Dünya'nın En Kahraman Savaş Gemisi: USS Houston
Bu sorunun cevabına ise herkes çok şaşırmaktadır.
Çünkü USS Houston, 2. Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren bir işe imza
atmamıştır. Hatta bu gemi 2. Dünya Savaşı’nda çok kısa bir süre çarpışmalara
katılabilmiş. Ama buna rağmen tam 3 muharebede çarpışmış ve bu muharebelerin ikisinde
de ağır bir yenilgi yaşamıştır. Ancak USS Houston hem bu 2 muharebede hem de
öncesinde, içinde bulunduğu duruma nazaran mürettebatının üstlendiği sorumluluk
ile mürettebatını ve müttefiklerini koruma görevini hakkıyla yerine getirmiştir.
USS Houston’un hikayesini daha iyi
anlayabilmek için önce, USS Houston’u bir savaş gemisi olarak iyi analiz edilip
kabiliyetlerini ve kapasitesini teknik olarak iyi kavramak; sonra da 2. Dünya Savaşı’nın
ilk yıllarında görev aldığı coğrafi bölge ile o an içinde bulunduğu askeri ve
politik durumun vahametini bilmek lazım. Dolayısıyla bu yazı sadece bu geminin
hikayesini değil, aynı zamanda görev aldığı coğrafyadaki bazı olayları irdeleyeceğimiz
uzun bir yazı olacak.
Bilmeyenler için, 1. Dünya
Savaşı’nın sonrasında ‘’çok hızlı savaş gemileri’’ yapma gibi bir çılgınlık
başlamış ve dünyanın o dönemdeki ‘’süper güç’’ konumundaki endüstriyel
devletleri 1922’deki Washington Deniz
Anlaşması’yla birbirlerinin askeri üretim ve kapasitelerine
sınırlandırmalar koyarak olası başka bir dünya savaşının önüne geçmek
istemişlerdir. Bu anlaşmada, ülkelerin bulundurabileceği gemilerin sayısı ve
niteliklerine de sınırlandırmalar getirilmişti. Anlaşmanın kruvazörler
kısmında, 6 inch’ten büyük top kalibresi olan kruvazörlerin “Ağır Kruvazör” olarak sınıflandırılıp
sayılarının sınırlandırılması sağlanmış, yine bu kruvazörlerin toplam
ağırlığının 10 bin tondan fazla
olamayacağı kabul edilmişti. İşte bu şartlar ve sınırlamalarla inşa edilen
kruvazörlere “Anlaşma Kruvazörleri”
denilmiş ve “mininum ağırlıktan nasıl
maksimum verim alınır” şeklinde bir endüstriyel tasarım çılgınlığının
başlamasına vesile olmuştu.
Amerikan Donanmasının ilk “Anlaşma
Kruvazörleri”, Pensacola sınıfı ağır
kruvazörlerdi. Bu gemiler 8 inch’lik 10 topu, toplamda 4 tarette taşıyorlardı.
Taretlerin ikisi ikili, diğer ikisi de üçerli toptan oluşuyordu. Pensacola
sınıfı, 2 farklı tipte taret bulundurmasının getirdiği ekstra işçiliğin yanı
sıra, bu iki farklı tip taret hem gereksiz maliyet hem de gemi üzerinde
gereksiz görülen bir tonaj fazlalığı oluşturuyordu. Bundan ötürü de gemilere
yüklenebilecek hava savunma gibi ekstra silahlar, ağırlık limitini aşmamak
adına monte edilemiyordu. Pensacola sınıfı ilk “Anlaşma Kruvazörü”
tasarımı olduğu için, Amerikan Donanmasında bir “deneme tahtası” olarak kullanılmış ve dolayısıyla bu sınıftan
sadece 2 gemi üretilmişti. Bu gemiler ise USS
Pensacola (CA-24) ve USS Salt Lake City (CA-25)
idi.
USS Pensacola (CA-24) |
USS Salt Lake City (CA-25) |
Bu yeni kruvazör sınıfı, tasarım
olarak o kadar başarılı ve verimli oldu ki; o andan itibaren gelecekte inşa
edilecek tüm Amerikan ağır kruvazör sınıfları olan Portland, New Orleans, Baltimore ve Des Moines sınıfları, aynı 3x3 ana batarya formatında tasarlanıp
inşa edildi.
Çığır açan bu yeni kruvazör
sınıfının inşasına ilk başlanan üyesi, USS
Chester idi. Fakat gemi sınıfları her daim “ilk göreve başlayan” geminin üzerinden ilerlediği için, ilk göreve
atanan gemi olan USS Northampton (CA-26) olması
sebebiyle, sınıfa “Northampton Sınıfı”
denildi. Burada bir parantez açarak Amerikalıların gemi sınıflandırma
sisteminin bilinmesi gerekliğine değinmem gerekiyor. Çünkü 1920’li yıllarda
Amerikan donanması tarafından hayata geçirilen bu sistem ilerleyen zamanlarda
NATO’nun hayata geçmesiyle neredeyse tüm dünyaya sirayet etmiştir. Günümüzde
ufak farklar olmakla birlikte Türk donanması dahil çoğu ülke bu sınıflandırma
ile muharebe gemilerini ayırmaktadır. Ancak yazının konusunu dağıtmamak adına
bu sınıflandırma ile ilgili daha önce hazırlamış olduğum ‘’Hull Classification Symbol’’ yazısını incelemelerini tavsiye
ediyorum.
USS Northampton (CA-26) |
Konumuza dönecek olursak bu yazının
başlığına konu olan ve hikayesini anlatacağımız USS Houston, Northampton sınıfının inşasına başlanan üçüncü, aktif
göreve başlayan ise 2. Üyesiydi. Aynı bu gemi zamanda bir Komuta gemisi olarak
da tasarlandığı için aynı sınıftan diğer 2 kardeşi gibi, Amiral kamarası ve
taktik odası gibi ekstra bölmelere sahipti. Dolayısıyla daha en başından bir lider
savaş gemisi olarak tasarlanıp denize indirilmişti. Northampton sınıfı
kruvazörlerden sadece 6 tane üretilmişti ve bunların üçü filo komutanlığı gemisi,
diğer üçü de bölük komutanlığı gemisi olarak inşa edilmişti.
USS Houston |
Houston Mürettebatı |
USS Houston, ilk görev olarak 1931
yılının 22 Şubat’ında Filipinler’in başkenti Manila’ya vararak, Amerikan Asya
Filosuna katıldı. 2 yıl sonra da ayrılarak, aynı sınıftan kardeşi olan USS Augusta ağır kruvazörü ile yer
değiştirdi.
Bu noktada Filipinler ile Amerikan
Asya Filosuna biraz değinmekte fayda var. Çünkü Amerika’nın Filipinlerde
bulunma nedeni ve bir Asya Filosu oluşturma nedenini irdelememiz, aşağıda gemi
ile ilgili anlatacağımız hikaye ile de bağlantılı bir konu…
Filipin takımadaları 1902’den beri
Amerikan hükümdarlığı altında özerk olmayan ama özel bir statüye sahip bir
topraktı. Amerika burada, tıpkı günümüzde dünyanın farklı yerlerinde
donanmasının en güçlü olan gemilerini bulundurması gibi, o zaman da Asya’ya
gücünü yansıtabilmek ve Asya kıtasında, kendi çıkarlarına aykırı politik
olayların önüne geçmek için bir filo bulunduruyordu. İşte bu filo, Amerikan
Asya Filosu idi.
Ancak bu filonun o dönemdeki durumunu
daha detaylı anlatmak gerekir. Çünkü USS Houston’u, dünya tarihine “kahraman” olarak kazıyacak olayların
kaynağı, Asya Filosunun o zamanlardaki durumu veya daha doğru bir tabirle, Asya
Filosunun yetersizliğinin ta kendisinden kaynaklanıyordu.
1920’lerin sonlarında ve 1930’ların
başlarında, Asya’da Japonya haricinde bir süper güç yoktu. Japonya ise o
zamanlar kağıt üstünde Amerika ile müttefik bir kuvvet idi. Amerika’lıların
Filipinlerde bir kuvvet bulundurmasına sebep olan esas korkuları, Japonlar
değil, İngilizler idi. Bu görüşe saygıdeğer okuyucular “o dönemde İngilizler ile Amerikalılar müttefik değil mi?” diyebilir.
Ben ise ‘’Evet, müttefikler. Ama bu
müttefiklik kağıt üstündeydi.’’ şeklinde cevap veririm. Çünkü Amerikalılar,
İngilizlerin sömürgecilik ve ortalığı galeyana getirme aşkını tarihsel olarak
çok iyi bildiklerinden, olası bir senaryoda ne İngilizlere ne de Japonlara koz
vermemek adına Asya’da bir filo bulundurmayı bir “güvenlik gerekliliği” ‘’çıkar
politikası’’ olarak görüyordu. Ya da daha doğru bir tabirle, İngiltere
Çin’i karıştırmaya kalkarsa, Amerika da pastadan pay alabilme peşindeydi.
Ancak bu filo, aslında askeri gerçek bir kuvvetten ziyade, sembolik
bir güç gösterisinden başka bir işe yaramayacak düzeydeydi. Çünkü filoda sadece
2 kruvazör bulunduruluyor ve geri kalan gemiler de Amerikalıların 1920’lerin
başında yaptığı ve artık eskimiş olan “4
bacalı” denilen, 13 adet Wickes
ve Clemson sınıfı antika
destroyerlerdi. Filonun ayrıca 6 tane de denizaltısı vardı.
Kısaca sayı az ve gemiler eskiydi.
Ancak yukarıda zikredilen sıkıntılardan çok çok daha büyük sorunlar da vardı.
Asya Filosu’nun mühimmatı eskimiş ve paslanmıştı. Mermilerin %80’i düzgün çalışmıyordu
ve performans tutarsızlığı had safhadaydı. Bunun üstüne de Amerikalıların adeta
bir lanet gibi üstüne çökmüş olan torpido sorunu mevcuttu. Amerikan Mark 14 torpidolarının %20’sinden azı patlıyordu. Yani
ateşlenen 20 torpidodan en fazla 4 veya 5 tanesi patlayabiliyordu. 1930’da
dünyada global bir kriz baş göstermiş ve Amerikan ekonomisi iflasın eşiğine
getirmişti. Bu kriz sırasında da Amerikalılar tasarruf edebilecekleri her
şeyden tasarruf etmek amacıyla, silahların testleri masraflı olduğu için tüm
testleri kısa ve baştan savma yapmışlardı. Sonuç olarak da özellikle Mark 14
torpidolardan itibaren Amerikalılar, Fletcher sınıfı destroyerlerle beraber
1943’te, ikinci dünya savaşının tam ortasında sahaya inecek olup; devrim
yaratacak olan Mark 18 torpidolara
kadar, çok büyük bir torpido sorunu yaşadılar. Çünkü attıkları torpidolar
gitmiyor, gitse bile patlamıyordu.
Mark 14 Torpido |
Mark 18 Torpido |
Japonya’nın 1937’deki Çin işgali,
tarihe “İkinci Çin-Japon Savaşı”
olarak geçmiş ve çoğu insanın bilmemesine rağmen, aslında 2. Dünya
Savaşı’nın teknik olarak gerçek
başlangıcıdır. Bu savaşın sebebi de, tıpkı Japonya’nın girdiği tüm savaşlar
gibi, doğal kaynak arayışıydı. Hani
bize hep tarih derslerinde öğretilen ‘’Rusya sıcak denizlere inmek ister’’ şeklindeki
kavramı Japonlar için de değiştirip söyleyebiliriz. Japonlarda geçmişte ve bu
olayların geçtiği tarihlerde ‘’hep doğal kaynaklara ulaşmak isteyen’’
durumdaydı.
Japonya 1937’den itibaren Çin’in bütün
kıyı şeridini ve kuzey bölgelerini 2 yıl içinde işgal etti. Ancak o sürede o
kadar çok büyük bir araziye hakim oldu ki, tüm bu uçsuz bucaksız işgal edilmiş
toprak ve yerleşimleri idare edip yönetecek, personel yetersizliği baş
gösterdi. Bu personel kıtlığı sırasında da ister istemez savaş bir donma
noktasına geldi ve Çin, Sovyetler’den destek alan komünistlerin desteği ile
önce direnmeye, sonra da karşı saldırıya geçti. Hal böyle olunca da
acımasızlıkları efsane değil gerçek olan Japonlar, insanlık suçları
işlemeye başladılar. Bu olaylara müteakip Japonlar tüm müttefik ülkelerden
aldıkları desteği yitirdiler. Amerika benzin ihracatını kesmedi ama uçak yakıtı
ve bazı ek ürün ihracatını tamamen durdurdu. İşte bu olaydan sonra Japonya,
ciddi ciddi Amerika’ya karşı cephe almaya başladı ve savaş planları arasına,
Amerikan Asya Filosu’nun konuşlu olduğu “Filipinler’i
işgal” planını da yürürlüğe koymaya karar verdi.
Amerikan istihbaratı güçlüydü.
Japonya’nın aşırı agresif tavırlarıyla beraber gelen istihbarat neticesinde,
Filipinler’deki Amerikan Asya Filosu’nun güçlendirilmesine karar verildi. İlk
olarak Amerikan Sargo Sınıfı yeni
denizaltılardan tam 23 tanesini Asya Filosu’na gönderdiler.
Ancak esas ve dev hamle, Amerikan
Donanması’nda her zaman sadece 4 tane bulundurulan, 4 yıldızlı amirallerden
birinin Asya Filosu’na atanmasıydı. Bu Amiral, hala günümüze kadar hem Amerikan
hem de Dünya tarihindeki en iyi deniz komutanlarından biri kabul edilen, Amiral Thomas Hart idi.
Amiral Thomas Hart |
USS Houston’un içinde bulunduğu
durumu anlamak için Asya Filosu ve Japonya’nın agresif yayılmacılığını
anlattık. Son olarak da, Amiral Thomas Hart’tan ve daha sonra bu amiral’in
varlığı ile yokluğu arasında meydana gelen değişikliklerden; dolayısıyla
bunların yıkıcı sonuçlarından bahsetmek gerek. Çünkü USS Houston’un yarattığı
efsanede, Amiral Hart’ın hem varlığının hem de ilerleyen dönemdeki yokluğunun
payı çok büyüktür.
Amiral Thomas Hart, 1800’lerin sonundaki
Amerikan-İspanyol savaşında Amerika’nın ilk zırhlılarından USS Massachusetts’te
muazzam bir başarı gösterip çok çabuk terfi etmiş ve hızlıca yükselmeye
başlamıştı. Savaştan sonra da ileride Amerikan başkanı olacak olan, Amerikan
Donanması’nın gelişimi konusunda en büyük destekçilerinden biri olan Theodore
Roosvelt’in yatına atandı ve orda, ileride Amerikan Pasifik Orduları komutanı
olacak olan Douglas MacArthur ve abisi Arthur ile tanışıp genç yaşta sıkı dost
oldular. İlerleyen zamanlarda Hart’a birçok görev verildi ve bu görevler
akademide eğitimden tutun, zırhlı komutanlığından, destroyer komutanlığına
birçok farklı dal içerdi. Thomas Hart, çok zeki, gözlem yeteneği gelişmiş ve
mucit kafalı bir denizciydi. Görev aldığı Bainbridge sınıfı USS Lawrence destroyerinde torpidolarla
tanışmış ve bir süre sonra onları uzmanlık alanı haline getirmişti. Bundan
ötürü de Amerikan Donanması’nın tek torpido üretim tesisi olan Newport’taki
fabrikaya atandı ve İngilizlerden aldıkları Whitehead torpidolarının tasarımlarını bizzat geliştirerek, bu
fabrikada İngilizlerden daha iyi ve daha ucuza torpido üretmeye başladı. Bu
girişimle dünyanın birçok ülkesinden torpido siparişi alıp satmaya başlayınca
bir noktada işgücü, taleplere yetişemez oldu.
Hart, işçilerinin fazla mesai yapmasını
istemiyor ve işçi haklarını savunuyordu. Kendisi bir işçi çocuğu olarak doğmuş,
işçi bir çocuk olarak büyümüştü ve adil bir iş gününün adil bir yevmiyesi
olması gerektiğini ısrarla savunuyor, işçilerinin haklarını koruyordu. Ancak
bundan ötürü o zamanki Donanma Sekreteri ve 2. Dünya Savaşı’ndaki Amerikan
Başkanı olacak olan Franklin Roosevelt
ile ters düştü. Bu ters düşme, 25 yıl sonra gerçekleşecek olan 2. Dünya
Savaşı’nda Thomas Hart’ın kariyeriyle beraber Asya Filosu’nu da derinden
sarsacaktı.
Bu ters düşme olayı, Thomas Hart’ı
temkinli olup olayların notlarını aldığı bir günlük tutmaya yönlendirdi ve o
günlük, günümüzde 2. Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde Asya Filosu’nda olan
biteni en iyi aydınlatan kaynak olarak görülmektedir.
Konumuza dönecek olursak, Thomas
Hart bu torpido fabrikasında geçirdiği 3 yılda hem torpidolar hem de politik
ilişkiler konusunda çok şey öğrendi. Daha sonra Hawai’de denizaltı filosu
komutanlığına getirildi. Hawaii’nin gece hayatı çok çılgın olduğu için,
mürettebatının aşırı gevşemesini önleme amacıyla çok fazla tatbikat yapıp aşırı
disiplinli davranınca adı “Korku salan
Tommy”ye çıktı. Hızlı yükselişi daha sonra da devam etti ve hem denizaltı
hem de zırhlılarda artık öğrenebilecek hiç bir şeyi kalmadığını düşünen Hart, kruvazör
komutanlığı talep etti. Amerikan Donanması da, o zamanlar çok değer verdiği bu
komutanını onurlandırmak ve asya’daki gelişmeleri göz önünde bulundurarak onu, 25 Temmuz 1939’da Asya Filosu’na
Komutan olarak atadı.
Amiral Thomas Hart, Asya Filosu’nun
konuşlu olduğu Filipinler’in başkenti Manila’ya geldiğinde Asya Filosu’nun
bayrak gemisi, USS Houston’un kardeşi olan Northampton sınıfı bir başka ağır
kruvazör olup, 2. Dünya Savaşı’nın Atlantik ve Akdeniz cephelerinde efsane
olacak olan, USS Augusta (CL-31) idi. Ancak
kısa bir süre sonra, Kasım 1941’de USS Augusta bakım için Amerika’ya döndü ve
onun yerine, 1933’den sonra ikinci kez olmak üzere, Asya Filosu’nun bayrak gemisi
pozisyonuna USS Houston getirildi.
USS Augusta (CL-31) |
USS Houston, daha önce 1931-33
arasında da Asya Filosu’nun bayrak gemisiydi. 1933-1940 arasında ise
Amerika’nın Pasifik kıyı komutanlığında sancak gemisi olarak yer alıp,
yeni Amerikan başkanı Franklin Roosevelt’in bizzat şahsi askeri yatı olarak
kullanılmıştı. Başkan Roosevelt bu gemiyle birçok yere farklı zamanlarda
ziyaret ve gezi yaptığı için USS Houston’un tüm personelini tek tek tanır hale
gelmişti ve USS Houston, “Başkan’ın
Favori Gemisi” olarak bilinir olmuştu. Başkan Roosevelt, USS Houston’la tam
4 kere seyahat etmişti ve bundan ötürü her daim disiplinli olmak zorunda olan
geminin mürettebatı, tüm Amerikan donanması içindeki en sıkı, disiplinli,
becerikli ve yetenekli mürettebat olmuştu.
Bu müthiş mürettebata 1941 yazında
müthiş bir kaptan da katıldı. Bu kaptanın ismi Yüzbaşı Albert Rooks idi.
Yüzbaşı Rooks, Amerikan donanması içinde saygı gören, zeki, ileri görüşlü ve
disiplinli subaylardan biriydi. Suların ısındığı Asya’daki filoya atanmasının
başlıca sebebinin, bu sıcak noktada bu elit gemi ve mürettebatına kendisinden
daha iyi bir Kaptan adayı olmaması olduğunu biliyordu. USS Houston’ın
mürettebatı Kaptan Rooks’u çok sevdi. Kaptan Rooks ise mürettebatını her daim
eğitimli ve savaşa hazır tuttu. Bu karşılıklı sevgi ve disiplin, bu geminin tam
3 muharebede tek bir bedenmiş gibi çarpışıp cesurca savaşmasını sağlayacaktı.
Yüzbaşı Albert Rooks |
USS Houston, 1940 Kasım’ında Asya
Filosu’na dahil oldu ve Amiral Thomas Hart’ın bayrak gemisi haline geldi. 2 ay
sonra da Japonların olası bir saldırısında “karşılık planı”, Donanma tarafından USS Houston’a iletildi. Ancak
bundan da 3 ay sonra, Nisan 1941’de, İngilizler’in 2 zırhlı ve 1 uçak gemisini
bölgeye göndereceği ve bunların caydırıcı olarak kullanılacağı bilgisi geldi.
İngiltere’nin “Z Gücü” adı altında
göndereceği gemiler, savaş kruvazörü HMS
Repulse ile Bismarck’a karşı Hood ile savaşmış olan yeni ve modern zırhlı HMS Prince of Wales idi. Bu zırhlılara İngilizler’in
yine en yeni ve modern uçak gemisi olan HMS
Indomitable eşlik edecekti. İngilizler’in bölgeyi kontrol altına alacağını
düşünen Amerikan Donanma Komutanlığı da, bu gelişmeler ışığında Asya Filosu’na
göndermeyi planladığı 6 kruvazörlük bir filoyla 12 modern destroyerden oluşan
bir gücü göndermekten vazgeçti.
HMS Repulse |
HMS Prince of Wales |
HMS Indomitable |
Douglas MacArthur, 2. Dünya
Savaşı’nın genelinde bir efsanedir. Ancak eski dostu Thomas Hart’a karşı
kompleksliydi. Kendisi 3 yıldızlı bir generaldi fakat 4 yıldızı olan Thomas
Hart’ın kendisinin üstü olmasına muazzam derecede içine sindiremiyor, aksine
onu küçük görüyordu. Macarthur, Amiral Hart’ı “Küçük filonun büyük Amirali”
diye küçümsüyordu. Onu küçük gördüğü için de Thomas Hart’ın Japonlara dair olan
korkularını boş buluyor, “Japonlar taş
çatlasa 1945’ten önce saldıramazlar.” diyordu. Dolayısıyla da ordu ve Asya Filosunun
bir arada hareket etmesine kesinlikle gerek duymuyor ve müsaade etmiyordu.
Thomas Hart, günlüğünde “MacArthur’un
zihin sağlığını kaybettiğini düşünüyorum. İyice patron tavırlarına büründü.”
diye yazmıştı.
Ordudan destek alamayacağını anlayan
Thomas Hart, olası bir Japon işgali için tüm Asya Filosu’nu Filipinler’den her
an kaçacak hale getirdi ve Kasım 1941’e gelindiğinde, onları yavaş yavaş
Hollanda kontrolündeki Borneo adasında bulunan, “Balikpapan” adındaki deniz üssüne göndermeye başladı.
Diğer taraftan da tam da Hart’ın
tahmin ettiği gibi Japonya, Filipinler’i işgal planını tasarlamış ve geri
sayıma başlamıştı. Plana göre Japonya sadece Filipinler’e değil, aynı anda hem
Singapur, Hem Hong Kong hem de Hollanda kontrolündeki Endonezya’ya
saldıracaktı. Bu devasa Japon İşgal Gücü’nün başında bulunan ve Hart’ın o
zamanki dengi olan kişi ise, efsane Amiral
Isoroku Yamamoto’dan başkası değildi. Fakat Yamamoto kesinlikle bu plana
karşıydı. Özellikle Filipinler işgali için şunu demişti: “Amerika’ya saldırmak, Dünya’ya karşı savaşmakla son bulacak bir
girişim. Böyle bir savaş başlaması durumunda, savaş bittiğinde kanımca Tokyo en
az 3 kez baştan sona bombalanıp yıkılmış olacak ve ben de Nagato’nun güvertesinde
çoktan ölmüş olacağım.” demişti, çünkü Nagato o zaman hala Japon
İmparatorluk Donanması’nın sancak gemisiydi ve Japonların asıl gizli silahı
olan Yamato henüz göreve başlamamıştı. (bkz. Devlerin Sonu: Zırhlılarda Sembolizm)
Bomba, 26 Kasım 1941’de patladı: Amerika, o gün Japonya’ya yapmakta olduğu
petrol ihracatını, Çin’den çıkmadıkları için, kesip ambargo koydu ve iki ülke
arasındaki ilişkiler bu noktada koptu. Amerika hemen ardından ne olur ne olmaz
diye Brooklyn sınıfı hafif kruvazör USS
Boise’yı, tamamen yeni ve modern mühimmat dolu bir halde Asya Filosu’na
göndererek 4 Aralık 1941’de filoya dahil
etti. USS Boise, Asya Filosu için muazzam bir katılımdı. Çünkü çok modern bir
gemiydi ve radar ile donatılmıştı. Buna ek olarak İngilizler de, 2 zırhlı
gemisi HMS Repulse ve HMS Prince of Wales ile Singapur’da
pozisyon almıştı. Ancak ortada bir eksiklik vardı. Bu eksik İnglizlerin
göndermeyi taahhüt ettiği Uçak gemisi idi. İngilizlerin göndermeyi planladığı HMS Indomitable uçak gemisi Jamaika’da
karaya oturmuştu ve gövdesinde büyük bir yırtık olmasından dolayı bu görev
gücüne katılamamıştı. Dolayısıyla, uçak gemisinin görev gücüne katılamamasından
ötürü İngilizlerin hava savunmaları yoktu.
Tarih 7 Aralık 1941’i gösterdiğinde, Japonya ilk hamlesini yaptı ve ünlü
Pearl Harbor baskınını gerçekleştirdi. Hemen ardından da Amiral Hart, USS Houston (CL-81)
ile birlikte USS Boise (CL-47) ve USS Marblehead (CL-12) kruvazörlerini Manila’dan güneye doğru
gönderip tüm filoyu buradan kaçırma planını devreye soktu. Kendisi Manila’da
kalmıştı ve plana göre bundan sonra Amerikan gemileri, tek güvenli nokta olarak
görülen Avustralya’nın kuzeyindeki Darwin şehrinde konuşlanacaklardı. Hemen
ertesi gün 8 Aralık 1941’de Japonlar
Filipinler’i işgale girişti. General Douglas MacArthur, o gün onu görenlerin
anlattığına göre korku ve şaşkınlıktan odasında donup kalmış ve buz kesilmişti.
Filipinler’i işgale girişen Japonları Singapur’a saldırmaktan geri koymak için
Z Gücü’ndeki 2 zırhlısını Güney Çin Denizi’ne gönderen İngiltere, sadece 2
gün sonra HMS Repulse ve HMS Prince of Wales’in tamamen ve sadece Japon torpido
ve bombardıman uçakları tarafından batırılmasıyla tarihinin en büyük
şoklarından birini yaşadı. İngilizler uçak gemisi getirememelerinin
cezasını ağır ödemişlerdi ve Japonlar, bir anda, Güneydoğu Asya’da karşılarında
duracak hiç bir gücün olmadığının farkına vardılar. Japonlar, bundan sonra tüm
ana filolarını buraya yönlendirecek ve durdurulamaz bir tayfun gibi her yeri
işgal edecek, önlerine çıkan her şeyi batıracaklardı. Ancak bahse konu tayfun,
daha yeni başlıyordu…
USS Boise (CL-47) |
USS Marblehead (CL-12) |
Hollandalıların bu yanılsamasının
nedeni ise kendi topraklarının ısrarla savunulması için Amerikalılardan yardım
istemeleriydi. Ayrıca Hollandalılar, Japonları hor gördükleri için Japonlara tekrar
tekrar saldırıp onları caydırmak istiyordu. İngilizler de batan 2 zırhlıları
yüzünden zayıf düşmüş ve onlar da işgal korkusu yaşadıklarından Amerikalılara,
bölgede kalıp savaşmaları için çok büyük bir baskı uyguluyordu. Oysaki Amiral
Thomas Hart, önceliği “önce güvenlik”
ilkesine vermişti. Yani filo olabildiğince bir arada durup kendini
savunacak, hem de Avustralya ve Java adası arasındaki ikmal yollarını güvende
tutmak için ticaret konvoylarını koruyacaktı. Çünkü gıda, yakıt ve cephane
ikmali kesilirse, bir liman şehrinin ve üssün düşmesi için birkaç gün yeterli
olacaktı. Ve karşıda da, yıldırım hızıyla işgale girişmiş ve Blitzkrieg’in
deniz versiyonunu mükemmel uygulayan, son derece teknolojik ve güçlü ve tamı
tamına 6 uçak gemisiyle desteklenen, hava gücü muazzam bir Japon donanması
vardı. Tek sorun, Amiral Hart’ın ne İngilizleri ne de Hollandalıları bu gerçeğe
inandıramamasıydı. Çünkü Hart’ın muhatapları böyle bir şeyin
gerçekleşebileceğine inanmıyorlardı.
Çünkü özellikle Hollandalılar
Japonları hala ilkel sanıp hor görüyorlar, Japon teknolojisinin işe yaramaz ve
antika olduğunu düşünüyorlardı. Ama gerçek hiç de öyle değildi. Japon uçak
gemilerinden kalkan uçakların desteğinde Japon İşgal Gücü, karşısında hiçbir
şey bulmadan ilerlemeye devam ediyordu. Hatta Douglas MacArthur’un o çok
güvendiği savunma kuvvetleri, Japonları görünce emrine itaatsizlik edip dağılarak kaçmıştı. Amiral Hart’da en
sonunda “Buraya kadarmış” deyip 24 Aralık 1941’de USS Shark denizaltısına bindi ve o da, USS Houston’un ardından
Filipinler’i terk ederek Hollanda kontrolündeki Java adasına doğru yola çıktı.
Hart’ın kaçmasıyla binlerce donanma personeli, Filipinler’de acımasız Japon
işgalcilere karşı kaderlerine terk edilmiş oldu. Bu personelin çoğu, savaş
esiri olup; hemen hepsi takip eden birkaç yıl içinde açlık, hastalık ve ağır
işkenceden ölecekti.
Ama Amiral Hart’ın başka bir yolu
yoktu. Japonlara karşı koyabilmek için sağ olması gerekiyordu. Denizaltıda tam
8 gün boyunca yolculuk etti ve o 8 günde, kendisinden habersiz hem kariyerini
hem de Asya Filosu’nu temelinden sarsacak olaylar meydana geldi…
İlk olarak, kendisinden iyice nefret
eder hale gelmiş olan Douglas MacArthur, bizzat başkent Washington’daki politik
tanıdıklarına Hart’ı kötülemek için elinden geleni yapmış, Amiral Hart’ı,
donanmayı Filipinler’in işgalinde etkin bir biçimde savunma yapmak için
kullanmayıp ‘’korkak olmakla’’
suçlamıştı. İşin kötü yanı da, politik bağları çok güçlü olan MacArthur’un,
Hart’ı suçladığı kişi, yine torpido fabrikasındaki işçiler yüzünden Hart’la
arası bozuk olan, Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt’ten başkası değildi.
İkinci olarak da, Hart denizaltıda 8
gün geçirirken hiç bir iletişim kaynağı yoktu. Bu süreçte, savunmaya çekilen
Amerikan, İngiliz, Hollanda ve Avustralya kuvvetleri ortak bir askeri güç kurmuştu.
Bu güce, ABDA ismi verilmişti ve
başına da İngilizlerin o zamanki sömürgesi olan Hindistan’ın valisi olan, Archibald Wavell adında, burnu kalkık
ve soylu, aristokrat bir adam getirilmişti. Thomas Hart’a ise, kendisinden
habersiz bu ABDA gücünün Deniz Kuvvetleri Komutanlığı verilmişti.
Archibald Wavell |
Hart, önce kendisine karşı
yöneltilen korkaklık suçlamalarını bizzat günlük notlarını göndererek çürüttü.
Özetle, notlarında “Filipinler, orda
bir hava savunmamız olmadığı için daha en başından kaybedilmiş bir meseleydi…”
demişti. Buna ek olarak, hem kendi yaptığı hem de MAcArthur’un yaptığı
hamleleri karşılaştırmış ve MacArthur’un eksiklerini ortaya çıkartmıştı.
Akabinde de Amerikan Deniz Kuvvetleri Baş Komutanı olan Ernest King, Hart’ın tarafını tutarak tüm ısrarlara rağmen onu
görevden almayıp görevine devam ettirmişti.
Bundan sonra da Hart, donanmasını
olabildiğince bir arada, sağlam ve güvende tutmaya çalıştı. İkmal yollarını
güvende tutarsa; dağılmadan ve mühimmat, gıda ile personel eksikliği çekmeden
savunmaya ve savaşmaya devam edebilecekti. Ancak İngiliz ve Hollandalılar aynı
fikirde değildi. Onlara göre Japonların donanmaları teknoloji olarak zayıftı ve
Hart, Japonları gözünde aşırı büyütüyordu. Özellikle Hollanda Kuvvetlerinin
komutanı olan ve Thomas Hart’ın ardından 2. Kumandan olan Conrad Helfrich önceliği Japonlara saldırmaya veriyordu. Aslında
Amiral Helfrich deniazaltı komutanıydı ve Japonlar hakkında tam bşr bilgisi ve
istihbaratı yoktu. Yine de Helfrich saldırı konusunda ısrarcıydı ve İngilizler
de kendisini destekliyordu.
Conrad Helfrich |
Bu ısrarı neticesinde Japonlara
karşı yapılan ilk deniz saldırısı olacak olan Balikpapan Deniz Muharebesi için 4 Amerikan destroyeri ile
buluşmaya giderken, filodaki tek radarlı gemi olan USS Boise hafif kruvazörü, 21 Ocak 1942’de haritada daha önce
belirlenmemiş bir noktada karaya oturup teknesinin altını yırttı. Aldığı hasar
ağır olduğu için de muharebeye katılamadan tamir için Amerika’ya dönmek zorunda
kaldı. Boise’nin yokluğu, Asya Filosu için çok büyük bir darbe olmuştu. Daha da
önemlisi, radarın olmayışı, ilerde başlarına çok büyük bir felaket getirecekti.
Japonlar, her ne kadar Filipinler’i
işgal etmiş olsalar da, asıl hedefleri hiç bir zaman Filipinler değildi. Yazının
başında bahsetmiş olduğum gibi, Japonların hedefi her zaman doğal kaynaklardı
ve bu doğal kaynakların ana kaynağı Filipinler’de değil, Hollanda kontrolündeki
Güneydoğu Asya adaları, yani günümüzün Endonezya adalarında mevcuttu. Bu doğal
kaynakların en önemlisi kuşkusuz petroldü ve Japonların, güçlerini korumak için
petrole ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla Filipinler’i, doğal kaynakların olduğu
Endonezya ile Japonya arasındaki ikmal yolunda bir engel olarak görüp, sırf
sıkıntı çıkmasın diye işgal etmişlerdi. Sıra, Endonezya adalarındaydı ve burayı
da hızla işgale giriştiler.
Japonların, petrol kaynakları bol
olan Borneo adasına çok büyük bir kuvvetle geldiği istihbaratını alan
Hollandalılar, baskı yaptılar ve zorla Amiral Hart’ı bir karşı saldırı yapmak
için ikna ettiler. Hollandalıların görüşüne göre ‘’Ne de olsa Japonlar zayıftı…’’. Ama Hart çok temkinliydi. Bir savaş
gemisi görev grubu oluşturdu. Bu grubun başına da Hollanda’nın önemli deniz
subaylarından ve Hollanda savaş gemileri komutanı Tuğamiral Karel Doorman getirildi. Görev grubundaki gemiler
şunlardı: Amerikan Ağır kruvazörü USS
Houston, Amerikan hafif kruvazörü Omaha sınıfı USS Marblehead, Hollanda’nın en büyük hafif kruvazörü ve Tuğamiral
Doorman’ın sancak gemisi De Ruyter,
ve yine Hollanda’nın en modern hafif kruvazörü Tromp. Bunlara 3 Hollanda destroyeri ve 4 Amerikan Clemson sınıfı
eski destroyer, denizaltı koruması olarak eşlik edecekti ve bu görev grubu,
Borneo adasına yaklaşan ve eski teknoloji sandıkları Japon savaş gemilerinin
karşısına çıkıp onlarla savaşacak ve iyimser bir senaryoyla bu işgalcileri geri
püskürteceklerdi.
Tuğamiral Karel Doorman |
Saldırı gücü 2 Şubat 1942’de yola çıktı. Ancak Amerikan tarafında bir sıkıntı
vardı. Her ne kadar mürettebat tam eğitimli olsa da, tüm bu eğitim tamamen
tatbikatlarda yapılmıştı ve mürettebatın gerçek bir savaş deneyimi bulunmuyordu.
Ne Houston ne de Marblehead’in mürettebatı, aslında bir çarpışmaya hazır
değildi. Ancak daha da önemli olan unsur, USS Houston’un bulundurduğu 5
inch’lik hava savunma mermilerinin bozuk ve hatalı olmasıydı. Bu o kadar ciddi
bir sorundu ki, donanmada yapılan testlerde mermilerin sadece 20%’sinin patladığı görülmüş ve bu
durum, USS Houston’un kaptanı Rooks’a rapor edilmişti. Ancak kaptan Rooks,
mürettebatının moralini bozmamak için bunu onlara söylememişti.
4 Şubat sabahı bu saldırı gücü Japon
filosunu ararken, sabah 9:30’da Amiral Doorman’a yaklaşık 37 uçaktan oluşan bir
Japon hava gücünün, üçerli gruplar halinde kendi istikametlerine doğru
yaklaştığı raporu geldi. 4 kruvazör aralarında 650 metre mesafeyle bir kol
şeklinde ilerliyor, önlerinde ve arkalarında da destroyerler anti denizaltı
koruması için sonarlarını açık tutarak birer ses duvarı oluşturuyordu. Ve saat
10 gibi ufukta görünen Japon bombardıman uçakları, destroyerleri tamamen yok
sayarak, daha en başından filonun ana gücü olan kruvazörlere odaklanarak
dalışa geçtiler. Böylelikle USS Houston’un ilk çarpışması, başlamıştı…
Tarihe “Makassar Boğazı Muharebesi” olarak geçen bu çarpışma, tamamen
gemiler ve uçaklar arasında yapılan bir muharebe oldu. İlk önce kruvazörler
uçakları görür görmez dağılarak manevraya başladılar. USS Houston’un uçaksavar
mermileri daha en başından bozuk olduklarını belli etti. Hava savunma
mürettebatı kendilerine dalgalar halinde alçalan bombardıman uçaklarına öfke ve
çığlıklarla sıkıyor, ama mermilerin çok azı patlıyordu. Ancak bir gerçek vardı,
o da USS Houston hava savunmasının muazzam derecede isabetli nişan buluyor
olmasıydı. Evet, o tüm gürültü ve duman karmaşasında çok az mermi patlıyordu
ama patlayanlar da alçalan o üçerli uçak gruplarının tam ortasında patlıyordu.
USS Houston’un mürettebatı, eğitimlerinin kalitesinin hakkını veriyordu.
Özellikle Kaptan Rooks, adına ve
şanına yakışır şekilde bu bomba yağmurunda, muazzam bir iş çıkarıyordu. Kendisi
bizzat dümene geçmişti ve yardımcı subayı da bomba atmak için alçalan uçakları
izliyordu. Uçaklar tam bombaları salarken yardımcısı “şimdi” diye uyarıyor, kaptan Rooks da iskele veya sancak tarafına
sert dönüşlerle USS Houston’ın direncini perçinliyordu. USS Houston, tek vücut
halini almış mürettebatının bu üstün becerileri sayesinde bir kayakçı gibi
slalom yapa yapa suda patlayan bombaların arasından sıyrılıyor, deniz yüzeyinde
kocaman ‘’S’’ harfleri çiziyordu.
Bombalar çok yakın patlıyordu ve patlayan her bombanın şarapnelleri, Houston’un
teknesinde gök gürültüsünden sonra metal parçalar yağdıran bir yağmur sesi gibi
yankılanıyordu.
Makassar Boğazı Muharebesi |
Japon uçakları özellikle Amerikan
bayraklı 2 kruvazöre odaklanmıştı. Japonlar Houston’u ıskalarlarken, daha eski
ve yavaş olan, USS Marblehead bu muharebede ilk isabet alan gemi oldu. İlk
bomba isabetini burun kısmından aldı ve bu bomba, zaten zırhsız olan kruvazörü
delip içine girerek tam da hasta revir odasında patladı, üstüne üstlük geminin
ön tarafındaki elektrik aksamını çökertti. Buna ek olarak da geminin dibinde
kocaman bir delik açtı. Çok geçmeden ikinci bir bomba bu sefer Marblehead’in
kıç tarafına isabet etti ve bu bombanın verdiği hasar çok daha büyük ve kalıcı
oldu. Ana dümen odasında patlayan bu bomba sebebiyle geminin dümeni “tam sola” kilitlendi ve gemi kendi
çevresinde halkalar çizmeye başladı. Bu bomba yağmuru sırasında 13 denizci
ölmüştü ve USS Marblehead’in dümeni kitlendiği için artık kolay bir hedefti…
Saat 11:00’dan sonra muharebenin
sonlarına doğru 6 tane çift motorlu bombardıman uçağı inatla kendilerine karşı
koyan USS Houston’a doğru dalışa geçti. Kaptan Rooks son derece sert ve
şiddetli dönüşlerle hepsinin attığı bombalardan sıyrıldı ancak başını son bir
kez kaldırdığında, çok tatsız bir sürprizle karşılaştı: Japon bombardıman
uçaklarından bir tanesi uyanıklık yapıp dalışa geçerken yavaşlamış ve
bombalarını bırakan diğer 5 tanesinin kasten gerisinde kalmıştı. Tam da kaptan
Rooks, USS Houston’u düzeltmişken bu uçak son anda üstünden geçip bombasını bıraktı.
Bu bomba, arka direği yamultup radyo odasını deldi ve o an iskele tarafına
bakan arka taret ile arka kule arasında çok şiddetli bir biçimde patladı. Bu
patlamada tamı tamına 48 denizci tek seferde, 1 saniye içinde hayatını
kaybetmişti. Fakat USS Houston aslında bir facianın eşiğinden dönmüştü. Eğer ki
arka taret iskeleye dönük olmasa, bomba belki de güverteyi tamamen delecek ve
tam da taretin altındaki ana cephanelikte infilak ederek gemiyi tıpkı Hood gibi
tek seferde havaya uçuracaktı.
Taretin içi çok ısınmıştı ve taret
içindeki mermilerin aşırı ısınıp patlamasını engellemek için bir kısım asker o
yakıcı sıcaklık ve dumanın içinde taretin içine girip mermileri kum
torbalarıyla örttüler. Elleri ve yüzlerinin yanması pahasına geminin
patlamasını engelleyeceklerdi ve en son da deniz suyuna bağlı bir hortum
çekerek taretin içini deniz suyuyla yıkayarak söndürdüler. Ancak C tareti,
patlama sebebiyle hem iskele yönüne kilitlenmiş hem de mekanizması bozulmuştu.
Artık kullanılacak vaziyette değildi.
USS Houston, toplamda 3 saat süren
tüm bu çarpışmada 400’den fazla uçaksavar mermisi sıktı ancak birçoğu kurusıkıydı.
Tüm bombalarını harcayan Japon uçakları saat 1’e doğru irtifa kazanarak çekildi
ve Makassar Boğazı Muharebesi sona erdi.
Kaptan Rooks bu muharebenin hemen
ardından, Amiral Hart’ın karşısına çıkıp net bir şekilde, ellerinde
üzerlerine doğru gümbür gümbür gelen Japonlara karşı ciddi bir tehdit
oluşturabilecek ve doğru düzgün hava savunmasına sahip tek geminin USS Houston
olduğunu üstüne basa basa rapor etmişti. Bu muharebede USS Houston olmasa,
tüm bir filo birer kağıt gemiden farksız şekilde japon uçakları tarafından
batırılacaktı. Amiral Hart, en acil şekilde USS Bose’nin getirip, gitmeden önce
geride bıraktığı en yeni ve modern uçaksavar mermilerinin USS Houston’a
yüklenmesini emretti. USS Houston, USS Marblehead’in de muharebeden sonra tamir
için Güney Afrika’ya doğru yola çıkmasının ardından, görünen manzara
itibarıyla, geriye kalan bu ortak gücün güçlü ve bir şeyler yapabilecek
kapasiteye sahip tek gemisiydi. Tüm yük, birden USS Houston’un omuzlarına binmişti.
Ancak en kötüsü daha gerçekleşmemişti…
Makassar Boğazı Muharebesi’nden
önceki 1 ay boyunca General MacArthur, Amiral Hart’ı kötüleyen lobi
faaliyetlerine devam edip, bu faaliyetlerini daha da hızlandırmıştı.
Macarthur’un Amiral Hart’a yönelik suçlamaları: inisiyatif almamak, korkaklık
ve yeteri kadar irade gücüne sahip olmamak üzerineydi ve bu sebeplerden ötürü görevin
sorumluluğunu kaldırabilecek becerilere sahip olmadığını dayanak olarak
gösteriyordu. Ancak Amiral Hart’e tek garezi olan MacArthur değildi…
Çok güvendikleri 2 zırhlısı 2 saatte
Japonlar tarafından batırılan İngilizler, hala kendilerini üstün görüp “Amerikalıların yerlerine oturtulması”
gerektiği düşüncesindeydiler. Amiral Hart’ın Japonları son derece ciddiye alıp
temkinli davranmasını açıkça “kötü bir
tutum” ve “terbiyesizlik” olarak
görüyorlardı. Ama sadece İngilizler değil, Hollandalılar da Amerikalılardan
farklı beklentiler içindeydi. Amiral Helfrich’in, Thomas Hart ile aynı
seviyede, eş-komutan olmasını istiyorlardı. Çünkü Thomas Hart, Hollandalıların
topraklarını korumaktan ziyade, o toprakları korumak için gereken filoyu
korumaya odaklanıyordu. Fakat Hollandalılar, Japonlara saldırırlarsa
kazanacaklarından emindi ve saldırmadığı için de Hart’ın üzerinde saldırı için
baskı kurmaya çalışıyorlardı.
Amiral Thomas Hart, çevresini saran
tüm bu olayların aslında askeri değil, politik bir satranç tahtasının hamleleri
olduğunun farkındaydı ve kendisi bir politikacı değildi. Tüm bu bir araya
gelmiş filonun içinde, bir tek kendisi olaya tamamen stratejik ve taktiksel
açıdan bakıyordu. Geriye kalan herkes, yani İngilizler, Hollandalılar,
İngilizler ve Avustralyalılar, hatta Amerika’daki siyasetçiler; olayı “politik bir vitrin” gözüyle izliyor ve bu
yönde hamle yapıyorlardı. Hart en sonunda, kendisine yapılan bir sürü kumpastan
sonra Amerikan Donanma Komutanı Amiral Ernest King’e durumu anlattı. Ernest
King, kesinlikle Hart’ın tarafını tutuyordu ancak işler iyice sarpa sarmasın,
Amerika bölgede kontrolü kaybetmesin ve politik ilişkileri zedelenmesin diye
Hart’a “sağlık problemlerini” bahane
göstererek görevden çekilmesini tavsiye etti. Tüm bu baskı ve suçlamalardan
yorulmuş olan Thomas Hart, Ernest Kingin tavsiyesini mantıklı buldu ve sağlık
sorunlarını bahane ederek emekliliğini istedi.
15 Şubat
1942 günü, Amerikan Asya Filosu resmi
olarak sona erdirildi ve kağıt üstünde Abda
Deniz Gücü’nün bir parçası haline getirildi. Aynı gün, efsanevi Amiral
Thomas Hart komutanlık görevini bırakarak yerine aslında bir denizaltı komutanı
olan Hollandalı Tümamiral Conrad Helfrich geldi. Bu gelişmeler,
USS Houston’un hem efsanevi kaderini çizecek olan, hem de sonunu hazırlayan
felaket serisinin başlangıcı oldu.
Helfrich’in ABDA’nın başına geçmesiyle
de, Thomas Hart’ın izlediği “önce
güvenlik” politikası tamamen iptal edildi ve Hollandalıların o anki
sömürgeleri olan ve petrol gibi doğal kaynaklarından dolayı Japonların gözünü
diktiği Endonezya adalarını Japonlara karşı korumak için, agresif ve saldırgan,
dolayısıyla da açık ve savunmasız bir strateji izlenmeye başladı.
Hollandalıların hedefi, Japonları püskürtmekti. Çünkü Hollandalılar, Japon
savaş gemilerinin ve teknolojilerinin 1920’lerden kalma olduğunu
düşünüyorlardı.
Bu gelişmeler sırasında 4 Şubat’taki
Makassar Boğazı Muharebesi sırasında aldığı hasarlardan sonra USS Houston, önce
11 Şubat 1942’de tamir için Avustralya’nın
Darwin şehrine geçmiş; Darwin şehrinden 14
Şubat 1942’de ayrılıp Java’ya giden bir konvoyu koruma görevi üstlenmişti. Geminin
bu görevi almasındaki en önemli sebep bölgede bu önemli konvoyu koruyabilecek
tek geminin USS Houston olmasıydı. Houston’un bu konvoyu koruma sebebi ise bu
konvoydaki gemilerin hem hayati önemde mühimmat ve binlerce asker taşıyor
olmasıydı. Bu görevden sonra 18 Şubat 1942’de Houston Darwin limanına geri
döndüğünde, Kaptan Rooks, Amiral Hart’ın görevden ayrıldığı haberini aldı. Bu haber,
Kaptan Rooks için bir nevi, kıyametin başlangıcı niteliğindeydi…
Hart’ın yokluğunda oluşacak taktiksel
değişiklik ve kopacak kıyameti tahmin eden kaptan Rooks, hiç beklemeden USS
Houston’a yakıt ikmali emrini verdi. Kaptan Rooks, Darwin’den kaçması
gerektiğini hissediyordu ve yakıt ikmali yapar yapmaz, USS Houston o gece saat 22:00’da
Darwin limanından apar topar ayrıldı. O an itibarıyla USS Houston’un
mürettebatı 24 saatten fazladır uykusuz bir vaziyette alarm durumundaydı.
Ne Amerikalılar ne de
Avustralyalılar farkında değillerdi ama hızla güneye doğru yayılmakta olan
Japon İmparatorluk Donanması, devasa büyüklükte bir görev gücü ile
Avustralya’nın kuzeyindeki Darwin limanına saldırmak için tam da o sırada,
bölgeye gelmişti. Daha sonra 2.
Guadalcanal Deniz Muharebesi’nde USS Washington tarafından sancak gemisi
Kirishima batırılacak olan Amiral Nobutake
Kondo komutasındaki bu görev gücünde 2 zırhlı, 5 ağır kruvazör, 4 uçak
gemisi ve 20’den fazla destroyer vardı.
Amiral Nobutake Kondo |
Dolayısıyla Kaptan Rooks, hislerinde
yanılmamıştı. USS Houston’un kaçar vaziyette ayrıldığı o gecenin sabahı olan 19
Şubat 1942’de Japonlar, 4 uçak gemisinden kalkan tam 242 uçakla, tarihe “Darwin
Bombardımanı” olarak geçecek olan bombalamayı yaptılar. Bu saldırıda
250’den fazla ölü ve 400 kadar yaralıya ek olarak 30 uçak ve 11 gemi imha
edildi ve 20 kadar gemi de hasar gördü. USS Houston, Kaptan Rooks’un öngörüsü
ve tecrübesi sayesinde, bu yıkım ve faciadan son anda kurtulmuştu.
Darwin Bombardımanı |
USS Houston, Darwin Bombardımanı da
dahil olmak üzere o ana kadar birçok kez Japonlar tarafından “batırıldı” diye duyurulmuştu ama her
seferinde başka bir yerde ortaya çıkıp Japonları rahatsız etmeye devam
ediyordu. Dolayısıyla da lakabı “Java kıyısının hızlı hayaleti”
olmuştu.
USS Houston’un Darwin’den ayrıldığı
gün bir başka Japon işgal gücü, Bali adasını işgal etmişti ve ABDA kuvvetleri
komutanı olan Tuğamiral Karel Doorman, inisiyatif alarak bir görev gücünü
Japonların üzerine gönderdi ve tarihe “Badung
Boğazı Muharebesi” olarak geçecek çarpışma yaşandı. ABDA kuvvetleri tamamen
Hollanda gemilerinden oluşuyordu ve 3 hafif kruvazör (De Ruyter, Java ve Trump)
ile 7 destroyer ve 2 denizaltıdan meydana geliyordu. Ancak karşılaştıkları
Japon gücü, kendilerinden kat be kat zayıf olacak şekilde sadece Asashio sınıfı 4 destroyerden
oluşuyordu. Fakat Japonların gizli silahı, ilk kez burada ortaya çıktı.
ABDA kuvvetleri, kendilerinden katlarca zayıf olan Japon destroyerleri
tarafından muazzam bir bozguna uğradılar ve bunda, Japon Tip 93 “Uzun Mızrak” torpidoları başrol oynamıştı. 2. Dünya
Savaşı’nın uçak gemilerinden sonraki en muhteşem silahı olan bu torpidolar dev boyutlardaydı,
patlayıcı özellikleri olağanüstüydü ve 40 kilometre menzilleri vardı. Buna ek
olarak sıvı oksijenle itildiklerinden su yüzeyinde iz bırakmıyorlar,
dolayısıyla da uzaktan veya havadan tespit edilmeleri imkansıza yakın derecede
zordu. Asashio’nun attığı bu torpidolardan sadece bir tanesi, Hollanda
destroyeri Piet Hein’e isabet ederek
anında ortadan ikiye böldü ve batırdı. Hollanda, bir kruvazörünün de ağır hasar
alıp tamir için temelli ayrıldığı bu muharebeden sonra asla tek başına hareket
edemedi. Japonlar, ilk defa güçlerini Hollandalılara göstermişler ve
Hollandalıları gerçekten korkutmuşlardı.
Tip 93 “Uzun Mızrak” torpidosu |
İşte Darwin Limanı’ndaki
bombardımandan son anda kaçmış olan USS Houston, 24 Şubat 1942’de vardığında
Surabaya limanını bu korku ve şartlar altında buldu. Yüzlerine baktıkları
herkes korkuyordu, bir tek USS Houston’un mürettebatı bu tip bir baskı ve
şiddete alışmıştı ve herkesin ürkek bir tavşan gibi korktuğu bu ortamda,
dizginleri ellerine alıp sorumluluk üstlenmek içgüdüsel davranışları oldu. USS
Houston, bu dakikadan sonra kaptan ve mürettebatının sorumluluk üstlenmesi ile
ABDA kuvvetlerinin kağıt üstünde değil, ama bizzat uygulamada, lider savaş
gemisi rolünü üstüne aldı.
Japonların az önce kısaca
bahsettiğim Badung Muharebesi’ndeki zaferden sonra tüm Bali adasını işgal
etmesinin ardından İngilizler dehşete düşmüş ve derhal Java’dan
toplayabildikleri ne kadar adam varsa alarak uzaklaşmışlardı. Çünkü Bali’den
hemen sonra, Java vardı. Ertesi gün olan 25
Şubat 1942’de, daha önce Alman Graf Spee’ye karşı savaşmış olan ünlü
İngiliz ağır kruvazörü HMS Exeter
ile 3 İngiliz destroyerine ek olarak Avustralya’nın modifiye edilmiş Leander
sınıfı kruvazörü olan Perth,
Surabaya Limanı’na gelerek limanda konuşlu bulunan Hollanda ve Amerikan deniz
kuvvetlerine destek olmak üzere katıldı.
Önde USS Houston, Arkada HMAS Perth |
USS Houston’un kaptanı Rooks, derhal
Hollanda güçlerinin sancak gemisi olan hafif kruvazör De Ruyter’e giderek
Amiral Doorman’a, “Savaş planımız nedir?”
diye sordu. Kaptan Rooks görevden alınan Amiral Hart’ın yokluğunda kendisi hariç
kimsenin, temkinli davranmayacağını hissediyordu ve bu hislerinde de haklıydı.
O gece gelen istihbarat raporlarından, Filipinler’de toplanan 100’den fazla
gemiden oluşan bir Japon işgal gücünün kendilerine doğru hızla yola çıkmış
olduğu istihbaratını aldılar. Ve bu istihbarat dahilinde daha da korkması
gereken Amiral Helfrich, bunun yerine bir karşı saldırı planı oluşturup atağa
kalkma emri verdi.
Daha önce hiç muharebe deneyimi
olmayan Conrad Helfrich, kendisine an itibarıyla 320 kilometre uzaklıkta olup
süratle üzerine gelen bu devasa Japon gücünü hala hafife alıyor ve tamamen
teorik olan bir muharebe taktiğini uygulamaya koyuyordu. Bu taktiğe göre 2
kuvvet karşı karşıya geldiğinde önce İngiliz ve Hollanda destroyerleri, yani
küçük üniteler tek seferde hücuma kalkıp rakibin dikkatlerini üzerlerine çeker
çekmez dönüp kaçacaklar, arkalarından gelen kruvazör grubu aniden belirip
Japonlara topları ile sürpriz bir atak yaparak vur ve kaç taktiğini uygulayarak
geri çekilirken en arkadan gelen Amerikan destroyerleri de geniş çaplı bir
torpido salvosu bırakacaklardı. Conrad Helfrich, o anki Amerikan
torpidolarının, ne kadar kötü ve işlevsiz olabileceğinden hala bihaberdi… Oysaki
Thomas Hart, özellikle bunu bildiği için birebir bir çarpışmaya girmemeye
çalışmıştı…
Conrad Helfrich yönetimindeki kuvvetin üzerine Japon Deniz gücü,
inanılmaz bir hızla yaklaşıyordu. Öyle ki, Amerikan devriye uçaklarının bu
deniz gücünü saptadığını ilettiği rapor Hollandalılara ulaştığında Japonlar,
Surabaya limanının 290 kilometre açığına gelmişti bile. Surabaya’daki
müttefik gemileri gündüzleri devriyeye çıkıyor ve hepsi farklı farklı
raporlarla dönüyordu. Her ne kadar Japon güçlerinin rakamları konusunda bir
sürü çelişki olsa da ortalama 4 kruvazör ve 14 civarı destroyerin yanında
50’den fazla yük gemisinin bu rakamlara dahil olduğu kesinleşmişti.
İşte bu manzara dahilinde,
müttefiklerin diplerine kadar gelmiş olan Japon Kuvvetlerine karşı geriye
yapılabilecek tek bir şey kalmıştı. Müttefik donanmasının saha komutanı olan
Hollanda’lı Tuğamiral Karel Doorman, 27 Şubat günü öğlen saat 15:00’da tüm
gemilere sinyal ile şu mesajı iletti:
“Düşmanı
durdurmak üzere yola çıkıyorum. Beni takip edin. Detaylar daha sonra
bildirilecek...”
27 Şubat günü bu müttefik kuvveti
daha yola çıkar çıkmaz, yarım saat bile geçmeden Japon uçak gemilerinden kalkan
gözetleme uçakları tarafından tespit edildi. Tüm bu donanmada tek doğru düzgün
hava savunma sistemine sahip gemi olan USS Houston, tüm uçaksavar silahlarını
ateşleyerek Japon uçaklarını daha o an saldırmaktan vazgeçirdi. Ama Amiral
Doorman ürkmüştü, gittikçe kapanan bir kapana kısılmış gibiydi ve kurtulmanın
tek yolu, o kapanı kırmaktı.
Amiral Doorman, hemen Surabaya
limanındaki üsten, geriye kalan 8 avcı uçağının havalanıp kendilerine hava savunması
olarak destek vermesini talep etti. Ancak o 8 tane avcı uçağı, yaklaşmakta olan
Japon Deniz gücünü bombalamak üzere havalanmış olan bir başka 4 bombardıman
uçağını koruma vazifesiyle daha önceden havalanmıştı bile...
Üstlerine doğru tsunami gibi
yaklaşmakta olan Japon kuvvetlerine doğru, karşı hücuma kalkmış olan müttefik gücü
ne zayıf, ne de azımsanacak bir kuvvet değildi. Amiral Doorman’ın sancak gemisi
olan hafif kruvazör De Ruyter, en
önden ilerleyerek bir kruvazör hattının liderliğini yapıyordu. Bu kruvazörler
sırayla İngiliz ağır kruvazörü HMS
Exeter, Amerikan ağır kruvazörü USS
Houston, Avustralya hafif kruvazörü Perth
ve Hollanda hafif kruvazörü Java
şeklinde sıralanmıştı.
De Ruyter |
HMS Exeter |
HMAS Perth |
Hollanda hafif kruvazörü Java |
Clemson sınıfı 4 Amerikan
destroyerine ek olarak Hollanda’nın 2 destroyeri Kortenaer ve Witte de With,
4 kilometre gerilerinden gelirken kruvazörlerin hızlarına yetişmekte sıkıntı
yaşıyorlardı. Özellikle Kortenaer, kazan dairesindeki sıkıntı sebebiyle 24 knot’dan
daha yüksek bir hıza erişemiyordu. Amerikan destroyerleri ise eski
olduklarından kapasitelerinin tamamında bile yavaş kalıyordu. Kruvazörlerin
önünde ise, 3 İngiliz destroyeri Electra,
Jupiter ve Encounter birer anti-denizaltı kalkanı işlevi görmek için
hidroakustik ile önlerindeki yolu tarıyorlardı.
Yukarda bahsedilen kuvvet aslında hiç
de zayıf değildi. Ama zayıf olan, hatta çok zayıf olan ise yukarıda
bahsettiğimiz taktik dizilim idi. Sadece bu
taktik dizilim yüzünden Amerikan ve İngilizler rahatsız olmuş; ancak bu kritik
anda ortalığı galeyana getirmektense emirlere uymayı tercih etmişlerdi. Bu
taktik dizilime bakıldığında ilk görülen şey, Tuğamiral Doorman’ın aslında,
pratik muharebe taktiklerinden bihaber
olduğu idi. Tuğamiral Doorman bu taktik dizilim ile daha önce hiç deniz
çarpışmasına girmemiş biri olduğunu açıkça belli etmişti. Çünkü aslında olması
gereken dizilim bu değildi. Bu dizilim, oldukça sıra dışı bir fanteziydi.
Aslında, muharebe öncesi taktik
dizilimlerde özellikle İngilizler bir şeyi çok iyi etüt etmişti: Kuvvetleri
kendi sınıflarına göre ayırıp gruplandırarak hepsinin aynı anda en güçlü
özelliğini ortaya çıkarmak daha kolay ve etkiliydi. 1. Dünya Savaşı’ndaki
Jutland Deniz Muharebesi’nde hem Almanlar hem de İngilizler zırhlılarını
beraber, savaş kruvazörlerini beraber, destroyerlerini de beraber ayrı gruplar halinde farklı görevlerle
kullanmış ve her iki taraf da tüm kayıplarına rağmen yenilmemişti. Bu,
İngilizlerin yüzyıllardan gelen deniz geleneği sonunda vardıkları bir taktik
çıkarımdı. Yani, anlık bir icat değildi. Ama Karel Doorman, maalesef bunu ya
bilmeden, ya da görmezden gelerek kendne göre bir taktik plan oluşturmuştu ve bu
plan, müttefiklere çok pahalıya mal olacaktı.
Standart doktrine göre ateş gücü en
büyük olan üniteler, yani bu filoyu örnek vermek gerekirse 8 inch’lik toplara
sahip ağır kruvazörler HMS Exeter ve
USS Houston, en önde olmalıydı.
Bunları hafif kruvazörler takip etmeli, destroyerler ise kanatlardan torpido
saldırısı düzenlemeliydi. Ancak Tuğamiral Doorman’ın taktiğinde kruvazörlerin ardına
yerleştirilen destroyerler, önlerindeki kruvazörler çekilene kadar tamamen
fonksiyonsuz ve bekler vaziyette bulunacaklardı. Muharebeye girseler bile çok
geç dahil olacaklardı bu da onların etkisini çok büyük derecede azaltacaktı.
İşte bu kaotik taktik diziliş
sebebiyle müttefik kuvveti bir kaos içindeyken, saatler öğleden sonra 16:00’ı
gösterdiğinde, filonun en önünden gözcü olarak ilerleyen İngiliz destroyerleri,
ufukta ilk düşman siluetlerini görmeye başladı. Japonlar, en nihayetinde ufuk
çizgisinde belirmişti ve bu ilk beliren 2 gemi silüeti de oldukça büyüktü.
Bunlar, görünüşe göre zırhlıydı.
Müttefik güçleri mürettebatının stres
ve gerginlik dolu o bekleyişten sonra en nihayetinde günlerdir üstlerine doğru
gümbür gümbür gelmekte olan düşmanla yüzleşmek, ve ilk gördükleri düşman
gemilerinin de kocaman zırhlılar çıkması. Muhtemelen o an korkmamış olsalar
bile, büyük ihtimalle moralleri bozulmuştu…
İşte bu iki büyük gemi ufukta
belirir belirmez, hemen arkalarındaki o ufuk çizgisi bir anda onlarca düşman
gemisiyle doldu. Sanki dev bir karınca sürüsü gibiydiler. Ancak Japonların bu
işgal gücü, Güneydoğu Asya adalarını işgal için gönderdikleri birkaç kuvvetten
sadece bir tanesiydi. Aslında bu kuvvette de herhangi bir zırhlı da
bulunmuyordu. İngiliz destroyerlerinin “zırhlı”
diye rapor ettiği ve Japon işgal gücünün liderliğinde ilerleyen 2 gemi, Myoko
sınıfı 2 ağır kruvazör, Nachi ve Haguro’ydu. Bunların hemen arkasında
Japon gücü 2 kanada ayrılmış şekilde ilerliyordu ve her iki kanat da, Sendai sınıfı birer hafif kruvazör
tarafından komuta ediliyordu. Bu hafif kruvazörler, Naka ve Jintsu’ydu. Ne
var ki bu iki hafif kruvazör, ne kadar liderlik vazifesi üstlenseler ve Naka,
tüm bu Japon kuvvetinin sancak gemisi olarak Tuğamiral Shoji Nishimura’nın komutasındaysa da, esas korkulacak üniteler,
bu 4 kruvazörü takip eden 6 tane Shiratsuyu
sınıfı destroyer, 2 tane Fubuki
sınıfı destroyer ve 4 tane de Kagero
sınıfı modern destroyer idi. Peki bu destroyerler neden bu kadar çok
tehlikeliydi? Çünkü hepsi, Japonların o ünlü Tip 93 Uzun Mızrak torpidolarıyla donatılmıştı. Bu da yetmezmiş
gibi, Japonlar bu destroyerlere “yeniden
dolum” sistemi olarak yedek depolama ve torpido sürüm kolları donatmışlardı
ve bundan ötürü Japon destroyerleri, o dönemde dünyada hiçbir ülke
donanmasında olmayan bir özellik olarak düşmanlarından 2 kat daha fazla torpido
taşıyordu. Bu torpidolar da, düşmanlarının kullandığı torpidolardan belki
5-6 kat daha ölümcül ve hasar vericiydi. Tüm bu durumu tamamlayacak bir gerçek
olarak da, Japonlarla savaşmak için onları halihazırda pozisyon almış vaziyette
bekleyen müttefik kuvvetlerinin, bunların hiçbirinden haberi yoktu…
Nachi |
Haguro |
İşte bu şekilde, tarihe Java Deniz Muharebesi olarak geçecek
olan deniz çarpışması da, başlamış oldu.
Müttefikler, hemen Japonların
ateşine yanıt vermeye başladı. Ancak her iki taraf da isabet sağlayamıyordu.
Bunun sebebi de, her 2 taraf da maksimum uzaklıktan birbirine sıktığı için,
Exeter ve Houston haricindeki müttefik gemilerinin 6 inch ve daha küçük topları
olması sebebiyle, bu topların atış menzilinin kısa olmasıydı. Müttefik
donanmasından menzili yeten 2 ağır kruvazörden İngiliz HMS Exeter, her ne kadar
yakın zamanda bir modernizasyon görmüş olsa da atış kontrol radarı hala istenen
isabet oranını sağlayamıyordu. USS Houston ise bambaşka sorunlarla uğraşıyordu:
yukarıda anlattığım Makassar Boğazı Muharebesi’nden beri USS Houston sürekli
olarak konvoy korumuş, Darwin limanına sığınıp beklemeden kaçmak zorunda kalmış
ve Surabaya’daki müttefik donanmasına katılır katılmaz kendisini bu muharebenin
içinde bulmuştu. Bu koşuşturmacadan dolayı USS Houston’un mürettebatı, 48
saatten fazladır uykusuzdu. İkincisi, USS Houston’un her salvosu sadece 6 topla
gerçekleşiyordu. Makassar Boğazı Muharebesi’nde ‘’C’’ taretinin içi tamamen
yanmış ve taret iskele yönüne kilitlenerek devre dışı kalmasından ötürü bu
taret kullanılamıyordu.
Bununla birlikte Japonların bir
avantajı daha vardı. Bu avantajları, havada uçan gözetleme uçaklarının
olmasıydı. Bu uçaklar telsiz aracılığı ile mermilerin düşüş mesafelerini Japon
kruvazörlerine bildirerek isabet arttırmalarına etkin bir biçimde destek
oluyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen USS Houston, hali hazırda çalışan 6
topuyla ateş etmeye başlar başlamaz isabet buldu. Bu önemli bir gelişmeydi. Çünkü
menzil maksimumda olduğu için atılan mermiler nerdeyse gökyüzünden dikine
iniyordu ki bu da hedefi küçülttüğü için, isabet ettirmenin zorluğunu,
katlayarak artıran bir unsurdur. Daha da önemlisi, USS Houston sadece 6 topla ateş
etmesine rağmen muazzam bir atış sıklığı yakalamıştı. Peki, bu niye önemli? Çünkü
USS Houston daha ateş etmeye başlar başlamaz ‘’A’’ taretindeki ateşleme kutusu
arızalanmıştı. Yani taretteki 3 top da ateşlenemez hale gelmişti. Ama o 48
saattir uykusuz ve yorgun topçu mürettebatı, artık nasıl konsantrasyon
seviyesine ulaşmışlarsa, 118 kiloluk her bir top mermisi ve patlayıcı
torbalarını el ele vererek top yuvasına yüklemeye ve elle ateşlemeye devam
etti. Yani USS Houston’un bu muharebedeki o muazzam atış sıklığı aslında,
yokluktan var ettikleri bir mucizeydi. Bunun inanılmaz olmasının sebebi ise
barış zamanında böyle bir görevin bir tatbikat sırasında denenmesi ve başarısız
olunmuş olmasıydı. Tam 65 salvo boyunca USS Houston’un ‘’A’’ taretindeki
topçu mürettebatı mermi ve torbaları elle yükleyip ateşledi, ta ki ateşleme
kutusu onarılana dek. USS Houston, dakika başına 5-6 salvoluk bir ortalamayla ateş
ediyordu ki bu nerdeyse 12 saniyeye bir salvo demek ve üstelik otomatik
ateşleme ve dolum bozulmuş olmasına rağmen bu olay tam 10 dakika boyunca kutu
onarılana kadar devam etti. Mürettebat bir önceki muharebede yanan taretin
içine girip gemiyi patlamaktan kurtarmışlardı, şimdiyse çalışmayan taretin
içine girip çalıştırmışlardı.
İşte böyle bir ortamda ve ateşleme
kutusu bozukken, USS Houston ilk isabetini Japon filosunun ana gemilerinden
biri olan ağır kruvazör Nachi’ye
sağladı. Houston’un mermisi direk olarak Nachi’nin ön taretlerinden birine
isabet edip bir yangın başlattı ve dakikalar içinde Nachi’nin tüm ön güvertesi
yangın ve dumanla kaplandı. Nachi aldığı isabet neticesinde güvertesinde
başlayan yangını söndürmeye çalıştığı için devre dışı kaldı. Japon
destroyerleri hemen Nachi’nin yardımına koşarak önüne geçip müttefik
donanmasına doğru bir torpido salvosu yaptılar. Aslında bu riskli bir girişimdi.
Çünkü destroyerler müttefik gemilere yaklaştıkları için o an Avustralya’nın
hafif kruvazörü Perth 2 destroyere isabet sağlamıştı, Exeter de yine bir hafif
kruvazörün üst güvertesine hasar verdi. Japonlar bunun üzerine geri çekilerek
yeniden organize oldu ve 10 dakika içinde ikinci büyük torpido salvosunu suya
bıraktılar. Sadece bu salvoda Japonlar tam 43 tane Uzun Mızrak torpidosunu, 13
kilometre mesafeden müttefiklerin üzerine göndermişti. Müttefikler bu
torpidoların ne kadar etkili olduğunu o zaman daha bilmiyorlardı. Exeter,
Japonlara bu sırada 1-2 atış yaptıktan sonra bütün müttefik filosu, üzerlerine
doğru gelen torpidolara karşı en küçük silueti oluşturmak için iskele tarafına
aynı anda, dans eder gibi dönüş yaptı. Bu dönüş yapılırken Amerikan destroyeri USS Edwards tam da o sırada dönüş
yapmakta oldukları istikamette bir periskop rapor etti. 2 dakika sonra da tespit
yapılan yerin yakınında bir patlama görüldü. Japonların bıraktığı o ölümcül
torpidolar, suda rastgele freni patlak kamyon gibi ilerlerken yine Japonların
kendi denizaltısına isabet etmişti…
Bu kargaşada Japonlar, uzak menzile
rağmen isabet oranlarını arttırıyordu. Japonların attığı 2 mermi Houston’ın
iskele tarafına isabet etmiş, biri patlamadan sancak tarafından çıkarken diğeri
ise Houston’u delmesine rağmen infilak etmemişti. Bu sırada Japon filosunun
komutanı Amiral Takeo Takagi, tüm
gemilerine düşmana yaklaşma emri verdi. Japonların savaş gemileri artık isabet
oranını tutturmuş ve bu isabet oranını ölümcül hale getirmeye karar vererek
hücuma kalkmıştı.
Bu hücumda ilk ağır darbeyi alan, müttefik
donanmasının en önündeki gemi olan İngiliz HMS
Exeter oldu. Haguro’dan gelen ve kazan dairesine isabet eden 8 inch’lik bir
top mermisi sebebiyle Exeter’in hızı 15 knot’a düştü ve iskele tarafına dönerek,
yaklaşan Japonlar yakalayamasın diye kaçmaya başladı. En öndeki gemi dönmeye
başlayınca da, filonun diğer tüm gemileri aynı manevrayı yapmaya girişince
ortalık birden karıştı ve bu karışıklıkta Hollanda destroyeri Kortenaer, üzerlerine gelen
torpidolardan sadece 1 tanesinin isabet etmesiyle infilak etti ve bir İsviçre çakısı
gibi katlanarak, 1 dakika içinde tamamen suya gömüldü. Müttefikler birkaç
dakika içerisinde üst üste gelen bu 2 olay neticesinde, inisiyatiflerini
kaybettiler ve durum, bu noktadan sonra sadece daha da kötüleşecekti…
Müttefiklerin, hızla üzerlerine
gelen Japonların baskısından kurtulmaları gerekiyordu ve en nihayetinde Amiral
Doorman, tüm gemilerine kendi sancak gemisi olan hafif kruvazör De Ruyter’i
takip etmelerini işaret etti. Ancak bu emre Exeter uyacak durumda değildi.
Çünkü Exeter çok yavaşlamıştı ve
çarpışmaya devam etmesi durumunda en fazla Japonlara bir atış talim hedefi
olacaktı. Dolayısıyla Exeter güneye doğru olanca hızıyla kaçmaya başladı.
İngiliz destroyerleri destek olmak üzere Exeter’in arkasında duman perdesi
oluşturmaya başladılar ve aynı anda Avustralyalı hafif kruvazör Perth de,
Exeter’i koruyabilmek için çok cesurca bir hamle yaparak Japonların önüne
atıldı ve o da ayrı bir duman perdesi oluşturdu. Bir anda göz gözü görmez
olmuştu…
Exeter kaçıyordu, ama yavaş
kaçıyordu. Onu koruyan tek şey yanı başındaki 3 İngiliz destroyeriydi ancak
Amiral Doorman, saat tam 17:30’da saldırı emri verince üç İngiliz destroyeri de
dönerek sisin içine doğru hücuma kalktılar. Tam da o sırada HMS Electra’nın direk
olarak burnunun ucunda, sisin içinden 3 Japon destroyeri beliriverdi. Bu 3
Japon destroyerinin ana topları ve makinalı tüfekleri Electra’ya ateş edecek
kadar yakındılar. Dolayısıyla bu kadar yakın mesafeden Japonlar acımasızca ateş
etmeye başladı. Her ne kadar Electra bir tanesine 4 isabet sağlasa da diğer iki
japon destroyeri Electra’yı delik deşik ettiler. O sırada bir diğer İngiliz
destroyeri HMS Jupiter, Electra’nın yardımına koştu. Ancak yetiştiği sırada
Electra tamamen batmıştı. Jupiter’in mürettebatı bu manzara karşısında
muhtemelen çok öfkeliydi ve intikam ateşiyle yanıyordu ki, ikiye bir olmalarına
rağmen 2 Japon destroyerine de ateş ederek tek başlarına hücuma kalktılar. Bu
saldırı üzerine Japon destroyerleri kuzeye doğru geri çekilerek duman
perdesinin içinde kayboldu.
HMS Jupiter |
Bu kargaşanın ardından Exeter,
güneye doğru kaçmaya devam etti ve müttefikler tekrardan toparlanarak yeniden
bir saldırıya geçti. Bu sefer de Japonlara daha isabetli atışlar yaparak hafif
kruvazörlerden birinde bir yangın başlattılar. Gözlem yapan Amerikan
uçaklarından biri o sırada 1 kruvazörün yangınını kontrol altına aldığını,
ancak 3 Japon destroyerinin hala yanmakta olduğunu rapor etti.
Çarpışmanın gidişatı artık müttefiklerin
lehine dönmeye başlamıştı. Ancak o an hiç de beklenmeyen bir şey oldu. Amiral
Doorman, Saat 18:00’da sancak gemisi De Ruyter’den önce “Karşı saldırıya geçin.” emri gönderdi. Bu
emirden 1 dakika sonra ise “Karşı
saldırıyı iptal edin.” mesajını gönderdi. Bu emrin hemen ardından da “Duman perdesi yaratın.” Mesajı ve onun
da ardından “Geri çekilmemi destekleyin”
emrini gönderdi.
Bu olayın yarattığı karışıklık o
kadar büyüktür ki, bunu ayrı bir paragrafta anlatmak gerekir. Neden mi?
Müttefik donanmasına şöyle bir bakalım hangi birimlerden oluşuyor?
1- Amerikan Donanması gemileri
2- Hollanda Kraliyet Donanması
gemileri
3- İngiliz Kraliyet Donanması
gemileri
4- Avustralya Donanması gemileri
Olayı sıkıntılı hale getiren ise şu:
Amerikalılar da, İngilizler ve Avustralyalılar da, Hollandalılar da kendilerine has mesaj kodlarına
sahiptiler. Hepsinin mesajlaşma kodları kendi dillerinde, kendi kültürlerinde
tasarlanmıştı. Hepsi İngilizce konuşabiliyordu ama donanma iletişimi söz konusu
olunca, hepsi ayrı bir dilden konuşuyor ve anlıyordu. Durum böyle olunca da,
Amiral Doorman’ın iletişim için kullandığı kimi mesajları hepsi ayrı bir
biçimde okuyordu veya yanlış okuyordu yada hiç okuyamıyordu. Yani
anlayacağınız, o anki müttefik filosu, muhabere, yani iletişim anlamında
kocaman bir çorbaydı.
İşte bu karışıklıkta herkesin aklı
karışmışken, Amerikan destroyer filosunun komutanı Thomas Binford, bir torpido saldırısı emri vererek hücuma kalktı ve
3 Amerikan destroyeri önce sancak torpidolarını fırlattı, sonra da güneye
dönerek iskele tarafındaki torpido tüplerini de boşalttı. Bilmeyenler için, 2.
Dünya savaşı öncesi inşa edilen “klasik”
Amerikan destroyerlerinde torpido tüpleri gövdenin ortasında her 2 yöne doğru
dönecek şekilde kurulmamışlardı ve iskele ile sancak tarafında birbirinden
bağımsız torpido tüpleri vardı. Her birini boşaltabilmek için teknenin o yüzünü
düşmana çevirmek gerekiyordu.
Konumuza dönecek olursak, Amerikan
destroyerlerinin yaptığı bu ani torpido saldırısı karşısında Japon savaş
gemileri mecburen topyekûn kuzeye sert bir dönüş yaptı. Ancak bir tane
destroyer isabet alıp bir patlama yaşadı. Bu arada 2 kuvvet arasında çok açılan
mesafeye karanlığın da çökmesi eklenince, görüş mesafesi düşmeye başladı.
Müttefikler, kaçmaya başladığını
düşündükleri Japonları zifiri karanlıkta aramak için kuzeye doğru yönelip
hızlandı. Fakat 19:30 sıralarında tam tepelerinde 8 tane aydınlatma fişeği
patlayarak ortalığı yeşil bir gündüz aydınlığına çevirdi. Tam da o anda,
müttefiklerin iskele tarafında önce birkaç ufak ışık parıltısı görüldü ve
ardından da top sesleri geldi. Japonlar kaçmamış, aksine batıya yönelip
müttefiklerin arkasına dolanmaya kalkışmışlardı. Tam bu sırada Amiral
Doorman’dan “Düşman İskele Tarafında!”
uyarısı geldi ve müttefikler tekrardan güneye döndü. Fakat tüm torpidolarını
harcamış olan Amerikan destroyerleri, bu çarpışmaya önceden hazırlanmadan apar
topar katıldığı için, yakıt ikmali yapamamışlar ve artık çok az yakıtları
kalmıştı. Mecburen Amerikan destroyerleri muharebeden çekilerek Exeter’in de
kaçmış olduğu Surabaya Limanı’na yönelerek çarpışmadan ayrıldı. Destroyerlerin
başındaki Komutan Binford, Amiral Doorman’a yakıt dolumu yapar yapmaz
kendisinden gelecek emirler doğrultusunda hareket edeceklerini iletti. Ama limana
vardıktan sonra bir daha Amiral Doorman’dan herhangi bir radyo mesajı
alamayacaklardı…
Japon uçaklarının zifiri karanlıkta
aydınlatmaya devam ettiği müttefik filosu, Japonlar için kolay bir hedef haline
gelmişti. Filo tek bir kolon halinde ilerlerken, birkaç saat önce 2 Japon
destroyerini tek başına kovalamış olan İngiliz destroyeri HMS Jupiter, 21:30 sıralarında
aniden gövdesinin ortasında meydana gelen bir patlamayla sarsılarak tüm gücünü
tek seferde kaybetti. Japonlar, meğer ilk aydınlatma fişekleriyle birlikte aynı
zamanda bir torpido salvosu da göndermişlerdi…
Filoda kalan son destroyer olan bir
diğer İngiliz destroyeri HMS Encounter, Jupiter’in yanına gelerek 153 kişilik
mürettebattan 113 tanesini kurtardı ve güvertesi yaralı asker dolu ve fazla ağırlıkla
savaşamayacağı için, o da muharebeden çekilerek denizcileri kıyıya çıkarmak
üzere Surabaya limanı’na yöneldi. Müttefik filosu, sadece 3 saat içinde, adeta
“gözleri” olan tüm destroyerlerinden
yoksun kalmıştı ve filodan geriye sadece 4 kruvazör kalmıştı. Filonun en önünde
hafif kruvazör De Ruyter, arkasında Perth, sonra Houston ve en arkada da Java
bulunuyordu. Japonlar, savaşın başından itibaren sağdan soldan sadece torpido
fırlatarak ilk başta kocaman olan bu gücü adeta kemirerek, yavaş yavaş
inceltmişler ve en nihayetinde sadece 4 gemiye indirgemişlerdi. Ama Japonların daha
işi bitmemişti…
USS Houston, saatler 23:00’ı
gösterirken hala devam etmekte olan çarpışmada müttefik filosunun ana ateş gücü
olmuştu. Diğer kruvazörlerin top kalibreleri düşük olduğu için menzilleri
kısayken, Houston, uzun menzili ve isabetli top atışları sayesinde Japonları
yaklaştırmaktan caydıran bir unsurdu. Ancak muharebe artık 7 saate yaklaşmıştı
ve müttefik filosunda adeta yıkılmayan bir çınar gibi koruyucu bir gölge
sağlayan USS Houston’un mühimmatı kritik seviyeye kadar azalmıştı. Bundan ötürü
de Amiral Doorman, Houston’a “Düşman
sadece garanti isabet sağlanacak mesafeye yaklaşırsa” ateş etmelerini
emretmişti.
Houston ateş etmeyi kesince de,
Japonlar daha da yaklaşmaya başladılar ve isabetleri daha tehlikeli ve ölümcül
bir seviyeye ulaştı.
Karel Doorman, üstü olan Amiral
Conrad Helfrich’e çatışma boyunca radyo ile bilgi vermiş ve çekilme talebinde
bulunmuş; ancak Helfrich tüm bu gelişmelere rağmen ısrarla Japon filosu yok edilene
kadar savaşılması emrini yineledi. Yine bu sırada müttefikler, sürekli
geldiğini varsaydıkları Japon torpidolarından savunmak için sürekli manevra
yapıyor ve en son olarak yine bir dönüş yaparak kuzeye yöneliyordu. Tam da
bu sırada en arkadaki kruvazör olan Java’nın gövdesinin tam ortasında bir
patlama yaşandı. Bu, Nachi’den gelen bir torpidoydu. Zaten incecik bir zırhı
olan Java’nın arka cephaneliği infilak ederek geminin arka tarafını tamamen
havaya uçurmuştu. Java, sadece 15 dakika içinde tamamen gözden kayboldu.
Bu torpido salvosu üzerine kuzeye
yönelmiş olan müttefikler, tam iskeleye bir dönüş yaparak yeniden güneye dönmek
üzere manevraya başladılar. Ancak tam da bu manevra sırasında filonun en
önündeki De Ruyter’in gözcüleri, daha gemi henüz toplarını iskeleye
çevirmekteyken suya tuttukları projektörlerde aniden beliren beyaz bir izle
irkildiler. Bu torpidoydu ve bu torpido Nachi’den değil, uyanıklık yapıp
Nachi’den yaklaşık 1,5 dakika sonra atış yapmış olan Haguro’nun
torpidolarındandı. Gelen bu torpido De Ruyter’in sancak kıç tarafında
patladı ve gemiyi yamultarak önce şiddetle havaya kaldırdı; suya indiği anda da
elektrik aksamının devre dışı kalmasına vesile oldu. Bu isabetle müttefik filosunun
ve Amiral Doorman’ın sancak gemisi olan hafif kruvazör De Ruyter, batmaya
başlamıştı…
İlginçtir ki Amiral Doorman, daha
bir kaç saat önce muharebe sıcağı sıcağına devam ederken “Batmakta olan gemilerden asker kurtarmaya çalışmayın.” diye
bir emir vermişti. Amacının, gemilerin savaşmaya odaklanması olduğu açıktı. Ancak
kaderin bir cilvesi olarak, şu an tamamen karanlık içinde suya gömülmekte olan
kendisiydi…
USS Houston’ın kaptanı Rooks, De
Ruyter ile aynı anda dönüş yaparken, kendisinin tarzı olduğu bilinen bir
şekilde dönüşü gereğinden sert yapmıştı ve bu sayede Haguro’nun bir başka
torpidosunun sadece 3 metre yakınından geçmesini sağlamıştı. İşte bu sırada De
Ruyter’in isabet aldığını gören kaptan Rooks kurtarma yapmak için onlara
yönelmeye karar verdi. Ancak tam da o anda, herkesi şaşırtan bir fener
mesajının kendilerine doğru tutulduğunu gördü. Karanlık içindeki De Ruyter’den
fenerle Houston’a iletilen mesajda aynen şu söyleniyordu:
“Kurtarma
yapmak için beklemeyin. Batavıa limanına kaçın.”
Amiral Doorman, hiç deniz savaşı
deneyimi olmamasına rağmen, günümüzde Dünya tarihine “Dünyanın 2. En büyük deniz
muharebesi” olarak geçecek olan Java Deniz Muharebesi’ni kabiliyeti ve
emrindeki kuvvetler el verdiğince yürekten ve başarı ile yönetmeye çalışmıştı. Ancak hem durumun aciliyetinin gerektirdiği
karmaşa, hem üstü olan Helfrich’in bencilliği, hem de kendisinden çok daha
büyük ve teknolojik olarak üstün olan Japon İmparatorluk Donanması karşısında
başarısız olmasına rağmen, tam 7 saat
direnebilmişti. Tüm bunların üstüne de bencillik yapmayarak kurtarılmak yerine,
hayatta kalanların yaşamaya devam edebilmesi için, onlara kaçmaları emrini
vermişti. Amiral Doorman, son yıllarda ortaya çıkan bir görgü tanığının
ifadesine göre kurtarabileceği kadar denizcisini geminin suya indirilebilmiş
tek can kayığına yükledikten sonra sakince kaptan kamarasına çekildi ve denizcilik
gereği olarak, muhtemelen kendini başından vurarak batan gemisiyle sulara
gömüldü. Sonuç olarak sancak gemisi De Ruyter, 02:30’da ters dönerek battı.
Bu şekilde de, Jutland Deniz Muharebesi’nden sonra tarihin gördüğü en büyük ikinci
deniz çarpışması olan Java Deniz
Muharebesi, sona erdi. Bu öyle bir muharebeydi ki, Java adası ve çevre
adalarda yaşayan yerel halk, gece 12’ye kadar karanlıkta durmadan inleyen top
seslerini yaklaşmakta olan bir kasırganın gök gürültüleri sanmışlardı...
Koskoca müttefik filosundan geriye
kalan son 2 gemi olan USS Houston ve Perth, bu emir üzerine peşlerindeki
Japonlardan karanlık içinde kaybolarak apar topar kaçtılar ve 27 Şubat’ı 28
Şubat’a bağlayan gece yarısı saat 12’de Batavia limanına vardılar.
USS Houston limana vardığında
mürettebatı inanılmaz yorgundu. Çünkü 2 gündür uyumamışlardı. Bu 2 günlük
süreçte durmadan hareket halindeydiler ve 2 gün boyunca sürekli ellerinde her
ne mühimmat çeşidinden varsa, durmadan ateş etmişlerdi. Kısaca 48 saatten
fazladır savaşıyorlardı. Mühimmatları çok azalmıştı ve kritik seviyedeydi.
Muharebe alanında 10 dakika daha kalsalar, ellerinde atacak bir tek mermi dahi
kalmamış olacaktı…
Tüm muharebe boyunca USS Houston
çalışan her 2 taretinden de 100’den fazla atış yapmıştı ve çarpışma boyunca 8
inch’lik top mermilerinden tam 597
tane ateşlemişti. Gemi, sürekli ve sonu gelmeyen top atışlarından o kadar
sarsılmıştı ki birçok kompartımanda ve taretlerde vida ve perçinler yerlerinden
fırlamış, gemi içinde bardaktan gözlüğe kadar sağlam 1 tane cam bile
kalmamıştı. Taretlerin içi sıcaklıktan resmen kavruluyordu. Sürekli devam eden
top atışları esnasında taret içi sıcaklıklar 140 dereceyi görmüştü!!! Bu taretlerin içindeki mürettebat, hem
ateşleme kutusu bozulduğunda mermi kaldırıp taşımış, hem de o 140 derece
sıcaklıkta sürekli ateş etmekten kaynaklanan duman içinde soluyamamaktan
devamlı kusmuş, taretin içine işemiş ve kurudukça yağlanan toplar sebebiyle
zeminde biriken yaklaşık 8 cm kalınlığındaki makina yağının içinde, her şeye
rağmen çarpışmaya devam etmişti. Normal bir deniz çarpışması yarım saatten
fazla sürmezken, USS Houston’un topçuları muharebenin ilk 4 saati boyunca durmadan
atış yapmıştı.
Daha da önemlisi, USS Houston’un da
dahil olduğu Northampton sınıfı kruvazörlerin 8 inch’lik mark 11 toplarının her birinin toplam atış ömrü 300 idi. Sadece bu
çarpışmada her bir topu 100’den fazla atış yapan USS Houston’un, bundan önce
ömrü boyunca yapmış olduğu tatbikat atışları da hesaba katıldığında, topları,
kullanım sürelerinin sonuna gelmişti…
Tüm bu olumsuzluklara rağmen USS
Houston’un mürettebatı, insanüstü bir direniş ve enerji göstermeye devam
ediyordu. Tüm uykusuzluklarına, yorgunluklarına, açlıklarına rağmen o gece
limana geldikleri gibi beklememişler ve çalışmayan ‘’C’’ taretinin altındaki arka
cephaneliğe inerek, oradaki tüm 8 inch mermileri elden ele hep beraber sabah
saat 5:30’a kadar taşıyarak, ön
cephaneliğe aktardılar. Houston mürettebatının tüm yaşananlara rağmen
gösterdikleri bu tutum, beni hayranlık içinde bıraktığı yadsınamaz bir gerçek.
Bu yüzden bence “Bizim Çanakkale’de Seyit
Onbaşımız varsa, Amerikalıların da USS Houston’u vardır.” demek yanlış
olmaz.
USS Houston ve Perth, Batavia
limanındaki o sabah can havliyle gemilerine temin edebilecekleri ne kadar
ihtiyaç varsa bulmak için, aç kurtlar gibi bekleyen mürettebatlarını karaya
çıkardılar. Ancak çok ilginç bir şekilde, Batavia kentinin tüccar kesimi olan
Hollandalılar Hollandalı olmayan hiç bir askere bir şey vermeye yanaşmayınca,
denizciler 2 marketi basıp alkol ve sigaraya dair ne varsa silip süpürdüler.
Aynı sıkıntıyı gemilerin komutanları da yaşadı. USS Houston’un kaptanı Rooks ve
Perth’in kaptanı Waller, Hollandalı yetkililerden yakıt talep ettiler. Çünkü Yakıtları
bitmek üzereydi. Ancak Hollandalılar, müttefik gücünün başkomutanı olan Amiral
Helfrich’in emirleri doğrultusunda sadece Hollanda gemilerine yakıt
verebileceklerini ileterek geri çevirdiler. Perth’in kaptanı Waller, verilen
ret cevapları üzerine patladı ve “Bütün
Hollanda savaş gemileri denizin dibinde…” diyerek ret cevabı verenlerin
suratlarına kükredi. Birkaç bürokratik telefondan sonra Perth’e 300 galon yakıt verdiler. Houston’a ise
sadece birkaç varil verildi.
Houston ve Perth, gün içinde 16:30
sıralarında limanı terk edebilmek için, Hollandalılardan önlerinde gözetleme
yapacak bir uçak talep ettiler. Hollandalılar bu isteği de reddetti. Kaptan
Rooks bu sefer geriye sağ kalabilmiş tek Hollanda destroyeri olan Evertsen’in kendilerine eşlik etmesini
talep etti. Yeni plana göre 18:30’da
yola çıkacaklardı. ama bu sefer de Evertsen’in kaptanının “Bana böyle bir emir gelmedi.” deyip geminin kazanlarını bile
ateşlememiş olduğu ortaya çıktı. Hollandalılar, akıl sır erdirilemez bir
şekilde zorluklar çıkartıyorlardı. Bunun arkasında muhtemelen, Conrad
Helfrich’in hala savaşmalarını istemesi vardı. Çünkü kendisi, her şeye rağmen “son
gemiye kadar savaşmak” istiyordu.
Durum böyle olunca da, USS Houston ve HMAS Perth, kendi başlarına 19:30’da limandan Perth’in gözetleme
yapmak için önden ilerlemesiyle ayrıldılar. Koskoca bir donanmadan kalan 2
gemi, sanki kaderlerine terk edilmişti ve birbirlerinden başka kimseleri
kalmamıştı ve en önemlisi bu gemiler o donanmadaki en kahraman gemilerdi…
Houston’un o sırada güvertede
bulunan subaylarından Arthur Maher,
geminin içindeki atmosferi yıllar sonraki raporlarında şöyle özetlemiştir:
‘’Mürettebatta
muhteşem bir onur ve gurur vardı. Çok yorgundular ama kendileriyle gurur
duyuyorlardı. Son 2 ayı tamamen savaş ortamı ve psikolojisinde geçirmişler; ama
yılmamışlar, haykırarak ve cesurca savaşmaya devam etmişlerdi. Yemek ve gıda
düzensiz dağıtılıyordu ama moraller iyiydi. Geminin en çok yıpranmış olan kısmı
makina daireleri ve makinacılardı. Aşırı sıcak ve kirli ortamlardan dolayı
birçoğu hastalanmıştı.’’
Houston ve Perth, işte bu atmosferde
Java adasının kuzeyindeki Sunda Boğazı’ndan
geçerek kaçmak üzere yola çıkmışlardı. Önden ilerleyen Perth, 23:30 sıralarında
Sunda Boğazı’na giriş yaptığında hiç beklenmedik bir şey oldu. Karanlık içinde
bir takım gemi siluetleri vardı. Perth’in kaptanı Hector Waller bu gemiler karanlıkta tanımlanamadığı için, fenerler
aracılığı ile onlarla iletişime geçti. Karşıdaki gemilerden de gelen bir fener
mesajından sonra, bir sessizlik oldu ve o sessizlik Perth’in 6 inch’lik 8 topunun
salvosunun yarattığı patlama sesiyle bir anda bozuldu. Aslında, karşıdan gelen
fener mesajının ne olduğu belli değildi ki bu sadece tek bir anlama gelebilirdi.
O mesaj, Japonca idi.
Karşıdakiler, o an orda olduklarına
dair herhangi bir rapor gelmemiş olan ve Java adasının kuzeyine çıkarma yapan
ana Japon kuvvetleriydi ve Perth’i saptayan ilk gemi de, Japon destroyeri olan Fubuki’ydi. Perth’in tam karşısında
buna ek olarak tam 3 tane daha Fubuki sınıfı destroyer daha vardı.
Perth ateş etmeye başlar başlamaz
yönünü değiştirerek kaçmak için kuzeye yöneldi ve Houston da arkasından takip
etti. Ancak kuzeye döndüklerinde karşılarında çok daha büyük bir güçle
karşılaştılar. Bu iki geminin karşısına ağır kruvazör Mogami ve kardeşi olup birkaç ay sonra Midway Deniz
Savaşı’nda batacak olan Mikuma
çıkmıştı. Bu iki kardeş gemi, 8 inch’lik 10 tane topa sahip nerdeyse küçük
birer zırhlı sayılabilecek modern kruvazörlerdi. Perth bu sefer bunlardan
da uzaklaşmak için doğuya dönerek kaçmaya çalıştı. Ancak kısa sürede her
taraftan gelen top ateşleri altında, isabet almaya başlamıştı. Üstüne üstlük Perth’in
her topunda sadece 20 atış yapmaya yetecek mühimmatı kalmıştı. Perth bir taraftan
batıdaki Japon destroyerleri torpido atışları, diğer yandan da kuzeyden
kruvazörler 8 inch’lik top mermisi yağmuruna tutuluyordu. Bu çok ağır ateş
altında Perth çok fazla dayanamadı ve 1
Mart 1942 gecesi saat 12:45’de, Kamikaze sınıfı destroyer Harukaze’den gelen 4 torpidonun isabet
etmesiyle son darbeyi alarak sulara gömüldü. Bu arada o ana kadar Perth ve
Houston, tam 9 torpidodan sıyrılmayı başarmışlardı.
HMAS Perth'in Batışına Neden Olan Hasarlar |
Perth’in batmasıyla birlikte bütün
Japon kuvvetleri o an, bütün torpido ve toplarını geriye kalan tek gemi olan
USS Houston’a yönelttiler. USS Houston adına da ilginç bir durum oluştu,
etraftaki bütün gemiler, kıyıya yakın çıkarma gemileri dahil, hepsi Japon’du.
Yani kime ateş etseler, vurdukları Japon olacaktı. O saniye, USS Houston’un
güvertesinde uçaksavar, makinalı, top tüfek ne kadar silah varsa görülebilen en
yakın Japon gemilerine 1 kilometre kadar yaklaşarak sıkmaya başladı. O andan
sonra yenilecekleri belliydi. Ama savaşarak ve verebildikleri kadar hasarı
vererek gideceklerdi. Raporlara göre bu esnada Houston mürettebatı bir tane
mayın temizleme gemisini batırdı, 1 çıkarma gemisini suya oturttu ve başka 3
tane çıkarma gemisini de batmamak için karaya oturmaya zorladı. Houston’un sonu
ne olursa olsun görkemli bir son olacaktı. Kısa süre içinde ‘’B’’ taretine
aldığı bir mermi isabeti yangın başlatınca, Kaptan Rooks köprünün
boşaltılması emrini verdi ve güvertedeki muhabere odasına geçerek çarpışmayı oradan
yönetmeye devam etti.
Bu ağır top ateşi sıcağı sıcağına
devam ederken Perth’in batmasından sadece 10 dakika sonra, gece 12:30 sıralarında USS Houston sancak
tarafına ardı ardına 3 tane torpido isabeti aldı. Bu isabetlere rağmen gemi 20
knot hızla ilerlemeye devam ediyordu. Kaptan Rooks geminin yan yatmaya
başlaması üzerine “Gemiyi terk edin.”
emrini verdi. Ancak o an tam da bulunduğu muhabere odasına isabet eden bir
mermiyle hayatını kaybetti. İkinci Kaptan David
Roberts, Kaptan Rooks’un son emrini hiç beklemeden tüm mürettebata iletti
ve USS Houston, ateş altındayken boşaltılmaya başladı.
Tam bu noktada saygı duyduğum ufak
bir detay var. Onu da anlatmadan geçmek istemiyorum. Her savaş gemisinde olduğu
gibi, USS houston’un mürettebatında da, cenaze gibi işlemleri yürütebilmek için
askeri bir din adamı bulunuyordu. Bu adam, papaz George Rentz idi. Kendisi çarpışmalar sırasında bile bir elinde buz
dolu bir teneke kova ve diğer elinde de şeker kutusuyla gezip askerlere moral
vermeye çalışırdı. Hatta en olmadık zamanlarda ihtiyacı olan denizcilerin
karşısına, yasak bile olsa elinde bira şişeleriyle çıkması sebebiyle baba
gibi sevilen bir figürdü.
Houston battığı sırada George Rentz,
Houston’un deniz uçağının kopan kanadından su üstünde kalan bir parçaya
tutunmuştu ve o parçaya tutunmuş birçok asker vardı. Ancak Rentz, etrafta hiç
bir şeye tutunamayan ve yaralı askerleri gördükçe tekrar tekrar onlara doğru
yüzüp onları kapıp getirmiş ve su üstündeki bu kanat parçasına tutunmalarını
sağlamıştı. Her seferinde askerler bir dahakinde onun uzaklaşmasını istememiş
ve geri çekmişlerdi. Ancak o kurtarabildiği kadar hayat kurtarma derdindeydi.
En son getirdiği yaralı asker de o kanat parçasında tutunabilecek son yere
tutununca, George Rentz üstündeki can yeleğini çıkarıp ona vermiş ve şunu
demişti:
“Siz
daha gençsiniz ve önünüzde kocaman bir hayat var. Ben ise hayatımın yaşanmaya
değer kısmını çoktan geride bıraktım. Kalbim artık beni taşıyamıyor.”
Bunları dedikten sonra da kendini
kanattan iterek karanlık suyun içinde kayboldu. George Rentz, o an 59
yaşındaydı ve USS Houston mürettebatının en yaşlı denizcisiydi.
USS Houston’un 1011 kişilik mürettebatından geriye, savaş sonunda sadece 284 kişi
kalmıştı ve ölenlerden 76 tanesi de
Japon savaş tutsağı kamplarında açlık ve işkence gibi sebeplerden hayatını
kaybetmişti. Japon kamplarında hayatta kalanlar, savaş sonunda verdikleri
raporlarda Japonlar tarafından sorguya çekildiklerini ve gerçeği
anlattıklarında Japonların inanmayıp kendilerini dövdüklerini anlattılar. Çünkü
Japonlar USS Houston ve Perth ile olan çarpışmada muhtemelen toplamda 5 kadar
gemi kaybetmişlerdi ve bu kadar ciddi bir hasarın sadece 2 gemi tarafından
yapılmış olduğuna inanmıyorlardı. Sadece 15 günlük bir süreç içerisinde 3
muharebe görüp ikisinde yenilmesine rağmen USS Houston’un gösterdiği muazzam
direnç, ancak batmasından 10 ay
sonra, Aralık 1942’de
öğrenilebildi.
Başka bir çerçeveden bakmak
gerekirse, USS Houston’a “Dünyanın en kahraman savaş gemisi”
denmesi bundan dolayı bana göre yanlış sayılmaz. Çünkü bu hikayede
anlattığımdan anladığınız üzere Her şey, karşıydı.
Amerikan Asya Filosu teknolojik olarak antika gemilerden oluşuyordu, Houston
hariç gemilerin hiçbirinde 40mm uçaksavar yoktu ve en önemlisi radar yoktu. Hepsi ayrı haberleşme
diline sahipti ve sayıları Japonlara nazaran azdı.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra
Amerikalılar Japon arşivlerine girdiklerinde, Japon savaş raporlarının
birçoğunun tutarsız bilgi verdiği ortaya çıktı. Bu, şu anlama geliyor: USS
Houston mürettebatı Java Denizi Muharebesi’nde en az 2 destroyer ve 1 kruvazör
batırdıklarını ısrarla belirtmişlerdi. Ancak Japon arşivlerinde böyle bir bilgi
yoktu. Bu, muhtemelen Japonların ast-üst ilişkisinde korkularından ve
sorumluluk almak istemediklerinden rapor etmeyip, başkasına yıktıkları ve
sakladıkları gerçekler olduğu anlamına geliyordu.
Amerikan tarafında ise bir gerçek
hakimdi: Thomas Hart, 15 Şubat’ta görevden ayrıldığında her ne kadar eski
gemilerden de oluşsa sapasağlam bir
filo bırakmıştı. Thomas Hart’ın zorla görevden ayrılmasından sadece 15 gün sonra, Güneydoğu Asya’daki
müttefik filosundan tek bir gemi bile kalmadı. Kaçabilmiş olan İngiliz ağır
kruvazörü HMS Exeter bile kaçış yolunda, ertesi gün olan 1 Mart’ta Myoko sınıfı
4 ağır kruvazör tarafından kuşatılarak, yanındaki kaçabilmiş olan diğer 2
destroyerle top ateşi altında batırıldı.
HMS Exeter'in Batışı |
USS Houston’un batmasından 2 ay
sonra, Mayıs 1942’de, Texas eyaletinin Houston şehrinde tam 1659 kişi, Amerikan
Donanması’nda yer alıp USS Houston’un intikamını almak üzere bir topluluk
meydana getirip örgütlendiler ve bunlara “Houston
Gönüllüleri” denildi. Houston Gönüllüleri, USS Houston’un orjinal 1011
kişilik mürettebatını devam ettirme amacı ile kurulmuştu ve Amerikan
Donanması’nın aralarından seçtiği 1000
kişi, Houston’un batmasından sadece 3 ay sonra, 30 Mayıs 1942’de, yaklaşık 200.000 Houston vatandaşının izlediği
bir askeri seremonide, yüzlerce subay eşliğinde görkemle yemin etti. Bütün
Houston şehri, çok sevdiği kruvazörünün intikamını almaya ant içmişti.
Houston şehri, çok sevdikleri
gemilerinin batmasından sonra bir de bağış kampanyası başlattı ve yeni bir Houston
için para topladı. Toplanan para kısa sürede 85 milyon dolar’ı geçmişti ki, bu para sadece yeni bir kruvazör
değil, onun yanında yeni bir destek uçak gemisi inşa etmeye bile yetti.
Amerikan Donanması tüm bunların
üzerine, o sırada inşa halindeki Cleveland sınıfı hafif kruvazör USS Vicksburg’un adını, 12 Ekim 1942’de bizzat Amerikan başkanı
Franklin Roosevelt’in katıldığı bir törenle USS Houston olarak değiştirdi. Başkan Roosevelt, o törende şu
cümleleri kurdu:
‘’Düşmanlarımız, bize gerekirse ikinci bir Houston’ı, ve gerekirse bir
başka Houston’u, ve hala gerekirse bir başka Houston’ı daha yaratabileceğimizi
hep beraber tüm dünyaya gösterme imkanı verdi.’’
USS Houston (CL-81) |
Tam 1.5 yıl süren eğitimin ardından
o 1000 kişilik Houston Gönüllüsü,
1943 yılının Aralık ayında Amerikan Donanması’nda çeşitli gemilerde görevlere
atandı ve bunlardan bir şanslı kişi de, bizzat ikinci USS Houston’da görev
alacaktı.
İkinci USS Houston, Filipinler çıkarmasında ve Leyte Deniz Savaşı’nda yer aldı ve
hatta birkaç kamikaze ve torpido bombardıman uçağı düşürdü. Kendisini hedef
alan onlarca torpido saldırı uçağı tarafından 2 tane torpido yiyip ağır hasar
almasına rağmen inatla batmadı ve savaşı sağlam bir vaziyette bitirdi. İkinci Houston
1947’de yedeğe çekildi ve 1959’da da sökülmek üzere donanma
demirbaşından silindi.
USS Houston Muharebe Sahasında |
USS Houston mürettebatından 2 kişi,
daha sonra şeref nişanıyla ödüllendirildi ve hatta isimleri de daha sonra inşa
edilecek 2 savaş gemisine verildi:
Onur Madalyası verilen Kaptan Albert Rooks’ın ismi, göstermiş olduğu
kabiliyet sebebiyle 6 Haziran 1944’te
suya indirilen Fletcher sınıfı destroyer USS
Rooks’a verildi. Amerikan Donanmasının Onur Madalyasından sonra en yüksek
ikinci madalyası olan “Donanma Haçı”
ile ödüllendirilen Papaz George Rentz’in
ismi ise, olaydan 42 yıl sonra, yani
1984 yılında göreve başlayacak olan Oliver Hazard-Perry sınıfı güdümlü füze
fırkateyni USS Rentz’e verildi.
USS Rooks (DD-804) |
USS Rentz (FFG-46) |
Kendisinin aslında ne kadar büyük
bir faciayı önlemeye çalışmış olduğu, ancak son 30 yıldaki araştırmalar
neticesinde ortaya çıktı. Thomas Hart, görevden “zorla” ayrıldığı 15 Şubat
1942’de önce Pearl Harbor’a dönüp 1944’e kadar detaylı bir görev raporu
hazırladı, sonra da doğduğu eyalet olan Connecticut’a dönüp bizim deyişimizle “Çiftlik Hayatı”nda huzur aradı. O
sırada Connecticut eyaleti senatörü ölünce, kendisi çok tanınan bir diplomat
olduğu için, kendisine yapılan geçici senatörlük teklifini kabul etti ve 1 yıl
kadar Amerikan Senatosunda Connecticut senatörü olarak görev yaptı. 1946
sonundaki seçimlere, kazanacağı kesin olarak görülmesine rağmen aday olmadı ve
kendi hayatında huzura çekilerek 1971
yılında öldü.
Böylece 2.Dünya Savaş'ının başından başlayarak günümüze kadar olan hikayemizin sonuna gelmiş olduk. Yazının bu kısmına kadar sabredip okumuş olan saygıdeğer okuyuculara teşekkürlerimi sunuyor ve serinin bir sonraki yazısında görüşmek üzere herkese esenlikler diliyorum.
Thomas Hart’in ismi ölümünden 1 yıl sonra 12 Ağustos 1972 yılında göreve başlayan Knox sınıfı fırkateyn USS Thomas C. Hart (FF-1092) verildi. Gemi Amerikan Donanmasında Akdeniz ve Güney Amerika'da görevlerde bulundu. 1978 yılında Türkiye'ye ziyarette bulunan 6. Filo gemilerinin arasında USS Thomas C. Hart'da bulunmaktaydı ve geminin bu ziyareti son olmayacaktı. Çünkü gemi Amerikan Donanma envanterinden çıkartıldı ve 30 Ağustos 1993 tarihinde Türkiye'ye hibe edilerek, Türk Donanmasına TCG Zafer (F253) olarak isimlendirilerek katıldı. TCG Zafer Türk Donanmasında 2010'lu yılların başına kadar çeşitli filolarda görev aldıktan sonra 2014 yılında envanterden düşürüldü. Gemi 16-27 Mayıs 2016 tarihleri arasından Türk Deniz Kuvvetleri tarafından düzenlenen ''Beyaz Fırtına-2016'' tatbikatında ''hedef talim gemisi'' olarak kullanılarak Ege Denizinin sularına gömüldü. Bahse konu batırma anı ile ilgili video'ya aşağıdan ulaşabilirsiniz.
Böylece 2.Dünya Savaş'ının başından başlayarak günümüze kadar olan hikayemizin sonuna gelmiş olduk. Yazının bu kısmına kadar sabredip okumuş olan saygıdeğer okuyuculara teşekkürlerimi sunuyor ve serinin bir sonraki yazısında görüşmek üzere herkese esenlikler diliyorum.
Kaynaklar:
·
James
Hornfischer “Hayaletlerin Gemisi”
·
Otto Schwarz
“USS Houston’un Son Direnişi”
·
WG Winslow “Tanrıların Unuttuğu Filo” ve “Sunda Boğazı’nda Ölen Hayalet''
Wikipedia (USS Thomas C. Hart (FF-1092))
Wikipedia (USS Thomas C. Hart (FF-1092))
5 Yorumlar
Müthiş bir yazı. Akıcı bir roman okur gibi okudum.
YanıtlaSilTeşekkür ederiz. umarım diğer yazılar da ilginizi çeker ve beğenirsiniz.
SilBüyük Beyaz Filo'ya ait metinler bunlar, eğer izin alarak yayınladıysanız güzel bir yazı olmuş.
YanıtlaSilYazarın ismini gördüyseniz, bu yazıyı hazırlayanın ''Büyük Beyaz Filo'' youtube kanalının sahibi olduğunu anlamışsınızdır.
SilEmeğinize sağlık. Mükemmel bir çalışma.
YanıtlaSil