Roma Tarihi, günümüzde Hukuk Fakülteleri (Roma Hukuku), Harp Okulları (Romalıların Askeri Örgütlenmeleri ve özgün savaş taktikleri : lejyon, oksilyer, testudo vb.) ve akla gelen-gelmeyen her konuda, hukuk, askeri tarih, politika, siyaset vb., günümüze yön veren bir medeniyettir. Sadece bu saydığımız dallar değil, Vergilius'un Aeneas'ı, Ovidius'un Dönüşümler'i başta olmak üzere Lucretius gibi şairlerin edebiyata katkısıyla, Dünya mimarisine Kolezyum, Ayasofya başta olmak üzere amfitiyatrolar, su kemerleri, surlar kazandırmalarıyla, bir tarihçinin deyişiyle "Roma'nın medeniyeti dünyaya ışık getirmişti."

İnsanlığın medeniyetine katkıları bir yana, kölelerin çok kötü yaşam koşulları, emperyal bir güç olması, gladyatör dövüşleri, saray entrikaları, iç savaşlar ise Roma'nın modern zamanda hatırlanan olumsuz özellikleridir. Ben, bu yazıyı Türkçe olarak Roma Tarihi hususunda kaynaklara ulaşamayanlar için yazıyorum.

Ancak yazıyı yazarken, elimde olmayarak Hunlar'dan İskender'e ; Hıristiyanlıktan Yahudiliğe ; Perslerden Göçebelere ; Keltlerden Cermenlere birçok konuya değindim. Zaten yazının blog başlığında "Roma'nın çok kısa tarihi"nin yanında "Roma Dünyası" bulunuyor. Bunun içinde yazı biraz uzadı sanırım. Konuyu çok kapsamlı tutmaya çalıştığım için de böyle hacimli bir şey ortaya çıktı. Yazıda zaman zaman konudan konuya atladığım oldu. Ama idare edersiniz artık :)



ROMA'NIN KÖKENLERİ

Efsaneye göre, Romus ve Romulus iki (veya ikiz) kardeştirler ve Roma Şehrini kurmuşlardır. İkisi de Truva savaşından kaçan Prens Aeneas'ın soyundan gelirler. Bir ırmağa bırakılırlar ve dişi bir kurt onları sudan çıkararak bir mağarada emzirir. Daha sonra çiftçi bir aile tarafından bulunarak evlat edinilirler. Roma Şehrini kurmak için de kurt tarafından emzirildikleri yeri seçerler. Bu yerin etrafını çevirirken tartışmaya başlar ve kavga ederler bunun üzerine Romulus, kardeşi Romus’u öldürür. böylece kurduğu kent devletinin ilk hakanı kendisi olur. Ancak Roma'nın kuruluşu, elbette bu efsaneden daha fazlasıdır.

Kurt tarafından emzirilen Romulus ve Remus. 




ETRÜSKLER

Demir kullanan halklara ait en eski İtalyan yerleşimlerinden biri, günümüz Bologna'sından çok uzakta olmayan Villanova adlı bir yerdeydi. Bunun ardından, benzeri kültürlere arkeologlar tarafından Villanovalı adı verildi. MÔ 8. yüzyılda orta İtalya'da, benzer yerleşimlerin sayısı iyice artmıştı. Bazı "Villanovalılar" çoktan beri Fenikeliler ve güneydeki Yunan kolonileriyle ticaret yapıyordu. Bunların arasında sonradan daha bildik bir adı paylaşacak olan topluluklar da vardı: Etrüskler.

Tarihte Etrüsklerin etrafını saran sis perdesi hala dağılmamıştır. Arkeoloji bize onların tarihi veya kronolojisinden çok kültürleri hakkında bilgi verebiliyor. Çeşitli araştırmacılar MÖ 10 ila 17. yüzyıl arasında, farklı dönemlerde farklı Etrüsk uygarlıkları ortaya çıktığını ileri sürmekteler. Etrüsklerin atalarının nereden geldiği konusunda fikir birliğine varamasalar da, bunların ilk olmadığı kesindir. İtalya'ya ne zaman ve nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, burada karışık bir halklar topluluğuyla kaynaştılar. Bu halklar burada doğmuş yerlilerin ve ikinci bin yıldaki istilacı Hint-Avrupalıların torunlarından oluşuyordu. MÖ 1000 yıllarında, Villanovalılar Toskana kıyılarının içerisinde kalan Elba ve günümüzde Etruria adı verilen bölgedeki demir yataklarını büyük bir gayretle kullanıyorlardı. Yaptıkları demir silahların bir Etrüsk egemenliğini mümkün kıldığı anlaşılıyor.

En üst seviyesine ulaştığı dönemde bu egemenlik Po Vadisi'nden Campania'ya kadar yarımadanın bütün orta bölgesini kaplamış olabilir. Yapılanması aydınlatılamamıştır ama Etruria muhtemelen krallar tarafından yönetilen şehirlerin oluşturduğu serbest bir birlikti. Etrüskler okuryazar ve nispeten zengin bir toplumdu. Yunancadan türettikleri alfabelerini muhtemelen Magna Graecia'nın şehirlerinden elde etmişlerdi (yazıları tam olarak çözülememiştir). MÖ 6. yüzyılda Etrüskler Tiber Nehri'nin güney kıyısında önemli bir köprübaşı elde ettiler. Campania'ya yine uzun zaman önce yerleşen Latinlerin çok sayıdaki küçük topluluklarından birisi olan bu yer geleceğin Roma'sı idi. Burası önemli kara ve su yollarının merkezindeydi. Tiber Nehri burada köprü yapılacak kadar derin ama deniz araçlarının içeri girmesini sağlayacak kadar derin değildi. Etrüsk mirasının bir kısmı Roma vasıtasıyla yaşayıp Avrupa geleneğine aktarıldı (ve sonunda onun içinde kayboldu).

Yine Etrüsk geçmişi sayesinde, Roma Yunan uygarlığıyla ilk kez tanıştı. Bu ilişki yüzyıllar boyunca kara ve denizden yapılan bağlantılar sayesinde varlığını sürdürdü. Yunan etkilerinin aşılanması belki en önemli mirastı, ancak Roma birçok Etrüsk kurumunu da sonraki çağlara taşıdı. Bunlardan biri, halklarını "yüzyıllar" içinde askeri amaçlarla örgütlemesiydi. Daha yüzeysel ama çarpıcı örnekler ise gladyatör dövüşleri, şehircilik başarıları ve işaretleri okuyup kehanette bulunmaktı. Bunun için kurbanların iç organlarına bakılıp gelecekten haber alınıyordu. 6. yüzyılın sonlarına doğru, Latin şehirlerinin efendilerine karşı ayaklanması sırasında Roma Etrüsk hakimiyetinden kurtuldu.

Yine bir efsaneyi anlatmak gerekirse,

Titus Livius'un aktardığı efsaneye göre, Etrüsk kralının oğlu Sextus, güzelliğiyle tanınan Romalı (Latin) kadın Lucretia'yı kaçırır ve ona tecavüz eder. Lucretia, daha sonra buna dayanamayıp intihar eder ve Romalılar ayaklanıp Tarquinius ailesini kovup cumhuriyet'i ilan ederler. Bunun da gerçek olup olmadığı bilinmemektedir. O yüzden Romalıların kökeninin efsanelere dayandığı söylenir. Bu dönemler de, Roma tarihinde "Efsanevi Dönem"dir. Ancak Etrüsk krallarının nasıl kovulduğu bugün hala muamma olsa da, bu konuda görüşlerde yok değildir.

Sextus Tarquinius ve Lucretia tasviri.

O zamana kadar şehir, Tarquinius Hanedanı'na mensup Etrüsk kralları tarafından yönetiliyordu. Anlatılanlara göre, bu hanedanın son Kralı MÔ 509'da kovuldu. Kesin tarih ne olursa olsun, bu yıllar muhtemelen Etrüsk egemenliğinin batıdaki Yunanlılarla mücadele etmekten dolayı yorgun düştüğü döneme denk geliyordu. Bunu fırsat bilen diğer Latin halklarının ayaklanması başarılı olunca kendi yönetimlerini kurdular. Kralın iktidardan uzaklaştırılması tarihin çok önemli bir anı olsa da, sonraki çağlarda Romalılar daha uzak bir geçmişi kıstas alıp şehirlerinin efsanede olduğu gibi Romulus adlı biri tarafından MÔ 753'te kurulduğunu iddia ettiler. Bu iddiayı ciddiye almak zorunda olmasak da hem Romulus hem ikizi Remus'u emziren kurt efsanesi, Roma'nın ilk çağlarının Etrüsklerle bağlantısını biraz daha gün ışığına çıkarır. Etrüsklerin inançları araştırıldığında kurda büyük saygı duydukları ortaya çıkmıştır.


BÜYÜK İSKENDER, MAKEDONYA VE HELENİZM

Yeni Roma Cumhuriyeti'nin ilk yüzyılı olan MÔ 5. yüzyıl, aynı zamanda Yunanistan'ın en yüksek çağıydı. Romalıların uygarlığın ne demek olduğunu öğrendiği ve bir parçasını oluşturduğu batı Akdeniz'deki Yunan dünyası; bazı şehirlerinin olanca ihtişamına ve Fenike'yle çok canlı bir ticaret sürdürmesine karşın, Ege ve Küçük Asya'nın merkezini oluşturduğu Yunan kültürünün biraz dışındaydı. Birkaç yüzyıl boyunca bu şekilde kalmayı sürdürdü. Roma'nın gerek toprak anlamında gerek siyasi yayılması erken bir tarihte başlasa da, dünya tarihini değiştirmeye başlaması ancak Doğu alemine girdikten sonra gerçekleşti. Bir paradoks olarak, yeni ve büyük Hellas/Yunanistan MÔ 4.yüzyılda, Yunan şehir devletlerinin çökmesinin ardından burada ortaya çıkmıştı. Peloponnez Savaşı'nın sonlarına doğru, Yunan dünyasının kuzey ucunda yeni bir güç olan Makedon Krallığı kendini göstermeye başladı.


M.Ö 431. Potidaea Muharebesi. Peloponez Savaşları. Bu savaş, antik yunan coğrafyasında yapılan büyük şehir devletlerinden Atina ve onun imparatorluğunun, Sparta ve Peloponez Birliği karşısında yer aldığı savaştır. Daha ayrıntılı bilgi için siz değerli okurlara Tukudides'in "Peloponez Savaşı" eserini tavsiye ederim.

Bu krallığın sakinleri Yunanca konuşuyor, temsilcileri Fan-Helenistik festivallere katılıyordu. Makedon kralları İlyada'nın büyük Akalı (Achaea) Kahramanı Akhilleus'un soyundan geldiklerini söyleyip açıkça bir Yunan devleti yönettiklerini ve Hellas'ın bir parçası olduklarını iddia ediyorlardı. Ancak Yunanlıların çoğu bu düşünceye karşı çıkıyordu. Onlara göre Makedonyalılar zar zor uygarlaşmış barbar bir kavim olup; Ege, İyonya ve Magna Graecia'nın (Sicilya ve Yunan Kolonilerinin o zamanlar yoğunluğundan dolayı Güney İtalya ve Sicilya'nın Latince ismi) şehirlerinde yaşayan görgülü toplumlarla asla aynı düzeyde olamazlardı. Kuşkusuz Makedonya örneğin Atina veya Korint'e göre daha engebeli ve çetin bir bölgeydi. Kralları, muhtemelen Atina'nın bilgeliğinden pek etkilenmeyen dağ kabilelerinin reislerinden oluşan bir aristokrasiyi yönetmek zorundaydı. Buna rağmen, Makedonya Yunan uygarlığına yeni ve dev bir boyut katıp tarihin akışını değiştirdi.

MÖ 359'da yetenekli ve ihtiraslı bir veliaht tahta çıktı ; Büyük İskender veya asıl adıyla III.Aleksandros...


İskender Gaugamela Muharebesinde Pers Kralı III.Darius'a mızrağını fırlatırken. Rivayete göre, mızrak, Darius'un korumalarından birine saplanıp Pers Kralını sıyırdığında Kral, içinde bulunduğu savaş arabasıyla birlikte can havliyle savaş alanınını terk etmiştir. İskender bu sırada çökmekte olan Makedon merkezine süvarileriyle birlikte yardıma gitmek ve kaçan Darius'u kovalamak konusunda ikilemde kalmıştır. Kralın ardından "Dünyanın sonuna dek kaçabilirsin seni korkak! Ama asla yeterince uzaklaşamayacaksın!" dediği rivayet edilir. İskender, Gaugamela Muharebesi sonrası Pers İmparatorluğu'nu tarih sahnesinden sildiğinde, bütün doğu boyunca askerlerine Darius'un izini sürdürmüştü. Nihayetinde kral Darius, kendi hanedan üyeleri ve komutanları tarafından ihanete uğrayıp öldürülmüştü. İskender ise imparatorluğun başkenti Babil'e girdiğinde Darius'un kızıyla evlenmiş ve kralın ailesine "kendi ailesi gibi davranılmasını" emretmişti.

İskender'in Tutkularından biri de Makedonya'nın Yunan aleminin bir parçası olarak kabul edilmesiydi. Babası II. Filip/Kör Filip önce çocuk bir veliahtın naibi, ardından kral oldu (naipliğini yaptığı yasal hükümdar olan yeğenini tahttan indirdi). Koşullar onun lehineydi zira Yunan devletleri uzun savaşlardan dolayı çok yıpranmış, Pers İmparatorluğu'ysa ardı ardına çıkan ayaklanmalarla uğraşıyordu. Makedonya'nın altın bakımından zengin olması Filip'in güçlü bir ordu kurmasını sağladı. Bu ordu ilerde sergileyeceği etkinliğini büyük ölçüde Filip'in çabalarına borçluydu. Gençliğini geçirdiği Thebai'de gördüğü Yunan askeri yöntemleri üzerine kafa yoran Filip, çözümün yeni bir oluşumda yattığına karar verdi. Bu oluşum, sıradan mızrakların iki katı uzunluğa sahip mızraklar taşıyan ve art arda on sıra piyadeden oluşan falanks birlikleriydi.

Gaugamela Muharebesinde Makedon Falanksları.

Bu savaş nizamında, Safların arası biraz açık oluyordu; böylece arka saftakiler mızraklarını ileri doğru tuttuğunda ön saftakilere değmiyordu. Bunun sonucunda, kirpinin sırtını andırır biçimde sivri uçlarla dolu ürkütücü bir silah ortaya çıkmıştı. Makedonyalılar bu birliği desteklemek üzere zırhlı süvariler ve kuşatmalar için mancınık gibi ağır silahlar kullanıyorlardı. Bu ordu sayesinde Filip ve oğlu, Yunan anakarasındaki şehirlerin bağımsızlığı ile insanlık tarihinin önemli bir çağı olan polis dönemine son verdi. MÔ 335'te Thebai yerle bir edilirken sakinleri de isyan çıkarmanın cezası olarak köle yapıldı. Bu tarih hem bu açıdan hem de hızlı ve görkemli bir değişim çağının başlangıcı olması bakımından önemlidir. Birçok tarihçi, Büyük İskender'in o zamanlar bilinen dünyanın büyük bölümünü fethetmesini babasının gerçekleştirdiği falanks askeri devrimine bağlarlar ve bu konuda hiç de haksız değillerdir.

Phalanx Düzeni. İskender'in ardından ortaya çıkan krallıklarla birlikte hantallaşan Phalanx, önemini zamanla kaybetti. Ancak Falanks'ın aynısı, 1600-1700'lü yıllara değin batıda hala kullanılıyordu. Sadece ismi değişmişti, Falanks değil ; kargı. Ayrıca bu dönemde Avrupa'da kullanılan kargılı piyadeler, Falanksların aksine kalkan taşımıyorlardı. 

BÜYÜK İSKENDER, HELENİSTİK DÖNEM VE İSKENDER'İN "DÜNYA İMPARATORLUĞU"

Filip'in aldığı kararlar arasında Yunanlılara Perslerle yapılacak yeni bir savaşta önderlik etmek vardı; ancak bu kararını gerçekleştiremeden, MÖ 336'da öldürüldü. Bazıları, bu suikastte oğlu İskender'in payı olduğunu öne sürer. İskender'in annesi Olympias, Epir Kralının kızıydı ve Plutarkhos'un aktardığına göre eşi Filip'in içkiye düşkünlüğü ve hem kadınlarla hem de erkeklerle olan ilişkileri yüzünden eşinden çok oğluna düşkündü. İskender ise babasından çok şey öğrenmişti. Yine Plutarkhos'a göre, İskender doğası gereği asabi ve ele avuca sığmaz biriydi. Babasının emirlerini dinlemediği zaman, babası İskender'in doğasını bildiği için onu genelde ikna etmeye çalışırdı. İskender'in annesi Olympias'ın ise eşi Filip hayattayken oğlu İskender'i tahta geçirmeye ilişkin planları vardı. İskender'in babası ile olan ilişkileri, babasının bir Makedon soylu kadın olan Eurydike ile evlenip ondan bir erkek çocuk sahibi olmasıyla bozuldu.İskender, veliaht prensti ve yeni doğan kardeşi ile "üvey annesi" Eurydike'nin gelecekte oğlunu tahta geçirmekle ilgili planları ve Filip'in de bu konudaki pasifliği İskender'in babasıyla ilişkilerinin bozulmasına sebep oldu. Hatta Büyük İskender'in hayatıyla ilgili Plutarkhos ilginç bir anıyı aktarır. Eurydike ile Filip'in düğününde, gelinin akrabalarından biri hamile olan Eurydike'yi kastederek kadeh kaldırır : "Kral Filip ve onun Meşru çocuğuna!"

Buna içerleyen İskender, "Meşru" derken kendisinin "piç" olduğunu kast eden gelinin akrabası Attalus'a elindeki kadehi fırlatır. Gerisini Plutarkhos'tan dinleyelim :

"...Olaya müdahale etmek isteyen Philippos kılıcını çekip İskender’in üstüne yürümek istedi, ancak çok içkili olduğundan kayıp yere düştü. Bunun üzerine İskender davetlilere döndü ve “Bir sedirden diğerine geçemeyen bu adamdan Avrupa’dan Asya’ya geçmesini mi bekliyorsunuz?” diye seslendi." (Plutarkhos, Paralel Hayatlar İskender-Sezar)


Her halükarda Kral Filip'i bugün kimin öldürdüğü bir muammadır. İskender ile arasının açık olmasının yanı sıra, Filip'in ve Makedonya'nın yükselen gücünün farkında olan Pers Kralı Darius'un da bundan rahatsız olduğu, Yunan Kent Devletlerinin küçük gördükleri Makedon Hegemonyası altında bulunmaktan rahatsız olduğu, Makedonya'yı yöneten Argead Hanedanı'nın güçlü rakibi Antipater Hanedanı ile rekabet halinde olduğu da eklenmelidir. Her halükarda Filip'in suikastinin arkasında kimin olduğu bugün bile aydınlatılamamıştır.


Filip'in öldürülmesi.


Filip'in Oğlu İskender, geleneksel olarak "Büyük" diye adlandırılan tarihi şahsiyetlerden biri oldu. Adını kuşatan efsaneler binlerce yıl boyunca ilahlaştırılmasına yol açtı. İyi bir asker ve fatih olmasına rağmen bunlardan çok daha fazla meziyete sahipti. Buna rağmen hayatının ve kişiliğinin pek çok yanı karanlıktadır. Tutkulu bir Helen olarak Akhilleus'un soyundan geldiğine inanıyor ve çıktığı seferlerde Homeros'un eserinin çok değerli bir kopyasını yanında taşıyordu. Aristo'dan ders almıştı. Cesur ancak bazen amansız bir asker, kurnaz bir komutan ve insanları çok iyi yöneten bir liderdi. Askeri yönü için ise ayrıca bir yazı yazmayı düşünüyorum.

İskender, Hükümdarlarını devirdiği halklara sempatiyle davranıyordu. Buna karşılık çok hiddetli ve zalim de olabiliyordu; sarhoşken bir kavga sırasında Perslerin Yunanlarla eşit haklara sahip olmasını eleştiren İskender'in yakın arkadaşı ve subaylarından Kleitus, İskender'i "Tiran, Despot, Sahte Kral" gibi şeylerle itham edince, İskender onu bizzat öldürmüştü. Yine Plutarkhos'a göre :



"...İskender muhafızlarından birinin kılıcını çekip Kleitos’a saldırdı ve göğsüne sapladı. Arkadaşını kanlar içerisinde acı çekerken gören kralın kızgınlığı hemen geçti ve yaptığına pişman oldu. Kılıcı cansız vücuttan hızla çekip kendi boğazına saplamaya çalıştı, fakat muhafızları üstüne üşüşüp ellerini tuttular ve onu zorla uzaklaştırdılar.
Bütün gece ve ertesi gün boyunca İskender durmaksızın ağladı. Yorgun düşünce de acıdan inlemeye başladı, bir süre sonra da tamamen sessiz kaldı."

Yazdığım gibi, İskender'in babasının öldürülmesine göz yummuş olabileceği de düşünülmektedir. Keza İskender'in merhametsiz yönü de tarihte bütün tarihçiler tarafından kabul edilir. Kendisine karşı çıkan şehirleri yakıp yıkması, tahta çıkınca kundaktaki üvey kardeşini (Eurydike'nin oğlu) ölüm emrini vermesi de buna delalet eder.

Ne olursa olsun, İskender ile alakalı açık olan bir şey varsa, o da dünya tarihi üzerindeki kuşkuya yer bırakmayan etkisidir. Birçok Yunan Devleti'nden askerlerin oluşturduğu ordusunun başında Perslere saldırmak üzere MÖ 334'te Asya'ya geçtikten on yıl sonra henüz otuz üç yaşında Babil'de (tifodan ya arsenikle zehirlenerek) öldüğünde tarih yazmıştı.

İskender'in insanı hayrete düşüren bir başarı karnesi vardı. MÖ 333'te Küçük Asya'da gerçekleşen İssos Savaşı'nda Persleri yendikten sonra (Yunanlılar onu kutlamıştı), Pers İmparatorluğu toprakları boyunca ilerledi. Önce güneye yürüyüp Suriye üzerinden Mısır'a, ardından kuzeye ve doğuya dönüp Mezopotamya'ya girdi. Peşine düştüğü Pers Kralı III. Darius kaçarken ihanete uğrayıp öldürüldü. Bu olay, uzun bir süre boyunca Yakındoğu'nun en büyük gücü durumundaki Ahameniş Hanedanlığı'nın sonu oldu. İskender yoluna devam ederek İran ve Afganistan içlerine girip Ceyhun Nehri üzerinden Semerkand'a kadar gitti. Seyhun Nehri üzerinde bir şehir kurduktan sonra Hindistan'ı işgal etmek için güneye indi. Pencap'ın içlerine kadar girip İndus Nehri'ni yaklaşık 200 kilometre aştığı sırada, yorgun generalleri İskender'i dönmeye ikna etti. İndus boyunca korkunç bir geri dönüş yolculuğu başladı. Basra Körfezi'nin kuzey kıyısı boyunca süren yolculuk İskender'in MÖ 323'te öldüğü Babil'de son buldu. Bu kısa ömür basit anlamda fetih yapmanın çok ötesinde bir öneme sahipti. İskender'in "imparatorluğu" Yunan tesirini, daha önce hiç yaşanmadığı bölgelere taşıdı. Çoğu kendi ismini taşıyan şehirler kurdu (hala İskenderiye, İskenderun adını taşıyan çeşitli yerler bulunmasının yanı sıra adında onun varlığını saklayan başka yerler de vardır).

İskender, dünyada büyük bir iz bırakmıştır. İslam'da bile kıyamet alametlerinden Yec'üc ve Mec'üc durduracak olan seddi inşa edecek kişi, yani Zülkarneyn'in Büyük İskender olduğu rivayet edilir. Yunanlar için "Barbar doğuya giden batı medeniyetinin simgesi" ; Müslümanlar için çift başlı Zülkarneyn (İskender'in savaşlarda taktığı çift boynuzlu miğferden gelir) ; Mısırlılar için Zeus ve Amon'un oğlu ; Hintliler içinse "Tanrı'nın oğlu Skanda" olarak bugün hala izleri görülebilir. İskender, Mısır Firavunu da olduğundan ölümünden sonra cesedi Mısır'a getirilmiş ve defnedilmiştir. Ancak bugün mezarının ve lahitinin yeri bilinmemektedir.


İskender'in ölümünün bir tasviri.

Ordusunda hem Yunanlıları hem Asyalıları kullanarak daha kozmopolit bir güç oluşturdu. Bu orduya genç Pers soylularının kanlmasını sağladı. Bir seferinde dokuz bin askerinin doğulu kadınlarla evlendiği dev bir düğüne başkanlık etti. Kendisi de ikinci eş olarak Darius'un kızını aldı (ilk eşi Baktria'lı bir prenses, aynı zamanda İskender'in ölümünden sonra öldürülecek oğlunun annesi Roxanne).

 Pers kralının eski memurlarını görevden almayarak fethettiği toprakların yönetiminde çalıştırdı. İskender Pers kıyafetlerini bile benimsedi; ne var ki bu davranış maiyetindeki Yunanlıları hoşnut etmedi (tıpkı saraya gelen ziyaretçilerin, Pers kralları karşısında olduğu gibi secdeye kapanmak zorunda kalmalarından duyulan hoşnutsuzluk gibi, İskender'in "Tanrı Olma" gibi iddiaları vardı).

Dönemin en güçlü imparatorluğunu yıkıp bağımsız Yunan şehirleri çağını sona erdirmek dünyanın geleceğini şekillendiren eylemlerdi; ne var ki bunların tam etkisi bir anda görülememişti. Olumlu sonuçların çoğu ölümünden sonra ortaya çıkmaya başladı. Gerek Yunanlıların gerek diğer halkların yaşadığı topraklarda Yunan fikirlerini ve standartlarını ne kadar uzaklara yaydığı -Akdeniz'in batısı hariç- zamanla bunların etkilerinin hissedilmeye başlamasıyla görülecekti. İşte bu nedenle yaratılan "Helenizm" ve "Helenistik" kelimeleri, gerek İskender'in ölümünü izleyen çağ, gerek imparatorluğunun kapladığı alanlar için kullanıldı (bu alan kabaca batıda Adriyatik Denizi ve Mısır'dan doğuda Afganistan Dağları'na kadar uzanıyordu). Bu imparatorluk uzun ömürlü olmadı; İskender ardında varis bırakmazken generalleri kısa sürede ganimet kavgasına girişti.

Büyük İskender'in savaşlarını ve bu savaşların askeri karakteristiğini öğrenmek için Tümgeneral J.F.C Fuller'ın "The Generalship of Alexander the Great"eserini ayrıca sizlere tavsiye ederim.


HELENİSTİK DÜNYA

İskender, ölüm döşeğindeyken, kendisine bir halef seçmesini isteyen subayları ve arkadaşları, ona imparatorluğu kime bırakacaklarını sorduğunda İskender şu sözleri söyledi :

"En güçlü olanınıza."

Büyük İskender'in eski imparatorluğunun topraklarının birkaç krallığa bölünmesinden önce yapılan savaşlar kırk küsur yıl boyunca sürdü. Bu krallıkların her birini İskender'in generalleri veya onların soyundan gelenler yönetiyordu. Bu krallara "Halefler" ; Krallıklara ise "Halef Krallıklar" veya Diadoki adı verilmiştir. Bu krallıkların en zengini, Ptolemaios Krallığı idi. İskender'in yakın arkadaşı (Kral Filip'in gayrimeşru çocuğu olduğu da söylenir) Ptolemaios Soter'in hakimiyet kurduğu Mısır'dı. İskender'in bedenini ele geçirdikten sonra İskenderiye'de görkemli bir mezara gömdürmesi Ptolemaios'a onun koruyucusu olarak özel bir ayrıcalık ve üstünlük sağladı. Ptolemaios'un soyu, gelecekte Marcus Antonius ve Sezar'ı kendine aşık edecek olan Kleopatra'yı da kapsıyordu (her ne kadar Sezar'ın aslında Kleopatra'yı Mısır'daki nüfuzu için kullandığı söylense de) kurduğu antik çağın son Mısır Hanedanı, Mısır'ın dışında Filistin, Kıbrıs ve Libya'nın büyük kısmını MÖ 30'a kadar (hanedanın son üyesi, efsanevi Kleopatra'nın öldüğü yıl) yönetti. Ptolemaios Hanedanı'nın bir diğer ilginç özelliği ise, tıp tarihinde gizlidir. Zira, Ptolemaios Hanedanı'nın Firavunları ve Kraliçeleri çoğunlukla kardeştir. Dahası, o dönemler birçok kültürün aksine Ptolemaios Krallığı'nda toplum çoğu zaman ataerkil özellikler göstermiyordu. Dolayısıyla Kleopatra gibi figürlerde olduğu gibi krallığı çoğu kez tek başına kadınlar yönetmişti.

Tıbbi yönüne, yani kalıtsal hastalıklara gelince, Ptolemaios hanedanının üyelerinden birkaçı tarihe aşırı şişman kişiler olarak geçmişlerdir ve heykeller ve bastırılan sikkeler bunların patlak gözlü ve şişmiş boyunlu olduğunu göstermektedir. Araştırmacılar bunların bir irsi hastalık belirtileri olduğunda birleşmektedirler. Patlak gözler ve şişmiş boyun, ailesel Graves'in hastalığının belirtileri olduğu iddia edilmiştir; fakat aşırı şişmanlık bu hastalığı belirtisi değildir. Son bir araştırmaya göre tiroid bezi şişmesi, patlak gözler ve aşırı şişmanlık ya Erdheim-Chester hastalığının ya da çoklu odaklı fibroskerosis hastalığının belirtileri olduğudur. Tıpkı Habsburg Hanedanı'nın siyasi olarak yaptıkları akraba evliliklerinden doğan çocukların tıp tarihine kattığı hastalıklar gibi. (Bkz : Habsburg Dudağı)


İskender'in ölümünden sonra Halef Krallıklar.

Ancak halef devletlerin en büyüğü Mısır değildi. İskender'in Hindistan'da yaptığı fetihleri bir Hint kralı sürdürse de, generallerinden biri olan Selevkos'un çocukları belli bir dönem boyunca Afganistan'dan Akdeniz'e kadar uzanan toprakları yönettiler. Selevkos Krallığı bu kadar büyük kalmadı. MÖ 3. yüzyıl başlarında Küçük Asya'da yeni bir Helenistik Krallık olan Pergamon (Bergama) kuruldu. Bir başkası da Yunan askerleri tarafından Baktria'da (bugünkü Afganistan) kuruldu.

Makedonya ise barbarların istilasından sonra yeni bir hanedanın eline geçti. Bu sırada eski Yunan devletleri zaman zaman gevşek birlikler halinde örgütlenmelerine rağmen çözülmeye devam ettiler (oysa bazıları İskender'in ölümü üzerine bağımsızlıklarına tekrar kavuşacaklarını ummuştu). Bu gelgitlerin ve yeni siyasi oluşumların tarihte yarattığı değişiklik, İskender'in fetihleri sayesinde Yunan uygarlığının daha önce olmadığı biçimde kök salıp büyüyeceği bir ortam oluşmasıydı. Yunanca bütün Yakındoğu'nun resmi dili olurken, bu bölgenin şehirlerinde aynı zamanda günlük dil olarak yaygın biçimde kullanılıyordu. Özellikle Selevkos topraklarında pek çok yeni şehir kurulmuştu. Yunanlı göçmenler bu şehirlere yerleşmeye teşvik ediliyordu. Ancak bunların Ege'nin eski şehir devletleriyle ilgisi yoktu; her şeyden önce daha büyüktüler. Mısır'da İskenderiye, Suriye'de Antakya, Babil yakınındaki yeni başkent Seleukia hep iki yüz bine yakın nüfus barındırıyordu. Üstelik hiçbiri özerk değildi. Dipnot olarak, Antakya, (Antiochia), imparatorluğun başkentliğini yapmış ve İskender'in arkadaşı ve subaylarından Selevkos Nikator tarafından babası Antiokhos'a ithafen "Antiochia" ismini almıştı.

Selevkoslar ülkeyi eyalet valileri ve eski Pers İmparatorluğu'ndan devraldıkları (5. yüzyılda yaşayan Yunanlıların barbar despotizmi olarak gördüğü) devlet aygıtı aracılığıyla yönetiyordu. Halef devletlerin bürokratları polis'lerin (şehir devleti) değil Mısır ve Mezopotamya'nın eski geleneklerinden yararlanıyordu. Diadoki (halef krallıklar) ve onların haleflerine eski Pers kralları gibi yarı kutsal unvanlar verilmişti. Ptolemler Mısır' da firavunların inancını canlandırırken hanedanın kurucusu Soter yani "kurtarıcı" unvanını aldı. Her şeye rağmen şehirlerde hala Yunan havası vardı. Binalar Yunan geleneğine göre yapılmıştı. Geçmişteki örneklerine çok benzeyen tiyatroları, gimnazyumları, oyun ve festival merkezleri vardı.

Yunan geleneği kendini sanatsal üslupta da gösteriyordu. Melos Adası'nda bulunan ve Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenen Afrodit heykeli (Milo Venüsü), tüm Yunan heykellerinin belki en ünlüsüdür ve bir Helenistik eserdir. Yunan üslubu ve tarzı yayıldıkça Yunan kültürü de yayılıyordu. Buna rağmen kırsal bölgelerde yaşayanlar bu kültürden neredeyse hiç etkilenmemişti (halef devletlerde Yunanca küçük bir azınlığın anadiliydi, ancak pek çok şehirli bu dilin muhtelif türevlerini konuşuyordu). Yunan edebiyatı kısa zamanda yeni yazarlar kazandı. Bu yazarlar, uzun bir süre boyunca refah düzeyi artan bir çevrede okuyucu ve hami bulmakta zorlanmadı.

İskender'in savaşları muazzam miktarda altın, gümüş ve değerli nesnelerden oluşan bir ganimet bırakmıştı. Bu miras ekonomik gelişmeyi hızlandırarak düzenli orduları ve bürokratları beslemenin yanı sıra sanatı himaye etmeyi de mümkün kıldı. Helenistik dünya eski Yunan dünyasına göre daha büyüktü ve Yunan kültürüne daha geniş bir sahne sağlıyordu. Mısır'daki İskenderiye ve Küçük Asya'daki Pergamon antik dünyanın en büyük iki kütüphanesine sahipken Atina'daki akademi de (Academia) faaliyetini sürdürüyordu. Helenistik bilim daha önce yapılanların üstüne yenilerinin eklendiği bir başka alandı. Özellikle İskenderiye bu alanda çok üstündü. Geometriyi bir sistem içine oturtan ve 19. yüzyıla kadar kullanılmasını sağlayacak bir biçim veren Öklid burada yaşıyordu.

Büyük bir olasılıkla Öklid'in öğrencisi olan Arşimet, Sicilya'da vakitsiz biçimde öldüğünde bocurgatın yanı sıra pek çok icadıyla ünlenmişti. Savaşta kullanılan aygıtlar yapmanın dışında fizikte pek çok teorik buluşa imza atmıştı. Hamamda yıkanırken keşfettiği suyun kaldırma kuvvetiyse bir efsane haline gelmiştir. Diğer İskenderiyeliler arasında dünyanın büyüklüğünü ölçen ve buharı enerjiye dönüştüren ilk insan da vardı. Sisam'lı Aristarkos yaygın görüşün aksine dünyanın güneşin etrafında döndüğü sonucuna varmıştı.

Onun bu düşüncesi Aristocu fizikle uyuşmadığı için çağdaşları tarafından reddedilmesine rağmen olağanüstü bir başarıydı. Bazı teorileri deneysel olarak sınamaya imkan ve heves olmaması, ayrıca Yunanlıların uygulamalı bilimler yerine matematiğe eğilimli olması bilimsel ilerlemeyi adeta engellese de; Helenistik bilimler yine de insanlığın bilgi birikimine önemli katkılar yaptı. Teknolojinin o zamanki durumu da bazı fikirleri uygulanabilir hale getirmeyi zorlaştırmış olabilir (gerçi bu görüşe itirazlar vardır: bazıları Helenistik bilim adamlarının eğer kafa yormuş olsalar buharlı bir makine yapabilecek imkanlara sahip olduğunu ve Arşimet'in hatırı sayılır bir mühendis olduğunu düşünmektedir).

 Yine de Helenistik bilimin başarılarının, siyasette kendini yönetme geleneğiyle hayatın amaçları ve insanların nasıl davranması gerektiği konusundaki titiz sorgulama geleneğinin yok olmasını dengelediği düşünülebilir. Helenistik dünya yeni ve önemli bir ahlak felsefesi yarattı: Stoacılık. Bu felsefe, insanların kendileri için nasıl bir sonuç doğurursa doğursun erdemli olması gerektiğini savunuyordu. Stoacılara göre erdemli olmak için her şeyden önce doğanın yasalarına uymak gerekiyordu. Bu yasalar evreni ve Yunanlılarla birlikte bütün insanları yönetiyordu. Stoacılık bütün insanlık için geçerli bir ahlak felsefesi (etik) üretmeye yönelik ilk girişimdi. Üstelik klasik Yunan filozoflarına asla nasip olmayan olağanüstü bir zihniyet hamlesiyle, ilk kez köleciliğe karşı çıkıyordu. Stoacılık Roma eliti üzerinde yüzyıllar boyunca etkili oldu. Bunun en önemli kanıtı Marcus Aurelius'un Türkçeye "Kendime Düşünceler" olarak çevrilen eseridir. Bunu da tavsiye etmek isterim.


Marcus Aurelius. Roma'nın "Filozof İmparatoru". Kendisi önde gelen Stoacılardan olmakla birlikte Roma'nın Cermen Kabileleri üzerine seferleriyle tanınır. Ancak kendisinden sonra gelen ve Russell Crowe'un kült filmi "the Gladiator"e de konu olan İmparator Commodus devri, Roma tarihinde Marcus Aurelius'un tam zıttı olan bir bozulma dönemi olarak değerlendirilir. Stoacı felsefeden biraz söz etmek gerekirse, Stoacılar için insanın temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerekir. Dolayısıyla doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimsemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır. "Mutluluk, dış koşullara bağlı olmamalıdır" önermesini dile getirmişlerdir. Öğretilerine göre, sosyal varlık olarak insanlar için mutluluğa giden yol şunlarda bulunur: Hayatta sana verileni kabul etmek, zevk arzumuz veya acı korkumuz tarafından kontrol edilmemize izin vermemek, etrafımızdaki dünyayı anlamak için aklımızı kullanmak ve tabiatın planındaki kendimize düşen görevi yapmak ve beraber çalışıp başkalarına karşı dürüst ve adil olmak. Diogenes Laertios şöyle demiştir: “Stoalılar mantık eğitiminin zorunlu olduğunu ileri sürerler. Çünkü mantık diğer tek tek erdemleri içine alan bir erdemdir. Mantık bilmeyen bir insan yanlış çıkarımlardan kaçınamaz. Mantık, bilge bir insana doğruyu yanlıştan ayırt etme özelliği kazandırır." Stoacılara göre, erdem beş tanedir : Bilgelik, Adalet, Yiğitlik, Ölçülülük, Dürüstlük. Stoacılar tüm evrenin kutsal bir otorite tarafından yönetildiğini düşünür. Bu otorite bir külli iradeye sahiptir ve bu iradesini de insanlara yüklemiştir. Bu yüzden tüm canlılar normal iken, bir akla sahip olan insan, tanrısal bir yaratıktır. Hayvanlar içgüdüleri ile hayatta kalmaya çalışırken insan aklı sayesinde kendini gerçekleştirmeye ve geliştirmeye çalışır. Yine insan aklı sayesinde doğru ile yanlışı ayırt eder. Evreni yöneten bu kutsal iradenin tüm insanlara aynı aklı verdiği düşünülür; dolayısıyla tüm insanların eşit olduğu görüşü hakimdir. Stoacılar bu yüzden köleliğe karşı çıkar. Bu bakımdan, köleliği doğal ve kaçınılmaz gören Aristotelesçi düşünceyle ters düşerler. Felsefe tarihinde Stoacı felsefe, erken, orta ve geç dönem olarak incelenir. Örneğin Marcus Aurelius, geç dönem Stoacılardandır. 


ROMA'NIN YÜKSELİŞİ

Helenistik uygarlık olarak adlandırılacak olgu, Yunan ihtişamının başarılı yanlarından devralınan özel bir seçkiydi. Aynı şey Roma uygarlığı için de geçerliydi zira sonunda bir Helenistik halef devleti haline gelmişti. Ancak bu aşamaya ulaşmadan önce de uzun bir tarihe sahipti. Roma yurttaşları yüzyıllar boyunca, hatta yönetimin bir monarşiyi andırdığı dönemlerde bile eski cumhuriyetçi gelenekleri sürdürmede ısrar ettiler. Bu durum Avrupa'nın sonraki çağları açısından büyük önem taşıyordu; yurttaşlık ilkeleri üzerinde uzlaşma ve cumhuriyetçiliğin bir tür mitoloji haline gelmesi, bu ilkelerin Roma Cumhuriyeti'nde kaldığını düşünen geleceğin Avrupalıları tarafından geliştirilecekti. Roma Cumhuriyeti fiilen dört yüz elli yıldan fazla yaşasa da yarattığı kurumlar ismen varlığını sürdürdü. Romalılar devamlılıktan, devletlerinin eski ve güzel yanlarına vefa duygusuyla bağlanmaktan (veya diğerlerinin menfur sadakatsizliğinden) ısrarla bahsetmeyi seviyorlardı. Bu tür iddialarda gerçek payı vardı. Aynı durum örneğin Büyük Britanya'da parlamenter devletin devamlılığında veya Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu başkanlarının yarattığı ve hala başarıyla kullanılan anayasada görülebilir.

 Yine de zaman içinde birtakım değişiklikler oldu. Bunlar kurumsal ve ideolojik devamlılığı yıpratırken tarihçiler bunları nasıl yorumlayacaklarını hala tartışmaktalar. Yine de bu değişiklikler Akdeniz'in bir Roma gölü haline gelmesini ve Roma İmparatorluğu'nun deniz ötesine geçmesini engelleyemedi. Bunun aksi olsaydı, Roma Cumhuriyeti'nin tarihi bugün bizim için ancak Korint veya Thebai'nin tarihi kadar önem taşırdı.


SPQR. Senatus Populusque Romanus; Roma Senatosu ve Halkı. Eski Roma'da cumhuriyet döneminin mutlak yasama yürütme organının simgesi. Logoları Roma'da halen pek çok binada ve kamu alanında görülebilir.İmparator Augustus dönemine kadar Roma Cumhuriyeti 3 büyük aile ve S.P.Q.R. yani senato yönetimi altındaydı. Mutlak yasama ve yürütme gücü Roma halkı ve senatosundaydı. S.P.Q.R. daha sonraki yıllarda İmparatorluk yönetimi olmasına karşın bozulmayan senato sisteminin ve ona bağlı lejyonların simgesi haline geldi.

Roma İmparatorluğu'na ait fiziki kalıntılar Avrupa'nın borçlu olduğu en belirgin simgeleri sağlamış ve sağlamayı sürdürmektedir. Gerçek ve mecazi anlamda, geleceğin Avrupalıları bu kalıntıların gölgesinde yaşamışlardır. Bu kalıntılara halen yalnızca Akdeniz'in iki yakasında değil, Avrupa'nm batısından Balkanlar'a ve Küçük Asya'ya kadar geniş bir alanda rastlamaktayız. Bu kalıntılar bazı yerlerde -hepsinden önemlisi bizzat Roma'da- son derece boldur. Bütün bu anıtları meydana getirmek neredeyse bin yıl almıştı, meşhur olduğu üzere, "Roma bir günde kurulmadı".

Bunun ardından bir bin yıl daha insanlar şaşkınlık ve hayranlık içinde bu anıtları seyrettiler. Roma'nın ihtişamına atalarımızın baktığı gözle bakmayıp kendimizi küçük hissetmesek de, hala insanlığın bunca şey başarması karşısında şaşırabilir hatta hayret edebiliriz.

Elbette, tarihçiler o muazzam kalıntıları daha dikkatle inceleyip Roma ideallerini ve uygulamalarını aydınlatan bulguları daha özenli biçimde elekten geçirdikçe; Romalıların sonuçta insanüstü yaratıklar olmadığını daha iyi kavrıyoruz. Roma'nın bazen aşırı gösterişli gelen ihtişamı ve Roma'yı hararetle savunanların ileri sürdüğü meziyetler tıpkı günümüzün siyasi nutuklarının yapmacıklığına benzer. Bütün bunlara rağmen, ortada hayret verici ve somut bir yaratıcılık vardır. Sonuçta Roma, Yunan uygarlığının ortamını, ne yaptığını bilen bir ruhla yeniden yarattı. Daha sonra, Roma parçalanmaya başladığı çağlarda geriye dönüp bakan Romalılar kendilerini yine de bu uygarlığı kuranlar gibi hissetti. Gerçekten de öyleydiler, ancak bu duyguya inanmalarına rağmen sayıları iyice azalmıştı. Yine de bu en önemli duyguydu. Onca maddi etkileyiciliğine ve zaman zaman kaba bir büyüklüğe sahip olmasına rağmen, Roma'nın başarısının özünde bir fikir, bizzat Roma fikri; içinde barındırdığı ve uygulamaya koyduğu değerler, gelecekte "romanitas" adı verilecek kavram yatıyordu.

Roma'nın gücü cumhuriyet döneminde yayılarak bütün Akdeniz dünyasını bir egemenlik sistemi içinde kucaklayacak boyuta ulaştı. Bugün bile hayatlarımızı biçimlendiren pek çok şeyin çerçevesini ve beşiğini oluşturan Roma İmparatorluğu ortaya çıktı. Buna rağmen cumhuriyetin ilk çağlarında bütün meşgale öncelikle şehrin kendi içindeki siyaset ve sonra da komşularıyla ilişkisiydi. Şehrin aşağı yukarı ilk iki yüzyıllık tarihi şiddetli iç kavgalarla doluydu. Bu kavgalar genellikle yoksul yurttaşların, "patriciler" yani soylu ailelerin iktidarını paylaşma talebinden kaynaklanıyordu. Zamanla, zenginlik önem kazanırken patrici statüsü önemini kaybetti; yine de soylu bir aileye mensup kişiler atalarından iki kişi konsüllük (Cumhuriyet zamanındaki en üst düzey yöneticiler) yapmışsa, aynı göreve ve başka yüksek makamlara seçilebiliyordu. Patrici aileler uzun bir süre boyunca senatoya hakim oldular. Ana devlet organı olan senatonun önemi, pek çok anıtta ve ordu sancaklarında görülen SPQR kısaltmasından anlaşılır.

 Bu kısaltma, Latince " Roma Senatosu ve Halkı" kelimelerinin baş harflerinden oluşur. Cumhuriyetin iç çatışmaları bir şekilde ölümcül bir kayıp olmadan uzun bir süre boyunca devam ederken, cumhuriyet kurumları halk güçlerine tavizler verildikçe yavaş yavaş değişti. Yoksul yurttaşlar pek çok zafer kazanıp iktidarın nimetlerinden daha çok pay almasına rağmen, bu yurttaşların devlete uzun süre egemen olması anlamında Roma asla bir demokrasi olmadı. Uzun bir süre boyunca ortalama Roma yurttaşı köyde yaşayan çiftçiydi. İyi yönetildiği zaman İtalya'yı daima zengin bir ülke kılan iklim ve bereketli toprakların yararını görüyordu. İklim ve toprağın bazen fayda sağlamadığı durumlarda; daha sonra sık sık göreceğimiz gibi, çalışkanlığı ve becerisi sayesinde olumsuzlukları avantaja çeviriyordu.

 Cumhuriyetin ilk dönemi bu ortalama yurttaşın çalışması sayesinde yükselmişti. Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan, dışarıdan gelen besin maddeleriyle yaşayıp çok sayıda göçmeni kendine çeken dev metropolün Roma'nın ilk yüzyıllarına özgü olduğunu düşünmemeliyiz. Uzun bir zaman boyunca ortalama Romalıyı bağımsız, küçük toprak sahibi köylü temsil etti. Şehirlilerin sahip olduğu büyük arazilerde köle emeğine dayanarak pazara yönelik tahıl veya zeytin (zeytinyağı için) üretimi yapılması ancak MÖ 2. yüzyılda yaygınlaştı. Hikayenin sonlarına doğrudur Romalılar büyük bir duygusallık içinde geri dönüp, cumhuriyetin ve Roma meziyetlerinin bağımsız, küçük toprak sahibi yurttaşların omuzlarında yükseldiği o basit günlere baktılar.

Bu dar tarımsal temel, Roma'nın büyümesinin ilk aşamasına açıklık getirmeyi zorlaştırır. Romalıların her zaman saldırgan ve fetih yapma hevesi içinde olduğunu söylemek doğru olmaz. Roma egemenliği (tıpkı daha sonraki imparatorluklar gibi) genellikle hırstan ziyade korku yüzünden yayıldı. Üstelik büyüme çok yavaş gerçekleşti. Her ne kadar Roma MÖ 5. yüzyılda komşularını istila ederek topraklarını iki katına çıkarsa ve Roma egemenliği orta İtalya'da Etrüsklerin yerini alsa da, bu başarılı bir genişlemeyle sonuçlanan kesintisiz bir öykünün başlangıcı değildir. MÖ 390'da, Galyalı adı verilen ve kuzeyden gelen barbarlar şehri yağmaladı (efsaneye göre, Capitol'e sığınan Romalıları sürpriz bir saldırıdan neler olduğunu fark eden kazların çığlığı kurtarmıştı). Oysa yüz elli yıl sonra Romalılar Arno'nun güneyinde bütün İtalya'ya hakim oldular. O zamana kadar bu bölge cumhuriyetin kendisi veya müttefikleri tarafından yönetiliyor, Roma ordusuna asker vermesi karşılığında iç işlerini kendisinin yürütmesine izin veriliyordu. Yurttaşları Roma'ya geldikleri zaman Roma yurttaşlarıyla aynı hakka sahiptiler.

Allia Muharebesi sonrası Roma'nın yağmalanması. Galyalıların lideri Brennus, ganimet olarak aldığı Romalıları köle yapıyor.


Roma ilk çağlarında birtakım stratejik avantajlara da sahipti. Şehrin konumu bunlardan biriydi. Bir başkası, Etrüsklerin bir yandan Yunanlılar ve diğer Latin şehirleriyle mücadele ederken diğer yandan kuzeyden bastıran Kelt kabileleriyle meşgul olmasıydı. Romalılar ayrıca insan gücünü en iyi şekilde kullanan bir askerlik sistemine sahipti. Toprağı olan her erkek yurttaş ihtiyaç duyulduğunda orduya katılmak zorundaydı. Erken cumhuriyet döneminde bir piyade on altı yıl hizmet vermekle yükümlüydü (gerçi bu hizmet bütün bir yılı kapsamıyordu zira seferler ilkbaharda başlayıp sonbaharda sona eriyordu). Bu sistem, birkaç yüzyıl boyunca dünyanın gördüğü en iyi savaş makinesini yarattı. Ordu beş bin kişilik alaylar halinde örgütlenmiş ve başlangıçta uzun mızraklı falankslar şeklinde dövüşmüştü. Roma'nın müttefiklerinin asker gönderme yükümlülüğü sayesinde, ordunun yararlandığı asker havuzu istikrarlı biçimde arttı. 

Cumhuriyet daha uzaklardaki güçlerle karşı karşıya geldiğinde, İtalya'nın Roma hakimiyetine girmesi henüz tamamlanmamıştı. Magna Graecia'nın (Güney İtalya ve Sicilya) bazı şehirleri, MÖ 3. yüzyıl başında Romalılara karşı Epir Kralı Pirus'tan yardım istedi. Kral belki batıda İskender'inki gibi bir imparatorluk kurma düşüncesiyle Güney İtalya ve Sicilya'yı kapsayan bir sefere çıktı. Savaşları kazanırken öyle büyük bedel ödedi ki bugün götürdükleri getirdiklerinden fazla olan başarılarına "Pirus Zaferi" diyoruz. Bu seferlerden sonra Pirus'un "Tanrım, bana bir daha böyle bir zafer verme." dediği rivayet edilir. 


PÖN (KARTACA) SAVAŞLARI


Bir aralar Ptolemler Roma'yla ittifak yapmak ister gibi olmuştu. Cumhuriyetin İtalya dışına ilk büyük açılımı Afrika'da olduysa da, bu bölge Mısır'ın oldukça batısındaydı. Günümüzde Tunus kıyılarının bulunduğu Kartaca'da yaşayanların kökeni Fenike idi. Buranın sakinleri, Sayda ve Sur'da yaşayanlardan çok daha zengin olmuştu. Kartaca büyük bir deniz gücüne sahipti, Sicilya ve Sardinya'da üsleri vardı. Sicilya'da yaşayan Yunanlılarla kimi zaman ittifak yapıp bazen savaşa tutuşan Kartaca, İtalya'nın batısı ve ticaret limanları için sürekli bir tehditti. Roma ile Kartaca arasında uzun bir döneme yayılan üç "Pön" Savaşı çıktı (Pön adı Latincede Fenikeliler için kullanılıyordu). Yirmi yıl boyunca çeşitli aralıklarla devam edip MÖ 241 'de sona eren ilk savaş Roma'yı bir deniz gücü haline getirdi. Sicilya, Kartaca'nın elinden çıkarken adanın batısı Roma'nın ilk "eyaleti" oldu. İtalya anakarası ise bu tarihten itibaren ya tümüyle doğrudan cumhuriyet yönetiminin bir parçası ya da resmen yönetimin müttefiki oldu. Roma ayrıca Korsika ve Sardinya'yı ele geçirdi. 

Bu adalar cumhuriyetin ilk denizaşırı fetihleriydi. Savaşlar kesinlikle tarih anlatımının en önemli unsurlarıdır, ancak bu seferlik bir müddet daha bu savaşlardan kronolojik olaylar olarak bahsetmek yararlı olacaktır. Yoksa, tarihin gelmiş geçmiş en iyi komutanlarından biri, belki de en iyisi, Kartacalı Hannibal, kendi başına değil başka bir yazı, ciltlerce kitap yazılacak bir adamdır. Patton, Atatürk, von Moltke, von Ludendorff, Hoffmann (ve onların kazandığı Tannenberg Zaferi) gibi komutanların ilham kaynağıdır Hannibal. Siklet Merkezi, Aldatma Planları ve hatta Alman Ordusu'nun kendisinden iki bin yıl sonra formülize edeceği "Kesselschlacht", yani Blitzkrieg'de yarma gerçekleştikten sonra, zırhlı birliklerin (Antik çağa göre süvarilerin) düşmanı kuşatıp hapsetmesi olayının bile Hannibal'den esinlendiği söylenir. Hannibal, askeri tarih için muazzam bir askeri dehadır. Ancak bu yazının konusu o değil. 

Mommsen p265.jpg
Kartacalı Hannibal.


MÖ 218'de başlayan ikinci Pön Savaşı'ndan önce, Kartacalılar İspanya'ya yerleşerek "Yeni Kartaca "yı (günümüzün Cartagena şehri) kurmuştu. Kartaca hakimiyeti Ebro Nehri kıyılarına ulaştığında Romalılar alarma geçti. İspanya kıyılarında az sayıdaki bağımsız şehirlerden birine saldırmaları üzerine Kartaca ordusu en büyük generalleri Hannibal kumandasında ve fillerin eşliğinde İtalya'ya yürüyüşe geçti. Hannibal'in Alp Dağları'nı aştıktan sonra muazzam zaferler elde etmesi de onun askeri tarihteki başarılarındandır bu arada.

 Romalıların yenilgisiyle sonuçlanan savaşın ardından zor bir dönem başladı. Müttefiklerinin çoğu onları yalnız bırakmıştı. Buna rağmen mücadeleyi bırakmadılar ve eski güçlerini kazandılar. İtalya'da on iki yıl geçiren Kartacalılar sonunda açlığa yenildiler ve buradan sürüldüler. Roma Senatosu başarılı general Scipio'ya Afrika'ya geçme yetkisi verdi. Scipio MÖ 202'de Zama'da Hannibal'i yenerek Roma'nın batıdaki tek ciddi rakibinin belini kırdı. Bu savaş Batı Akdeniz'in kaderini tayin etti. Kartacalılar kendilerini felce uğratan bir barış yapmak zorunda kaldı. Yine de pek çok Romalı onlardan büyük ölçüde çekiniyordu. Burada bir dipnot daha düşmek isterim, Scipio Africanus ile Kartacalı Hannibal, askeri olarak hep karşılaştırılagelmiştir. Ama tarihin cilvesi, ikisi de kendi memleketleri tarafından yalnız bırakılıp ihanete uğramıştır. Hannibal, yabancı topraklarda Romalılara karşı faaliyetlerini devam ettirirken bugünkü Bursa yakınlarında Bitinyalılar Romalılara teslim olunca zehir içerek intihar etmiştir. Zira Roma, peşini asla bırakmayacaktır. Ayrıca Hannibal, babası tarafından büyük bir Romalı nefretiyle yetiştirilmişti. Hannibal'ın gerçek mezarı bilinmemektedir. Dipnot olarak, Kartacalı Hannibal'a büyük hayranlık besleyen Mustafa Kemal Atatürk, Hannibal'ın mezarının bulunmasını istemişti. Gerçek mezarı veya naaşının nerede olduğu bilinmemekle beraber, 1981 yılında Hannibal'ın öldüğü bugünkü Gebze'de bir anıt mezar yapılmıştır. Daha sonra, Gebze'de belediyenin yaptığı bir çalışma sırasında rastlanılan bir antik mezarın Hannibal'e ait olduğu düşünülmektedir. (kesin değil)

Özetle, Hannibal'in mirası çok büyük. Kendisinin askeri tarihteki yeri bir yana, Romalılarda yarattığı korku öyle böyle değildir. Hannibal'den asırlar sonra bile Romalı anneler, çocuklarını korkutmak için "Hannibal ante portas!" - "Hannibal Kapıda!" derlermiş. Ayrıca Psikolojik Harp yönünü ve moral değişkenini çok iyi kullandığı da es geçilmemelidir.


Hannibal Anıtı, Gebze.


Scipio ise Hannibal'ı yenen tek komutan olması dolayısıyla Roma'ya döndükten sonra seferlerinde zaferler kazanmaya devam etti. Ancak yaşlılığına doğru rüşvet almakla suçlanınca Scipio, kahrından ölmüştür. Roma'ya o kadar kırılmıştı ki, yaşamının geri kalanını askerlikten ve siyasetten uzak bir şekilde çiftliğinde geçirerek ölmüştü. Son sözlerinde ise Roma'yı suçluyordu :


Scipio Africanus/Afrikalı Scipio/Publius Cornelius Scipio

"Nankör vatan, sana kemiklerimi bile bırakmayacağım!"

Üçüncü Pön Savaşı aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, MÖ 149'da çıktı. Bu savaş Kartacalıların kesin yenilgisiyle sonuçlandı. Şehirleri yerle bir edildi; rivayete göre şehrin bulunduğu toprak sabanlarla sürülüp üzerine tuz döküldü. Bu kadar ayrıntı olanaksız gibi görünse de, bu savaş batıdaki Fenike gücünün sonu oldu.Bununla birlikte, Roma'nın Akdeniz'de kurduğu hakimiyet, onun bir dünya gücü olmasında büyük etki sahibidir. Pön Savaşları, bir anlamda "Kartaca ve Roma'nın Dünya için yaptığı savaştı" diyebiliriz. Kartaca bu savaşı kazansa, dünyanın gelecekteki medeniyeti ve tarihi şu an olduğundan çok farklı şekillenebilirdi.


İMPARATORLUK


Bu tarihlerden itibaren adı konulmasa da fiilen bir Roma imparatorluğu hayata geçmişti. Po Vadisi MÖ 2. yüzyıl başlarında ele geçirildi. İtalya'nın bu olaydan itibaren tamamen Roma egemenliğine girdiğini kabul edebiliriz. Kartaca'nın yıkılması aynı zamanda Sicilya'daki son bağımsız Yunan devleti olan Siraküza'nın da sonu anlamına geliyordu, zira bir kez daha Kartaca ile ittifak yapmıştı. Siraküza'nın yıkılmasının ardından bütün Sicilya artık Roma'nın eline geçmişti. Ardından Güney İspanya fethedildi. Kısa zamanda Sicilya, Sardinya ve İspanya'dan akmaya başlayan köleler ve altın, Romalılara fetihler yapmanın karlı bir iş olduğunu hatırlattı. Doğu kanadındaysa, Roma Yunan politikalarına müdahale etmeye başlamıştı, zira Makedonya bir zamanlar Kartaca'nın müttefikiydi. MÖ 200'de, Atinalılar ve Pergamon Krallığı, Makedonya ile Selevkoslara (İskender'in halef krallığı) karşı doğrudan Roma'dan yardım istediler. Romalılar zaten psikolojik olarak Doğu'da yeni serüvenlere girmeye hazır olduğundan bu isteğe olumlu cevap verdiler. 

MÖ 2. yüzyıl bu bakımdan çok önemlidir. Bu dönemde Makedonya yıkıldı, Yunan şehirleri vasallık haline getirildi ve son Pergamon kralı ülkesini MÖ 133'te Roma'ya bıraktı. Aynı yıl içinde, Anadolu'nun batı kısmından oluşan ve Asya adı verilen yeni bir Roma eyaleti kuruldu. Bu tarihlerde Kuzey İspanya çoktan fethedilmişti. Kısa zamanda Güney Fransa (Galya) da ele geçirildi. Bir sonraki yüzyılda Fransa'nın kuzeyi ve doğudaki yeni fetihler gerçekleşti. Cumhuriyet, imparatorluğa dönüşmüştü. Bu hayret verici başarı öyküsünün etkileri sınırlardaki değişikliklerin ötesinde bir anlam taşıyordu. Belirlemesi güç ama çok önemli bir etki, Roma kültürünün giderek daha da Helenleşmesi ve Helenistik uygarlığın batıya yayılmasıydı. 

Elbette Roma daha başından beri, hatta devraldığı Etrüsk mirası dolayısıyla Yunanistan'a çok şey borçluydu. İmparatorluk olduktan sonra, doğunun politikalarına ve devlet işlerine doğrudan müdahale edebilme sayesinde, Helenistik etki her yere yayılarak daha inandırıcı hale geldi. Romalılar da diğer yabani fatihler (Makedonyalılar) gibi Yunanlıların kültürel açıdan tutsağı olmuştu. Yunanlıların gözünde onlar yeni bir barbar kavmi gibiydi. Arşimet'in kumlar üzerinde geometri problemleri üzerine kafa yorarken kim olduğunu bilmeyen bir Romalı asker tarafından öldürülmesi, bu anlayışın simgesiydi. Buna rağmen Romalılar Helenistik usulleri büyük bir coşkuyla kabullendiler. 

Roma uygarlığının simgesi haline gelen şatafatlı hamamlar doğudan alınmıştı. Roma edebiyatının ilk örnekleri Yunan dramalarının tercümeleriydi. Latincedeki ilk komediler Yunan örneklerini taklit ediyordu. Helenistik sanat eserleri batıdaki Roma koleksiyonlarına akarken bir yandan da burada taklitçileriyle karşılaşıyordu. Bu dönemden itibaren üst sınıfa mensup Romalı çocukların eğitiminde Yunan klasiklerinin okutulması gelenekleşti. Bu durum, kendi kökleriymiş gibi saygı duymaları öğretilen kültürün edebi dışavururnuydu. Aynı dönemde insanların hareket alanı da arttı. Roma'ya özgü bu yeni Helenistik çağda Akdeniz'in bir ucundan öbür ucuna daha kolay seyahat etme imkanı buldular. Bazıları kendi isteğiyle seyahat etmiyordu. MÖ 2.yüzyılın ortalarında Yunan şehirlerinden toplanan bin rehine Roma'ya gönderildi.

Bunların arasında yer alan Polybius, MÖ 220- 146 yıllarına ait Roma tarihini Tukudides geleneğine göre yazmıştı. Eserinin ana konusu Kartaca'yı devirip Helenistik dünyayı fetheden Roma'nın başarısıydı. Bu başarıyı, İskender'in devasa bir alana birlik getiren fetihlerinin tamamlayıcısı olarak görüyor ve Roma Devleti'nin tebaasına büyük faydalar sağladığını kabul ediyordu. Roma'nın gücü, Akdeniz ve Yakındoğu'ya daha önce görülmedik şekilde uzun barış dönemleri (pax romana) getirmişti. Merkezdeki siyasette yolsuzluk ve şiddetin artmasına, bazı Romalı eyalet valilerinin kötü yönetimine rağmen, cumhuriyet yönetimi halklar üzerinde düzen oluşturmuştu. Bu dönemde ortaya çıkan medeni hukuktan Romalı olmayan halklar da yararlandı. Polybius gibi birçok insan; en azından adalet duygusu, tarafsızlık ve uygarlaştırma çabalarıyla sistemi ayakta tutanlara hayranlık duyuyordu. Romalılar da bu başarıdan gurur duyuyordu. Bu başarı, olanca ağırlığıyla karşılarına çıkan Helenistik uygarlığı kendilerine uyarlamanın bir sonucuydu. Bu başarının uygulanabilir sonuçları dünya tarihinde belirleyici rol oynadı. Cumhuriyetin yarattığı siyasi ve askeri yapının boyutu öyle büyüktü ki, bunun bir örneği belki Çin'de varsa bile, Çin'in batısında hiçbir yerde yoktu. Birçok farklı kültür bu yapının içinde yan yana yaşayıp kozmopolit bütüne kendi katkılarını yaparken, bir yandan da bu bütün tarafından farklı derecelerde şekillendiriliyordu.


AVRUPA'DA KELTLER


Roma'nın egemen olduğu alan uzun bir süre Akdeniz topraklarının ötesine uzanmadığı gibi İtalya'da bile ancak Po Vadisi'ne kadar olan alanı kapsıyordu. Po Vadisi'nde, ataları 4. yüzyıl başında Roma'yı yağmalayan Galyalılarla karşılaştılar. Bu "barbarlar" Kuzey ve Batı Avrupa ile Tuna Nehri'nin iç kısımlarına yayılmış bir kavime mensuptu. Tarihleri ilgi göstermeyi gerektirir zira Roma egemenliği altına girmeden önce, Akdeniz dünyası dışındaki en yüksek kültür düzeyine ulaşmış Avrupalılar onlardı.

Bu kavime Keltler deniyordu. Bazılarının dilleri, Batı Avrupa'nın uçlarında ve bölük pörçük diğer diller içinde hala kullanılmaktadır. Hünerli demir işçileri olan Keltler ulaştıkları teknik ustalık ve sanatsal başarı düzeyiyle, el sanatlarında görkemli bir miras bıraktılar. Arkeolojik bulgulara göre ilk yerleşimleri, MÖ 7 ila 5. yüzyıllar arasında iki noktada yoğunlaşmıştı. Bunların biri Alplerin batısında, diğeri yukarı Tuna Havzası'nın biraz güneyindeydi. Bu bölgelerin merkez olduğu yurtlarından kuzeye doğru, Ren ve Weser nehirlerinin ağızlarına kadar çıkan Kelt halkları aynı zamanda doğuya, güneye ve batıya doğru yayıldılar. Ele geçirdikleri topraklarda yaşayanları ortadan kaldırmadılarsa da boyunduruk altına aldıkları muhakkaktı. MÖ 600 ile 400 yılları arasında İspanya, Britanya adaları ve günümüz Fransa'sının neredeyse tümüne (Romalılar buraya "Gallia" yani Galya adını verdi); ardından Po Vadisi'ne ve Ligurya'ya yerleştiler. Doğudaysa Tuna Nehri boyunca ilerlediler.

Yunanlıların Keltoi dediği bu kavimler . MÖ 300'den kısa bir süre sonra yağma baskınlarıyla Makedonya'ya sıkıntılı bir dönem yaşattılar. Delphi'ye saldıran da onlardı. Keltlerin bir kısmı 3. yüzyılda, yerel bir kralın çağrısı üzerine Küçük Asya'ya kadar giderek sonraları onların varlığından dolayı Galatia adı verilecek bölgeye yerleşti. Herkesin kabul ettiği bir gerçeğe göre yenilmesi zor, ateşli savaşçılar olan Keltler, zaman zaman kendi aralarında savaşıyordu. Romalıların anlatımlarında verdikleri kabile adlarıyla birbirlerinden kolayca ayırt ediliyorlardı (Belgae, Helvetii, Allobroges gibi pek çok ad).

Buna rağmen Keltler bazı ortak fiziki özelliklere sahipti (Britanya'nın ünlü Kelt Kraliçesi Boadicea veya Boudicca kızıl saçlı olarak bilinir). Ayrıca etnik birlikleri sayesinde, belki de kabile düzeyinin üstünde kolektif bir öz bilince sahiptiler. Pek çok sanatsal ve üslupsal özelliği paylaşıyorlardı. Boynuzlu miğferleri, uzun kılıçları ve kalkanları sadece savaşçılarının gaddarlığını değil zanaatkarlarının ustalığını göstermektedir. Ancak 5. yüzyıla kadar yazıyı bilmiyorlardı. Belki bu eksikliği karşılayacak biçimde, sözlü bellek konusunda dikkat çekici bir güce sahiptiler. Latin yazarlardan öğrendiğimize göre kral gibi yöneticilerin buyruğunda, kasabalarda (civitates) yaşamaları şaşırtıcıdır. Ne var ki birleşmiş bir ulus olarak Roma Cumhuriyeti'nin ordularına dayanacak ölçüde siyasi bir evrim yaşamamışlardı. 3. yüzyılda İtalya'nın kuzeyindeki birtakım sonuçsuz karşılaşmanın ardından, ertesi yüzyılda Keltler Roma'ya boyun eğdi. Güney Fransa'nın bir bölümünü oluşturan Gallia Narbonense MÖ 121'de Roma eyaleti oldu. Bundan kırk yıl sonra, Ligurya ve Kuzey İtalya'da yaşayan Keltler, Gallia Cisalpina (Alplerin bu yanındaki Gal ülkesi) adı verilen eyalette Roma dünyasının parçası haline geldi.

Kelt (Iceni) Kraliçesi Boudica. Boudica'nın kocası ve varlıklı bir ön-Romalı olan Iceni kralı Prasutagus ölünce, İmparatorluğa bağlı müvekkil krallıkların yaptığı gibi krallığını Roma'ya bırakmak yerine kızları ve Roma imparatoruna ortaklaşa olarak miras bıraktı. Roma kanunlarına göre kadınlar varis olamadığından İmparatorluk bu kararı reddetti ve procurator Catus Decianus tüm mülkünü haczettirdi. Krallık fethedilmiş varsayılarak İmparatorluğa katıldı. Prasutagus'un dulu Boudica kırbaçlatıldı, kızlarına tecavüz edildi.60 ya da 61 yılında Roma eyalet valisi Gaius Suetonius Paulinus'un Gallere doğru bir sefere çıkmasını fırsat bilen Iceni, Trinovanteler ve diğerlerini Boudica liderliğinde ayaklandılar. Vali Suetonius Paulinus ve Lejyonları tarafından kesin olarak yenilgiye uğratılmadan önce, Camulodunum (Colchester), Londinium (Londra) ve Verulamium (St Albans) şehirlerini yıkıp, talan ettiler. (Yıkılıp talan edilen üç şehirde ölenlerin toplamı aşağı yukarı 70,000-80,000 kişi arasındadır.) Britonlar sayıca Romalılardan fazla olduğu halde, Roma lejyonlarının mükemmel disiplin ve taktiği onlara mutlak bir zafer kazandırdı. Roma İmparatoru Nero'nun ortaya çıkan bu kriz karşısında adada bulunan tüm birlikleri geri çekmeyi tasarladığı sırada gelen Suetonius'un bu zaferi, adadaki Roma varlığını sağlamlaştırmıştır.


CUMHURİYET'İN ÇÖZÜLMESİ


Cumhuriyetin elde ettiği büyük başarıların bir bedeli vardı. Bu bedel kaçınılmaz olarak fethedilen topraklarda yaşayanlar tarafından bazen kölelikle ama her zaman vergilerle ödeniyordu ancak bizzat cumhuriyet de fetihler için bir bedel ödedi. Bu bedel hemen ortaya çıkmadı. Romalılar Mos maiorum -"Atalarımızın yolu"- dedikleri yolu izledikleri için kendileriyle övünüyorlardı. Eski geleneklere bağlı kalmayı ve işlerini eski usullere göre yapma yöntemini yaşatmayı seviyorlardı. Romalıların dini, büyük ölçüde antik törenlerin korunmasına ve eksiksiz biçimde yürütülmesine dayanıyordu. Romalılar yeni bir şey yaparken bile bunu eski usullerle sarıp sarmalamayı seviyorlardı.

 Pek çok cumhuriyet kurumunun ismi ve şekli -ayrıca devletin bir monarşi değil cumhuriyet olduğu şeklindeki yanılgı- kurumlar işlevini yitirdikten sonra bile uzun bir süre varlığını devam ettirdi. Bunun en iyi örneği Roma yurttaşlığıdır. Yurttaşların hepsi erkek ve başlangıçta hepsi köylüydü. Yurttaşların oy kullanıp mahkemede adalet arama hakkı ve askerlik yapma görevi vardı. Birkaç yüzyıl sonra üç önemli değişiklik ortaya çıktı.

Birincisi, yurttaşlık hakkı giderek başlangıçtaki Roma toprakları dışından olan pek çok insana verildi. İkincisi, Pön Savaşları İtalyan köylülerini yoksullaştırdı. Zorunlu askerlik Romalı askerleri, evlerinden ve ailelerinden daha uzun süreler boyunca mahrum bıraktığından genellikle yoksullaşıyorlardı (ikinci pön savaşı ve Hannibal, İtalya'nın kırsal bölgelerinde çok büyük zararlara yol açmıştı). Sonunda tekrar barışa kavuştuklarında pek çok küçük toprak sahibi geçinemeyecek duruma gelmişti. Öte yandan, savaşlar sayesinde zengin olan insanlar büyük arazilerde çiftçilik yapmak amacıyla bu kişilerin topraklarını satın almaya başladılar.

 Bazen bu arazilerde fetihlerde elde edilen ganimetin bir parçası olan köleler çalıştırılıyordu. Köylü yurttaşlar elinden geldiğince geçinmek amacıyla şehirlere sürüklenmeye başladılar, ayrıca bunda Kartacalı Hannibal'ın büyük rolü de vardır. Bu kişiler, Romalıların "proleter" adını verdiği (devlete tek katkısı çocuk yetiştirmekten ibaret) insanlar olma yolundaydılar. Bu iki değişiklik siyaseti etkiledi. Yoksul yurttaşların artması, satın alınacak oyların da artması anlamına geliyordu zira yurtdışındaki fetihlerin sunduğu zengin ödülleri kazanabilecek mevkiyi elde etmek için politikacıların bu oylara ihtiyacı vardı. Böylece politika senatonun atama gücüyle, yeni eyaletler için vali veya "şövalye" sınıfından (equites) vergi toplayıcı seçimiyle bağlantılı bir uğraş haline geldi. Savaş üçüncü bir değişikliğe daha yol açtı. Ordu artık acil durumlarda silahlanıp birlikler oluşturan yurttaşlar yerine tam zamanlı profesyonel askerlerden oluşan bir kuvvet haline geldi. Hizmet için mülkiyete sahip olma niteliğine ihtiyaç kalmadı. Mülksüz kişiler hizmet edebildiği için ortaya yeterince gönüllü çıkıyordu (ücret karşılığı hizmet etmeye gönüllüydüler), böylece zorunlu askerlik bir ihtiyaç olmaktan çıktı.

Belli bir süre boyunca askerlerin yurttaşlar arasından seçildiği doğrudur, ancak sonunda yurttaş olmayanların orduya katılmasına izin verilmişti. Bunlar hizmetlerinin ödülü olarak yurttaşlık hakkını kazanıyordu. Bu şekilde Roma ordusu yavaş yavaş cumhuriyetten ayrı bir güç haline geldi. Ünlü lejyonları kalıcı kurumlar haline gelirken, askerlerinin silah arkadaşları ve generallerine duyduğu bağlılık da giderek arttı. Bu bağlılığın en meşhurunu, iç savaş sırasında Gaius Julius Caesar'a göstereceklerdi.

Aquila. Roma Lejyonlarının bir nevi "sancağı". Her lejyonun bir tane bulunmakla birlikte, lejyonların isimleri de Aquila numaralarıyla anılırdı. Bunlardan en meşhuru Lejyon IX.Hispana'dır. Kayıp lejyon olarak da bilinir. .MS 180'den sonra aniden ortadan kaybolan Roma Lejyonu'nun, Britanya'da barbar Pikt kabilelerine karşı savaşırken yok edildiği düşünülmektedir. kimileri ise birliğin dağıtıldığı veya mağlup oldukları bir savaştan sonra küçük düştükleri gerekçesiyle kayıtlardan silindiğini söyler. Günümüze ulaşan bir Aquila bulunmamaktadır. Fotoğraf temsilidir. Aquila geleneğini, Napolyon da ordularında kullanmıştır. 

MÖ 1. yüzyıldan itibaren her lejyon "kartal" taşımaya başladı. Bunlar kısmen dini bir simge, kısmen alayın rengini taşıyıp lejyonun şeref ve birliğini simgeleyen sancaklardı. Bu doğrultuda, askeri diktatörlerin gölgesi cumhuriyetin son yüzyılında uzamaya başladı. Oylarını satmaya hazır yoksullaşmış yurttaşlar; vali veya general olarak atanacakları yeni topraklarda politikacıların büyük çaplı servete kavuşmasını sağlayacak fırsatlar; savaş meydanlarında yenilmesi (neredeyse) imkansız, senatodan çok giderek kendisine ve liderlerine sadık olan bir Roma Ordusu ve Militarizmi...

 Tüm bunlar yavaş ama hayati önem taşıyan siyasi gelişmelerdi. İki yüzyıl boyunca süren bu gelişmeler görünüşte hiçbir şeyi değiştirmezken, perde arkasından devleti dönüştürüyordu. Bu sessiz bir devrimdi. Bu sırada Romalılar gözle görülür biçimde zenginleşiyordu. Bu durum yalnızca doğru zamanda doğru yerde bulunanların fetihler sonucu köleler ve ganimetten payını alması değildi. Şehirlerdeki yoksul halk da bu zenginlikten faydalanıyordu. Yeni eyaletlere vergi konduğu zaman yurtta yaşayanlardan vergi alınmıyordu. Kitleleri eğlendirmek için pahalı "oyunlar", çoğunlukla gladyatör dövüşleri sergileniyordu. Yeni zenginlik ayrıca Roma ve diğer İtalyan şehirlerinin güzelleştirilmesi için kullanıldı. Eğitimli Romalıların kültürel geçmişine saygı duyduğu doğu ve Yunan şehirleriyle temas daha çok yaygınlaştıkça, bu güzelleştirme sürecinde yeni değişimler de yansıtıldı. Helenleştirme süreci daha uzaklara doğru yayıldıkça, batıda yeni tarzlar ve standartlar ortaya çıktı.


İÇ SAVAŞ VE İMPARATORLUĞA GİDEN YOL


İmparatorluk MÖ 1. yüzyılda büyümeye devam etti. Romalılar MÖ 58'de Kıbrıs'ı topraklarına kattı. Bundan bir yıl önce, Julius Sezar adlı genç bir politikacı konsül seçilmişti. Kısa bir süre sonra Alpler'in öte yanındaki Galya'da bulunan Roma ordusunun komutanlığına getirildi. Sezar birkaç yıl içinde buradaki Kelt halkların bağımsızlığına son verdi (ayrıca Manş Denizi'nin öte yakasında, Romalıların Britannia adını verdikleri adaya iki keşif seferi düzenlemesine rağmen burada kalmadı). Bu fetihler cumhuriyetçi imparatorluğa katılan son topraklar olarak görülebilir. MÖ 50'de Akdeniz'in kuzey kıyılarının tümü, bütün Fransa, Alçak Ülkeler, İspanya ve Portekiz; Karadeniz'in güney kıyılarının büyük bir bölümü ile günümüzde Tunus ve Libya'nın bulunduğu bölge Roma egemenliğine girmişti.

Bütün bu fetihler olup biterken Roma siyasetindeki kargaşa bir iç savaş çıkmasına yol açtı. Cumhuriyetin sonunda çökmesinin nedenleri daha önce belirtilmişti. Yine de -tarihi değişimlerde sık sık görüldüğü gibi- olayların meydana geliş şeklinde bireylerin ve şansın büyük rolü vardı. Yurttaşlığın neredeyse bütün İtalya'yı kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması, son sözü söyleme hakkının sadece Roma'da toplanan halk meclislerine ait olduğu düşüncesini anlamsız kılıyordu. Doğu'da yapılan yeni savaşlar yurtta siyasi hırs sahibi yeni askeri diktatörler çıkmasına neden oluyordu. Afrika ve Güney Fransa'daki (Roma Galya'sı) olağanüstü hal, yurtta politikacı olan generallere olağandışı yetkiler verilmesine yol açtı.

Generaller yetkilerini sadece cumhuriyetin düşmanlarına değil siyasi rakiplerine karşı da kullandılar. Roma artık tehlikeli bir yer olmuştu zira politik entrikalar ve yolsuzluğun yanına bir de rakiplerin öldürülmesi ve politik güruhların yarattığı şiddet eklenmişti. İnsanlar nereden geleceği belli olmasa da bir diktatörün ortaya çıkmasından korkuyordu. Bu diktatörün biraz beklenmedik bir şekilde Galya fatihi olduğu ortaya çıktı. Burada geçirdiği yedi yıl, Julius Sezar'a üç büyük avantaj sağlamıştı: Diğerleri artan kargaşa, şiddet ve yolsuzluktan dolayı suçlanırken o Roma'dan uzaktaydı.Son derece zengin olmuştu, en eğitimli ve deneyimli Roma ordularının bağlılığını kazanmıştı. Askerleri onun kendilerine bakacağından; maaş, terfi ve zafer sağlayacağından emindi. Dahası Sezar, bir şarlatandı, ama iyi anlamda. halk tarafından da sevilen biriydi, zira göz boyamayı çok iyi beceriyordu. Seferlerinden getirdiği köleleri arenalarda dövüştürerek ve halka eğlence sunarak halkın da desteğini arkasında tutuyordu.


Bust of Gaius Iulius Caesar in Naples.jpg
Gaius Julius Caesar.


Tıpkı Hannibal gibi, Sezar hakkında da yazılacak her şey eksik kalacaktır. Bu yüzden teferruata girmiyorum. İç savaş dönemini iyi anlamak için bizzat Sezar tarafından yazılan "Galya Savaşı" ve "İç Savaş" eserlerini de buraya okuma önerisi olarak bırakıyorum.

Sezar, her zaman hayranlık uyandıran bir kişilikti. Hem bir kahraman hem bir hain olarak görülürken ünü giderek her tarafa yayılmıştı. Zirvedeki kariyeri çok uzun sürmedi ve düşmanlarının elinde sona erdi; yine de onun yeteneklerini sorgulayanların sayısı çok azdı. Günün en iyi Latincesi ile başarılı seferlerinin öyküsünü yazarak kendi gücüne karşı inanç duyulmasını sağlayıp sürdürdü. Yazdıkları o kadar inandırıcıydı ki Cermenleri etnik bir varlık olarak onun "icat" ettiği söylenir. Soğukkanlılık ve kararlı bir sabır gibi büyük liderlik vasıflarına sahipti. Roma ölçülerine göre çok zalim olmasa da acımasızdı. Hedefleri ve yaptıklarının ahlak boyutu ne olursa olsun, çağının diğer politikacılarından daha kötü olmadığı gibi bazılarından daha iyi gözüktüğü kesindi. Sezar MÖ 49 yılının Ocak ayında harekete geçti.

Cumhuriyeti düşmanlarından koruma iddiasıyla kendi eyaletinin sınırı olan Rubicon Nehri'ni geçerek -bu yasadışı bir eylemdi- ordusuyla Roma üzerine yürüdü. Çıkan iç savaşta dört yıl boyunca Afrika, İspanya ve Mısır' da çarpışıp kendisine karşı kullanılacak ordulara sahip hasımlarını kovaladı. Kendisine karşı olanları gücüyle ezdi ama başarıdan sonra eski düşmanlarını ılımlı tutumuyla kazandı. Muzaffer biri olarak senatodaki siyasi desteği dikkatle örgütleyince ömür boyu diktatör ilan edildi. Artık bazı Romalılar, Sezar'ın yeniden merkeziyetçi doğu tarzında bir monarşi kurmasından korkuyordu. Cumhuriyetçiliğin ikiyüzlülüğü düşmanlarına hizmet ediyordu. Sonunda bir araya gelerek MÖ 44'te Sezar'ı öldürdüler. Söylemeden olmaz, son bıçak darbesini yiyen Sezar,

Et tu Brute? - Sen de mi Brütüs? 

diyerek son nefesini verdi.

Cumhuriyet şekil olarak hala vardı. Ancak Sezar'ın merkezi güç yönünde yaptığı değişikliklere dokunulmadı. Siyasetin saatini geriye doğru çalıştırarak sorunlar çözülemedi. Sezar'ın kardeşinin torunu ve evlatlık edindiği varisi Octavianus (resmi olarak ilk Roma İmparatoru, Augustus), birkaç yıl içinde büyük amcasını öldürenleri ortadan kaldırdı. Sezar tanrı ilan edildi. Çıkan yeni bir iç savaş Octavianus'u Mısır'a kadar sürükledi (Antonius ve Kleopatra'nın efsanevi intiharlarından sonra Mısır beklendiği gibi bir eyalet olarak ilhak edilmişti). Roma'ya döndüğünde kendisine sadık eski askerlerinin (ve büyük amcasının askerlerinin) desteğiyle gücünü kullanarak, yaptığı her şey için senatonun bir cumhuriyetçi saygınlık örtüsü yaratmasını sağladı.

Resmi olarak unvanı yalnızca "imperator" idi. Bu unvan, askerlerin savaş meydanındaki komutanı anlamına geliyordu. Ancak birkaç yıl içinde, cumhuriyetin yönetim makamları içinde en önemlisi olan konsüllüğe seçildi. Zamanla kendisine onursal Augustus unvanı verildi ve tarihe Sezar Augustus olarak geçti. Kendisine yeni makamlar ve unvanlar verildikçe gücü iyiden iyiye arttı; ancak Augustus sürekli tüm bunların eski cumhuriyetçi yapıya uygun olarak gerçekleştiğinde ısrar ediyordu. O bir kral değil, princeps -birinci yurttaş- idi. Oysa gerçekte giderek, ordu ve maaşlı sivil hizmetkarlardan oluşan bürokrasi üzerinde kurduğu hakimiyete güveniyordu.


Statue-Augustus.jpg
Octavianus ya da Augustus. Ağustos ayına ismini veren kişi. Roma'nın ilk imparatoru.

Başkentte kendisini korumak için özel olarak eğitilmiş ilk birlik olan Praetorian Muhafızlarını kurdu. Augustus kendisinden sonra bir akrabasının imparator olmasını istiyordu. Evlatlık edindiği bir üvey oğuldan daha iyisini bulamadıysa da (kendi çocuğu kızdı), ondan sonra art arda beş Sezar imperator ve princeps oldu. Augustus ta MS 14'teki ölümünün ardından tanrı ilan edildi. Böylece Roma'da nispeten küçük bir politikacılar sınıfının yüzyıllar boyunca süren egemenliği, önde gelen ailelerden birinin zaferiyle sona erdi. Sezarlar sorunsuz bir egemenlik yaşamasalar da bugün Roma İmparatorluğu olarak bildiğimiz devleti yarattılar.

 Bu devlet artık yeni bir yolda ilerliyordu. İlerde hükümdarlar tarafından yönetilecek olmasına karşın bir orduya muhtaçtı; dolayısıyla hükümdarların orduyla iyi geçinmesi gerekiyordu. İmparatorluk (artık böyle diyebiliriz) en sonunda yok olmadan önce, büyük başarılar kazanarak Roma'nın egemenliğini daha ilerilere taşıdı. Augustus toprağa verilirken barışı sağlayan ve eski Roma geleneklerini yeniden kuran büyük kişi olarak hatırlandı. Ancak halefi Tiberius'un ardından gelen üç Sezar'ın hiçbiri eceliyle ölmedi, hatta bazıları Tiberius'un da eceliyle ölmediğine inanır. Hele ki, aralarında Germanicus/Caligula vardır ki, kendisinin yaptıklarını araştırınız ve tarihteki bütün ilginç kişilikleri unutunuz. İddia ediyorum, bu kişiden daha kötü ve deli birini görmediniz...

Dipnot olarak, "Sezar" unvanı, zamanla Roma İmparatorlarının unvanlarından biri haline geldi. Roma İmparatorluğu önce 476'da (Batı) ve 1453'de (Doğu) yıkıldıktan sonra bile Avrupa'da Roma'nın halefi olduğunu iddia eden "Kayserler" ortaya çıktı. Bugün kayser, genellikle Almanların kullandığı bir unvan olarak anılagelir. Örneğin, 1453'de Doğu Roma İmparatorluğu yıkılıp yerine Osmanlı geldiğinde, Fatih Sultan Mehmed, "Rum Kayseri" unvanını, yani Bizans'ın halefi (ve Roma'nın), Ortodoksların koruyucusu oldu. Osmanlı Padişahlarının unvanlarından bir başkası da Rum Kayseri idi.


ROMA İMPARATORLUĞU VE YAHUDİLİK

Augustus'un yönetiminin son yıllarında bir olay meydana geldi. Bu olayın tarihi önemi eğer etkilediği insanların sayısıyla ölçülürse; antik çağlarda, hatta insanlık tarihinde hiçbir olayın onun kadar önemli olmadığını güvenle söyleyebiliriz. Bu olay, adı tarihe İsa olarak geçen bir Yahudinin doğumuydu. Doğum yerinin Filistin'deki Nasıra (Nazareth) kasabası olduğu hemen hemen kesindir. Ne zaman doğduğuysa çok kesin olmamakla beraber, en olası tarih MÖ 6 gibi gözükmektedir.

Onun Hıristiyanlar için taşıdığı özel önem, ilah olduğuna inanılmasından kaynaklanır. Daha dünyevi bir düzeydeyse, onun ne kadar önemli olduğunu göstermek için bunu söylemeye gerek yoktur. Onun zamanından beri yaşanan insanlık tarihi bunu göstermektedir. Oldukça basit bir örnekle, kendilerine daha sonra Hıristiyan adını verenler -İsa'nın müritleri- dünyayı değiştirdiler. Avrupa'yı ele alırsak, kıtanın tarihini şekillendirmede başka hiçbir topluluğun yapamadığı derecede etkili oldular. Hıristiyanlıkla kıyaslanabilecek düzeyde etkisi olan bir şey bulabilmek için tek tek olaylara değil; sanayileşme gibi büyük olaylara ya da tarih öncesi çağlardaki iklim gibi, tarihin sahneye çıkmasına yol açan büyük güçlere bakmalıyız. Hıristiyanlığın tarihi sonuçlarının boyutu hakkında fikir birliği olsa da, bu İsa'nın kimliği ve yapmak istediği şeyler konusundaki şiddetli fikir ayrılıklarına asla engel oluşturmamıştır ancak şu kadarını kolayca görmek mümkündür ki, onun öğretileri çağının diğer kutsal adamlarına göre daha büyük etkiye sahip olmuştur. Müritleri onun çarmıha gerildiğini görse de öldükten sonra tekrar dirildiğine inanmışlardır. Bugün biz biz isek ve Avrupa da Avrupa'ysa, bunun nedeni bir avuç Filistinli Yahudinin bu olaylara tanık olmasıdır.

 Doğulu bir halk olan Yahudiler zamanla kendilerini Yakındoğu'daki diğer halklardan farklı görmeye başladılar. Bununla birlikte, İsa'yı anlayabilmek için onun Yahudilerle paylaştığı dini bakışı kısaca dikkate almak zorundayız. Yahudiler çok eskiden beri tek bir Tanrı'ya inanıyordu. Her yerde hazır ve nazır olan Tanrı'nın bu özelliği seçilmiş halkı tarafından görülmüştü. Tanrı'nın hiçbir surette imgesi yapılamazdı ve kanununa itaat etmek zorunluydu. Yahudileri diğer halklardan ayıran ibadetle ilgili uygulamalar bu kanunun bir parçasıydı. Yahudilerin tarihi geçmişi, onları bir toplum olarak biçimlendirmede daha da öne çıkan bir özellikti. Yahudiler bu tarihi, Tanrı'nın müdahalesinin bir tecellisi olarak görüyordu. Yahudilerin geleneksel tarihi bin yıllık bir gezinme, eziyet çekme ve sürgün hikayesiydi. Bu bin yıllık süre içinde zaman zaman, Tanrı'nın onlara miras olarak takdir ettiği kutsal topraklarda yaşanan huzurlu refah dönemleri olmuştu. İlahi kudret tarafından yönlendirilen kahraman önderler, pirler ve peygamberler, askerler ve yargıçlar bu epik hikayede başrol oynayan unsurlar oldu fakat bu hikayede ağır basan konu, çekilen eziyetti. Dindar Yahudiler, sonunda çilelerini sona erdirecek olan Mesihin gelmesini sabırla bekledi.

Tarihi deneyimin önemine örnek oluşturan bu harika hikaye bizim için geç bir aşamadan, MÖ 6.yüzyıldan itibaren başladı. Bu tarihte Babil Kralı Nebukadnezar, Yahudilerin ibadet merkezini, Kudüs'teki büyük tapınağı yıkarak pek çok Yahudiyi Mezopotamya'ya sürdü. MÖ 538'de Persler Babil'i yıkınca Yahudilerin bir kısmını sürgünden geri getiren peygamberler, tapınağı yeniden inşa ederek Yahudi kanununun daha kesin ve dar sınırlar içinde yorumlanmasını sağladılar. Amaçları Yahudileri "centillerden" yani Yahudi olmayan diğer halklardan biraz daha ayırmaktı. Filistin Selevkosların eline geçtiğinde bazı Yahudiler Helenistik usulleri benimsese de, bunlar üst sınıfa mensup bir azınlıktı. Geleneklerini sorgulamadan kabullenen ve giderek dört elle sarılan halk ise bu azınlığa güvenmiyor ve onlardan hoşlanmıyordu. Helenleştirme diyebileceğimiz uygulamalara karşı büyük bir Yahudi ayaklanması oldu (MÖ 1 68-164). Bu ayaklanmadan sonra Selevkos kralları Yahudilere daha dikkatli yaklaştılar. Filistin'deki Selevkos yönetimi MÖ 143'te sona erdi. Bunu izleyen yaklaşık seksen yıllık bağımsızlık döneminin ardından Yehuda ülkesi Roma tarafından ele geçirildi. Bundan sonra Ortadoğu'da yeniden bağımsız bir Yahudi devletinin kurulması için iki bin yıl geçmesi gerekecekti.

Ancak önce Helenistik devletler ardından Roma yönetimi tarafından seyahat ve ticaret özgürlüğü sağlanması, Yahudilerin bütün Akdeniz etrafına yayılmasını sağladı. Bizzat Roma'da elli bin civarında Yahudi yaşarken, İskenderiye'de büyük bir Yahudi topluluğu vardı. Tüm bunlar diasporayı oluşturuyordu. Augustus'un zamanında, Yehuda'da yaşayan Yahudilerin sayısı, bütün Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayanlardan azdı. Bunların dışında daha uzaklarda, Arabistan ve Mezopotamya'ya, hatta Batı Hindistan limanlarına yerleşmiş Yahudiler vardı. Yahudiliğin cazibesine kapılan Centillerin sayısı azdı (hatta bunların bazıları din değiştirmişti). Onlara bu dinde cazip gelen özellikler; ahlak kuralları, kutsal yazıtları okuma üzerinde yoğunlaşıp tapınak veya rahiplere ihtiyaç duymayan dini törenler ve hepsinden önemlisi insanın kurtuluşunun vaat edilmesiydi.

 Yahudilerin tarihe bakışı açıktı ve insanı içine çekiyordu. Yahudi halkı ateşte arınarak Ahiret Gününe hazırlanacak, ama ondan sonra kurtuluş için bir araya toplanacaktı. Tüm bunların diğer halklarda neden kızgınlık yarattığını anlamak zordu. Buna rağmen Yahudilerin komşu halklarla ilişkileri genellikle gergindi. Sık sık çıkan mezhep ayaklanmaları Romalı yetkililer için sorun oluşturuyordu. Yahudilerin kendilerini farklı görmesi ve başarılı olması, yaygın önyargıları kolayca ayağa kaldırıyordu. MS 26'da, Yehuda ülkesinin bir parçasını oluşturduğu Suriye eyaletine, Pontus Pilatus adlı yeni bir "procurator" yani vali atandı. Suriye tarihinin kötü bir döneminde atanan bu vali Yehuda'da huzursuzluk yarattı. Aslında Yahudiler bütün Romalı işgalcilerden ve onların vergi toplayıcılarından nefret ediyordu. Ne var ki Suriyeli ve Filistinli Yahudilerin bunların yanında birbirlerinden de (ayrıca Yunanlılardan ve Yahudi olmayan Suriyeli komşularından) nefret ediyordu. Aralarında önemli mezhep ayrılıkları vardı. Bunların bir kısmı, bir bakıma milliyetçi bir akım sayılabilecek Zealotlar mezhebine mensuptu. Birçok Yahudi, Tanrı'nın kutsadığı ve Davud'un soyundan bir "Mesih"in erkenden gelmesini bekliyordu. Tevrat'taki kahramanların en göz kamaştırıcısı olan Mesih onları zafere taşıyacaktı. Bu zaferin askeri mi yoksa sembolik mi olduğuna pek önem veren yoktu.

NASIRALI İSA

Konunun dağıldığının farkındayım, ancak bahsettiğim hususlar olmadan da Roma'yı anlamak mümkün değildir. Devam edelim.

İsa böyle beklentilerin içinde büyümüştü. Pilatus göreve başladığında otuz yaşlarındaydı. İsa kendisinin kutsal bir insan olduğunu, öğretisinin ve kendisi hakkında anlatılan mucizelerin bölgede büyük heyecan yarattığını biliyordu. Hayatı hakkındaki bilgileri, ölümünden sonra müritleri tarafından onu tanıyanların anılarına dayanarak yazılan İncillerden biliyoruz. İncillerin yazılmasındaki amaç, onun eşsiz bir insan -Mesih- olduğunu düşünmekte haklı olduklarını göstermekti. Bunun ne anlama geldiğiyse ayrı bir tartışma konusudur. Bu kayıtlar İsa'nın kendi dini yorumlarında tamamen Ortodoks bir tavır içinde olduğunu ortaya koymaktadır.

Yahudi dininin uygulamalarına bağlı kalmasına rağmen, verdiği vaazlar ve öğütler insanların hayatlarını değiştirmede basmakalıp yorumların yetersizliğini vurguladığından dini önderlerin düşmanlığını kazanmıştı. İsa'nın yaşamı boyunca ve ölümünün hemen ardından meydana gelen olaylar müritlerine onun ne kadar eşsiz biri olduğunu inandırıcı biçimde göstermişti. Yahudi liderler tarafından dine küfretmekle suçlanan İsa, Roma valisine şikayet edildi. Sorunlu bir şehirde yeni toplumsal kavgalar istemeyen Pilatus, kanunları çarpıtarak yargılanmasına izin verdi. Böylece İsa muhtemelen MS 33'te çarmıha gerildi.

 Bu olayın ardından müritleri onu görüp konuştuklarını, onun göğe yükselişini gördüklerini söylediler. Onlara göre İsa tekrar geri dönecek, ahiret gününde Tanrı'nın sağ elinde oturarak bütün insanları yargılayacaktı. İncil'de anlatılanlar hakkında ne düşünülürse düşünülsün, anlattıklarına inanmayan kişiler tarafından yazıldığını düşünmek mantıksızca olur. Aynı şekilde, kendi gözleriyle birtakım şeyler gördüğüne inanan insanların anlattıklarını yazmadıkları da söylenemez. Öte yandan İsa'nın yaşamını dünyevi açıdan değerlendirdiğimizde, öğretisinin yalnızca verdiği etik mesaj nedeniyle yaşaması imkansızdı. Yoksul ve dışlanmış kimselerle birlikte, geleneklerinin ve davranış biçimlerinin donuklaşmasından memnunluk duymayan Yahudilerin gönlünü kazandığı doğrudur. Havarileri, onun ölümü fethettiğine ve müridi olarak vaftiz edilenlerin de ölümü yenip Tanrı'nın hükmünden sonra ebediyete kadar yaşayacağına inanmıştı. Aksi takdirde İsa'nın elde ettiği başarılar ölümüyle birlikte yok olurdu. Henüz bir yüzyıl geçmeden bu mesaj, Roma İmparatorluğu'nun çatısı altında yaşayan bütün uygar dünyaya yayıldı.


AZİZ PAVLUS


Böylece yeni bir Yahudi mezhebi ( İsa'nın ilk müritleri Yahudiydi), öncelikle imparatorluğun Yahudi cemaatleri arasında yayılmaya başladı. Böylece Hıristiyanlık ilk coğrafi yayılmasını gerçekleştirdi (Hıristiyan kelimesinin kökeni Yunancada İsa'ya kutsanmış kişi anlamında "Hıristos" denmesinden gelir). Ne var ki İsa'nın öğretileri kısa zamanda Cemillere de öğretilmeye başlandı. Bu uygulama, MS 49'da Kudüs'te toplanan Hıristiyanlar konsülünün kararıydı (Hıristiyan kelimesi bu tarihlerde İsa'nın müritleri tarafından kullanılmaya başlanmıştı). İsa'yı şahsen tanıyanların yanı sıra (bunların arasında kardeşi Yakup ve havarisi Petrus vardı), Saul adında Tarsus'lu Helenleşmiş bir Yahudi de vardı.


Bartolomeo Montagna - Saint Paul - Google Art Project.jpg
Aziz Pavlus.


Kendisi İsa'dan sonra Hıristiyanlık tarihinin en önemli kişiliği olup Aziz Pavlus olarak bilinir. Yahudi olmayan pek çok insan zaten yeni öğretiye ilgi duymaya başlamıştı. Yine de, Pavlus bu öğretiyi yaymak için Doğu Akdeniz'in birçok yerini kapsayan yolculuklara çıkarak misyonerlik faaliyetinde bulundu. Kudüs Konsülü onun zorlamasıyla Yahudi olmayanların Yahudi kanunlarına uymasının istenemeyeceği kararını aldı. Buna göre, sünnet olmak ve perhiz yapmak gibi Yahudi dinine ait kurallar yerine getirilmeyecekti. Böylece, başlangıç dönemini Yahudiliğin beşiğinde geçiren bu yeni akım, ileride dünyanın en yaygın dini olacaktı.

 Hıristiyanlık asla büyük bir Yahudi öğretisinin yaratılması olmayıp yeni ortaya çıkan daha doğrusu kendini yaratan bir dindi. İnsan eliyle yapılmış tarihi bir olguydu. Yahudi toplumunun içinden ortaya çıkıp Pavlus vasıtasıyla Yahudi düşünce dünyasından farklı bir yere gelmişti. Bildiğimiz kadarıyla, İsa'nın kendi kuramsal öğretisi hiçbir zaman kanun ve peygamberlerin zihinsel dünyasının ötesine geçmeye cüret etmemişti. Kendi dini yorumlarında açıkça dikkatliydi. Yunanca konuşan ve eğitimli bir insan olan Pavlus, İsa'nın mesajını kendi anlayışı içinde Yunan diline ve Yunan entelektüel dünyasına aktardı. Yunan düşünce dünyasının ruhla bedeni, görülebilir ve maddi olanla görülemeyen ve manevi olanı birbirinden ayıran yapısı, onun vaazlarında yerini buldu. İsa'nın bizzat Tanrı'nın göründüğünü söylemesi Ortodoks Yahudilerini kızdırdı.

Böyle bir düşüncenin Yahudilikte asla yeri olamazdı. Oysa Hıristiyan kiliselerinde bütün dünyaya öğretilecek olan doktrin buydu. Pavlus'un Hıristiyanlığı bilinçli olarak yayanların ilki olduğu ileri sürülebilir. Hıristiyan teolojisinin köklerinin büyük bir kısmı onun İsa'nın öğretisine getirdiği yorumda yatar. Elçilerin İşleri'nde bu öğretinin yaratabileceği kargaşa konusunda bol miktarda kanıt vardır. Pavlus'un eline önemli bir fırsat geçmişti. Dünya Roma devletinin ve kanunlarının sayesinde bir barış dönemi yaşıyordu. İnsanlar doğal tehlikeler dışında kolayca ve güven içinde seyahat edebiliyordu (bu doğal tehlikelerden biri sonucu Pavlus bir gemi kazası geçirmişti). Bu arada yaygın biçimde konuşulan Yunanca, fikirlerin dolaşımını kolaylaştırıyordu. Böylece Hıristiyanlık çarmıha gerilmeden sonraki elli yıl içinde çok geniş bir alana yayılma imkanı buldu.

Hıristiyanların kısa sürede, Roma İmparatorluğu'nu gerçeğin yayılmasını mümkün kılmak için bizzat Tanrı'nın yarattığını düşünmeye başlaması şaşırtıcı değildir. Hatta bazıları Hıristiyanlığı yaymak için yaratılmış ilahi bir güç olduğuna inanıyordu. Zaman geçtikçe, yeni bir kötü düşünce ortalıkta dolaşmaya başladı. Buna göre, İsa'yı öldürenler aslında Romalılar değil Yahudilerdi. Pavlus hakkındaki son bilgimiz Kudüslü Yahudi liderler tarafından halkı ayaklanmaya kışkırtmak ve tapınağa saygısızlık etmekle suçlanmasıydı. Bunun üzerine bir Roma yurttaşı olarak hakkını kullanıp MS 60'ta Caesarea (Kayseri) valisine başvurarak Roma'da yargılanmak istediğini bildirdi. Mahkemeye gitmek üzere başkente doğru yola çıktı. Bundan sonra başına neler geldiğini bilmiyoruz; ancak erken dönem Hıristiyan geleneğine göre MS 67'de Roma'da şehit olduğu söylenmektedir. Böyle olmasa bile, daha o dönemde tarih içindeki yerini kendi elleriyle hazırlamıştır.


TEKRAR ROMA İMPARATORLUĞU


Romalıların uygarlığa yaptığı en büyük katkı imparatorluktu. İmparatorluk tarihinin büyük bir kısmı tıpkı terminolojisi gibi yavaş yavaş ve plansız bir şekilde gelişti. Cumhuriyet döneminde de, kurumlar ve fikirler yavaş yavaş ve kısa vadede bazen hiç hissedilmeyecek biçimde değişmişti. İmperator kelimesinin imparatorluğun başındaki insan anlamına gelmesi için aradan uzun bir zaman geçmesi gerekecekti. İmparatorluğun devlet yapısı büyük ölçüde Octavius/Augustus'un eseriydi. Sezar Augustus olarak adını bir çağa verdi ve gelecek nesillere bir sıfat olarak bıraktı. Diğer imparatorlara göre çok sayıda suretinin günümüze ulaşması önemli bir göstergedir. Octavius bir halkla ilişkiler ustasıydı. Resmi olarak yalnızca Romalı yurttaşların birincisiydi. Ne var ki halkın ve senatonun katıldığı seçimler onun denetiminde yapılıyordu; kimin seçileceğini o belirliyordu. Augustus'un ölümünü izleyen yüzyıl içinde on iki imparator görev yaptı.

Neron, onun ya da ailesinin soyundan gelen dört imparatorun (Tiberius, Caligula, Claudius, Neron) sonuncusu olup MS 68'de öldü. Bunun ardından imparatorlukta bir iç savaş çıktı zira aynı yıl içinde dört imparator ilan edilmişti. Bu durum ilerde sık sık tekrarlanacak bir olgunun ilk örneğiydi. Bir imparator tahtını halefine barışçı bir şekilde devredemediği zaman, ordu gerçek güç sahibi olarak ortaya çıkıyordu. Hatta işe birden fazla ordunun karıştığı oluyordu. Taşradaki garnizonlar bazen farklı adayları destekliyordu. Bazen Roma'da, bizzat işin merkezinde bulunan Praetorian muhafızları son sözü söylüyordu. Senato resmen "cumhuriyetin" birinci magistrasını atamasına rağmen aslında çeşitli manevra ve entrikalar yapmaktan öteye gidemiyor, son sözü söylemede askerlere diş geçiremiyordu. İmparatorlara gelince; askerleri yanlarında tuttukları sürece, ne yapacakları kişisel karakter ve yeteneklerine bağlı oluyordu·. Sonunda "Dört İmparator Yılı "ndan ortaya iyi bir imparator çıktı. Vespasian'ın tek kusuru herkesin canını yakan bir karaktere sahip olmasıydı. Aristokrat olmamasına rağmen (büyükbabası centurion iken vergi tahsildarı olmuştu) seçkin bir askerdi.

Vespasianus01 pushkin edit.png
Vespasian

Eski Roma aileleri artık iktidardaki güçlerini açıkça kaybetmiş olmalarına rağmen Vespasian'ın ailesi -Flavianlar- uzun süre kalıcı olan bir veraset kuramadı. 2.yüzyılda yaşayan imparatorlar Augustus'un evlatlık edinme çözümüne döndüler. Dört "Antonin" imparatorunun yönetimi altında imparatorluk, daha sonradan altın çağ adı verilecek iyi ve barışçı bir yönetimin sergilendiği bir yüzyıl yaşadı (MS 98-190). Bu dört imparatorun üçü İspanyol biri Yunanlıydı. İmparatorluk Romalılara bile ait değildi. İmparatorluk makamı da bu değişimden nasibini aldı. İmparatorların itibarı arttıkça baş magistra olmaktan çıkıp, tebaasından farklı doğulu krallara benzemeye başladılar. Nitekim ölen imparatorlar kısa zamanda tanrı olarak kabul ediliyordu. Julius Sezar ve Augustus tanrılaştırılan ilk imparatorlar oldu. Oysa Vespasian'ın oğlundan itibaren tanrılaştırma süreci daha imparator hayattayken gerçekleşmeye başladı. Özellikle Doğu'da, sunaklarda cumhuriyet veya senato için kesilen kurbanlar zamanla imparatorlar için kesilmeye başlandı.

Tepede daha kozmopolit bir yapıya sahip olan imparatorluk, tabanda da halklarını kaynaştırma yoluna gitti. Eyaletlerde önde gelen ailelerin Romalılaştırılması istikrarlı bir şekilde sürdürüldü. Genç Galyalılar, Suriyeliler, Afrikalılar ve İlliryalılar Latince ve Yunanca öğrenip Romalı gibi giyiniyor, romanitas kavramının -Roma mirası- gurur duyulacak bir şey olduğunu düşünüyordu. Bu arada sivil memurlar ve ordu, vergiler düzenli olarak toplandıkça yerel duygulara saygı göstererek imparatorluk yapısını ayakta tutuyorlardı. MS 212'de yayınlanan bir buyrukla bütün özgür tebaaya yurttaşlık hakkı tanınması, bu uzun asimilasyon sürecinin doğal sonucuydu.

O tarihte artık doğuştan Romalı olmayanlar senatör bile olabiliyordu. "Romalı" olmak artık belli bir yerde doğmak değil belli bir uygarlığa ait olmak anlamına geliyordu. Bu durum, devlet yönetimi konusunda maddi bir gerçeklik olarak, imparatorluğun tebaası için ne anlama geldiği sorusuyla iç içe geçmiştir. Gerek tarihi gerek güncel bir gerçek olarak imparatorluk, kökleri başkalarını sömürerek bazılarının zenginleşmesinde yatan bir organizmaydı. Başlangıçta bu kazanç sağlayan bazıları, İtalya'da yaşayan nüfuz sahibi az sayıdaki insandı. Daha sonra bu insanların sayısı arttı. Artık sistemin tepesine bakıldığında, bütün Roma şehri halkının imparatorluktan geçindiği söylenebilirdi. Mevcut yapı yeni toprakların ele geçirilip zenginliklerinin kullanılmasından kaynaklanıyordu (bu topraklar bazen rastgele, bazen önceden ele geçirilmiş toprakları korumak amacıyla zapt ediliyordu). Sürecin ilk aşamalarında, imparatorluk güçlerinin Romalı olmayanlardan ne gibi bir kazanç elde edeceği fazla düşünülmüyordu. İmparatorluk o zamanlar daha yalın bir yapıya sahipti. Bakış açınıza göre en bariz dayatmaları veya kazançları, düzen ve vergilerdi. Roma valileri diğer meselelere ancak vergi toplamayı engellediği veya kolaylaştırdığı ya da kamu düzenini sağladığı ya da bozduğu ölçüde karışıyordu.

Ordu ve yönetici sınıf, imparatorluğun yaşamasını sağlayan ana unsurlardı. İmparatorluğun gözle görülür dışavurumu ve uygarlığının odak noktası şehirleriydi. Bu şehirlerin etrafında ve dışında, hepsi Latince bilmeyen ve ezelden beri köylerle kamplarda yaşayan yerli halklar bulunuyordu. Bunların arasında, sabit eyaletlerde villa ve malikane sahibi bulunan iş adamları vardı. Bunlar yurtdışındaki görevi sırasında emekli olduktan sonra evine dönmeyen askerlerden oluşan Romalı sürgünlerdi. Bunlar magistra ve memur seçilen deneyimli bir personel yığını oluşturuyordu. Malikaneler, orada çalışıp yaşayanların günlük ihtiyacını karşılamaya yeterliydi. Akdeniz ekonomisinde dolaşımda olan zeytinyağı, buğday, şarap gibi ürünleri üreterek imparatorluğa katkıda bulunuyorlardı. Yine de tarım sektörünün tek tip bir yapıya sahip olduğu düşünülmemelidir. İmparatorluğun boyutu, arazi ve iklim bakımından aşırı zıtlıkları barındırdığından toplum yapısı ve ekonomik faaliyetler açısından da büyük zıtlıklar vardı.


İMPARATORLUĞUN MİRASI


Eski cumhuriyet konusunda hassas olan Romalılar bile imparatorlukla gurur duyabilirdi. Her zamankinden daha geniş bir alanda siyah, beyaz tüm ırklara mensup "Romalılara" eşit olarak, hukuka uygun bir devlet düzeni, huzur ve refah sağlamak; daha önce eşi benzeri görülmemiş bir olay olup Romalıların büyük işler yaptığını iddia etmenin en sağlam dayanağıdır. Romalılar maddi olarak geriye büyük anıtlar, yapılar ve mühendislik eserleri bıraktılar. Yüzyıllar sonra insanlar Roma harabelerini çok göz kamaştırıcı bularak, uzun zaman önce ölmüş devlerin ve büyücülerin eseri olarak gördüler. 17. yüzyılda yaşayan İngiliz eski eserler uzmanı Stonehenge'in bir Roma tapınağı olduğunu iddia etti. Ona göre bu büyüklükte bir eseri ancak Romalılar yapmış olabilirdi. Bu tür hatalar anlaşılabilir ve açıklayıcıdır. Romalıların tuğla, taş ve beton olarak artlarında bıraktıklarına batı Avrupa'da uzun süre rakip çıkmadı. Bu yapılar çok pratik amaçlarla yapılsa da büyük bir kısmı gösterişliydi. Bütün lejyonlar bir geceliğine bile olsa, siperlere sahip, iyi planlanmış ve savunulabilir bir kamp kurmak zorundaydı. Böylece ordu, bol bol araştırma, mühendislik ve inşaat yapma deneyimine sahip oluyordu. Akdeniz dışındaki ilk büyük Avrupa şehirlerini Romalılar kurmuştu (yine de şehirlilerin çoğu Akdeniz civarında yaşıyordu). Şehirlerine hizmet vermek için arenalar, hamamlar, kanalizasyonlar ve içme suyu kaynakları yaptılar. İhtişamı sevdikleri için bazı kaba görünümlü binalar yaptılar. Bazılarının mezarları bile çok büyüktü (imparator Hadrianus'un Roma'daki mezarı yüzyıllar sonra papalığın kullandığı St. Angelo şatosuna dönüştü).

St. Angelo Şatosu.
Roma teknolojisi etkileyici olmasına karşın çok yenilikçi değildi. Seleflerine göre daha iyi donanımları vardı (bocurgatlar, vinçler ve daha fazla demir aletler). Ayrıca daha çok çeşitte malzeme kullanıyorlardı ancak bunların çoğu daha önceden biliniyordu. Bunun tek istisnası kendi icatları olan betondu. Bu icat yeni şekillerde inşaat yapmaya imkan sağlıyordu. Romalı mimarlar geniş bir alana yayılan çatıları sütun sıralarının üstüne yerleştirmekten daha iyi bir yol buldular. Tonozlarla desteklenen kubbeler onların icadıydı geleceğin Avrupa'sına bıraktıkları en belirgin eser yollardı. Bu yollar hala başlıca ulaştırma kanallarını belirler ve birkaç tanesinde trafik vardır. Özel bir ölçümcüler birliği sayesinde hayret verecek bir titizlikle tepeleri ve vadileri aşan yollar, genellikle lejyonlar tarafından inşa ediliyordu. Bu yollar imparatorluğun çok geniş bir alanı yönetmesini sağladığı gibi 18. yüzyıla kadar Fransa'nın ana ulaşım ağını oluşturdu. 

Sezarlar çağıyla buharlı trenler dönemi arasında, Avrupa'da mesajları ve malları karadan taşıma hızında hiçbir değişiklik olmadı. Görsel işaretlerin geliştirilmesi gibi olağandışı istisnalar olduysa da, bunlar daima kötü hava koşulları yüzünden kesintiye uğruyordu. Roma harabeleri sonraki dönemlerde inşaat yapanlara muazzam miktarda hazır kesilmiş taş sunduğundan, imparatorluğun daha önce benzeri görülmemiş görkemini gözümüzde canlandırmak çok zordur. Avrupa'daki bazı büyük anıtlar günümüze kadar gelmiştir. Fransa'nın güneyindeki Pont du Gard (Gard köprüsü ve su kemeri),  Nimes'deki arena, Trier'deki Porta Nigra (Kara Kapı), İspanya Segovia'da hala su taşımada kullanılan su kemeri, İngiltere Bath'daki hamam külliyesi. Pompeii, Ostia ve Libya'daki Leptis Magna'da şehirlerin tamamı görülebilir. Günümüzde başkentin trafiği içinde birdenbire karşımıza çıkan, imparatorluk merkezi Roma'nın göz kamaştırıcı harabeleri tüm anıtların en büyüğüdür. 

Roma şehirlerden oluşan bir uygarlığın tacıydı (en kalabalık döneminde bir milyon insan yaşıyordu). Şehirler, yerli halkların yaşadığı kırsal bölgelerin ortasındaki Greko-Romen kültür adacıkları gibi duruyordu. Şehirlerdeki yaşam tarzı iklim sayesinde dikkat çekecek ölçüde birbirine benziyordu. Ele geçirilen eski şehirlere forum, tapınaklar, tiyatro ve hamamlar yapılıyordu. Bu yapılar, Roma'nın yeniden kurduğu şehirlerdeyse temel planın parçası oluyordu. Şehirlerin imar planı olarak ızgara modeli benimsenmişti. Günlük işler curiales adı verilen şehrin önde gelen kişileri tarafından yönetiliyordu. Bunlar şehir yönetiminde en azından 1. yüzyılda çok büyük bir bağımsızlığın keyfini sürerken sonraları sıkı bir denetim altında çalıştılar. İskenderiye, Antakya ve Romalıların yeniden kurduğu Kartaca çok büyük boyutlara ulaşmıştı. Amfitiyatrolara her yerde rastlanması, Roma toplumunun içinde yatan zalimlik ve hoyratlığı bize sürekli hatırlatır. 

Gladyatör dövüşlerinin bir tasviri.

Bunu akıldan çıkarmamak, tıpkı Roma'nın ahlak reformcusu olarak görülen eserlerden sık sık yapılan alıntılardan " dekadans" sonucunu çıkarmamak kadar önemlidir. Yine de, gladyatör dövüşleri ve vahşi hayvan gösterileri kesinlikle Yunan tiyatrosunun bilmediği bir tarzda kitle eğlenceleriydi. Romalılar gösteriler için büyük merkezler yaparak ve eğlenceyi siyasi bir araç haline getirerek halk eğlencesinin fazla çekici olmayan yanlarını kurumlaştırdılar. Gösterişli oyunların sunulması, zenginlerin servetini, siyasi yükselişini sağlama almak için kullanmasının yollarından biriydi. Gladyatör dövüşleri ve vahşi hayvan gösterileri, zalimliğin o zamana kadar görülmemiş ölçekte bir eğlence yaratmak amacıyla kullanılmasıydı. 20. yüzyılda sinema ve televizyon ortaya çıkana kadar bu eğlence rakipsizdi. Şehirleşme sayesinde büyük kitleler bu oyunları izleyebiliyordu.  

Romalılar eskiden beri sert ve kuvvetli olmakla övünüyorlardı ama bir yandan rahatlığı da seviyorlardı. Doğu'yla karşılaşma ve imparatorluğun ganimetleri karşılarına çıkan fırsatları artırıp onları hoşnut edecek kaynaklar sundukça, bu durum daha belirginleşiyordu. Bazen bu keyfine düşkünlük işini abarttıkları oluyordu (zenginlerin bir gösteriş unsuru haline gelen büyük ziyafetlerinde sunulan mönüler gibi). Sonradan edindikleri hamam ve merkezi ısıtma düşkünlüğüyle su tesisatı ve temizliğe özen göstermeleri daha kolay takdir edilecek davranışlardır. Zarif su kemerlerinin şehirlere taşıdığı içme suyu sayesinde genel hamamlarla tuvaletler iç ve dış temizliği mümkün kılıyordu. Konutlarda buhar odaları ve oturma odalarının altında ısıtma sistemi vardı. 

Britanya'da yaşayanlar evlerin bu şekilde ısıtılmasının mükemmel bir yöntem olduğunu ancak 20. yüzyılda anlamaya başlamıştı. Romalılar mimarlık, mühendislik ve hidrolik dışında büyük teknolojik yenilikler yapmamıştı. Saf bilime yaptıkları katkı da azdı. Tarımda, su değirmenleri ancak imparatorluğun sonuna doğru ortaya çıkmıştı; yel değirmenleriyse henüz ortalıkta yoktu. İnsan ve hayvan kas gücü hala ana enerji kaynağıydı. Sık sık dile getirilen bir görüşe göre, Romalılar çok sayıda köleye sahip olduğundan emek tasarrufu yapan makineler icat etmeye ihtiyaçları yoktu. Ancak bunda diğer olguların da payı vardı. Teknolojinin o zamanki durumu göz önüne alındığında, iyi bir fikri pratik bir aygıta dönüştürmek çoğu zaman zordu. Ayrıca imparatorluğun tarihi, kırsal bölgelerdeki malikaneleri kendi kendine yetmeye zorluyordu. Kendi başlarının çaresine bakmak zorunda oldukları için deneyler yapmaya uğraşmıyorlardı. Son olarak, dışarıdan gelen uyarıcı bir unsur yoktu. Çin'in teknolojik beceri zenginliği çok uzaktaydı; yanı başındaki komşularınınsa Roma'ya meydan okuyacak veya etkili bir dürtü oluşturacak hiçbir şeyleri yoktu. 


YASA VE DÜZEN


Romalıların en sevdiği entelektüel faaliyet pratik bir alan olan hukuk ve onun ayrılmaz parçası olan hitabet sanatıydı. Roma, klasik Yunan çağında olduğu gibi hayatın her alanını sorgulayan filozofları teşvik etmedi (ancak Hintlilerin matematik alanında yaptığı büyük katkılara rağmen kimsenin Yunanlılara özenmediği de söylenebilir). Helenistik çağın filozofları da selefleri kadar cüretli düşünürler olmadılar. Yine de Roma kültürü Stoacı felsefenin iyi yorumcularıyla, birkaç büyük tarihçiyle, Latince şiir ve düzyazı eserleri veren seçkin bir yazarlar topluluğuyla övünebilirdi. Bu topluluğun üyesi olan epik şair Vergilius dünya edebiyatının da dev şahsiyetlerinden biri oldu. Ayrıca Roma'nın entelektüel eserlerini Yunan eserleriyle kabaca kıyasladığımızda, bu sayede yüzyıllar boyunca bariz biçimde çok yönlü düşünürler yetiştiği görülür. 

Bu durum, Roma kültürünün tutucu fikirler ve Yunan kültürüne dayanması hakkında söylenecek çok şey olduğunu gösterir. Zirveye ulaşan Romalı politikacılar yönetici, general, inşaat ve mühendislik işleri denetçisi, avukat ve yargıç olabiliyordu. Roma özellikle cumhuriyetin son döneminde bunların hepsini yapabilen çok sayıda insan yetiştirdi. Yönettikleri hükümet yasaların uygulanmasında sert ve acımasız davransa da, o yasalar bir bakıma hoşgörülü ve kozmopolitti. Roma yönetimi bu konuda entelektüel birçok yönlülüğe sahipti. Geç dönemde insanları geriye dönük olarak dinsizlikle yargılayan bir Hıristiyan imparatorluğuna dönüştü. Roma'nın acımasız yanlarından biri antikçağın bütün toplumlarıyla paylaştığı bir özellik olan kölelikti. 

Kölelik, diğer imparatorluklarda olduğu gibi her yerde mevcuttu ve o kadar çok şekli vardı ki ne anlama geldiği hakkında bir genelleme yapmak çok zordur. Birçok köle ücret kazanıyordu. Bazıları özgürlüklerini satın alabiliyordu ve Romalı kölelerin resmi olarak bazı yasal hakları vardı. Büyük çiftliklerin sayısının artması kölelerin hayatını zorlaştırsa da, Roma'da köleliğin diğer antik toplumlara göre daha kötü olduğunu söylemek güçtür. Bu kurumu sorgulayan azınlıktakiler çok örnek dışı kalıyordu. Ahlakçılar ilerde Hıristiyanların yapacağı gibi, kendilerini kolayca köle sahibi olma fikrine alıştırmıştı. Kölelik, pax romana'nın dayandığı kurumsal şiddetin bir parçasıydı. MÖ 73'te cumhuriyet yönetimi altında bile, büyük bir köle isyanı, yani Spartacus İsyanı, üç yıllık seferberlik sonunda bastırıldı (isyan, Roma'dan güneye giden yollarda altı bin kölenin çarmıha gerilmesiyle cezalandırıldı). Bazı eyaletlerde çok yaygın olarak görülen isyanlar her zaman şiddetle davranma veya kötü yönetimden kaynaklanıyordu. Britanya'da Boedica'nın ünlü ayaklanması da bunun örneğiydi. Yahudilerin yer aldığı özel bir olayda ortaya çıkan isyan çok ilerde ortaya çıkacak milliyetçi hareketleri andırıyordu. Yahudilerin itaatsizlik direniş oluşan geçmişleri Roma hakimiyetinin de ötesinde MÖ 170 yıllarına kadar uzanır. 

Bu tarihte Yahudiler, Helenistik krallıkların "Batılılaştırma" uygulamalarına karşı şiddetli biçimde direndiler. İmparatorluk kültürü işleri daha da kötüleştirdi. Romalı vergi tahsildarlarına aldırış etmeyen ve Sezar'ın elindekiyle yetinmesi gerektiğini düşünün Yahudiler bile, onun sunağına kurban sunacak kadar dinlerini reddetmeye zorlandılar. MS 66'da büyük bir ayaklanma çıktı. Bunu Trajan ve.Hadrianus döneminde başka ayaklanmalar izledi. Yahudi toplulukları barut fıçısına dönmüştü. Her an patlamaya hazır olmaları, Yehuda valisinin neden Yahudi liderler tarafından suçlanıp idamı istenen bir adamın yasal haklarını korumakta isteksiz davrandığını daha iyi anlamamızı sağlar. 

Pilatus İsa'nın hayatını ideolojiye değil kamu düzenine feda etmişti. Vergilerin düzenli ve barışçı bir biçimde toplanması Romalı magistralar için gerçekten veya dini inançlara bağlılıktan daha önemliydi. Olağan zamanlarda zabıta ve bürokrasi hizmetleri için ödenen vergi oldukça yeterliydi fakat insanlar vergi toplayanlardan genellikle nefret ediyordu. Bazen işler daha kötü hale geliyordu. Zaman zaman ölçüsüz vergiler talep ediliyor, mal cinsinden zorunlu vergi alınıyor, mallara el konuyor ve insanlar zorunlu olarak askere alınıyordu. 

Tüm bunların ekonomik bir temele dayanması gerekiyordu. Küçük artı değerlere el sürülmemesi ve toprakların yağmadan kurtulması açısından, pax romana bu ekonomik temelde hayati öneme sahipti. Onca idealleştirmeye karşın, kırsal yaşam ağır ve zahmetliydi; bundan dolayı vergi tahsildarlarına asla iyi gözle bakılmıyordu. Sonuçta Roma barışı orduya bağlıydı. Roma toplumu ve kültürü daima militarist olmasına karşın militarizmin aracı zamana göre değişiyordu. Augustus'un zamanında, ordu uzun bir askerlik dönemini gerektiren düzenli bir güçtü. Sıradan bir lejyonerin hizmet süresi, dört yılı yedek olmak üzere yirmi dört yıldı. Zaman geçtikçe eyaletlerden daha çok asker toplanmaya başladı. Roma disiplininin ünü göz önüne alındığında, bol miktarda gönüllü olması insana şaşırtıcı gelebilir.


HIRİSTİYANLIK VE İMPARATORLUK


MS 1. yüzyıl sonunda Hıristiyan cemaatler bütün Roma dünyasına yayılmış durumdaydı. Pavlus ve arkadaşlarının onca başarısına karşın, bu durum İncil'in mesajını yayma çabalarından çok imparatorluğun Yahudi cemaatlerinde yaşayanlar arasında Hıristiyanlığın kendiliğinden yayılmasının sonucuydu. Hıristiyanları büyük bir "kilise" içinde bir araya getiren, her şeyi kapsayıcı bir yapı yoktu. İlk kuşak liderlerinin İsa'yı gerçekten tanıdığı ve dinlemiş olduğu Kudüslü Hıristiyanların özel bir saygı hak ettiği konusunda herkes hemfikirdi. Hıristiyanların tümü arasındaki ortak noktalar yalnızca vaftiz törenleri (yeni inanca kabul edilmenin işareti), komünyon yani şarap ve ekmek ayini (bu özel ayin İsa'nın tutuklanıp dava edilmesi ve çarmıha gerilmesinden önceki akşam havarileriyle birlikte yediği son yemeği yeniden canlandırır) ile İsa'nın göğe yükseldiğine inanmalarıydı. 

Hıristiyanlar ayrıca dünyanın sonunun yakın olduğuna, İsa'nın geri dönüp kendisine inananları toplayacağına ve mahşer gününde onları kurtaracağına inanıyordu. Eğer durum gerçekten böyleyse, o zaman burada bekleyip dua etmekten başka yapacak fazla bir şey yoktu. Bundan dolayı kiliseleri çekip çevirmek çok karmaşık bir iş değildi. Yine de, sayıları ve servetleri arttıkça birtakım idari kararların alınması zorunlu hale geldi. Böylece piskopos, papaz ve diyakoz gibi kilise görevlileri ortaya çıktı. Bunlar zamanla daha dini görevler üstlenip idari işlerin yanı sıra ayinleri yönetmeye başladılar ve ruhban sınıfının üç rütbesi olarak günümüze kadar geldiler. 

Hıristiyanlık özündeki Yahudi mirasını asla reddetmedi. Tektanrıcılık, Eski Ahit kitapları ve insanlığın kaderinin seçilmiş bir halkın tarih içindeki hac yolculuğuna bağlı olduğu şeklindeki görüş, hep bu mirasın unsurlarıydı. Hıristiyan kültürü, Yahudi geçmişinden alınan bu fikirler ve imgelerle yoğrulurken yine de Yahudi halkından kesin olarak kopmuştu. Hıristiyanlığa geçenler Yahudi arkadaşlarını uzun zamandan beri beklenen Mesih'in aslında İsa olduğuna inandıramadılar. Sünnet olmamış Centillcrlc aynı masaya oturup domuz eti yedikleri, Yahudi kanununun diğer hususlarına da uymadıkları bilindiği için sinagoglara gidemiyorlardı. 2. yüzyılın sonunda Hıristiyanların büyük bir kısmı artık Yahudilikten dönme değildi. 

Romalılar Hıristiyanları uzun bir süre yeni bir Yahudi mezhebi olarak gördü; ancak Centil Hıristiyanların artması onları farklı kılıyordu. Üstelik Hıristiyanlara ilk eziyet edenler Yahudilerdi. Yalnızca İsa'nın çarmıha gerilmesini talep etmekle yetinmeyip ilk Hıristiyan şehidi olan Aziz İstefan'ı onlar öldürmüştü. Aziz Pavlus'a en zor anlarının bir kısmını onlar yaşatmıştı (çoğuna göre Pavlus bir haindi). Hatta bazı araştırmacılar Yahudilerin MS 64'te meydana gelen büyük bir yangından Hıristiyanları sorumlu tutarak Romalıların onlara ilk kez eziyet etmesine sebep olduğunu ileri sürer. Efsaneye göre gerek Aziz Petrus gerek Aziz Pavlus bu eziyet sonucu ölmüş, Romalı Hıristiyanların pek çoğu korkunç şekilde arenada katledilmiş veya diri diri yakılmıştı. Oysa MS 66'da Filistin'de yaşayan Yahudiler Romalılara karşı isyan başlattığında Hıristiyanlar buna katılmadı. İsyan sonunda Kudüs Yahudilerin elinden alındı. İsyanın tüyler ürpertici gidişatı ve sonrasında sergilenen acımasızlık Yahudilerin daha da bilinçlenip dinlerine daha sıkı biçimde sarılmasına yol açtı zira tapınak bir kez daha yıkılmıştı. Bu durum Yahudilikten Hıristiyanlığa geçenlerin sıkıntılarını da arttırdı. 

Aslında Romalıların Hıristiyanlara yaptığı eziyet bazen korkunç olsa da zaman zaman gerçekleşiyor ve belli bir bölgeyle sınırlı kalıyordu. Hıristiyanlar 2. yüzyıl ortalarına kadar geleneksel olarak resmi bir hoşgörüye maruz kaldılar. Şüpheci insanlar onlar hakkında çeşitli masallar anlatıyor; kara büyü, yamyamlık ve ensest yaptıkları söyleniyordu. Jack veya Joanna'nın bu din sayesinde Tanrı'nın gözünde efendileri gibi iyi olduklarını düşünüp; patronların, kocaların, ebeveynlerin ve köle sahiplerinin geleneksel otoritesine karşı koyması Romalıların hoşuna gitmiyordu.

Batıl inançlılar kolayca Hıristiyanlara göz yummanın doğal felaketlere yol açtığını düşünüyordu. Onlara göre eski tanrılar kızdırıldığı için kıtlık, sel ve hastalık gönderiyordu. Oysa bu durum devlet görevlilerini pek etkilemiyordu. Devlet otoritesi Hıristiyanlıkla açık bir çatışma içine ancak bazı Hıristiyanlar yasaların gerektirdiği gibi imparatora ve Roma tanrılarına kurban adamayı reddettikleri zaman girdi. Romalılar Yahudilerin benzer bir şekilde karşı koymasını kabul ediyordu çünkü bunlar geleneklerine saygı duyulması gereken farklı bir halktı. Ama çoğu Hıristiyan Yahudi olmadığı halde neden diğer insanlar gibi resmi saygı davranışlarını göstermiyordu?

 Roma dini res publica'nın bir parçasıydı. Ritüellerin gerektiği gibi uygulanması devletin çıkarınaydı; ihmal edilmesiyse misilleme yaratabilirdi. Bir proleter için bu durum tatil günlerinde çalışmamanın ötesinde bir anlam taşımıyordu. Bu resmi yorumun ötesinde batıl inanç ve halk arasında yaygın inanç faaliyetlerinden başka bir şey yoktu. Roma dini, çeşitli kaynaklardan derlenmiş gösterişsiz ve kozmopolit bir dindi. Hıristiyanlara öyle oldukları için değil, yasanın buyurduğu bir şeyi yapmayı reddettikleri için baskı yapılıyordu. Bu durum kuşkusuz gayriresmi baskıları teşvik ediyordu. 2. yüzyılda özellikle Galya'da Hıristiyanlara karşı planlı katliamlar ve yağmalama hareketleri yapıldı. 

Bununla birlikte 2. yüzyıl kilisenin büyük ilerleme kaydettiği bir dönem oldu. Hıristiyanlığı diğer inançlardan daha kesin çizgilerle ayırıp Hıristiyanların görev ve yükümlülüklerini daha belirgin hale getirmek amacıyla, Hıristiyanlık doktrininin ana hatlarını ortaya koyan büyük ilahiyatçılar bu çağda yaşadı. Lyon piskoposu İreneyus, Hıristiyan doktrininin ilk büyük taslağını yazmanın yanı sıra Hıristiyan ve Yunan fikirleri arasında bağ kurmaya çalışan (dolayısıyla Hıristiyanlığı bir yığın Doğu inancından ayırmaya katkıda bulunan) ilk insanlardan biriydi. Roma aleminin dört bir yanındaki erkekler ve kadınlar dinde yeni yollar arıyorlardı.

I.Konstantin'in bir mozaiği. İlk Hıristiyan Roma İmparatoru.

Hıristiyanlık böylece inançlı olmaya aday insanların hevesli arayışından faydalandı. Yeni fikirler çabucak yayıldı. 3. yüzyılın sonuna gelindiğinde, imparatorluk nüfusunun yaklaşık onda biri Hıristiyandı. Bir imparator Hıristiyanlığı seçmişti (en azından kağıt üstünde); bir diğeriyse kendi konutunda özel olarak onurlandırılan tanrılar arasına İsa'yı da katmıştı. Birçok yerde yerel makamlar, toplumlarının önde gelen şahsiyetleri olan ve piskopos olarak işlerinde önemli bir rol oynayan Hıristiyan liderlerle resmi olarak temasta bulunmaya alışmıştı.


İMPARATORLUĞUN SORUNLARI : DOĞU


Trajanus

Trajanus'un ölümünde Roma İmparatorluğu.

İmparator Trajan MS 177'de öldüğünde, imparatorluk Amerika Birleşik Devletleri yüzölçümünün yarısı kadar bir alanı kaplıyordu. Roma toprakları İspanya'nın kuzeybatısından Basra Körfezi'ne kadar uzanıyordu. İmparatorluğun en uzak sınırı bir süre, (Ermenistan topraklarına dahil olduğu dönemde) Hazar Denizi oldu. Avrupa'da, Tuna'nın kuzeyindeki büyük Daçya eyaleti birkaç yıl önce fethedilmişti. Bu toprakların bazıları (özellikle Fırat'ın doğusundakiler) çabucak elden çıktı. Bunlar olmadığı halde hala çok büyük olan topraklar büyük güvenlik sorunları yaratıyordu. Gerçi Roma'yı tehdit eden büyük bir güç sadece doğuda mevcuttu.

 Bu devlet de Roma gibi savaş meydanlarına büyük ordular sürüp uzun vadeli diplomatik ve stratejik planlar uygulayabilecek çaptaydı. Buna rağmen zamanla her yerde, sorunlar altından kalkması zor hale geldi. Afrika huzurun devam ettiği tek bölge olarak kaldı. En kalıcı sorunlar Asya'daydı. Yüzyıllar boyunca, Suriye adı verilen topraklarla Yakındoğu'nun diğer bölgeleri büyük güçler arasında çekişme konusu olmuştu. ilk Roma ordusu MÖ 92'de Fırat'a ulaştı. Yaklaşık kırk yıl sonra kırk bin kişilik bir başka ordu nehri geçtiğinde Partlar tarafından imha edildi. Bunu izleyen üç yüzyıl boyunca Parthia ile ilişkiler Romalı yöneticilerin başını ağrıttı. Bir ara Part İmparatorluğu doğudaki Baktria'dan batıdaki Babil Devleti ve Suriye eyaletinin sınırı olan Fırat Nehri'ne kadar uzanıyordu (bir zamanlar Selevkos Krallığı'ndan geriye kalan yerler).

Muazzam askeri kaynakları vardı. Roma ve Parthia özellikle doğu Anadolu'da bir sınır krallığı olan Ermenistan için uzun bir süre boyunca sık sık savaştılar. Her iki güç bu krallığın kendilerine ait olduğunu iddia ediyordu. Uzun süren ve gidip gelen mücadeleler boyunca iki taraf da zaferler kazandı; Romalılar bir ara Part başkentini ele geçirdi. Buna rağmen sınır çok fazla değişmedi. Tartışmalı alan, Roma'nın büyük çaba ve masraf harcamadan fetihlerini sürdürebilmesi açısından çok uzaktı. Part krallarının kendi yurtlarında yaşadıkları sorunlarsa, Romalıları Asya'dan tamamen çıkarmayı düşünmelerini önlemeye yetiyordu.

 MS 225 civarında son Part Kralı, Pers Hükümdarı Ardeşir (Yunancadaki adıyla Artaxerxes) tarafından öldürüldü. Ardeşir tüm toprakların yedi yüz yıl kadar önce Yunanistan'a ilk Pers saldırısını düzenleyen Darius tarafından yönetildiğini ileri sürüyordu. Ona göre Darius'un soyundan gelenler Ahamenişlerin görkemini ve büyüklüğünü tekrar yaşatacak ve Yakındoğu'da Pers üstünlüğünü yeniden kuracaklardı. Birkaç yıl içinde Suriye'ye yapılacak birkaç saldırının ilkini başlattı. Böylece Perslerin imparatorlukla yaklaşık dört yüzyıl süren mücadelesi yeni bir güç düellosuna tanık oluyordu. Sasani imparatorları (bu isim Ardeşir'in atalarının birinden alınmıştı) Roma'nın en büyük rakibi haline geldi. Pers geçmişinin devamlılığına önem veriyorlardı. Sasani bürokrasinin gelenekleri daha da eskiye, Asur ve Babil'e giderken, kraliyetin ilahi bir otorite olduğu iddiası da aynı eski geleneklere dayanıyordu.

Sasani tehdidi o ana dek karşılaşılan en büyük tehlikeydi, çünkü Roma o tarihlerde her yerden tehdit altında olduğu gibi merkezde de büyük sorunlar yaşıyordu. MS 226 ile 379 arasında otuz beş Roma imparatoru tahta çıkarken aynı dönemde Fars ülkesini sadece dokuz Sasani kralı yönetmişti. Uzun hükümdarlık süreleri ve istikrar onların avantajıydı. Hatta bir Sasani kralı bir Roma imparatorunu esir almıştı (bu imparator Valerianus olup, bir söylentiye göre zavallı adamın derisi Persler tarafından canlı canlı yüzülüp samanla doldurulmuştu; bu olmadan önce Persler, imparatoru hayvan gibi zincirleyerek gezdirmişlerdi). Bunun yanı sıra Sasaniler Ermenistan'ı fethedip çeşitli akınlarda Suriye ve Kapadokya'yı istila ettiler. Bunun ardından Romalılarla Persler arasında daha uzun barış dönemleri yaşanmasına rağmen bu iki büyük güç birbiriyle asla geçinemedi ve bunun sonucunda Roma'nın doğudaki kuvvetleri sürekli yıprandı.


İMPARATORLUĞUN SORUNLARI : AVRUPA


Tuna'nın batısında kalan Avrupa topraklarında sorunlar farklıydı. Roma'nın karşısında büyük bir güç yoktu ama Karadeniz'den Ren Nehri'nin ağzına kadar uzanan bütün sınır boyunda Cermen halklar vardı.

Bazıları asıl yurtlarından Romalılar tarafından uzaklaştırılmıştı. Yeri geldiğinde ürkütücü düşmanlar olabiliyorlardı. Augustus, imparatorluğu Elbe Nehri'ne kadar genişletmeyi ummasına rağmen bunun mümkün olmadığını anlamıştı. Bunda kısmen MS 9 yılında meydana gelen ve üç lejyonun Alman ormanlarında tamamen imha edilmesiyle sonuçlanan büyük felaketin payı vardı. Bu savaş, günümüzde "Varus Savaşı" ya da "Teutoburg Ormanı Savaşı" olarak anılır. Roma lejyonlarının imhasıyla sonuçlanmış ve günümüz Alman kültürünün oluşmasında etkili olmuştur. Arminius adlı bir Cermen, Publius Quinctilius Varus komutasındaki Roma ordusunu pusunun içine çekmiştir.

Teutoburg Ormanı Savaşı'nın bir temsili.

 Romalılar Cermen halkların yarattığı sorunlarla başa çıkabilmek için limes adını verdikleri inceden inceye planlanmış bir sınır hattı yaptılar. Limes, günümüz sınırlarında olduğu gibi yalnızca bir devletin sorumluluk alanının bitip öbürünün başladığı yeri göstermiyordu. Aynı zamanda sınırın ardında yatanları koruyup iki farklı kültürü birbirinden ayırmak amaçlanmıştı. Bu sınır hattı, "barbar" dünyasından farklı bir "Latin" Avrupa'yı tanımlıyordu (Romalılar barbar kelimesini Yunancadan almıştı). Sınırın bir yanında Roma'nın düzeni, hukuku, zengin pazarları, güzel şehirleri, kısacası uygarlık vardı. Öte yanındaysa kabile toplumları, teknolojik gerilik, cahillik ve barbarlık bulunuyordu. Elbette bunları tamamen tecrit etmek imkansızdı; her zaman geliş gidişler oluyordu. Yine de Romalılar sınırı herhangi bir yere yapılan yolculuğun bir aşaması olarak değil ihtiyatla kolladıkları bir hat olarak görüyordu. Limes'i mümkün olan yerlerde doğal engellerle oluşturmuşlardı. Hattın büyük bir kısmı Ren ve Tuna Nehirlerini takip ediyordu. Doğal engellerin bulunmadığı yerlerde çimen, kereste ve bazen örme taşlarla yapılan istihkamlar vardı.

Sınır hattı boyunca işaret kuleleri ve küçük kontrol noktalarıyla birbirine bağlanan sabit lejyoner kampları mevcuttu. Askerler sınır boyunca uzanan yollar vasıtasıyla bir noktadan diğerine hızla ulaşabiliyordu. Ren ve Tuna arasında uzun bir istihkam hattı vardı. Dobruca bölgesindeki bir başka hat Karadeniz'e kadar uzanıyordu. Britanya'da Tyne Nehri'yle Solway Halici arasında MS 122'de yapılan Hadrian Duvarı, günümüze en eksiksiz olarak ulaşan sınır istihkamıdır. Taştan yapılan, seksen Roma mili (yaklaşık 120 km) uzunluğunda olan duvarın her iki tarafında hendekler vardı ve birbirine on altı kaleyle bağlanmıştı. Ayrıca her milde bir, iki kulesi olan küçük kontrol noktaları vardı. Hadrianus'un biyografisini yazan kişi bu duvarın amacının "Romalıları barbarlardan ayırmak" olduğunu belirtmişti.

Bu tür engeller sürekli insan bulundurulmadığı takdirde savunma hattı olarak bir işe yaramıyordu. Hadrian Duvarı, garnizonların geçici olarak zayıflamasından dolayı, ilki 2. yüzyılın sonunda diğeri 4. yüzyılda olmak üzere iki kez aşıldı. Vahşi Piktler güneyin içlerine kadar baskınlar yapıp gittikleri yerleri yağmalayıp yıktılar. Ren sınırı nispeten kısa olmasına karşın sekiz lejyon tarafından korunuyordu. Augustus zamanında ordu, gönüllü askerlerin uzun süreli hizmetine dayanıyordu ve her geçen gün eyaletlerden daha çok asker toplanıyordu. Barbarlar ancak yerel bir temele dayalı ve uzmanlık gerektiren birimlerde hizmet veriyordu. Bunların arasında Balear adalarının becerikli sapancıları veya Tuna eyaletlerinin ağır süvarileri vardı. Roma'nın askeri gücünün temeliniyse piyade lejyonları oluşturuyordu.

 Genellikle yirmi sekiz alay vardı ve bunların asker toplamı yüz altmış bin civarındaydı. Bunların hepsi sınır boylarında ya da İspanya ve Mısır gibi uzak eyaletlerde görev yapıyordu. Piyade lejyonlarının dışında çok sayıda süvari ve destek kıtalarıyla uzman askerler vardı. Aynı bölgede uzun süre görev yapılması zamanla lejyonların hareketliliğini azalttı. Kolayca hareket edemeyen asker ailelerini ve onlara bağımlı olanları barındıran garnizon şehirler oluştu. Yine de imparatorluk içi yol ağı, komutanlara birliklerini bir yerden başka bir yere kolayca yürütme avantajı sağlıyordu. Ordunun mevzilenmesindeki dengeler giderek stratejik ihtiyaçları yansıtan biçimde değişti.

 3.yüzyılın başlarında Ren lejyonlarının yarısı geri çekilirken Tuna ordusu iki katına çıkarılmıştı. MS 200'den kısa bir süre sonra Cermen halkların imparatorluk topraklarına geçip yerleşmek amacıyla sınır boylarındaki baskısı iyice arttı. Bazılarını kuşkusuz imparatorluğun düzeni, uygarlığı ve zenginliği çekiyordu. Ancak onları göçe zorlayan daha temel nedenler de vardı. Daha doğuda yaşayan halklar Orta Asya'daki değişimler nedeniyle batıya doğru sürükleniyordu. Bu değişimler hem doğal (örneğin iklim) hem siyasiydi (örneğin Avrupalıların daha sonra Hunlar adını vereceği Hsing-Nu kavmine mensup kağanların yarattığı tedirginlikler). Bir tür etnik yer değiştirme gerçekleşiyordu. Yolun sonunda birilerinin Roma sınırına bindirmesi zorunluydu. Kuzeydeki Ren sınırının benimsenmesinin sonuçlarından biri, farklı Cermen halkları arasında bir ayrım ortaya çıkmasıydı. Bu halklar zaman içinde farkında olmadan geleceğin Avrupa'sının alt gruplarını oluşturacaktı.

Roma Topraklarını yağmalayan Hunların tasviri.
"Barbarların" sayısının abartılmaması gerekir. Çoğu zaman bir savaş sırasında ancak yirmi ila otuz bin adam toplayabiliyorlardı. Yine de 3. yüzyıldaki imparatorluğun zorluklarını ve farklı yerlerde ordu bulundurma mecburiyetini düşündüğümüzde, bu sayı bile çoktu. Barbarları sonsuza dek sınırların dışında tutmak imkansızdı. Bunun üzerine yatıştırma politikaları denendi. Önce bazı Ren kabilelerinin Roma topraklarına yerleşmesine izin verildi (bu kabileler daha sonraki akınlara karşı sınırların savunulmasında kullanıldı). Ardından bir başka kavim olan Gotlar 251'de Tuna'yı geçti (ve savaş meydanında imparatoru öldürdü). Beş yıl sonra Franklar (bir başka kavim daha) Ren'i geçti. Bunların dışında, bir başka kavim olan Alamanlar güneyde Milano'ya kadar inerken Gotlar önce Yunanistan'a girip ardından İtalya ve denizi aşarak Ege'yi yağmaladılar. Tuna'nın öte yakasındaki Daçya 270'te terk edildi. Böylece 3. yüzyıl Roma'nın gerek batı gerek doğu sınırları için çok kötü bir dönem olurken merkezde de yeni bir iç savaş ve tartışmalı haleflikler dönemi başladı.

Kısa sürelerle tam yirmi iki imparator tahta çıktı (tahtta hak iddia edenler hariç). Son Antonin İmparatoru 192'de bir saray entrikası sonucu boğuldu (bu durum yeni bir dört "imparator" yılı yaşanmasına yol açtı). 3. yüzyılda görev yapan pek çok imparatorsa kendi askerleri tarafından öldürüldü. Bir tanesi kendi başkomutanıyla yaptığı savaşta öldürüldü (bu kişiyse kendi subaylarından birinin ihaneti sonucu katledildi). Ezici vergiler, ekonomik gerileme ve aşırı yüksek enflasyon, bu yüksek çevrelerin dışında yaşayan halkı vurmuştu. Bölgelerinde nüfuz sahibi olanlar ve zengin kişiler, şehir meclisi üyesi ve memur olarak görev yapmakta isteksiz davranmaya başladı. Bu tür görevler, toplanan ağır vergiler yüzünden halkın gözünden düşmelerine neden oluyordu. Para krizi daha da kötüleştiğinden bu vergiler ayni olarak toplanıyordu. Şehirler savunma duvarlarını yeniden inşa etmeye başladı. Antoninler döneminde bu duvarlara ihtiyaç duyulmamıştı ama şimdi Roma'nın duvarları bile bakımdan geçiriliyordu. Hiç surlarla çevrilmeyen şehirlerin savunma tedbirleri yüzyılın ikinci yarısından itibaren alınmaya başlandı.


DİOCLETİAN REFORMLARI

Roma'nın talihi yüzyılın sonunda döndü. Bunu başka bir şekilde açıklamak zordur çünkü bir kez daha güçlü imparatorlardan oluşan bir silsile iktidar olmuştu. Kötü gidişatı tersine çeviren ilk insan bir İlliryalı olan Aurelian'dı. Senato iyimser bir şekilde onu "Roma İmparatorluğu'nu eski gücüne kavuşturan kişi" olarak adlandırmıştı.

Ne var ki İran Seferi'ne hazırlanırken öldürüldü. Neyse ki halefleri de onun gibi iyi askerlerdi. Yaklaşık on yıl sonra 284'te, bir başka llliryalı olan Diocletianus tahta geçti. İmparatorluğa yalnız eski gücünü ve ihtişamını (en azından görünüşte) kazandırmakla yetinmeyip işleyişini gerçek bir dönüşüme uğrattı. Sıradan bir aileden gelen Diocletianus geleneklere sıkı biçimde bağlı olup kendi görevinin çok soylu bir uğraş olduğunu düşünüyordu. Tüm tanrıların kralı olan eski Yunan tanrısı Zeus'a Romalıların verdiği Jüpiter adından türeme Jovius adını aldı. Kendisini uygar dünyayı tek başına ayağa kaldıran tanrımsı bir kişilik olarak gördüğü anlaşılıyordu. Diocletianus, imparatorluğun sorunlarına pratik çözümler aradı ancak enflasyonu durdurmak amacıyla ücret ve fiyatları sabitlemesi bir felaketti.

Attığı en önemli adımın yol açtığı gerçek sonuçlarıysa tam anlamıyla görememiş olabilir. İmparatorluğun ikiye ayrılmasına giden yolun açılmasında Diocletianus'un payı tüm imparatorlardan çoktu. O olmasaydı bu sonucun ya da buna benzer bir durumun ortaya çıkıp çıkmayacağı epeyce tartışılmıştır.

Roma, İskender'in doğudaki Helenleşmiş imparatorluğunun büyük bir kısmını, bu büyük fatihin batıda hiç ziyaret etmediği Yunan Akdeniz dünyasıyla kaynaştırdı. Bu iki mirasın arasındaki çok belirgin farklara rağmen geçimsizlik ancak karışık 3.yüzyılda ortaya çıkmaya başladı. Güçlüklerden birisi, daha zengin olan doğudaki ekonomik ve insan gücü kaynaklarına barbarlar ve Perslere karşı ihtiyaç duyulurken batı eyaletlerinin sorunlarına gereken dikkatin harcanamamasıydı. Diocletianus MS 285'te kesin bir çözüm olmasa da rahatlama sağlayan bir tedbir aldı. İmparatorluğu Pannonia ve Daçya eyaletleri ile Afrika ve Mısır eyaletlerini ayıran çizgiden ikiye böldü. İmparatorluğun batı yarısına kendisi gibi "Augustus" unvanını taşıyan bir eş imparator atadı. Her imparatorun halefi olan ve "Sezar" adı verilen bir yardımcısı vardı. Princeps unvanı terk edildi.

Tüm bunları başka değişiklikler izledi. Senatonun azalmış olan gücü tamamen ortadan kalktı; senatörlük artık onursal bir payeydi. Eski eyaletler imparator adaylarının başında olduğu ve giderek Romalılaşmış yerel elitler tarafından yönetilen küçük birimlere ("piskoposluk') bölündü. Ordu yeniden gruplanıp büyütüldü. Zorunlu askerlik tekrar uygulamaya kondu. Kısa sürede yaklaşık beş yüz bin asker silah altına alınmıştı. Bu silkinişin faydaları olduğu gibi zayıf yanları da vardı. Augustusların sessizce görev değiştirmesini sağlayan mekanizma sadece bir kez, Diocletianus ve diğer eş imparator tahttan çekildiğinde gerçekleşti (Diocletianus'un MS 305'te emekli olup yerleştiği Hırvatistan kıyısındaki Split şehrinde bulunan devasa sarayının yıkıntıları bugünkü şehrin büyük bir kısmını çevrelemektedir). Ordunun büyümesi daha fazla vergi alınması anlamına geliyordu; bu vergiyi bir önceki yüzyıla göre azalan nüfusun ödemesi gerekiyordu ama uzun vadede çok önemli bir adımın atıldığı biliniyor.

 Sonradan tahta çıkan tüm imparatorlar, imparatorluğu bir bütün olarak yönetmek için uğraşmalarına karşın uygulamada bölünme gerçeğini kabullenmek zorunda kaldılar. Bu durum yalnız Roma'nın tarihini etkilemekle kalmayıp, Avrupa'nın gelecekteki şekillenmesinde de önemli rol oynayacaktı. Reform çabasının bir başka yönü bizzat hükümdarın eşsiz ve adeta ilahi otoritesinin daha çok öne çıkarılmasıydı. Bu durum insanların imparatorluğu artık doğal karşılamadığını veya eskisi kadar kendilerini imparatorluğa sadık hissetmediğini gösterdiği gibi dini hoşgörüye dayalı Greko-Roman gelenek için de kötüye işaretti. Hıristiyanların imparatorluk inancı adına kurban kesmeleri yükümlülüğü yeniden canlandırıldı. Hıristiyanlara karşı son büyük baskı dalgası Diocletianus tarafından 303'te başlatıldı ancak imparatorluğun her tarafında uygulanmadığı gibi imparatorun tahttan çekilmesinden kısa bir süre sonra sona erdi. Yine de bu baskı dalgası Mısır ve Asya'da, batıya göre biraz daha uzun sürdü. O sıralarda Hıristiyanlık, bir paradoks olarak en büyük dünyevi zaferinin eşiğindeydi.


BİR HIRİSTİYAN İMPARATORLUĞU


Diocletianus'un sadece bir yıl hüküm süren halefinin oğlu olan Konstantin, York'taki ordu tarafından 306'da imparator olarak selamlandı. Dünya tarihini diğerlerine göre en çok değiştiren imparator olma iddiasına sahipti. Yirmi yıl süren iç savaşın ardından imparatorluğu 324'te birleştirdi. Bu mücadele sırasında Hıristiyanların tanrısının ona yardım edip etmeyeceğini görmeye karar vermişti. Konstantin'in içtenliğinden ve dini saflığından kuşkulanmak için bir neden yoktur. Her halükarda, daima tektanrıcı bir inancı arzuladığı, uzun bir süre imparatorun mezhebiyle ortak bir güneş tanrıya taptığı anlaşılıyordu. 312 yılında, önemli bir savaşın eşiğindeyken, bir vizyon gördüğüne inanarak askerlerine kalkanlarının üzerine bir Hıristiyan işareti koymalarını istedi. Böylece Hıristiyanların tanrısına saygısını göstermiş oluyordu.

Bunun ardından savaşı kazandı. Kısa süre içinde imparatorluğun hoşgörülü ve koruyucu eli Hıristiyanlara tekrar uzandı. Konstantin önce kiliselere bağışlar yaptı, ardından yenilerini yaptırdı. Paraların üzerinde uzun yıllar boyunca güneş sembolü varlığını sürdürse de din değiştirenlere ödüller ve işler verdi. Tüm bunlardan kişisel açıdan din değiştirmesinin yavaş yavaş gerçekleşen bir süreç olduğu anlaşılabilir; ancak sonunda eski dinleri resmen yasaklamadan kendini Hıristiyan ilan etti. Diğer ilk Hıristiyanlar gibi Konstantin de ölüm döşeğine düşene kadar vaftiz olmadı. Ancak 325'te İznik'te toplanan ilk ekümenik konsüle başkanlık etti. Tüm Hıristiyan dünyasından piskoposlar bu konsüle gelmesine rağmen doğudan katılanların sayısı azdı. Konsülün en önemli işi, İskenderiyeli bir ilahiyatçı olan Arius'un öğretilerinin dine aykırı bulunup aforoz edilmesiydi.

 Bu önemli bir sonuç olmasına karşın belki daha önemlisi, Konstantin'in buradan yola çıkarak kurduğu gelenek sayesinde Hıristiyan imparatorların özel bir dini otoriteye sahip olmasıydı. Bu durum bin yıldan fazla sürdü. Konstantin'in geleceğe yaptığı bir diğer büyük katkı, Karadeniz girişindeki eski bir Yunan kolonisi olan Byzantion'un yerine yeni bir imparatorluk başkenti kurmaya karar vermesiydi. Burada Roma'ya rakip olacak ama pagan dini tarafından lekelenmemiş bir şehir kurmayı arzuladı. Geleceğin İstanbul'u olacak, Konstantinopolis adı verilen şehir, bin yıl boyunca imparatorluk başkenti olarak kalmasının dışında bin beş yüz yıl daha Avrupa diplomasisinin odak noktası oldu. Ancak Konstantin'in geleceği şekillendiren en büyük katkısı imparatorluğu Hıristiyan yapmaktı. Kendisi bilmese de Hıristiyan Avrupa'yı kuruyordu. Genellikle söylendiği gibi, unvanını ("Büyük" Konstantin) imparator olduğu için değil yaptıklarından dolayı almıştı.

Kuruluş kilise için dünyevi anlamda muazzam bir kazançtı. Hıristiyanlık artık Roma'nın göz kamaştırıcı ve itibarlı geleneğine bağlanmıştı. Bu geleneğin ilerideki yüzyıllarda üzerine inşa edilecek sağlam bir temel olduğu ortaya çıkacaktı. Yine de bir paradoks olarak, yaklaşık yüz yıl içinde Hıristiyanlar kilisenin aslında güçlü değil zayıf olduğunu görmüştü. İnançlılar kendilerini tercih edilen bir imge olarak görüp, etrafında fırtınalar koparken ilerleyen Nuh'un gemisine seçilmişlerin soyundan geldiklerini düşünüyorlardı. Elbette kendileriyle aynı dönemde yaşayan diğer insanların onları sert, uzlaşmaz, zalim, inatçı ve -deyim yerindeyse- "gayri Hıristiyan" görmesinin nedenlerinden biri buydu. Hala aykırı düşünceler ve paganizmin baştan çıkarıcı yollarına teslim olanların cehennem ateşinde yanmakla tehdit edildiği, cinler ve büyünün egemen olduğu bir dünyada yaşıyorlardı.

Papazlar Hıristiyan dünyasına uzun süre damgasını vuracak şekilde, kahramanca olduğu kuşkulu, nahoş bir öfke sergilediler. Büyük tarihi kararlarda sık sık görüldüğü gibi Konstantin'in tercihi bazı ironiler barındırıyordu. Kilise, sonunda bilmeden klasik pagan dünyasının yıkılmasına yardım etmişti. Bu nedenle, büyük İngiliz tarihçi Edward Gibbon, bir zamanların büyük gücü Roma İmparatorluğu'nun çökmeye başladığı geç dönem antik çağın öyküsünü barbarlık ve batıl inancın yükselişi olarak görmüştü. Gibbon'ın batıl inançla kastettiği Hıristiyanlıktı. Gibbon'ın sunduğu paradoks kendi çağına göre çok parlak bir fikir olmasına karşın elbette gerçek olamayacak kadar basitti.

Hıristiyanlık yok olup gitmekte olan Roma tarihinin büyük bir kısmını koruyarak, hoşuna gitmeyen şeylerin kökünü kazımadı. Yine de Gibbon'ın küçümseyici fikri büyük bir tarihi gerçeği, Hıristiyanlığın zaferini bize hatırlatır. Bu bir zamanlar hor görülen küçük bir Yahudi mezhebinin inançlarının zaferidir. Hıristiyanlık artık imparatorluğun yarattığı uygarlığın dışında değil içinde büyüyor ve adeta farkında olmadan pagan geçmişi geleceğe taşıyordu. Bunun sembolü olarak yeni Hıristiyan kiliselerinin inşası için Roma yapılarından sökülen tuğlalar kullanılıyor, inşaat malzemesi bulmak için pagan tapınakları yağmalanıyor ve bazen tüm bir bina yeni dinin kullanımı için düzenleniyordu. Hıristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde arenalarda aslanların ve gladyatörlerin önüne atılan Hıristiyanların yerini bu sefer Paganlar almıştı.

 O kadar belirgin olmamakla birlikte Konstantin de eylemleriyle doğuyla batı arasındaki kültürel bölünmeyi onaylıyordu. Konstantin bu bölünmenin daha da derinleşmesini kolaylaştırdı. Nüfusu daha çok olan doğu kendini besleyebiliyor, daha çok vergi ve asker toplayabiliyordu. Batı'daysa yoksulluk artarken şehirler büyük bir hızla geriledi. Batı beslenmek için Afrika'nın mısırına ve Akdeniz Adalarından gelen gıda maddelerine, savunma içinse barbar kavimlerin askerlerine bağımlı hale geldi. Konstantinopolis Roma'ya rakip oldu; hatta sonunda onu geçti. Daha önemlisi, Hıristiyanlık içindeki farklılıklar iki bölgenin ayrılmasını kolaylaştırdı.

Yunan altın çağında doruğa çıkan Yunancanın eğitimdeki etkisi, Pön Savaşları'ndan sonra Latin edebiyatının önem kazanmasının da yardımıyla azalmıştı. Latince konuşanların sayısının arttığı batıda iki büyük Hıristiyan topluluğu vardı. Bu topluluklardan biri Afrika'da diğeri Roma'daydı ve başkanlığını piskopos yani Roma papası yapıyordu. İki topluluk ta dil bakımından Küçük Asya, Suriye ve Mısır'daki kiliselerden giderek ayrılmaya başladı. Bu kiliseler doğu etkilerine ve Helenistik geleneğe daha açıktı. İznik konsülü Aryanizmi bastıramamıştı. Konsülün aforoz kararı Aryanizmin Doğu'da gelişmesini engellemişti ama Cermen halklar arasında yayılıp 7.yüzyıla kadar yaşamasını önleyememişti. Bu da "Aryan Hıristiyanlığı" dediğimiz kavramın Avrupa'da "Barbarlar" arasında yayılmasının öyküsüdür. Bu yayılma, Hunlar sonrası ortaya çıkacak bazı göçebe kavimleri, mesela Avarlar'ı Şarlman'a kadar kapsamıyordu. Aynı şekilde, İskandinavya'daki Vikingleri, Norsları, bazı Cermen uluslarını ve benzer izole kavimleri de öyle.


BATININ GERİLEMESİ VE ÇÖKÜŞÜ


Konstantin'in oğulları imparatorluğu 361 e kadar yönetti. Bu tarihten kısa bir süre sonra imparatorluk yeniden eş imparatorlar arasında bölündü. Doğu ve batı bundan sonra sadece bir kere aynı insan tarafından yönetildi. Bu insan, 380'de eski pagan tanrılara tapınmayı kesin olarak yasaklayan imparator Theodosius'tu. Böylece imparatorluk var gücüyle Hıristiyanlığa destek olup eski Roma geçmişiyle ilişkisini kopardı ancak Theodosius'un zamanında işler Batı'da hızla sarpa sarmaya başlamıştı. Bir yüzyıl sonra Batı imparatorluğu fiilen ortadan kalkmıştı ama Batı toplumu bir deprem geçirmişçesine aniden yok olmamıştı. Yok olan bir mekanizma yani batıdaki Roma Devleti'ydi, daha doğrusu uzun bir yıpranma döneminden sonra bu devletten geriye kalanlardı. Yönetim mekanizması 4. yüzyılda tutukluk yapmıştı. Azalan kaynaklara talep artıyordu, oldukça büyümüş ordunun maaşları ödenemiyordu.

Savunma harcamalarını karşılayacak yeni fetihlerin yapılmasını düşünmek bile imkansızdı. Vergiler arttıkça şehirleri terk edip kendine yetecek şekilde kırsal bölgelerde yaşayanların sayısı da arttı. Harcanan paranın azalması ordunun zayıflaması anlamına geliyordu, bu da barbar paralı askerlere muhtaç olmak demekti, bu da daha fazla paraya mal oluyordu. Yeni göç dalgalarının yarattığı baskılardan dolayı barbarlara tavizler verilmesi gerekiyordu. Yeni göç dalgaları, Avrupa'nın genetik havuzunda 20.yüzyıldan önceki son büyük değişiklikleri etkiledi. Bu hareketlerin abartılması veya romantikleştirilmesinden kaçınmak güçtür. Bir yandan bu hareketlerin bazıları, prehistorik çağlardaki kabile ve aile gruplarının göçlerinden çok farklı değildi. Öte yandan 5.yüzyılda tahminen elli bin kişilik bir topluluk halinde İspanya'dan Afrika'ya geçen Vandallar, günümüze göre çok daha az insanın yaşadığı bir dünyada büyük bir göç hareketi yaratmıştı.

 Bunların hiç biri "tipik" bir örnek olmayabilir. Kesin olan şey, 4. yüzyılın son çeyreğinde Asya'dan gelen ve son derece tehlikeli göçebe bir kavim olan Hunların, Karadeniz kıyılarında ve Roma sınırının içindeki aşağı Tuna boylarında yaşayan Gotlara saldırdığıydı. Hunlar iç Asya steplerinden gelip muhtelif zamanlarda imparatorluğu tehdit eden halklardan biriydi (ve sonuncusu değildi). Özellikle askerlik olmak üzere pek çok becerileri ve hareketlilikleri sayesinde korkulan düşmanlar olmuş ve sık sık dünya tarihine yön veren bir manivela haline gelmişlerdi. Dahası Hunlar, belki de tarihte Moğollarla birlikte en çok korkulan kavim olma özelliğini taşır. Romalılar, felaketin eşiğine geldikleri İkinci Pön Savaşında, Kartacalı Hannibal için bile "Tanrı'nın Kırbacı" lakabını kullanmamışlardır. Hunlar, bugün Avrupa'da acımasızlıklarıyla, Roma'ya çektirdikleriyle ve yağmacılıkları gibi olumsuz özelliklerinin yanı sıra, mükemmel binicilik, okçuluk, kılıç ve mızraktaki maharetleriyle tanınırlar.


Hunların bir tasviri.

 İklimsel ve siyasi değişimler steplerde yaşayanları göçe zorlayabiliyordu çünkü en ufak bir huzursuzluk bile onlar için ölüm kalım meselesi anlamına geliyordu. Bu kavimler göç ettiği zaman batıda ve güneyde yaşayanlarla çatışıyordu. Bunu izleyen yer değiştirme hareketleri tarihe büyük ölçüde şekil verebilirdi ama 5. yüzyılda bizzat Hunlar batıda çok uzak mesafelere kadar gittiler. Neredeyse bütün Batı Avrupa onlara teslim olmuştu.

Hunlar'dan ve Kavimler Göçü'nden biraz söz etmek gerekirse,

Tarihte Avrasya bozkırlarının göçebe halkları, çatlak bir kap içindeki gaz moleküllerine benzetilebilir. Herhangi bir noktaya yapılan baskı her yana hızla yayılır. Aynı biçimde, geleneksel çayırlarından çıkarılan herhangi bir göçebe grubu, ya yok olup gitti ya da silah gücüyle komşusunun otlaklarını ele geçirdi. Bu nedenle, otlaklarda hayvan otlatma haklarındaki herhangi bir değişikliğin yarattığı karışıklık, birkaç mevsim içinde en zayıf, en kötü örgütlenmiş grupların, ya yok olmalarına ya bozkırın kuzeyindeki ve batısındaki yaşamaya elverişsiz alanlara kaçmalarına ya da tarım topluluklarının efendileri durumuna gelebilecekleri güneyin uygar toplumlarının savunma sınırlarını aşmalarına kadar, komşu komşuya sürerek, bozkırın bir ucundan ötekine yayıldı.

Hsiung-nu Konfederasyonunun MÖ. 200'lerde (Mete Han) döneminde büyük bir güç olmuşlardı. Daha sonra, MS 350'den az sonra merkezi gene Dış Moğolistan'da oluşan benzeri bir konfederasyon ortaya çıktı. Çinliler bu konfederasyona Juan-juan adını verdiler. Gücünün doruğunda olduğu zamanda bu savaş konfederasyonu yetkisini Mançurya'dan Balkaş Gölü'ne dek uzanan topraklar üzerine yaymıştı. Juan-juan gücü bozkır boyunca batıya doğru ilerlemeye başlayınca, önündeki tüm kabilelerin ve halkların kaçışmasına yol açtı. Juan-juan (Cücenler) konfederasyonunun önünden kaçan halklardan biri, Avrupa tarihinde Hunlar olarak bilinir.

Hunlar MS 372'de Güney Rusya'ya girdiler ve girer girmez bu bölgeyi yüzyıldan uzun bir süredir yönetegelmekte olan Ostrogotlar'ı yendiler. Hunların saldığı korku, Roma sınırları ötesindeki kırsal bölgelerde yaşayan, Romalılarla bazen çatışan, bazen barışan, oradan oraya dolaşan göçebe savaşçılar ordusu olan komşu Vizigotlar kabilesini Roma sınırlarından içeri girmeye zorladı. Vizigotlar MS. 410'da Roma kentini yağmaladıktan sonra batıya yürüyüp MS 711'e dek sürecek olan bir krallık kurdukları İspanya'ya yerleştiler. Çok geçmeden birçok yağmacı Cermen kabilesi, Vizigotların yolunu izledi. Ötekiler, Hunlara boyun eğdiler. Elbette Barbar kavimlerinin kurduğu krallıklar da Batı Roma İmparatorluğu içerisindeydi.

Bu sırada Hunlar, karargahlarını Macaristan Ovası'nda kurup, bu elverişli noktadan, güneyde Balkanlara ve batıda İtalya'yla Galya'ya akınlara giriştiler (bkz : katalon düzlükleri muharebesi). Ancak son büyük savaştan sonra Attila. 453'te ölünce (ya da öldürülünce), Hun konfederasyonu, kuruluşundan daha büyük bir hızla parçalandı. Boyun eğdirilen bazı halkların başkaldırmaları, rakip önderler arasındaki kavgalarla birlikte, çok geniş topraklara sahip olan bir imparatorluğu hemen hemen bir gecede yok etti.

Hun İmparatorluğu'nun yıkılışı, Batı Avrupa'ya herhangi bir düzenin gelmesi yolunda bir etki yaratmadı. Hunların boyun eğdirdiği Cermen halklarından bazıları, Roma topraklarının güney ve batı bölgelerine kaçtılar ve Kuzey Afrika'da (Vandallar) Galya'da (Burgonyalılar) ve İtalya'da (Ostrogotlar) yeni krallıklar kurdular. Aynı yıllarda bazı Cermenler, çok daha farklı ve çok daha uzun sürecek bir yerleşme yolunda, Britanya'da ve Renanya'da ilerliyorlardı. Buralarda Cermence konuşan çiftçiler, daha önce (çoğu Keltlerden oluşan) Roma topluluklarının seyrek biçimde yerleşmiş oldukları yeni ve verimli toprakları ele geçirdiler. Cermence konuşan gezgin savaşçıların kurdukları devletler, Kuzey Çin'de ve İran'da barbar topluluklarca kurulan devletler gibi kısa ömürlü olurken, tarıma dayanan bu yerleşmelerin onlardan çok daha uzun ömürlü olduğu görüldü.

Hun ve göçebe akınlarıyla uğraşanlar da sadece Romalılar değildi. Çinliler asırlardır bozkır göçebeleriyle savaşıyorlardı. Aynı şekilde Persler de. Hunlarla paralel dönemde, İran'ın kuzeyinde "Eftalitler" olarak anılan bir de Ak Hunlar ortaya çıkmıştı.

Hunların Batı Avrupa'ya gelmeleriyle başlayan göçlerin ve siyasal değişikliklerin bir benzeri, hemen hemen aynı tarihlerde Eftalitlerin (Eftalit Hunları ya da Ak Hunlar da denen toplulukların) Doğu İran'da birden ortaya çıkmalarının yol açtığı kargaşalarda görüldü. Eftalitler, bu üslerinden Kuzeybatı Hindistan'a akınlar yaptılar ve sonunda, daha önce Kuşan İmparatorluğu'nun bulunduğu dağlık bölgeleri kapsayan fetihlere ve yağmaya dayalı bir göçebe imparatorluk kurdular. Eftalitlerin Hindistan'da yol açtıkları kargaşa, Gupta çağına ve Gupta hanedanı'na son verdi. Fakat istilacılar, yaylarıyla ve atlarıyla ele geçirdikleri topraklar üzerinde düzenli bir devlet kurma konusunda Avrupa Hunlarından daha yetenekli değillerdi.

Hindistan'daki Eftalit iktidarı, MS. 549'da, tüm bölgeyi kapsayan bir iç savaşla dağıldı. Dağların kuzeyinde bulunan). Eftalit toplulukları da, hemen aynı tarihlerde (MS. 554'te) yok edildi. Bu barbar devletler, her yerde aynı temel zayıflığı gösterdi. Yöneticileri birbiriyle bağdaşmayan iki şeyi yapmaya kalkıştılar. Zafer kazanan şefler ve izleyicileri, bir yandan savaşçı geçmişlerinin geleneksel yaşam ve davranış biçimlerini sürdürmek istediler, öte yandan, yeni uyruklarını sıkıştırarak sağladıkları malların ve hizmetlerin verdiği olanaklarla, uygar yaşamın lüksünden ve tatlarından yararlanma yolunu tuttular. Ne var ki, istilacı topluluklar ne kadar uygarlaşırlarsa, eski kabile ve savaşçı geleneklerine bağlılıkları o kadar azaldı. Kolay yaşam ve eğlence düşkünlüğü, barbar gücünün ve savaşçılığının temellerini, bir iki kuşak içinde yıkacak biçimde kemirdi.

Roma gibi halklar, genellikle barbar efendilerinden hiç hoşlanmadılar. Fırsatını bulunca, eski geleneklere ve eski düşüncelere bağlı olacağını duyuran bir kurtarıcıyı seve seve kabul etme yolunu tuttular. Barbar akını dalgalarını bu yoldan püskürtmekte en büyük başarıyı Çinliler ve İranlılar gösterdiler. Kısa sürede bir zamanların Juan-juan konfederasyonu kadar korkunç bir bozkır imparatorluğu kuran Türklerle işbirliği yapan Çin orduları, MS. 552'de Juan-Juan konfederasyonunu yıktılar. Ancak yeni Türk imparatorluğunu yöneten aile içindeki hanedan kavgası, MS. 572'de Türk konfederasyonunun her biri ötekini kıskanan ve ikisi de iç kavgalarda yıpranan doğu ve batı ordularına bölünmesine yol açtı.

Bozkırdan gelen tehdidin ve baskının böylece azalması üzerine yeni bir Çin hanedanı olan Suiler, Kuzey Çin'deki son barbar devletlerini silip süpürdüler ve MS. 589'da tüm Çin'i yeniden birleştirdiler. Hemen ardından, Çin'in komşu barbar halkları üzerindeki askeri ve kültürel egemenliği yeniden kuruldu. Olaylar İran'ın doğu sınırlarında hemen hemen aynı yönde gelişti. Sasani hanedanı'nın İran hükümdarları, Eftalitleri yıkmak üzere MS. 554'te diğer Türk boylarıyla (ve Göktürklerle) birleştiler. Türk konfederasyonunun iki dalı arasındaki kavgalar, Sasaniler'e, Yeni Pers İmparatorluğu'nun sınırlarını bir kez daha Ceyhun ırmağı'na kadar genişletme ve böylece doğudaki sınır bölgelerini yeniden İran'a katma olanağı verdi.


TEKRAR ROMA VE AVRUPA


4. yüzyıl sonlarında, Hunların daha doğudaki Got kavimlerini sıkıştırmasının imparatorluk için önemli bir sonucu oldu. Baskıyla karşılaşan barbarlar imparatorluk topraklarına girdi. Vizigotlar 376'da daha önce görülmemiş bir örnek oluşturdu. Farklı bir kavim olarak Tuna'yı geçmelerine izin verilirken kendi kanunlarını da getirdiler. Doğu İmparatorluğu bu göçmenlerin yönetiminde beceriksizce davranınca Vizigotlar düşman kesildi. 378'de yapılan Adrianapolis Savaşı'nda imparatoru öldürüp Konstantinopolis'in batıyla karadan bağlantısını kestiler. Bunun üzerine imparatorluk topraklarını istila edenlerin sayısı iyice arttı.

Birkaç yıl sonra Vizigotlar bu defa İtalya'ya saldırdı ancak bu kez imparatorluk hizmetindeki bir Vandal general onları durdurdu. İmparatorluk 406'dan itibaren barbar kabileleri müttefik (konfedere) olarak kullanmaya başladı (foederati kelimesi, karşı konulamayan ancak yardımcı olmaya ikna edilen barbarlar anlamına geliyordu). Savunma konusunda Batı İmparatorluğu'nun elinden gelen buydu ancak kısa bir süre sonra bu da yetmemeye başladı. İmparatorlara verilen "Daima Muzaffer" ve "Dünya Düzenini Yeniden Kuran" anlamındaki unvanlar işlerin kötüye gittiğinin işaretiydi.

Senato 402'de Ravenna'ya kaçtı. Ravenna bu tarihten itibaren, tamamen ortadan kalktığı güne kadar imparatorluğun merkezi oldu. Barbar despotlar ve takipçileri kısa sürede Latin Batı aleminin dört bir yanında dolaşmaya başladı. Roma ise 410'da Gotlar tarafından yağmalandı. Bu korkunç olay karşısında Afrikalı bir piskopos ve kilise babası olan Aziz Agustin, Hıristiyan edebiyatının başyapıtlarından birini yazdı. Tanrının Şehri adlı eserde, Agustin Tanrı'nın böyle korkunç bir şeyin olmasına nasıl izin verdiğini anlatıyordu. Bu esnada, Fransa'ya giren Vizigotlar, imparatorla anlaşma yapmadan önce Akitanya'ya kadar ilerlediler. İmparator Vizigotları ikna edip İspanya'yı işgal etmiş bulunan Vandallara karşı savaşta yardım etmelerini sağladı. Vizigotların Cebelitarık Boğazı'nın karşısına, Kuzey Afrika'ya sürdüğü Vandallar Kartaca'yı başkentleri yaptı.

Roma'nın Yağmalanması.

Buraya yerleşen Vandallar 455'te Akdeniz'i geçip Roma'yı ikinci kez yağmaladı. Bu saldırı ne kadar kötü olsa da Afrika'nın kaybı daha vahimdi. Batı İmparatorluğu başlıca tahıl ve zeytinyağı kaynağını kaybetmişti. Ekonomik dayanağı artık İtalya'dan biraz daha büyük bir alana kısılıp kalmıştı. Batı İmparatorluğu'nun bu karışıklığın içinde tam olarak ne zaman sona erdiğini söylemek zordur. İsimler ve simgeler,  kaybolan son şeylerdir. Hunlar sonunda 451'de Troyes'da yapılan büyük bir savaş sayesinde batıdan geri püskürtüldüler. Muzaffer "Roma" ordusu Vizigotlar, Franklar, Keltler ve Burgundililerden -yani tümüyle barbarlardan- oluşuyordu ve başlarında bir Vizigot Kralı vardı. Bir başka barbar hükümdar, Odocaer, 476'da son Batı imparatorunu tahttan indirince, Doğu imparatoru tarafından kendisine "patrici" unvanı verildi. Biçimi ne olursa olsun, siyasi bir yapı olarak batı imparatorluğu artık yerini birtakım Cermen Krallıkları'na bırakmıştı. Böylece Batı Roma İmparatorluğu yıkılmış oldu.

 Son Batı imparatorunun öldüğü tarihin, Augustus ile başlayan bir hikayenin son noktası olmaktan öteye gitmediği genel olarak kabul edilir. Tarih net sonları sevmez. Barbarların çoğu (bazıları bu dönemde Romalılar tarafından eğitiliyordu) kendilerini Roma otoritesinin yeni koruyucusu olarak görüyordu. Konstantinopolis'teki imparatoru hala mutlak hükümdarları olarak kabul ediyorlardı. 5.yüzyılın sonunda çoğu; Galya, İspanya ve İtalya'daki eski taşra seçkinlerinin yaşadığı yerlere yerleşerek Roma yaşam tarzını benimsemişti. Bazılarıysa Hıristiyan olmuştu. Barbarlık sadece Britanya Adaları'nda eski Roma geçmişini neredeyse tamamen yok etti. Bundan dolayı, 500 yılı dolaylarında imparatorluğun başına gelenlere rağmen antik uygarlık çağıyla ilgili öykünün sonu gelmemişti. Bu tarihten birkaç yüzyıl önce, Romalılar Yunanistan'a egemen olduğunda Romalı bir şair "esir Yunanistan, vahşi avcısını esir aldı" diye yazmıştı. Yunan devletleri çökse de galip Romalıların Yunan gelenekleri tarafından esir alındığını görmüştü.

 Roma İmparatorluğu Batı'da sona erdiğinde aşağı yukarı buna benzer bir şey oldu. Roma, batıdaki imparatorluğun resmi olarak ortadan kalkmasına rağmen tarihi etkisi altına almaya devam etti. Yaklaşık olarak bin yıl daha kendisine "Roma" adını veren bir imparatorluk Konstantinopolis'te varlığını sürdürdü. Batıda bile 1800'lü yıllarda "Kutsal Roma İmparatorluğu" adını taşıyan bir devlet vardı, ancak elbette Voltaire'in deyişiyle "ne kutsaldı, ne romalıydı, ne de imparatorluktu".


ROMA'NIN MİRASI


Günümüzde bazı Hıristiyan rahipler hala, MS 2.yüzyılda yaşayan Romalı soyluların kıyafetlerine benzer kostümler giyer. Avrupa üniversiteleri törenlerine ciddi bir hava vermek istediklerinde hala Latince kullanır. Paris, Londra, Exeter, Köln, Milano ve daha çok sayıdaki şehir ve kasaba, Roma döneminde olduğu gibi hala önemli merkezlerdir. Avrupa haritasının büyük bir kısmı hala Romalıların garnizonlarını yerleştirerek ve yollarını yaparak ortaya çıkardığı şekli korumaktadır. İmparatorluk politikası barbarları bazen farklı yönlere dağıtarak, bazen başka bölgelere yerleştirerek farkında olmadan geleceğin uluslarının köklerini yarattı. Bugün Avrupa dilleri birçok Yunanca ve Latince kelimeyle doludur.

 Devlet idaresi ve kutsal kitap Avrupa'ya ilk kez bu dillerle gelmiştir. Julius Sezar, İskenderiyeli bir Yunanlının önerisine uyarak 365 günden oluşan ve artık günün dört yılda bir hesaba katıldığı Mısır takvimini kullanmanın, karmaşık yapıya sahip geleneksel Roma takviminden daha iyi olduğuna karar vermiştir. Konstantin dönemindeyse, Yahudilerin Şabat gününden yola çıkılarak yedi günde bir tatil yapılması kabul edilmiştir. Ve elbette, MÖ ve MS ayrımını erken Hıristiyanlığa borçluyuz. Bugün Hıristiyanlığın tümü ve Hıristiyan olmayan dünyanın büyük bir kısmı bu ayrıma uymaktadır (İsa'nın doğum gününü ilk kez 500 yılından kısa bir süre sonra bir keşiş hesaplamış olup, birkaç yıllık bir hata yapmıştır ancak onun hesaplaması bugün bütün dünyada kullanılan batı takviminin dayanağı olmuştur). Bu tür şeyler imparatorluğun yarattığı etkinin boyutu ve çeşitliliği bakımından bol miktarda ipucu sunmaktadır.

Sonuçta Roma İmparatorluğu bir uygarlığın boyutunu belirlemiştir daha doğrusu, iki uygarlık yaratmıştır zira doğu ve batı yarılarında iki farklı kültürel bölge arasında fiili bir ayrım yaratmıştır. Hepsinden önemlisi, imparatorluk Hıristiyanlığa önce bir fırsat yaratmış, ardından birkaç yüzyıl sonra az sayıdaki gerçek dünya dinleri arasına katılmasını sağlayacak biçimde kuruluşunu tamamlamasına imkan vermiştir. Bütün bu olgular, imparatorluğun eşsiz gücü sayesinde geleceği biçimlendirmiştir.

Hepsi bundan ibaret değildir. Büyük uygarlıkların çoğu, daha sonraki başarılarına yol gösterecek biçimde standartlar oluşturdukları kendi klasik çağlarına sahip olmuştur. Daha sonra yaşayan Avrupalılar bazen Yunanlılar ve Romalıların yaptıklarını abartmalarına rağmen ölçütlerini bu yapılanlara göre belirlemiştir. Onların bıraktığı miras geleceğin Avrupalılarına hem esinlenme kaynağı hem de icraatları için mihenk taşı olmuştur. Klasik antik çağ bir efsane yaratmış, uygarlığın neler yapabileceği ve insanlığın neler yapması gerektiği konusunda bir vizyon oluşturmuştur.


BATI ROMA İMPARATORLUĞU SONRASI AVRUPA


Eğer anlamını açıklığa kavuşturmak istiyorsak, Avrupa'nın batı yarısının tarihini bu noktadan biraz daha ileri götürmemiz gerekir. Romanitas fikri -Roma Uygarlığı'nın ve Roma İmparatorluğu'nun dayandığı kavram- yaşamaya devam etti. Batı'da yaşayan insanların hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı ve otoritesi onlar için ancak simgesel düzeyde olan Konstantinopolis'teki imparator, yine de ismen insanların erişebileceği en yüksek makamda oturuyordu. İmparatorların batı topraklarındaki egemenlik iddialarının sona ermesine daha çok vakit vardı.

 Bununla beraber yeni kurumsal ve etnik unsurlar Batı Avrupa'ya yeni bir şekil vermeye başladı. Ve nihayet Katolik Hıristiyan aleminin kurumsal mekanizması vardı. Bu yapının faaliyeti henüz parça parça, zayıf ve kırılgan olsa da; hem dinin boş inançlara sahip kafalar üzerinde uyguladığı kolay anlaşılmazlık gücünü hem de eğitimli din adamlarının pratik becerilerini kullanıyordu. Bu güçler kendi aralarında hala şekil verilebilen bir Avrupa'dan yararlanıyordu. Tam olarak eski Batı İmparatorluğu'yla sınırdaş olmayan, ancak temelde Cermen istilalarının biçim verdiği bir alanda faaliyet sürdürdüler. Yüzyıllar sonra ortaya çıkacak olan ulusal kimliklerin temellerini attılar ancak bunlar geleceğin devletlerinin şekillenmesi hakkında henüz fazla işaret vermiyordu.

Roma'nın mirası büyük, çok büyük ve takdir edersiniz ki, "Roma Tarihi" dediğimiz olgu, Bizans'a, Kutsal Roma İmparatorluğu'na kadar uzatılabilir. Ancak yazı burada, Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla sona eriyor.

konuyla ilgili ek okumalar yapmak isteyenler için birkaç Türkçe kitabı buraya bırakıyorum.

Edward Gibbon - Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi (2 Cilt)
Mary Beard - Antik Roma Tarihi
Eric H. Cline - Antikçağ İmparatorlukları
Alexander Vasiliev - Bizans İmparatorluğu Tarihi
Titus Livius - Roma Tarihi









6 Yorumlar

  1. Tek bir günde bitiremediğim için günlere ayırıp okudum. Gerçekten çok bilgilendirici bir yazı olmuş elinize sağlık. Hannibal ismi en aklımda kalan isim oldu nedenini bilmiyorum . Roma Tarihi için bir giriş yapmış oldum ,okumalarıma devam edeceğim bu konuda.Çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, bu konuda yararlı olduysa ne iyi.

      Sil
  2. Bilmek başka anlatmak ise ayrı yetenek. Roma'nın çok kısa tarihi demişsiniz. İskender'i anlatıyorsunuz. Devamında da roma ile alakasız karman çorman bilgiler olabileceğinden yazıyı okumayı bıraktım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Blogumuz'da profesyonel bir makale veya çalışma yapmıyoruz. Eleştirilerinizi anlarım; ancak yazarlarımızın emeğine saygı duymanızı da beklerim.

      Sil
    2. ülkemizdeki tarih sorununun özeti gibi yorum yapmışsın. memlekette tarih anlatırlar ama en başta tarihin nasıl okunacağını öğretmezler. okullarımızdaki tarih öğretmenlerinin bile tarihi okumayı bildiğinden şüpheliyim. roma tarihi kısaca geçilse bile ancak bu kadar olur işte, başı bilinmeden de sonuna gidilmez yarım kalır.

      Sil
  3. Tarihin anlatımı görece bir kavram. Sizin dediğiniz gibi Roma Tarihini anlatmaya sayfalar yetmez. Birde okumayı sevmeyen bir toplumda yaşıyorsak tarihi dizilerden öğrenmeye daha meyilliyizdir. Sizin serzenişinizin bahsettiğiniz yazıya ve yazara değil, genel olarak okuduğunu anlamayan kesime olması gerekir. Eleştirdiğiniz yazıda da ''Roma Tarihini özet olarak tamamen anlatacağız'' diye bir kaide olmadığını bilmenizi isterim. Tarih okuma/yazma konusu öğrenmek veya öğretmekle ilgili değil; okuduğunu anlamak ve irdelemekle alakalı bir durum... Bunu da anlayacağınıza inanıyorum.

    YanıtlaSil