlı değildi. Monarşinin
çoktanrılı (şirk) çağdan kalma pagan (tagut) bir kurum olduğunu, dolayısıyla
gerçek İslam'la bağdaşmadığını ileri sürmüştü. Hz. Musa'nın insanları
firavundan kurtarmak için geldiğini, Hz. Muhammed'in en nefret ettiği unvanın
malik-i memalik (Humeyni bunu Şahenşah (şahların şahı) unvanıyla bir tutuyordu)
olduğunu, Emevilerin Halifeliği kurarak roma ve Sasani geleneklerini
sürdürdüklerini, İmam Hüseyin'in isyan bayrağını yükselterek insanları babadan
oğula geçen hükümdarlıklardan kurtarmaya çalıştığını iddia ediyordu. Humeyni,
bütün monarşilere karşı çıkmanın Müslümanlar için kutsal bir görev olduğunda
ısrarlıydı. Onlarla işbirliği yapılmamalı, kurumlarına başvurulmamalı,
bürokratlarına para ödenmemeli ya da kendini korumak adına Takiyye yapılmamalıydı.
Kralların çoğu suçlu, zalim, soykırımcıydı. Sonraki yıllarda Humeyni daha da
ileri giderek istisnasız bütün kralların ahlaksız olduklarını savundu.
Hatta İranlıların "adil"
diye andığı ünlü Sasani İmparatoru 1. Hüsrev'i (Khosrau) bile
reddediyordu. Humeyni dahil Şii ulema on iki yüzyıldır monarşiyi, ya cazip ya
da, en azından, daha kötü felaketleri önlemek için gerekli görerek kabullenmişti.
Onlara göre anarşi on yıllık otokrasiden daha beterdi. Ancak bir günlük yeni Humeyni
bu geleneği de yıkarak Müslümanlara düşen kutsal görevlerden birinin de
monarşinin kökünden kazınması olduğu görüşünü ortaya attı. Beyaz devrim gitgide
yeşile bürünüyordu.
I.Hüsrev'in bir tasviri. Kendisi adaletinden dolayı "Adil Hüsrev" veya "Adil Enuşirvan" olarak bilinir İran Tarihinde. İran Kültüründe öyle kültleşmiş bir hükümdardır ki, Sasani İmparatorları, "Hüsrev" ismini unvan olarak kullanmışlardır. Onun döneminde, birçok yeni şehrin ve sarayın temeli atılmış, ticaret yolları tamir edilmiş, yeni köprüler ve barajlar inşa edilmiştir. I. Hüsrev'in döneminde, İran'da sanat ve bilimde atılımlar yapılmıştır. Kendinden önce gelen babasının hükümdarlık dönemi, kendi dönemi ve kendinden sonra gelen II. Hüsrev dönemi (590-628) beraber Sasani tarihinin İkinci altın çağını oluştururlar. |
Humeyni medresedeki derslerinde velayet-i fakih kavramını
vurgularken, halk önünde yaptığı açıklamalarda bu konuya değinmemeye özen
gösteriyordu. Onun yerine rejimi siyasal, toplumsal ve ekonomik
yetersizlikleriyle vuruyordu. Müslüman dünyasına karşı İsrail'i desteklediği, Soğuk
Savaş'ta Batı'yla ittifak yaptığı, böylelikle Batı Vebasını (Garbzedegi)
ülkeye bulaştırdığı, ahbaplarını, akrabalarını, Bahaileri ve kravatlıları
kayırdığı, kaynakları giderek büyüyen oranlarda orduya harcadığı, ülkeyi Amerikalı
gıda ihracatçılarının çöplüğüne çevirmek uğruna tarımı boşladığı, başta okul,
klinik, elektrik ve temiz su olmak üzere köylere temel hizmetleri getirmediği,
düşük gelirlilere konut yapmayı ihmal ederek dev gecekondu bölgeleri yarattığı,
pazarları yabancılardan ve sarayla bağlantılı girişimcilerden korumayarak iflas
etmelerine yol açtığı ve suça, alkolikliğe, fahişeliğe ve uyuşturucu
bağımlılığına karşı mücadele etmeyerek kentlerin sorunlarını artırdığı için Şah'a
eleştiriler yağdırıyordu. Humeyni bu suçlamaları yaparken eskiden ok seyrek
ağzına aldığı Müstezefin, Şehit, Tagut, Tabaka ve İnkılap gibi etkileyici
terimlere artık daha sık başvurmaktaydı. Demeçlerini sonradan devrimci sokak
sloganları olarak benimsenecek, kafiyeli kelimelerle süslüyordu:
"İslam ezilenlerin (Müstezefin)
dinidir, ezenlerin (Müstekbirin) değil.
İslam kenar mahalle
sakinlerini (zagenişin) temsil eder, saray (kahnişin) sakinlerini değil. İslam
kitlelerin afyonu değildir. Yoksullar devrim uğruna ölür, zenginler devrime
karşı fesat kurma uğruna. Dünyanın ezilenleri (müstezefin) birleşin!"
1970'lerin ortalarında devletle
toplum arasındaki gerilim kırılma noktasına ulaşmıştı. Belirtiler herkesin
gözünün önündeydi, ne var ki o dönemde Batı'da ve rejim içerisinde bunları
görmeyi tercih edenlerin sayısı birkaç kişiyi geçmiyordu. Humeyni'nin
suçlamaları giderek daha çok gürültü çıkarıyordu. Çömezlerinden bazıları
monarşinin yerine cumhuriyeti getirme çağrısını açıkça dile getirmekteydi,
buysa Şii İran'da eşi benzeri görülmemiş bir durumdu. Şeriati'nin fikirleri
genç aydınlar arasında yangın misali yayılıyordu. Bazı yandaşları mücahidin-i
halk (halkın mücahitleri) adlı bir gerilla örgütü kurmuşlardı. Gençliğin Cezayir,
Vietnam, Çin, Küba ve Latin Amerika'daki "silahlı mücadelelerden"
alınacak dersler olduğunu daha çok dile getirmesiyle laik muhalefet de giderek
radikalleşiyordu. 1971 yılında TUDEH ile Ulusal Cephe'nin eski gençlik kolları
üyeleri Fedaiyan-i Halk (Halkın Fedaileri) adı altında örgütlendiler (Aşırı
Dinci Fedaiyan-ı İslam ile karıştırmamak gerekir). İzleyen yıllarda fedailer
ile mücahitler daha küçük çaplı Marksist ve İslamcı gruplarla birlikte bir dizi
cüretkâr saldırı, bombalama, suikast eylemlerine ve kraliyet ailesinin
üyelerini kaçırma girişimlerine imza attılar. Bu arada yurtdışındaki İranlı öğrenciler
konfederasyonu sürgündeki muhalefetin tartışma platformuna dönüşmüş, İran'da gayri
resmi öğrenci günü olan 7 Aralık'ta ülkenin on üç üniversitesi boykota
gitmişti. 7 aralık aynı zamanda 1953 yılında başkan yardımcısı Nixon'ın ziyaretini
protesto ederken ölen ikisi TUDEH'ten, biri Ulusal Cephe'den üç öğrencinin ölüm
yıldönümüydü. 1953 darbesi birçok yönden İran'ın başına musallat olmuştu.
Tutuklamaları, işkenceyi, infazları, ortadan kaybolmaları ve zorla itirafları
artıran rejim misilleme yapıyordu.
Le Monde gazetesinden Eric
Rouleau ekonomik gelişmenin özellikle de "burjuvalaştırma"
politikasının toplumsal gerilimleri kızıştırdığı uyarısında bulunuyordu. Öte
yandan bunun başka bir belirtisi de iki partili sistemin çıkmaza girmesiydi.
Şah yirmi yıldır siyaset sahnesine sadece kendine sadık iki partiyi
çıkarıyordu. Fakat 1974-75 döneminde muhalefetteki MERDÜM Partisi birkaçı
sarayla bağlantılı yerel adaylarla katıldığı ara seçimleri beklen bir biçimde
kazandı. Bu beklenmedik zafer başbakanla başında olduğu İran-ı Nevin Partisi kadar
Şah'ı ve SAVAK'ı da rahatsız etmişti. Bu olayların tam ortasında Merdüm
Partisi'nin lideri trafik kazasında ölünce, dedikodu kazanı iyice kaynamaya
başladı. İki partili cephenin sıvaları besbelli dökülüyordu. Siyasal sisteme
ivedilikle çıkar bir yol bulmak gerekliydi.
TEK PARTİ DEVLETİ
Çıkar yol Samuel Huntington
kılığında geldi. Bu seçkin siyaset bilimci 1970'lerin başında “değişen
toplumlarda siyasal düzen” adlı kitabıyla ünlenmişti. Huntington'a göre
ekonomik ve toplumsal alanlarda hızlı "modernleşme", siyasal alanda
yeni talepler, yeni baskılar ve yeni gerilimler üretmekteydi. Diğer bir deyişle
üçüncü Dünya'da siyasal istikrarsızlık kaçınılmaz olarak sosyal modernleşmeyi
takip ediyordu. Huntington, devrimi önlemek için yönetimlerin, ülkeyle organik
bağ kurma, halkı harekete geçirme, emirleri tepeden aşağılara aktarma ve aynı
zamanda da aşağıdakilerin çıkarlarını yukarıya iletme görevini tek partinin
üstleneceği göreceği tek-partili devletler yaratmaları gerektiğini
savunmaktaydı. Hükümet ayrıca devlete disiplinli ve güvenilir askerler de
sağlamalıydı. Kimilerinin Huntington'da Lenin'den izler bulmasına şaşmamalı.
Doktora öğrenimini tamamlamış gençler Amerika'dan dönüp, hükümetin danışmanları
arasında yerlerini alınca, Huntington'ın anlayışı geçerlilik kazanmış oldu.
İlginç olan, rejimle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle partilerinden
kovulmuş ve eski başbakan ve Merdüm Partisi’nin başındaki güneyli kodaman Alam'ın
kanatları altında yeniden siyasete girmiş eski TUDEH üyeleri arasında da benzer
fikirlerin yaygınlaşmasıydı. Bir kez daha siyasetin tuhaf ilişkilere gebe
olduğu anlaşılıyordu.
Şah 1975 Mart'ında, ansızın yüz
seksen derece çark etti. Merdüm ve İran-ı Nevin partilerini dağıtarak büyük bir
tantanayla Diriliş Partisi'nin (Hizb-i Restehiz) kuruluşunu ilan
etti. Şah gelecekte İran'ın tek partili bir devlet olacağını, siyasal yaşamın
bütün çehrelerinin o partinin gözetimine gireceğini, bütün yurttaşların
görevinin hem ulusal seçimlerde oy vermek hem de partiye girmek olduğunu,
katılmak istemeyenlerin "gizli komünist" damgası yiyeceğini ve böyle
"hainlerin" önlerinde hapse girmek ya da tercihen Sovyetler
Birliği'ne gitmek üzere ülkeden ayrılmaktan başka seçenek kalmadığını
duyuruyordu. Avrupalı gazeteciler bu söylemin daha önceki açıklamalarından
farklı olduğuna işaret edince şahin verdiği yanıt şöyleydi:
"Düşünce özgürlüğü!
Düşünce özgürlüğü! Demokrasi! Demokrasi? Bu sözcükler ne anlama geliyor? Ben
bunların bir parçası olmak istemiyorum."
Savak bildik tutumuyla derhal
harekete geçerek şahın tek partili devletlere göre çok partili sistemlerin
erdemlerinden hayranlıkla söz ettiği “vatanım için yaptıklarım” adlı
anılarını bütün kütüphanelerle kitapçılardan toplattı. Orwell mezarında
kahkahalarla gülüyor olmalıydı. Diriliş partisi kendinden bekleneni yerine
getiriyordu. Parti üst kurulu seçilerek başına genel sekreter olarak hüveyda
geldi. 50 kişilik yürütme kuruluyla 150 kişilik merkez kurulunun üyeleri İran-ı
Nevin ve Merdüm Partilerinin eski liderlerinden derlenmişti. Partinin
açıklamasında "Demokratik Merkeziyetçilik" ilkelerinin
gözetileceği, "Kapitalizm" ile "Sosyalizmin"
en iyi yanlarının harmanlanacağı, hükümetle halk arasında "Diyalektik"
bağların kurulacağı ve artık şah-halk devrimi diye anılan Beyaz Devrim'i tamamlamak
üzere büyük yol gösterici (rehber) ve Ulu Önder'e (fermandar) yardımcı
olunacağı ve yeni Büyük Uygarlık'a doğru onun Halkı'na kılavuzluk edileceği
belirtiliyordu. Parti, İran Devrimi'nin felsefesi adlı el kitabında arya mihr (Aryen
Güneşi) Şahın İran'dan bütün sınıf kavramlarını ve sınıf çatışmasını kesin
olarak kaldırdığını açıklıyordu. "Şahenşah" diye yazıyordu
kitapta, "Sadece İran'ın siyasal lideri değil, öncelikle öğretmeni ve
manevi lideridir. Ülkesi için yollar, köprüler, barajlar ve yeraltı kanalları
yapmakla yetinmeyen, aynı zamanda halkın ruhuna, düşüncelerine ve yüreğine
rehberlik eden bir serdümendir." şah da İngilizce yayımlanan bir
gazeteye verdiği demeçte partinin felsefesinin "Beyaz Devrim'in diyalektik
ve ilkelerine" dayandığını söylemişti. Bu sözlerine ek olarak başka
hiçbir ülkede yöneticilerle halk arasında böyle yakın bir ilişkinin olmadığını
da belirtmişti. "başka hiçbir ülke" diye böbürleniyordu,
"Hükümdarına böyle bir açık çek vermemiştir!". Kullandığı
terminoloji ve böbürlenmesi şahın iktidarının doruğunda olduğunun işaretiydi.
Diriliş partisi 1975 yılını
örgütünü devlet geneline yaymakla geçirdi. Meclis'teki mebusların neredeyse
tamamını partisine kaydetti, yalnızca radyo televizyon kurumuyla büyük
matbaalara değil, ayrıca çalışma, yükseköğretim, sanayi, konut, turizm, sağlık
ve sosyal yardım, köy kooperatifleri, sanat ve kültür bakanlıkları gibi belli
başlı devlet kurumlarına da yerleşti. Parti kongresiyle işçi sendikaları konferansını
topladı ve 1 mayıs yürüyüşünü düzenledi. Kadın örgütlenmesini başlattı. Beş
büyük gazete kurdu : kendi yaygın organı Restehiz, Restehiz-i Karger (İşçilerin
Dirilişi), Restehiz-i Keşaverz (Çiftçilerin Dirilişi), Restehiz-i Civan (Gençliğin
Dirilişi) ve Endişi-i Restehiz (Dirilen Düşünüşler). Parti, "Siyasal
Tarihte başarımızın emsali görülmemiştir" diye böbürleniyordu.
Diriliş Partisi'nin kurulmasının
rejim açısından birine felaket diyebileceğimiz iki temel sonucu oldu.
Aylıklı orta sınıf, kentli işçi
sınıfı ve köy kooperatifleri üzerinde devletin denetimi yoğunlaşmıştı. Devletin
kolu nüfusun bu kesimlerine enikonu girmişti artık. Daha da önemlisi devlet
şimdi geçmişte uzak durduğu alanlara gireceğinin, pazarlarla din kurumlarına da
el atacağının işaretini veriyordu. Rıza Şah'ınki dahil önceki hükümetlerin adım
atmaya çekindiği alanlardı bunlar. Diriliş partisi pazarda şubeler açıyor,
yüzlerce yıldır bir ölçüde özerk bırakılmış loncaları dağıtıyor, yerlerine
lonca odaları kuruyor, başlarına sarayla bağlantılı işadamlarını getiriyor ve
pazarcıları hem bu odalara hem de partiye üye olmaya zorluyordu. Bir yandan da
pazardaki dükkanlarda çalışanlarla küçük fabrikalardaki işçiler için asgari
ücret uygulamasını hayata geçiriyor ve küçük işadamlarına çalışanlarını Çalışma
Bakanlığı'na kaydettirme ve sağlık sigortalarına, aylık katkı payı ödeme
zorunluluğu getiriyordu. "bir dolu pazarların" ve eski şehir
merkezlerinin kaldırılarak yerlerine Londra'daki Covent Garden benzeri devlet
eliyle işletilen çarşılar ve karayolları yaptırılacağından açık açık söz
edilmeye başlanmıştı. Daha sonra şah da pazarlara "kötü
havalandırıldıkları, köhedikleri ve bağnaz oldukları" gerekçesiyle
itiraz ettiğini açıklıyordu. Bir Fransız gazetecinin sorduğu soruya İranlı bir
pazarcı, "İzin verirsek şah bizi mahvedecek. Bankalar her yeri ele
geçiriyor. Büyük mağazalar geçim kaynaklarımızı elimizden alıyor. Şimdi de hükmet
devlet dairelerine yer açmak için pazarlarımızı dümdüz edecek" diye
anlatıyordu.
Üstüne üstlük diriliş partisi
1975 yılının sonunda ülkeyi vuran enflasyonla başa çıkmak adına pazarlara savaş
açtı. Temel ihtiyaç maddelerine el koydu, piyasaya büyük miktarlarda buğday,
şeker ve et sürdü, "Vurgunculara, üçkağıtçılara, istifçilere ve
vicdansız kapitalistlere karşı amansız bir mücadele yürütmek" amacıyla
pazarlara "teftiş ekipleri" adıyla bilinen 10.000 kadar
serseriyi saldı. Bu arada savak tarafından apar topar kurulan sözde lonca
mahkemesi 250.000 kişiye ceza yağdırarak 23.000 kişiyi doğdukları
yere sürdü. İki ayla üç yıl arasında değişen 8000 hapis cezası verdi ve 180.000
kişi hakkında da dava açtı. Pazardaki hemen her ailenin bir üyesi vurgunculuğa
karşı kampanyanın kurbanı olmuştu. Fransız bir muhabire dert yanan dükkân
sahiplerinden biri, artık Beyaz ve Kızıl Devrim'i ayırt edemediğini söylüyordu.
Başka biri de Amerikalı bir muhabirle yaptığı görüşmede, "hükümette ve şah
ailesinin bağrında dal budak salmış çürümeyi örtmek için pazarlar kullanılıyor"
demişti. Diriliş Partisi'nin kuruluşu pazarlarda kızgınlık uyandırmıştı.
Vurgunculuğa karşı kampanya da aynı pazarlara karşı apaçık bir savaş ilanıydı.
Pazarlarsa tarihte ilk kez görülmedik bir davranışla yardım ve korunma
talebiyle geleneksel müttefikleri olan ulemaya başvurdular.
Şah'ın düşmanları
gitgide artıyordu.
Diriliş partisi eşzamanlı
olarak din kuruluşlarına karşı da saldırıya geçmişti. Hem manevi hem de siyasal
liderin şah olduğunu ilan etti. Böylelikle ulemayı da çiğnemiş oluyordu.
Ruhaniler sınıfını "Ortaçağdan kalma kara irticacılar" olarak
karaladı. İran'ın büyük uygarlık yolunda olduğunu açıklarken, Rıza Şah'ın güneş
takvimi de dahil Müslüman takvimini tamamlayıcı, İran monarşisinin ömrünü 2.500
yıl olarak tahmin eden, Muhammed Rıza Şah'a da 35 yıl daha biçen yeni bir
imparatorluk takvimi uygulamaya soktu. Buna gören İran bir gecede hicri 1355
yılından imparatorluk yılı olan 2535'e sıçramıştı. Dini takvimlerini ıskartaya
çıkaracak kadar gözü kara davranmış rejimlerin sayısı çok azdır. Bu da
yetmezmiş gibi şah, dini vakıfların hesaplarını incelemeleri için özel müfettişleri
görevlendirdi. Devlet destekli kurumların din kitapları yayınlamalarına izin
verdi, ayrıca daha çok öğrencinin köylüye gidip köylülere gerçek İslam'ı öğretmelerini
sağlamak amacıyla Tahran Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi'ni ve din ve
okuma yazma ordularını'da genişletti. Ulemaya yakın gazetelerden birinin
sözleriyle, devlet dini "devletleştirmek" için yollara dökülmüştü.
Bundan başka şah, Kadın İşleri
Bakanlığını'nı kurmuş, din ve okuma yazma ordularına kadınları da almış,
kadınlar için evlenme yaşını on beşten on sekize, erkekler içinse on sekizden
yirmiye çıkarmıştı. Doğum kontrol kliniklerinin sayısını artırarak gebeliğin
ilk on iki haftasında kürtaj izni çıkarmış, ayrıca mahkemelere 1967 aile Koruma
Yasası'nın uygulanmasında daha titiz davranmaları için talimat vermişti. Oysa
bu yasa birçok hassas konuda şeriata ters düşmekteydi. Erkekler artık aile
mahkemelerine geçerli neden göstermeden eşlerini boşayamayacaklardı. Önceki
eşlerinin yazılı izni olmaksızın çokeşli evlilikler yapamayacaklardı.
Kadınların da artık boşanma davası açma hakkı vardı. Kadınlar kocalarının
iznine gerek duymadan ev dışında işe girip çalışabilirlerdi. Şah, İtalyan gazeteci
Oriana Fallaci'ye, ömrü boyunca peygamberlerden, İmam Ali'den ve bizzat Tanrı'dan
"Mesajlar ve "vahiyler aldığı gibi ilginç şeyler de söylemişti.
İlk Defa oy kullanan İranlı Kadınlar, 1963. |
"Bana eşlik eden
başkalarının göremediği bir kuvvet var, o benim esrarengiz kuvvetim. Mesajlar
alırım dini mesajlar (...)"
Şah'ın düşmesine yol açan nedenin
dindar halkı için fazla laik olduğu sıkça dile getirilmiştir. Bu doğru olsaydı,
laik teriminin anlamını yeniden tanımlamak gerekirdi.
Ulemanın Diriliş Partisi'ne tepkisi
de keskindi. Buna karşılık olarak kum kentindeki Feyziye Başmedresesi kapatıldı.
250 öğrencisi zorla orduya alındı, kısa bir süre sonra da içlerinden biri
hapishanede öldü. Önde gelen Üctehidler Diriliş Partisi'nin anayasaya, İran'ın çıkarlarına
ve İslam'ın ilkelerine aykırı düştüğünü bildiren fetvalar yayımlıyorlardı.
Yalnızca pazarlarla çiftçileri değil, İran'ın tamamını ve İslam dinini yok
etmek üzere tasarlanmış olduğu gerekçesiyle Humeyni bu partinin haram olduğunu
açıkladı. Fetvanın yayımlanmasından birkaç gün sonra savak onunla bağlantılı
kimseleri topladı, aralarında yaklaşan devrimde liderlik rolü oynayacak kişiler
de vardı. İran'da daha önce hiç bu kadar din adamı aynı anda hapse atılmamıştı.
Dolayısıyla diriliş partisi asıl
amacının tam tersine sonuçlara yol açmıştı. Rejime istikrar kazandırmak,
monarşiyi güçlendirmek ve İran toplumunun genelinde Pehlevi devletini
sağlamlaştırmak için kurulmuştu. Bunu kamuoyunu harekete geçirerek, hükümetle
halk arasında köprü kurarak, devlet dairesi çalışanları, fabrika işçileri ve
küçük çiftçiler üzerinde denetimi pekiştirerek ve ne cesur adam olarak da
devlet iktidarını pazarlara ve din kuruluşlarına yayarak yerine getirmeye
çalışmıştı. Gelgelelim sonuç felaket oldu.
İstikrar getirmek bir yana beyaz
devrim, rejimi zayıflattı. Monarşiyi ülkeden iyice kopardı ve kamuoyunun
öfkesini kabartarak Şah'ın bütün İran'ı karşısına almasını sağladı. Kitlesel
seferberlik, kitlelerin güdülmesine yol açmış, bu da kitlesel hoşnutsuzluğu
getirmişti. Örgütlerin tekel altına alınması, sıkıntı ve istekleri siyasal
arenaya aktarabilecek yolları toplumsal güçlerden yoksun bırakmıştı. Halkın
katılımına yönelik çağrılar hükümetin "fiilen bize karşı olmayanlar bizden
yanadır" yerine "fiilen bizden yana olmayanlar bize karşıdır"
anlayışını benimsemesine yol açtı. Eskiden görüşlerini yüksek sesle dile
getirmedikleri sürece kendi hallerine bırakılan muhalifler artık partiye üye
olmaya, hükümet lehine dilekçelere imza atmaya, hatta 2.500 yıllık monarşiyi
öven sözler söyleyerek sokaklarda yürüyüş yapmaya zorlanıyordu. Dahası,
pazarların ve din kuruluşlarının işlerine beklenmedik bir biçimde burnunu sokan
rejim, böyle yapmakla geçmişte kendisiyle geleneksel toplum arasında var olmuş
pamuk ipliği gibi birkaç köprüyü de atmıştı. Yalnızca ulemayı tehdit etmekle
kalmamış , aynı zamanda binlerce dükkân sahibinin, atölye sahibinin ve küçük
işadamının da öfkesini üstüne çekmişti. Kısaca, diriliş partisi yeni bağlar
kurmak bir yana olanları da kopardı. Bunu yaparken de nice tehlikeli düşmanı
kışkırtmıştı.
Rejime istikrar kazandırması için Huntington'a
başvuruldu, ama o da zaten zayıf olan rejimin istikrarını iyice bozmakla kaldı.
Şah keşke işi oluruna bırakabilseydi.
İran İslam devrimi patlamaya hazır
bir bomba gibi Şah'ın üzerine kara bulut gibi çökmeye ve 2500 senelik monarşiyi
ortadan kaldırmaya hazırlanıyordu.
Devrimden önce İran'ı görsellerle
desteklemek gerekirse :
1970'de Tahran. |
1970'lerde İran Hava Kuvvetleri'ne bağlı pilotlar. |
Tahran Üniversitesinin Kız Öğrencileri. |
Artık Müze olarak kullanılan Pehlevi Hanedanı'nın ikamet ettiği saray, Sadabad Sarayı. Sadabad Paktı burada imzalanmıştı. |
Şah'ı selamlayan bir İranlı Savaş Pilotu, 1970. |
Pehlevi Hanedanı. Şah Muhammed Rıza Pehlevi, eşi İmparatoriçe Farah Diba, Çocukları Ali Rıza Pehlevi, Rıza Pehlevi, Şehnaz Pehlevi, Farahnaz Pehlevi ve bu Fotoğrafta olmayan Leyla Pehlevi. |
İran Deniz Kuvvetleri Denizcileri, 1970'ler. |
0 Yorumlar