Britanyalılar bu cephedeki harekatlarını Hindistan genel valiliği üzerinden tertip etmiş ve ağırlıklı olarak bu sömürgesinden topladığı askerleri cepheye sürmüştür. Genel amaç, Irak’ın zengin petrol yataklarına hakim olmakla birlikte Kafkaslarda bulunan Rus ordusu ile birleşip Osmanlı İmparatorluğu’nu hem güneyden (mısır) hem ırak, hem de Kafkasya’dan kıskaca almaktır.

Britanyalıların ilk silahlı hareketi fao yarımadasına karşıdır. burayı denizden bombardıman eden Britanyalılar bir gün sonra çıkarma yapmak suretiyle yarımadayı ele geçirmiştir. 300 türk askeri bu noktada düşmana esir düşmüştür.

Kayda değer olarak 20 aralık 1914 tarihinde, Basra'yı geri almak amacıyla cephe komutanlığına atanan yüzbaşı Süleyman Askeri Aey , aşiretlerden ve gönüllülerden yararlanarak topladığı kuvvetle, 12 nisan 1915 tarihinde taarruz etti. Şuaybiye Muharebesi'nde başarılı olamadı, Kutül Amare'ye çekildi ve intihar etti.

Daha sonraları kuzeye ilerleyişe geçen İngiliz birlikleri, Enver Paşa'nın kuzeni Halil (kut) paşa tarafından Selman-ı pak mevkiinde durdurulup Kutülamare'ye çekildi. Türk kuvvetleri tarafından kuşatılan İngiliz birlikleri, 5 ay süren kuşatma sonucu komutanları general Townshend ile birlikte esir alındı.

general townshend ile ilgili görsel sonucu"
General Charles Verre Ferrers Townshend. Bu kare, belki de İngilizler için en acı fotoğraflardan biridir. Kuzeye, Tizpon ve Bağdat'a doğru ilk Taarruzu başarılı olmayan İngiliz Kuvvetleri, Kut'ül Ammare kentine çekilmiş ve burada savunma yapmayı tercih etmişti. 29 Aralık günü Mareşal von der Goltz'un emriyle Sakallı Nurettin Paşa (Konyar), Kut kentini tamamen kuşatmıştı. Nisan'a kadar kentte bulunan İngiliz Tümeninin takviyesi için girişilen bütün çabalar boşa çıkmış, çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan İngiliz kuvvetleri, açlıktan atlarını yemeye başlamışlardı. Nihayet 29 Nisan günü Kut kenti 6.Ordu komutanlığına atanan Halil (Kut) Paşa'ya teslim olmuş ve General Townshend, savaşın sonuna kadar Kurmay heyetiyle birlikte esir edilmişti.

Sonrasında takviye edilen İngilizler, müttefikleri Rusya'dan doğu Anadolu'da baskılarını artırmalarının yanı sıra Rus Genelkurmayına kuzeyden ve güneyden ırak ve Suriye'deki Türk birliklerini kıskaca alma teklifini götürünce ruslar, Doğu Anadolu'nun zorlu coğrafyası sebebiyle İran'ı işgal etmeye başlayınca Irak'taki Türk kuvvetleri İran'a kaydırıldı. Rusya bir sene sonra Bolşevik İhtilaliyle savaştan çekilince bu sefer Bakü petrolleri meselesi yüzünden Irak veya Suriye Cephesine yollanması gereken birlikler Azerbaycan'a gönderildi. İşte bizim burada anlatacağımız, Bağdat'ın İngilizlerin eline nasıl düştüğüdür.

İngilizlerin 11 mart 1917'de Bağdat'a girişi, hem Arap Geceleri'nin ünlü şehrinin romantik çekiciliğinden hem müttefik davasının üzerine 1916 yılı boyunca bir bulut gibi döken karanlığı aydınlatan şafağın ilk ışıklarını temsil ettiğinden, bütün dünyanın hayal gücünü etkileyen bir olaydı. Mevcut tarihi bilgiler gözde izlenimlerin parlaklığını sönükleştirmekle ve askeri başarıların zamanında göründüğünden daha az fevkalade olduğunu ortaya koymakla birlikte, bu seferin moral açısından önem ve değeri küçümsenemez. Fakat daha önceleri savaşan ve başarısız olanlara karşı hakbilir olmak için, Bağdat'ın düşmesine neden olan harekatların ak, Kut'ül Ammare'nin teslim olmasıyla sonuçlanan harekatların da kara olduğuna ilişkin bu çağdaş kamuoyu görüşünü oluşturan askeri safsatayı iyi anlamak gerekmektedir.

Muharebenin stratejisi ve düzenlenmesi daha kusursuz ve daha güvenilirdi. Ancak harekatın ezici kuvvet üstünlüğüne rağmen taktik icrasına bakıldığında, İngiliz ilerleyişi kaçırılan fırsatlarla doluydu.

Ülkenin zorluklarını kabul etmekle birlikte insan, pire ezmek için balyoz kullanıldığına inanmaktan kendini alamamaktadır. Ancak pire ezilmekten kurtulmuştur ve şayet orduların başarı ölçüsü mevcutlarından ziyade nitelikleriyse, buradaki karşılaştırma Townshend'in başlangıçtaki 6.Tümen'inin üstün kuvvetler karşısında yetersiz teçhizat, ilkel ulaştırma vasıtaları ve düşman ülkesinin tam ortasında tamamen kuşatılmış bir durumda ilerlemesinin ve geri çekilmesinin aslında İngiliz askeri tarihinin zincirinde başarılı bir halka tesis etmiş olduğunu akla getirmektedir, Her iki taraf açısından, yani gerek ingiliz gerekse türk askeri tarihi açısından Sezar’ın hakkı Sezar’a, Türklerle birlikte İngilizler de iyi mücadele etmişlerdir.


1917 yılındaki müttefiklerin başarısı, her şeyden önemlisi stratejik hareket tarzının, ikmal ve ulaşım sistemini (lojistik) sağlam ve etkin bir temel üzerinde düzenleyenlerin yetenek ve enerjilerinden dolayıydı. Ayrıca bu özellikler, savaşın daha önemli harekat alanlarında başka herhangi bir ekonomik kayba yol açmadan, askeri hedefe ulaşmada yeterli olmuştu.

Şimdi genel yönetim Whitehall'a (ingiliz hükümeti) devredilmişti. İmparatorluk Genelkurmay başkanı William Robertson, cesur fakat bedeli çok ağır yardım çabalarına rağmen Townshend'in Kutü'l Ammare'de teslim olmasından sonra Mezopotamya'da kesinlikle savunma stratejisinden yanaydı. Genelkurmay Başkanı Robertson, petrol yataklarını en kolay ve en ucuz şekilde korumanın yolu olarak ve Dicle ve Fırat Nehirlerinin ana yollarına hakim olmak amacıyla, Amare'ye çekilmeyi kabul etme eğilimindeydi. Fakat Genelkurmay Başkanı Robertson'un kendisinin seçmiş olduğu yeni ırak seferi kuvvetleri komutanı general maude yaptığı teftişten sonra, Kut'ül-Amare'deki mevcut ileri mevzi durumunun, hem askeri güvenlik açısından hem de siyaseten akıllı bir hareket tarzı olacağını ileri sürdü.

Maude, Hindistan'da birbiri ardına başkomutanlık görevlerinde bulunan Duff ve Monroe'nun desteğini aldı ve Robertson muharebe alanındaki komutanın kararını kabule razı oldu. İngiliz General Maude'nin kişiliğini, adım adım elde ettiği askeri sonuçları ve bu savunma politikasının neredeyse sezdirmeden nasıl yeni bir taarruz politikasına dönüştürdüğünü incelemekte yarar vardır. Ayrıca Rus işbirliğinin de yukarıda yazdığımız gibi etkisi olmuştu. Başlangıçta rus taarruzu için sadece tali bir yardım olan işbirliği, sonradan tamamen bir "ingiliz başarısı" haline gelmişti.

1916 yılının yaz ve sonbahar ayları, general Lake tarafından başlatılan fakat büyük ölçüde onun halefi general Frederick Stanley Maude tarafından genişletilen ve yoğunlaştırılan tepeden tırnağa yeniden teşkilatlanma ve hazırlıklarla geçti. Maude birliklerin koşullarını ıslah etmek, hem sağlık hem askeri talim ve terbiyelerini geliştirmek, tehlikeye maruz ana ikmal yollarını geliştirmek ve büyük ikmal ile mühimmat yığınakları yapmak için çok gayret gösterdi. Maude, Napolyon'un ilkesini esas alarak kendisinin mütekip ve sürekli taarruzu için ustalıklı bir şekilde güvenli bir üs tesis etmişti. Harekat planlarının tasarlanması aynı şekildeydi. Maude, hem başlangıçtaki hem de harekat sırasındaki emirlerin incelenmesi, katiyet unsurunun noksanlığından dolayı onun enerjisinin eksikliğinin itham edilemeyeceğini göstermektedir. Maude'nin bu muharebede hatalı olma eğilimi gösterdiği yer, aşırı merkeziyetçilik ve gizlilikti. Gizlilik genellikle işe yaramakla birlikte, ingilizler bağdat'a ilerlerken Aziziye'deki duraklamadan kısmen sorumluymuş gibi gözükmekteydi. Zira maude'nin ulaştırmadan sorumlu genel müfettişi böyle bir harekata niyetlenildiği konusunda uyarılmadığı için şikayetçi olmak zorunda kalmış ve teyakkuz için hiçbir özel hazırlık yapamamıştı.

Frederick Stanley Maude

Bu "sezdirilmeyen" ingiliz taarruzu, 12 aralık 1916'da Dicle Nehri'nin sol yakasında çok iyi düşünülmüş siper muharebeleri dizisinin ilk adımı olarak sistemli ve hazırlık bir şekilde başladı. general Maude, taarruz başladığında Türk siperleri Dicle nehri'ne dik gelecek şekilde karşısındaydı. Maude, nehri mihver alarak sol kanadını yavaş yavaş yukarı doğru çeviriyor ve aynı anda cephesini nehrin akış istikametinde genişletiyordu. Maude, nihayet 22 şubat 1917'de nehrin sol yakasını temizledi ve cephesini diğer yakada Felahiye'den (Sınaiyat) Kut'ül Amare'nin kuzeyindeki Şumran bendi arasında bulunan asıl türk birlikleri karşısına gelecek şekilde uzatmıştı. Böylelikle Türk kuvvetleri sadece Felahiye'de bulunan tahkimli mevzilerine güneyden gerçekleştirilecek direk bir taarruza karşı değil, aynı zamanda batıdan nehri geçmek suretiyle ikmal yollarını tecrit edebilecek bir hücuma karşı da savunma durumunda kalmış olacaklardı. Bu kuşatma muharebesinin uzun sürmesi, sadece savunma mevzilerinin çetrefilliliğinden ya da batı yakasında bulunan zayıf Türk müfrez birliğinin inatçı direnişinden dolayı değildi.

Kut'ül Ammare'ye İngilizlerin Kuzey Taarruzu. İkinci Kut Muharebesi, Şubat 1917.

Genelkurmay başkanlığını yürüten general Robertson'un başka maceralarda hevesi yoktu ve İngiltere'den gönderdiği talimatlar onları önleyici çerçevedeydi. Bilgiler ışığında harekatı inceleyen bir subay, Maude'nin harekatlarının bilinçli ya da bilinçsiz olarak sadece Türk mevzilerinin istikrarını değil, aynı zamanda Robertson'un emirlerinin de istikrarını bozmanın bir yolunu bulduğu izlenimini tahayyül edecektir.

İyi hazırlanılan ve kuvvet tasarrufunun öngörüldüğü bu harekatların sonucunda, 1917 yılının şubat ayının üçüncü haftasında, General Maude daha büyük oynamak için daha güçlüydü ve fevkalade bir şekilde tertiplenmişti. General Maude'nin planına göre, sağ kanadının sona erdiği ve geri çekilme hattının ileri muharebe hattını uzattığı Dicle Nehri'nin Şumran kıvrımında nehri geçerek ulaştırma tesislerine saldırırken türk kuvvetlerinin Felahiye'deki sol kanadını baskı altında tutacaktı. Maude, Felahiye'de sırf bir aldatma taarruzuna kalkışmanın yarar sağlamayacağını ve şayet türk birlikleri kuşatılırlarken baskı altında tutulacaklarsa her iki kanadın gerçek anlamda eş zamanlı bir tehdit altında olmasının elzem olduğunu anlamıştı.  Ancak bu amaç yerine getirilmedi.

Türk birlikleri Şumran'da nehir geçişi esnasında olağanüstü bir cesaret göstermekle birlikte görevin zorluğu ilerlemeyi yavaşlatmış ve Felahiye taarruzu, Türk kuvvetlerini yeterince baskı altında tutamamıştı.

Yine de Türk tarafı, bizim de kabul ettiğimiz üzere, öyle tehlikeli bir durumda kalmıştı ki, bizi, Türkleri felaketten birliklerin gösterdiği direncin yanında İngiliz taarruzunun hantallığı kurtarmıştı. asıl neden takip harekatı icra eden süvarinin gecikmesi ve harekatının yetersizliğiydi. Bu ise kısmen İngiliz general Maude'nin çok sıkı kontrolünden, kısmen süvari birliği komutanının enerji ve inisiyatif yokluğundan ve kısmen de İngiliz süvari teşkilatının modern şartlar altında yapısındaki zafiyet sebebiyleydi.

Bütün bunlar olurken İran ve Suriye'de Türk tarafında durum hiç de bizim lehimize işlemiyordu. Enver paşa, Kut'ül Amare zaferinden sonra ırak cephesi için cesaretlenip, İran'daki genel durumu tehlikeli görerek 6.ordu komutanı Halil kut paşa'ya, 13.Kolordu'nun iran cephesine kaydırılmasını içeren bir emir yollamıştı. türk kuvvetleri büyük ölçüde yetersizdi ve Enver paşa, bağdat taarruzu başlamadan evvel ırak'ta bulunan 6.Ordu'yu oldukça zayıflatmıştı.

4.Ordu Komutanı ve bahriye nazırlığı da yönetmiş olan Ahmet Cemal Paşa, anılarında Bağdat'ın düşmesini şöyle anlatır :
"Küt'ül Amare'deki İngiliz ordusunun esir düşmesinden sonra, Irak ordusunun bir kısmının alınarak İran'da fetihlerle görevlendirilmesi, sonunda Bağdat'ın düşmesine sebep olmuştu. işte şimdi de, Kudüs ve umumiyetle Filistin tehlikede iken, son kuvvetlerimizin Bağdat'ın geri alınmasına tahsis olunması, Kudüs ve Filistin ve belki bütün Suriye'nin düşman istilasına uğramasına yol açacaktı."
cemal paşa wallpaper ile ilgili görsel sonucu"
Ahmet Cemal Paşa. Bilmeyen yoktur, ancak kendisi "Üç Paşalar İktidarının" Üçüncü adamı olup, askeri tarihimize Kanal Seferleri ile geçmiştir. Esasen Birinci Kanal seferi tıpkı ikincisi gibi gerçekçi hedefler içermese de, İngilizlerin Batı Cephesindeki Kuvvetlerini Mısır'a tasarruf ederek, Almanya'nın savaş yükünün hafifletilmesi bakımından Kanal Seferleri Etkili olmuştur. Birinci Kanal seferinden sonra Cemal Paşa, ikincisine şiddetle karşı çıktığında İkinci Kanal Seferinin planlamasını yapan Alman Kurmay Subayı Albay von Kress, "Kanal Harekatının artık bir gurur meselesi" olduğunu söylemiş, bunun üzerine Cemal Paşa, "Madem Muvaffak olma ümidi kalmamıştır, sırf gurur için Kuvve-i Seferiye'yi mahvetmem!" diyerek cevap vermişti. Birinci Dünya Harbinden sonra önce Almanya'ya kaçmış, daha sonra Gürcistan'a, Anadolu'daki milli mücadeleye destek vermek maksadıyla kaçmış, ancak bu fırsatı bulamadan Ermeni bir suikastçı tarafından şehit edilmiştir. Bazıları, İstanbul'da Bahriye Nezareti'ni yönetirken ve bu işi (Kuvve-i Seferiye'nin komutanlığı) yapabilecek onlarca Paşa varken, Enver'in bu işin komutanlığına Cemal Paşa'yı layık görmesini bir siyasi komplo olarak nitelendirir. Zira Suriye-Filistin Askeri valiliği ve Kanal Seferi demek, Cemal Paşa'nın o dönemler Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü üç adamından biriyken (Diğerleri Enver ve Talat Paşalar), merkezden, İstanbul'dan uzaklaştırılması anlamına gelmekteydi.

Enver paşa, bağdat düştükten sonra Bağdat'ın geri alınması fikrini Almanlar da dahil olmak üzere kurmaylarına açtığında, ilk başta ırak ve Suriye'deki kuvvetlerin birleşmesinden müteşekkil Yıldırım Ordular Grubu'nun amacı, Bağdat'ın İngilizlerden tekrar geri alınması olmuş, ancak daha sonra Enver paşa Türk ve alman kurmayların kendisini bunun "gerçekçi" bir hedef olmadığına ikna etmesi sonucu yıldırım ordular grubunun Suriye-Filistin'in savunmasında kullanılması kararlaştırılmıştı.

Zaten stratejik olarak 1917 senesinde her ne kadar Rusya'nın savaştan çekilmesi ittifak grubu uğruna galibiyet umudunu yeşertmiş olsa da, Osmanlı imparatorluğu bilhassa Sina-Filistin cephesinde zor durumdaydı ve 1917 bitmeden Kudüs'ü İngilizlerin eline bırakacak gibi duruyordu. Yukarıda bahsini ettiğimiz gibi, İngiliz birliklerinin 25 şubat 1917 tarihinde Dicle Nehri'nin batısına geçip Kut'ül Amare'yi tekrar ele geçirmesi üzerine Halil kut paşa, Enver paşa ile karşı karşıya gelmek uğruna tahliye edilen 13.Kolordu'nun İran'dan Bağdat'ın 200 km kuzeydoğusunda bulunan hanekin kentine bütün kuvvetleriyle çekilmesini emretmişti. Ancak bu, çok geç verilen bir emirdi ve artık Türk tarafının yapacak pek bir şeyi kalmamıştı.

24 şubat 1917'de Türk geri çekilmesini bozguna döndürmek için İngilizler mükemmel bir fırsat yakaladıkları halde, İngiliz süvari tümeni saat 19.00'da sadece 23 kişi zayiat verdikten sonra taarruzu kesip konaklamaya geçmişti.

Müteakip günlerde bir daha etkili olamadılar. Mazeret olarak ileri sürülen su ihtiyacı ve modern ateşli silahların meydana getirdiği engel ve onların doğruluğunun kabul edilmesi, modern süvarinin asya'da bile rolünün kısıtlanmasına ilişkin iddiayı kuvvetlendirmiştir. sadece nehir üzerindeki İngiliz Deniz Filotillasının takibi, Türk kuvvetlerinin geri çekilişini taciz etmiş ve ihmal edilebilir bir yıpratmaya mahal vermişti.

Stratejik zafer en azından Britanya ırak seferi kuvvetleri komutanı general Frederick Maude'ye Bağdat'ı ele geçirme teşebbüsünün onaylanmasını sağlamıştı. Böylece Maude, 5 mart'ta aziziye'ye doğru ileri harekatına başladı. Maude, Diyale hattında durduğunda süvari tümeni ve 7.Kolordu'yu Bağdat'ı doğrudan kuşatmak için nehrin batı yakasına kaydırdı. Fazlasıyla yapılan hatalar Türk tarafının bu tehlikeyi önlemesini sağladı, fakat İngilizlerin olağanüstü kuvvet üstünlüğünü (bire karşı iki. İngiliz seferi kuvvetleri 50.000, 13.kolordu İran'a tahliye edildikten sonra Türk tarafı 20-25.000 dolayında) ve birleşecek olan iki güçlü harekat karşısında kaçınılmaz sonu değerlendiren Osmanlı Karargahı, 10 mart akşamı Bağdat'ı 350 senelik hakimiyetten sonra bir daha geri gelmemek üzere terk ettiler ve kuzey istikametinde Dicle nehrinin kuzeyine doğru geri çekildiler.

general Maude ertesi gün ikindi vakti şehre girdi. Bağdat'ın sayısız hakimleri arasına bir de İngilizler eklenmişti şimdi. İngilizlerin verdiği bilanço'dan önemli şey (zaten güney ırak işgal altındaydı), İngilizlerin küçümsedikleri "barbar Osmanlılara" yenildikleri Kut'ül Amare zaferinden sonra, Britanya'nın "ulusal itibarının" kurtarılmasıydı. bu durum İngiliz cephesinde sevinçle karşılandı.

Bağdat'ın önde gelen eşrafı , 11 Mart 1917 günü Bağdat'ı işgal eden Britanya seferi kuvvetleri komutanı general Frederick Stanley Maude'ye "Irak'ı Turanilerden (Türkler) kurtardığı için" teşekkür etti". Ayrıca ırak cephesi boyunca hicaz, yemen ve Filistin'de olduğu kadar olmasa da Arap İsyancıların yürüttükleri gerilla faaliyetleri de (her ne kadar bu yazıda değinmesem de) etkili olmuştu.
11 Mart 1917. Bağdat'a giren Britanya Seferi Kuvvetleri.

ırak'ta bunlar olurken 1917 bitmeden Osmanlılar en az bağdat kadar kadim "şehirlerin şehri" Kudüs'ü bir başka İngiliz generaline, Edmund Allenby'e terk edecekti. ırak'tan daha da önemli olarak sina-Filistin cephesinde işler iyice kötüye gitmekteydi ve Enver Paşa'nın uğraşacak daha önemli (!) dertleri vardı. bu yüzden Almanların da baskısıyla ırak ve Suriye'deki kuvvetler "Yıldırım Ordular Grubu" olarak yeniden teşkilatlandı ve artık olmayan ırak cephesi ile Suriye ve Filistin cepheleri birleştirildi. ayrıca yine alman baskısıyla Osmanlı ordusu, Rusya'daki karışıklıklardan yararlanarak 1918 senesinde Bakü'yü ele geçirecek kadar ilerleyecek, ancak Suriye'de gittikçe tehlikeli hale gelen durumda bu zaferin de bir önemi olmayacaktı.

yıldırım ordular grubu ile ilgili görsel sonucu"
Yıldırım Ordular Grubu. Ordular Grubunun kuruluş amacı, Bağdat'ın kaybından sonra kenti İngilizlerden geri almaktı. Ancak Kurmayları tarafından bu hedefin "gerçekçi" olmadığına Enver Paşa ikna edilince, Sina-Filistin'de İngiliz İlerleyişini durdurmak üzere görevlendirildi. Bahsettiğimiz gibi, bu teşkilatlanma, Bağdat'ın kaybından sonra gündeme gelmiş, Enver Paşa Suriye-Irak Cephelerini birleştirmişti. İlk başta komutanlığına Verdun Muharebesiyle adı anılan Mareşal Erich von Falkenhayn getirilse de, daha sonraları Gelibolu'da 5.Ordu'yu komuta eden General Liman von Sanders getirilmiş, Sonbahar 1918'de Nablus Muharebesinde Türk Orduları imha olduktan sonra Yıldırım Orduları grubunun "enkazı" Suriye'nin Dera kentinde toplanmış, Liman von Sanders, Mustafa Kemal'in "Suriye'yi savunmanın anlamsız olduğu" fikrini "milli" bir karar olarak niteleyip bu kararı Türk Kurmaylarına bıraktıktan sonra Görevinden istifa ederek İstanbul'a, oradan da Almanya'ya dönmüştü. Kendisinden daha yüksek rütbede olmalarına rağmen Cevat ve Mersinli Cemal Paşalar, ordularının komutasını Mustafa Kemal'e bırakıp apar topar İstanbul'a dönmüştü. Mustafa Kemal, toparlayabildiği bütün kuvvetler ve komuta ettiği 7.Ordu ile Suriye'yi tahliye etmiş (Büyük Suriye Geri Çekilişi) ve Halep-Antakya savunma hattını kurarak Anadolu'ya yönelen İngiliz Taarruzunu bu hatta durdurmayı başarmıştı. Halep Sokak Muharebeleri sonrasında İstanbul'a mektup yazarak "Bu cephede yapılacak bir şey kalmadığını" söylemiş ve böylece bahsi geçen savunma hattında yaptığı Katma Meydan Muharebesiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Harbi'ndeki son çarpışmasnı da kazanmıştı.

Yıldırım ordular grubu ise 1918 sonbaharında türk askeri tarihinin en acı yenilgilerinden birini, yani Nablus Hezimetini yaşaması sonucu büyük ölçüde imha edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar Karadeniz kıyılarından Mısır'a ; Basra ve Güney Irak'tan Kafkasya'ya uzanan sınırları, artık Anadolu'nun dağlarına sıkışmıştı.

ırak cephesinde ise İngilizler ciddi direnişle karşılaşmadan Mondros'un hemen öncesinde bugün saddam'ın da doğduğu yer olan Tikrit'e kadar ilerlemişti. Mondros mütarekesi imzalandıktan sonra aykırı olarak (İngiliz kaynakları bunun meşru olduğunu Mondros mütarekesinin 7.maddesi dolayısıyla ileri sürer) Musul'u işgal ettiler.

Türk kuvvetleri, subaylarının acı, gözyaşı ve öfkeyle terk ettiği "kutsal topraklar"ı bir daha görmemek üzere terk ediyordu ve bağdat, Türk Ordusu'nun Kitab-ı mukaddes'teki deyişiyle "bal ve süt kokan topraklar"dan, yani orta doğu'dan geri gelmemek üzere kovulduğunun bir başka hikayesiydi sadece.

Bu vesileyle Osmanlı Ordusu'nun özet haliyle bir takım hatalarını da yazmak isterim.


  • Harb-i Umumi'de Osmanlı Ordusu'nun icra ettiği askeri harekatlara bakarsak, stratejik ve taktik olarak hem siklet merkezlerinin yanlış belirlendiğini, hem de düşmanın siklet merkezinin yanlış teşhis edildiğini görmekteyiz. Bilhassa Orta Doğu'daki cephelerde ve Çanakkale Kara Savaşlarının ilk periyodunda Osmanlı Karargahı,düşmanın siklet merkezi olarak yanlış bölgeleri teşhis etmiş, sadece Çanakkale olmak üzere başta Mustafa Kemal gibi parlak Kurmay Subaylarının askeri vaziyeti doğru teşhis edebilmesiyle Çanakkale Savaşının ilk safhasında bu hatalardan dönülmüştür. Keza, Siklet Merkezinin yanlış teşhisi, Çanakkale'de birliklerin yanlış teşhise yanlış yığınağı ile sonuçlanmış, ancak en kritik anda durumun son raddede fark edilmesi ve ciddiyetinin kavranması en azından SADECE BU CEPHEDE durumu kurtarmıştır. Ne var ki, başta 1918 Nablus Hezimeti olmak üzere düşmanın Siklet Merkezinin yanlış teşhisi, buna bağlı olarak Osmanlı Karargahının güçlerini yanlış yoğunlaştırması ve güç tasarrufu (economy of force) - schwerpunkt/siklet merkezi dengesini kuramaması sonucu, bildiğiniz üzere Nablus örneğinde olduğu gibi (İngilizlerin başarılı Aldatma planlarının da etkisiyle) bir taarruz, 1918 sonbaharında Türk Ordusu'nun tarihinin en acı yenilgilerinden birini almasıyla sonuçlanmıştı. Bu taktik örnekleri verdim neden peki? Hülasa, Osmanlı Genelkurmayı, Kut'ül Amare zaferinden sonra Irak'taki siklet merkezinin İran'a kaydığı yönünde yanlış bir teşhiste bulunmuş, bunun sonucunda Irak'tan İran'a kaydırılan (tasarruf edilen) kuvvetin Irak Cephesinin çökmesinde ve yukarıda anlattığımız gibi İngilizlerin Bağdat Taarruzunda Osmanlı Ordusunun elinin kolunun bağlı olmasında büyük payı olmuştu. Halil Kut Paşa'nın 13.Kolordu'yu Hanekin mevkine kaydırma emri 13.Kolordu Karargahı'na ulaştığında ise İngilizler, çoktan postallarıyla Bağdat'ın sokaklarını arşınlamaya başlamışlardı.
  • Yukarıdaki siklet merkezi-güç tasarrufu dengesine bağlı olarak, Osmanlı Ordusu, savaş boyunca güç tasarruflarını çok yanlış biçimde uygulamıştı. Düşmanın dengesinin, dost unsurların dengesine yanlış oranlanması, siklet merkezlerinin yanlış tahmini, en kritik kesimlerden en hayati kuvvetlerin Galiçya, Makedonya gibi ihtiyaç olmayan cephelere kaydırılması suretiyle yanlış gerçekleştirilen tasarruf, Osmanlı Ordusu'nu en ihtiyacı olduğu anda en ihtiyacı olan muharip kuvvetlerden yoksun bırakmıştı. Birinci sahnede Irak'ta Kut zaferinden cesaret alan İsmail Enver Paşa'nın 13.Kolordu'yu İran'a kaydırması, İkinci sahnede 1916 senesinin Ocak ayında müttefikler, Gelibolu'yu tahliye edince başta Filistin'de gittikçe kötüleşen durumu kurtarmak için Çanakkale'nin karadan müdafaası için teşkil edilen 5.Ordu'nun, bütün kuvvetleriyle Filistin'e kaydırılması gerekirken Enver Paşa, pastadan pay almanın Avrupa Savaşında bulunmak olduğunu düşünüp Osmanlı Ordusu'nun en donanımlı birliklerini Galiçya'da Ruslara ; Makedonya'da Sırp gerillalara karşı savaşmaya göndermiş, ancak İngilizlerin Gazze Taarruzları (I,II ve III.Gazze Muharebeleri, 1917) sırasında bu kuvvetlerden bazıları, Filistin'e sevk edilebilmişti.Aynı şekilde Irak'ı savunmaları gereken birlikler İran'da ; Filistin'de olması gerekenler Galiçya ve Makedonya'da (Alman ve Avusturyalı müttefiklerin karşı çıkmasına rağmen ve Filistin cephesinden güç tasarruf edilerek) bulunuyordu. 
  • Savaş boyunca (ve hatta Balkan Harbinden beri) Osmanlı Karargahı'nda devamlı bir huzursuzluk hakimdi. Burada, Komuta Birliği ilkesinin büyük ölçüde ihlalini görmekteyiz. Esasen komuta birliği, "Yetki Birliği" anlamına gelebilir. En basit haliyle karargahın ve komutanın hiyerarşisini ifade eder. Daha da açarsak, "karargahın diğer üyelerinin komutana karşı sorumlu olmasıdır." diyebiliriz. Balkan Savaşlarında "Mektepli-Alaylı" olarak zuhur eden bu sorun, 31 Mart Vak'asından sonra İttihat ve Terakki'nin Orduyu Modernleştirmenin yanında askeri danışman olarak çağrılan Alman Subayların, Osmanlı Ordusu'nda çok büyük nüfuz sahibi olmalarıyla alakalıydı. Keza, savaş boyunca Karargahtaki Türk-Alman kurmay heyeti, hep tatsız bir rekabet içerisinde olagelmişti. Bu durum karar alma ve inisiyatif konularında Osmanlı Ordularına büyük sorunlar doğurmuş, siyasi-stratejik sebepler etkili olmuş ve daima Türk-Alman Erkan-ı Harbiye'si arasında anlaşmazlık hali hakim olmuştu. Sahne bir, Çanakkale. Sahne iki, Kanal harekatı, Sahne üç Nablus Meydan Muharebesi, Sahne dört, Bakü'nün İşgali ve İran Cephesi. İttihat ve Terakki yöneticilerinin İstanbul'dan aldığı kararlar, özellikle askeri sebepler dolayısıyla cephedeki Türk Kurmayının tepkisini çekmesinin yanı sıra, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Asım Gündüz başta olmak üzere, sonradan milli mücadeleye de katılacak olan bir takım kurmay subayların asıl rahatsız olduğu, Osmanlı Ordusu'nda bu kadar yoğun bir Alman nüfuzuydu.Özetle, savaş boyunca Osmanlı Karargahı, asla tereddütten ve anlaşmazlıktan kurtulamamıştı. Türkler (en azından karargahta) Almanlardan, Almanlar ise Türk kurmay heyetine asla ısınamamışlar ve Osmanlı Karargahlarını ikiye bölen bu durum, çabuk karar alma yetisine, inisiyatife ve komuta birliği ilkesine önemli ölçüde zarar vermişti. Dahası, bu maddede bahsettiğim durum, Türk Ordularını komuta eden Alman Komutanlar dolayısıyla bu hiyerarşiye zarar veriyordu. Dahası, Osmanlı Ordusu'nun askeri örgütlenmesinde (Yıldırım Orduları'nda olduğu gibi) ortaya çıkan sorunlar, Karargahtaki huzursuzluk ve Enver Paşa'nın İstanbul'dan gelip bizzat 3.Ordu'ya "tepeden inip" komuta etmesi, güçlerin tek elden yönetimini zorlaştırmaktaydı. 
  • Bir başka örnekte, Osmanlı Ordusu'nun günümüzde İngiliz Askeri Doktrininin bir parçası olan "Hedefte Israr/Amaç" ilkesini son derece yanlış uyguladığını görmekteyiz. Son derece basit, savaşta stratejik, taktik veya operasyonel olarak bir hedef belirlenir ve hedefin elde edilmesine de "Hedefte Israr İlkesi" denir. Buradaki sorun, Osmanlı Karargahı'nın hedef seçimlerinin son derece hayalperest olmasıydı. Esasen Kanal harekatının yapılmasında Alman baskısı gözardı edilemeyecek olsa da, Birinci Kanal Harekatı'nda son derece hayalperest ve varsayımlara dayalı bir harekat planı, Sarıkamış ve Kafkasya cephesindeki örnekler, Osmanlı İmparatorluğu'nun Mısır'ı tekrar imparatorluğa katmak gibi emelleri, aslında bize realist olmanın önemini gösteriyor. Keza, savaşta bu tarz emeller uğruna imparatorluğun son derece kısıtlı olan stratejik kaynaklarının birçok kez deyim yerindeyse bir "ütopya" uğruna çarçur edildiğini görüyoruz. Bugün ders kitaplarında Kanal Cephesinin "taarruz" cephesi olarak okutulup aslında amacı "Mısır'a taarruz" olan bu cephenin bırakın Süveyş Kanalı'nı geçmeyi, taarruz diye açılıp Anadolu kapılarında çok ağır bir yenilgiyle sonuçlanması bu ütopyayı kanıtlıyor bize. Cemal Paşa, Birinci Kanal Harekatı'ndan sonra Mısır'ın geri fethinin ümitsizliğini İstanbul'a bildirmiş, İkinci Kanal Harekatının "bir gurur meselesi" olduğunu söyleyen Albay von Kress'e ise "Gurur yüzünden orduyu feda etmeyeceği" cevabını vermişti. Aslında Enver Paşa da durumun farkında olmasına rağmen belki bir ütopya uğruna, belki de sadece İngilizlerin dikkatini Orta Doğu'ya çekip Almanların savaş yükünü hafifletmek uğruna İkinci Kanal Seferi bu sefer Albay von Kress komutasında icra edilmiş ve sonuç yine hüsrandan öteye gidememişti. 
Yazıyı bitirirken, Falih Rıfkı Atay'ın "Zeytindağı" eserinden bir alıntıyı da buraya bırakmak isterim. 

“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:- Bu tarafa gitmişti, diyor.O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı?Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:- Ahmed'imi gördün mü?Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!”
Falih Rıfkı Atay. Kendisi, Cemal Paşa'nın Suriye Askeri Valiliği ve 4.Ordu Komutanlığı sırasında özel katipliğini yapmıştır. Birinci Dünya Harbi sırasında Orta Doğu cephelerinde gördükleri ve Cemal Paşa'nın en yakınındakilerden biri olması hasebiyle anı olarak kaleme aldığı "Zeytindağı" ve "Ateş ve Güneş" adlı eserleri, cephede yaşanılan durum konusunda, birinci ağızdan bize bilgi verir. Büyük Taarruzdan sonra Mustafa Kemal'in dostluğunu kazanıp yakınında bulunmuş, Atatürk ile ilgili anılarını içeren "Çankaya", "Atatürk'ün Bana Anlattıkları", "Mustafa Kemal'in Ağzından Vahdettin" adlı eserlerini derleyip yayınlamıştır. Gerek Atatütrk ve Cemal Paşa'nın yaşadıkları olayların baş tanığı olması dolayısıyla, gerekse de kaleme aldığı eserlerin hem bir "Tarihi Kaynak" hem de Türk Edebiyatı açısından anı türünde değerli olmasıyla Türk Yakın Tarihinin önemli insanlarından biridir. Kendisi 27 sene aralıksız olarak Milletvekilliği yapmış, sadece anı değil, gezi yazısı türünde anlatımıyla dikkat çeken edebi değeri yüksek eserler vermiştir. Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi sonucu Dünya Gazetesini kurarak başyazarlığını sürdürmüş ve DP'nin en koyu muhaliflerinden biri olmuştur. 1971'de İstanbul'da kalp krizinden dolayı vefat etmiştir. Yazar ve Edebiyat Profesörü Mina Urgan'ın üvey babasıdır. 
 Yazıyı bitirirken bu konuyu Falih Rıfkı'dan dinlemek isteyenler için "Zeytindağı" ile "Ateş ve Güneş" ; hususun daha çok askeri ve tarihi yönünü dinlemek isteyenler için Edward J. Erickson'ın "Size Ölmeyi Emrediyorum! Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu" eserlerini siz değerli okurlara naçizane tavsiyeler olarak bırakıyorum.

Şehitlerimize Saygı, Rahmet ve Minnetle...

0 Yorumlar