Öncelikle, Irak'ın büyük bölümünün Osmanlılar tarafından fethi, Kanuni ve Pargalı'nın 1530'lardaki "Irakeyn Seferi" ile başlar. Irak, Osmanlı klasik döneminde (1300-1600) en büyük sorunu doğudan gelen Safevi akınları olan bir Osmanlı vilayeti idi. En meşhuru, IV.Murad'ın Bağdat Seferi'dir, bildiğiniz üzere. 1639 Kasr-ı Şirin'den Orta Doğu sınırlarının tepeden tırnağa değiştiği Birinci Dünya Harbi ve sonrasına kadar Irak, Osmanlılar için imparatorluğa karşı olumlu-olumsuz bir şey hissetmeyen vatandaşları bulunan, askeri olarak pek güç bulundurulmayan (bunun birinci dünya savaşında Türkler için kritik zararı olmuştur. İngilizlerin el-Fao ve Kurna'yı işgali örneğin) Anadolu'dan gelen gençler için "kebap" askerlik yapılacak ve imparatorluğun diğer cephelerine göndermek üzere güç tasarrufu yapılan sessiz sakin bir coğrafyadır.

IV.Murad'ın Bağdat Seferi'nin bir tasviri.

Gel gelelim, hikaye tanıdıktır. Liddell Hart'ın deyişiyle "iki gemi, bir adam ve yağmalanma korkusu" Osmanlı'yı savaşın içine çeker. Irak'ın sessiz sakin hikayesi de burada son bulur.

Osmanlı sonrası Arap Dünyasının sınırlarını çizen İngilizler, yeni Irak Devleti'ne sıra geldiğinde çok keyfi davranmışlardır.

Osmanlılar Mezopotamya'yı üç ayrı ve çok farklı vilayet olarak yönetmişlerdi. Kuzeyde dağlık Musul vilayeti ekonomik olarak Anadolu'ya ve Büyük Suriye'ye bağlanmış; merkezi Bağdat Vilayeti yerleşik tarımı destelemiş ve öncelikle İran ve Güneybatıyla ticaret yapmıştı. Güney vilayetiyse Basra Körfezi'ne ve Hindistan'la denizaşırı ticarete yönelikti. Bu üç vilayet 1920'de İngiliz mandası altında Irak devletine dönüştüklerinde siyasal bir toplum tanımına girmiyordu. Bunlar Osmanlı İmparatorluğu'nun etnik ve dini bakımdan en farklı Arap Bölgeleriydi ve bunların zorla tek bir ülke halinde birleştirilmeleri bir millet yaratmada aşırı güçlükler doğurmaktaydı.

Araplar nüfusun yaklaşık yüzde 80'ini oluşturmaktaysa da, kesin dini çizgilerle bölünmüşlerdi. Arapların yarısından biraz fazlası Şiiydiler ve komşu İran'ın ulemasıyla çok yakın ilişkileri vardı. Arap nüfusun geri kalanı sünniydi. sünniler sayıca azınlıktaysalar da, İngilizler yeni devlette onların siyasal bakımdan önem kazanmalarını desteklemişlerdi. Yine bir anlaşmazlık potansiyeli toplam nüfusun yüzde 20'sini oluşturan kuzeydeki Kürt azınlıktı. Kürtler Sünni Müslüman olmakla birlikte, kendi dil ve kültürleri olan ayrı bir etnik toplumdu. Irak'ın kuzeyi ile Türkiye ve İran'ın kendilerine komşu bölgelerini atalarının yurdu olarak kabul ediyorlar, kendi kültürel ve siyasal özerkliklerini korumak istiyorlardı. Kürtlerin yeni Irak devletinin merkezileştirme çabalarına direnmeleri ve çoğunlukla asimile olmak istememeleri, modern ırak'ta kuruluşundan günümüze kadar devam eden bir çatışmayı şekillendirmiştir. Kuzeyde bir Asuri Hıristiyan azınlığın ve Bağdat'ta epey büyük bir Yahudi toplumunun bulunması da yeni devlette dini ve etnik gerilim ihtimaline katkıda bulunmaktaydı.

Mesela, Irak sınırlarını çizen İngiliz yetkililer, bu tür gerilim potansiyeli yaratmanın yanı sıra yeni devletin Basra Körfezi'ne ulaşma imkanını da kısıtlamışlardı. Daha sonraları, büyük kısmı liman olarak kullanılması imkansız 58 kilometrelik kıyısı ile Irak'ın komşusu Kuveyt'in coğrafi bakımdan çok daha uygun kıyılarına göz dikmesi için sebebi vardı. İki devlet arasındaki sınır 1930'lardan başlayarak bir sürtüşme kaynağı olmuş ve Irak'ın 1990'da Kuveyt'i ilhakı sonucunu yaratmıştır/yaratacaktır.

Irak topraklarında Osmanlı varlığı sadece büyük şehirlerle sınırlı kaldığından, kırsal kesimin büyük kısmı hükümet müdahalesine alışık olmayan aşiret konfederasyonunun hakimiyetindeydi. Irak'ın farklı ve çoğunlukla özerk sakinlerini bir devlet içine sokmaktaki güçlükler 1920 Haziran ayında Fırat boyundaki aşiretlerin ayaklanmasıyla ortaya çıktı. Aylarca süren ayaklanma İngiltere'ye ve İngiltere'nin adem-i merkeziyetçi Osmanlı sistemi yerine merkeziyetçi devlet yapısı getirme çabalarına karşı yerel çaplı bir isyandı.

İsyan bilinçli bir milliyetçi hareket olmamakla birlikte ingiltere aleyhtarı duygulardan esinlenmişti ve Irak milli mitolojisinde yeni devletin yabancı idaresini reddetmesinin ilk sembolü olarak yer aldı. ingilizler sonunda isyanı bastırdılar, ama yaklaşık 10 bin ıraklı ve 450 ingiliz askeri ölmüş ve 40 milyon sterlin harcanmıştı. savaştan bıkmış olan ingiliz kamuoyu ve tükenmiş durumdaki ingiliz hazinesi, londra'yı bir daha böyle masraflara girmemesi gerektiğine ikna etmişti.

ingiliz politikacılarının konusu, artık ülkedeki ingiltere çıkarlarının (hindistan'la ulaşım güvenliği ile ırak ve iran petrol yataklarının korunması) her an patlayacak bir nüfusu doğrudan doğruya idare masrafına ve sıkıntısına girmeden nasıl garanti edileceğiydi. çözüm, ırak'la bir antlaşma temeli üzerinde uzlaşmak ve ırak hükümetine mümkün olduğunca çok sorumluluk bırakarak masrafları azaltmaktı. ingilizler bu politikayı yürütmek için kendilerinin birlikte çalışabilecekleri ve ırak nüfusunun geniş kesimi tarafından kabul edilebilecek bir hükümdar aramaya başladılar.

Seçtikleri kişi, Arap isyanı'nın komutanı, Şerif Hüseyin'in oğlu ve kısa süre önce parçalanmış olan Suriye krallığının hükümdarı Emir Faysal'dı. ingiltere Faysal'ı seçerken, kısmen savaştan sonra Hüseyin ve ailesini terkten doğan suçluluk duygusuyla hareket etmiş olabilir. Ancak Faysal'ın ılımlı olacağına ve uluslararası ün kazanmış bir Arap olmasının Irak içinde iyi karşılanacağına da inanıyorlardı. Faysal ülkeye 1921'de getirildi, dikkatle yönetilen milli bir referandumla krallığı onaylandı ve bir askeri bandonun henüz bir Irak milli marşı olmadığı için "Tanrı Kralı Korusun" marşını çaldığı Bağdat'taki törende taç giydi. Hükümet sistemi, eğitim, milli savunma ya da bir milletin tanımlandığı ve yönetildiği kurumların hiçbiri yoktu. Faysal sadece ismen Iraklı olan bir halklar karışımını devlete dönüştürmek gibi çok güç bir işi üstlenmişti.

1925 anayasasında hükümet şekli, Irak'ı seçimle gelmiş çift meclisli yasama organı olan ve veraset yoluyla geçen meşruti monarşi olarak tanımlanmıştı. Anayasaya göre, devlet dini İslam'dı ve şeriat mahkemeleri hem Sünniler hem Şiiler adına bireysel ve vakıflar alanına giriyordu. Diğer temel kurumlar da kısa zamanda kuruldu. Devlet otoritesinin hem milli sembolü hem de temel aracı olan Irak ordusu 1921'de kuruldu. İngilizler tarafından ilk başta 7.500 kişiyle sınırlı tutulan ordu, 1932'deki bağımsızlıktan sonra genişletildi ve 1930'ların sonunda 26 bini buldu. Hem milli kimlik duygusunu geliştirmek hem de devlet memuru yetiştirmek için Irak'ın acil ihtiyaçlarından biri de bir devlet okulları sistemi kurmaktı. Osmanlılar döneminde Irak'ın eğitim altyapısı Suriye'ninkinden azdı; 1920'de ortaokulların öğrenci sayısı sadece 200'dü. Faysal bu durumu düzeltmek için eski Osmanlı bürokratı Satı el-Husri'yi 1921'de eğitim genel müdürlüğüne getirdi. el-Husri'nin enerjik yönetimi altında hemen bir laik okul sistemi kuruldu. 1930 yılına gelindiğinde ilkokul öğrencileri iki katına çıkmıştı, ortaokul öğrencileri de 2 bini bulmuştu. el-Husri, müfredatı da yurtseverliği ve milli kültürü geliştirecek şekilde düzenlemişti.

Kral Faysal'ın taç giymesinden sonra İngilizler onu İngiliz kuklası gibi göstermemeye dikkat ettiler. Kralın rejiminin merkezi bir kontrol sağlayabilmek için İngiliz kara ve hava güçlerinin sürekli desteğine ihtiyacı varsa da, İngilizlerin kucağından kopmaya ve yerel halkla bağlarını sıkılaştırmaya da ihtiyacı vardı. İngiltere, Faysal'ın durumunun hassasiyetini anladığından manda şartlarında değişiklik yaparak, Irak'a iç işlerinin yönetilmesinde daha fazla özerklik tanıdı. Bu, ilki 1922'de ve sonuncusu 1930'da imzalanan anlaşmalarla yapıldı. 1930 anlaşması hükümlerine göre, Irak iki yıl içinde tam bağımsız olacaktı, İngiltere de Mısır'daki gibi askeri ve güvenlik imtiyazlarını koruyacaktı. Böylece savaş durumunda İngiltere Irak'ın yardımına gelecekti ve Irak da savunması için gereken bütün iletişim kurumlarını İngiltere'nin kullanmasına izin verecekti. Yine anlaşmaya göre, yurt dışında eğitim görecek Iraklı askeri personelin İngiltere'de eğitim görmelerini, Irak'taki bütün askeri eğitimcilerin İngiliz olmasını ve Irak ordusunun silahlarının sadece İngiltere'den alınmasını hükme bağlayarak İngiltere, Irak silahlı kuvvetlerin genişlemesini kontrol altında tutacaktı. İngiltere'ye ülkede iki de hava üssü bulundurma hakkı verilmişti. Irak 1932'de resmen bağımsız oldu ve Milletler Cemiyeti'ne kabul edildi. Osmanlı halef devletlerinden en az hazırlıklı olanı, egemenliği uluslararası düzeyde kabul gören ilk devlet olmuştu.

İngiltere'nin Irak'a karşı tutumunu etkileyen bir şey de, uluslararası ilişkilerdeki çok önemli yeni bir unsurun varlığıydı: petrol kaynaklarının denetimi rekabeti. Avrupa'nın 19. yüzyıl sonundaki sömürge koşuşturması, yerini 1920'de petrol imtiyazı koşuşturmasına bırakmıştı. Bu durum İngiliz politikasında bir çelişkiye yol açmıştı; İngiltere bir yandan ırak'ın bağımsızlığını özendiriyor, bir yandan da Faysal hükümetinden uygun petrol imtiyazı koparmaya çalışıyordu. Petrol haklarından gelecek paraya acil ihtiyacı olan Iraklılar istemeyerek de olsa İngiltere'nin baskısına boyun eğdiler ve 1925'te Irak Petroleum Company olacak şirketle yetmiş beş yıllık bir imtiyaz anlaşması imzaladılar. Anlaşmaya göre, Irak petrolün tonu başına belirli bir para alacaktı, ama şirkette ortak olamayacaktı. Kuzey ırak'ın zengin petrol yatakları 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar tam üretime geçirilmediği halde, bunların varlıkları ve İngiltere'nin kontrolü altında olmaları İngiliz-Irak ilişkilerinde sürekli bir huzursuzluk kaynağı olacaktı.

BAĞIMSIZ IRAK (1932-1939)

İngiltere'nin birbirinden tamamen farklı üç Osmanlı vilayetinden yarattığı istikrarsız devlet, her nasılsa bağımsız millet olmasının onuncu yılına varmıştı. Ancak Irak'ın çektiği sıkıntılar Avrupa hükümet kurumlarını etnik ve dini bakımdan bölünmüş bir topluma yamamaya çalışmanın ve sonra da bu zorla uygulanan sistemin çalışması için başına bir hükümdar eklemenin sonuçlarını gösteriyordu. Faysal 1921'de Irak tahtına oturduğunda yeni vatanıyla çok gevşek bağları vardı. Bölgeye yabancıydı ve krallığı halkın isteğiyle değil, yabancı bir işgalci olan İngiltere tarafından yaratılmıştı. Faysal, Irak çıkarlarıyla özdeşleşmenin önemini anlamıştı ve bunda da bir dereceye kadar başarılıydı. İngiltere'yi bağımsızlık vermeyi hızlandırmaya teşvik ederek krallığına sadakatini göstermiş ve halkın çoğunluğunu onların refahı adına çalışacağına inandırmıştı. Pek çok tarihçi Faysal'ın üzerindeki akıl almaz baskılara ustalıkla dayandığını yazmıştır. Ancak 1933'teki zamansız ölümü, ülkeyi onun liderliğinden yoksun bırakmış ve monarşiyi Irak politikalarında bir unsur olmaktan uzaklaştırmıştır. Faysal'ın yerine geçen oğlu Gazi (1933-1939) beceriksizdi ve devlet işleriyle ilgilenmiyordu.

Mustafa Kemal Atatürk ve Irak Kralı Faysal bin Hüseyin.


Saraydan liderlik gelmeyince hükümete de daha önce sivil yönetim deneyimleri olmayan dar bir kişiler grubu hakim oldu. Bunlar Mısır, Suriye ve Filistin'deki karşıtlarından çok farklı bir politikacı grubuydu. 1921'den 1941'e kadar başbakanlığı aralarında on üç kere paylaşmış olan dört kişinin hepsi de 1880 ila 1888 yılları arasında Irak'ta doğmuşlar, hepsi de Harbiye'den mezun olmuşlar ve yine hepsi de 1918'den önce Arap isyanı'nda Faysal'a katılmışlardı ve yine dördü de alt sınıflardan geliyorlardı. İki kere başbakan olan ve 1930'larda siyasal etkisini gösteren beşinci kişi Yasin el-Haşimi (1884-1937) de Harbiye'yi bitirmişti. Onun diğer dördünden ayrıldığı nokta, 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı saflarında çarpışmış ve mirliva rütbesine yükseltilmiş olmasıydı. Bu eski Osmanlı subaylarının İstanbul'daki eğitimlerinden gelen prestijleri, Faysal'dan ve İngilizlerden aldıkları destekle kendilerini hayatları boyunca Irak politikasına hakim olacak duruma getirmişti. Bunlardan en kalıcısı 1930'larda beş kere başbakan olan ve 1958'de krallık devrildiği zaman da aynı makamda bulunan Nuri el-Said'di (1888-1958). Bu bir grup seçkinin elinde güç birikmesi Irak politikasının önemli bir mezhep eğilimini göstermektedir. Yukarıda sözü edilenlerin hepsi ve Irak siyasal hayatına hakim olanların çoğu, Sünni Müslümanlardı. Irak'ın Arap nüfusunun çoğunluğu Şiiyse de, ülkenin oluştuğu yıllarda onlar iktidardan uzak tutulmuşlardı ve 2003'te ABD işgaline kadar siyasal yapıda gerektiği gibi temsil edilememişlerdi.

Nuri el-Said/Nuri Said Paşa.

Irak Krallığı Arması.

Eski Osmanlı subayları Irak'taki siyasal kariyerlerine aylıklı memurlar olarak başlamışlar ve görevlerinin sonunda zengin toprak sahipleri ve sanayi girişimcileri olmuşlardır; kendilerini, siyasal güç sahibi olma beklentilerini ellerinden aldıkları köklü eşraf ailelerinin eşitleri olarak görürlerdi. Savaştan sonra Irak'a döndüklerinde taşıdıkları reform idealleri güç ve etkinlik kazanmalarıyla kaybolmuştu. Modern Irak'ın en ciddi araştırmacılarından Hanna Batatu'nun da belirttiği üzere, eski Osmanlı subayları eski toplumsal düzeni boyunduruk altına alacakları yerde, toplumsal düzen onları boyunduruk altına almıştı ve kendisinin devamında onlara bir çıkar sağlamıştı.

Faysal'ın arabulucu becerileri yetersiz kalınca Irak'ın yeni doğan siyasal seçkinleri birbirlerine düştüler. Siyaset dejenere olup başbakanlığı elde etme iktidar mücadelesine dönüştü ve hükümetler nadiren iki üç aydan fazla ömürlü oldu. Eski subaylar mevcut toplumsal düzenin devam ettirilmesine bağlı olduklarından, bölünmelerinin sebebi ideolojik farklılıktan ziyade kişisel etkinlik kazanma hırsıydı. Aralarındaki fark, Irak'ın ingiltere'yle ilişkilerine karşı tutumlarıydı. Yasin el-Haşimi gibiler, ülkenin ingiliz silahlarına bağımlılığını sona erdirmeyi ve Arap birliğini güçlendirmede daha aktif olunmasını istiyorlardı. Diğerleri ve en fazla da Nuri el-Said daha ılımlıydılar; ingiltere'ye borçlarını biliyorlar ve ingiliz müdahalesine sebebiyet verip yeni makamlarından yoksun kalmak istemiyorlardı.

Siyasetçiler arasındaki çatışma, çoğunun İngiltere'ye karşı iyimser tavrı ve siyasal güç üzerinde uyguladıkları sıkı tekel, Irak toplumunun geniş kesimlerini hoşnutsuzluğa itmekteydi. Muhalefetin ileri gelenleri kendilerini ve örgütlerini yeni Irak milletinin gerçek sembolleri olarak gören genç subaylardı. Milliyetçilik ve Pan-Arabizm duygularıyla dolu ordu liderleri, Irak'ın bağımsız bir millet olarak Orta doğu'daki rolünü üstlenmesini istiyorlardı. Ordu ve kuzey komutanı General Bekir Sıtkı, 1933'te Asuri Hıristiyan cemaatini sistemli bir şekilde katlederek sözde milli çıkarları korumasıyla ünlenmişti. Asuri olayında kazandığı ün pek hoşuna giden General Sıtkı, 1936'da hükümeti deviren bir darbeyle orduyu Irak siyasal hayatına sokmuş oldu.

Böylece başlayan askeri darbeler dalgası, -1941'e kadar altı tane daha yapılmıştı- orduyu Irak politikasında belirleyici duruma getirdi. Ancak darbeler zaten büyük ölçüde istikrarsız olan siyasal hayatın sefaletini daha da arttırma dışında fazla bir şey değiştirmedi. Her darbeden sonra Irak politikasına hakim olan sivillerden biri yeni hükümetin başına geçti. Bu eski politikacılar, subaylar arasındaki pek çok fraksiyondan biriyle ya da diğeriyle ittifak kurarak iktidarda kalmayı başarıyorlardı. Bu süreç içinde siyaset entrikaya dönüştü ve yapıcı bir yasama işlevi imkansızlaştı.

Kendini Irak milliyetçiliğinin koruyuculuğuna getirmiş olan ordu, topluma askeri niteliklerin yüceltilmesi duygusunu yerleştirdi. İngiltere 1939'da nazi Almanyası'yla savaşa hazırlanırken, siyasal açıdan istikrarsız Irak'ta faşist özentisi paramiliter gençlik hareketleri ve İngiltere aleyhtarı gösteriler başladı. İngiltere'nin bu anlaşmaya bağlı imparatorluğu, yaklaşan dünya savaşında ciddi bir sınava tabi tutulacaktı.

II.DÜNYA SAVAŞINDA IRAK

Irak'ın savaş zamanında yaşadıkları, ülkede İngiltere'ye gösterilen yerel tepkilerin iki kutbunu gözler önüne sermektedir.

Irak'ın yönetici seçkinlerinin güçlü bir kesimi, savaşı gerçek bağımsızlığa giden bir araç olarak görürken, köşe başlarını tutmuş politikacılardan oluşan ikinci bir grup da, kendi durumlarının İngiltere'yle bağları sürdürerek geliştirilebileceğine inanıyorlardı. Bu iç anlaşmazlığın sonucundaki 1941 İngiliz-Irak Savaşı'nda seçkinler daha da bölündüler ve bu çatışmalar arkada, İngiltere'ye karşı süregelen bir nefret mirası bıraktı.

Men in pith helmets
İngiliz Birlikleri Bağdat'a bakıyor, 1941.

1939'da Avrupa savaşının başlangıcında Irak siyasal hayatı hala subaylar ve sivil politikacıların değişen koalisyonlarının kontrolü altındaydı. Askerlerin hükümette söz sahibi olmalarıyla monarşi dahil, devletin sivil kurumları zayıflatılmıştı. Kral Gazi, 1939'da bir otomobil kazasında ölünce, yerine üç yaşındaki oğlu, II.Faysal adıyla tahta geçti. Çocuk, kral Haşimi ailesinden bir prens ve Nuri el-Said'in yakın siyasal müttefiki Abdülilah'ın naipliğine verildi. Sivil politikacıların hala en önde gelenlerinden olan Nuri, savaş başladığında beşinci hükümetinin başındaydı. Savaşın başlangıcında İngilizlerin kötü durumda olmalarına rağmen Nuri, Irak'ın uzun vadeli çıkarlarının İngilizlerle işbirliği yapmak ve Müttefik davasını desteklemek olacağını düşünüyordu. Ancak bu İngiliz yanlısı tutumu subaylar tarafından benimsenmeyince 1940'ta başbakanlıktan istifa etti.

Aynı yıl Dört Albaylar olarak bilinen "yurtsever" bir subaylar topluluğu siyasette yükseldi ve Irak'ın dış politikasını İngiltere yönünden çevirmeye karar verdi. Dört Albaylar, Irak milliyetçiliği ve Pan-Arabizm duygularıyla dolu olarak ve Almanların başarılarından etkilenerek Irak'ın tam bağımsızlığını ilan etmeyi kararlaştırdılar. 1 Nisan 1941'de bir darbeyle Raşid Ali el-Geylani'yi başbakanlığa getirdiler. Raşid Ali (1892 doğumlu) Bağdat'ta eğitim görmüş bir avukattı ve daha önce üç defa başbakanlık yapmıştı. Milliyetçi biri olmasına rağmen aynı zamanda fırsatçılığıyla da ün salmıştı ve başbakanlığa darbeci subaylarla işbirliği yapmaya istekli olduğu için seçilmişti. Ancak Dört Albaylar'ın bir aracı olmakla birlikte, savaş yıllarında bağımsızlık elde etmeye çalışan bütün Arap devletleri içinde en sistemli girişim onunkiydi.


Raşid el-Geylani.
Raşid Ali'nin başbakanlığa getirilişinin üzerinden bir ay geçmeden İngiltere ile Irak savaşa girdiler. Krizi hızlandıran iki sebep bulunuyordu: Bunlardan birincisi, Raşid Ali'nin Mihver yanlısı hükümeti; ikincisi, 1930 İngiliz-İran anlaşmasının yorumu hakkında bir anlaşmazlıktı. Kısacası, Irak gerçekten İngiltere'ye Basra Körfezi'nde bir ikmal üssü kurmayı reddedecek kadar egemenliğini kullanmaya sahip bağımsız bir devlet miydi? 1941'in ağır koşulları altında İngiltere, özellikle de Raşid Ali hükümetiyle, anlaşma dilinin incelikleri konusunda bir tartışmaya girme niyetinde olmadığından Basra'daki tesislerini genişletmeye devam etti. Dört Albaylar, 2 Mayıs 1941'de Irak ordusuna Bağdat yakınlarındaki İngiliz hava üssünü kuşatma emrini verdiler ve bu da İngiltere'yle eski mandasını savaş durumuna getirdi. 

İngiltere Ortadoğu komutanlığı, hemen bir güç oluşturarak Filistin'den Ürdün Çölü yoluyla Irak'a gönderdi. 1941 Mayısı'nın sonunda Raşid Ali isyanı bastırılmıştı ve isyanın liderleri Bağdat'tan kaçmışlardı. İngiltere savaşın sonuna kadar Irak'ı askeri işgal altında tutarak, Iraklıların İngiltere'nin ülkelerine egemen bir devlet gibi değil de, bir imparatorluk sömürgesi gibi davrandıkları inancını pekiştirdi. İngiltere eski İngiliz yanlısı koalisyonu da yeniden işbaşına getirdi. Nuri el-Said ile naip, devlet üzerindeki hakimiyetlerini sağlamlaştırdılar. Nuri iki savaş zamanı kabinesine başkanlık etti ve siyasal rakiplerini ezdi. İsyanın liderlerinin ülkeye getirilip idam edilmelerini sağladı ve Raşid Ali'yi sürgünde kalmaya zorladı. Nuri ile naip Abdülilah, 1958'e kadar Irak politikasına hakim olacaklarsa da, ikisi de İngiliz işgalinin ardından iktidara geldikleri için lekelenmişlerdi ve milliyetçiliğin düşmanları olarak kabul ediliyorlardı. Bu bakımdan konumları, 4 Eylül Olayı'ndan sonra Mısır'da Vefd Partisi'nin durumuna benzemekteydi, yani giderek yozlaşmaktaydı.


IRAK'TA MONARŞİNİN SONU, 14 TEMMUZ İHTİLALİ

14 Temmuz 1958 devriminin liderleri Halid el-Nakşibendi (ön sıra, sol), Abdüsselam Arif (arka sıra, soldan ikinci), Abdülkerim Kasım (arka sıra, soldan üçüncü) ve Muhammed Necib er-Rubai (arka sıra, soldan beşinci). Ayrıca Mişel Eflak (ön sıra, sağdan birinci) .
II.Dünya Savaşı genelinde Raşid Ali isyanı çok küçük bir olaysa da, Irak tarihinin önemli bir olayıydı ve İngiltere'nin Irak'ın işlerine müdahalesinin sürmesi karşısında sivil ve askeri kesimin düş kırıklığının ölçüsünü yansıtmaktaydı. İngilizlerin ülkeyi 1941'den 1945'e kadar tekrar işgal etmeleri bu duyguları arttırdı, Raşid Ali ile onun adıyla ilişkilendirilen harekete daha bir çekicilik kazandırdı. 1958'de Nuri ile naibi deviren genç subaylar, sadece 1941'in yarım kalmış işini tamamladıklarını iddia edeceklerdi. 

II.Dünya Savaşı'nın sonundan 1958'e kadar Irak, Haşimi monarşisinin kontrolü altında kaldı. Kral II.Faysal 1953'te reşit olduysa da, tahtın arkasındaki güç, 1939'dan beri naip olan Prens Abdülilah'tı. Saray dışında otuz yıldır güç merkezinde olan Nuri el-Said, siyasal süreci hala elinde tutuyor ve Irak'ın dış politikasına yön veriyordu. Bu politikanın Batılı ve İngiliz yanlısı olması, Irak'ın 1955'te Bağdat Paktı'nı imzalamasıyla da simgeleşmişti. 

Savaş sonrası dönemin Irak hükümetleri öylesine dar bir destek tabanına sahiplerdi ki, statükodaki en küçük bir değişimin bile toprak sahiplerini ve diğer grupları yabancılaştıracağı korkusuyla sosyal reformu akıllarına bile getirmiyorlardı. Nuri el-Said, siyasal katılımın sadece küçük bir grup sadık insanla sınırlı olmasını sağlıyordu; bu uygulama Nasırizm'in çekiciliğine kapılan reform yanlısı milliyetçiler kuşağını yabancılaştırmaktaydı. Rejimin durgunluğa geçmesi, İngiliz yanlısı ittifakı ve Nasır aleyhtarı propagandası hüküm süren fikirlere o kadar karşıydı ki, kendini ancak polis baskısı ve sansürle ayakta tutabiliyordu ve bu bile yetersiz kalmıştı. 1958 Temmuz ayında Tuğgeneral Abdülkerim Kasım, aralarında kral II.Faysal, Prens Abdülilah ve Nuri el-Said'in de olduğu onlarca kişinin öldüğü kanlı bir darbeyle rejimi devirdi. İngilizlerin getirdiği Haşimi monarşisi, Batı ittifak sisteminin bu direği, 37 yıllık varlıktan sonra sona ermiş oldu. Abdülilah halk tarafından kesildi. Nuri el-Said, kadın kılığında kaçmaya çalışırken yakalanıp vuruldu. Defnedildikten sonra cesedi halk tarafından çıkarılıp parçalandı.

 
Prens Abdülilah (sol) ve Nuri el-Said/Nuri Said Paşa'nın (sağda) parçalanmış cesetleri. Arapça yazıları çevirmek gerekirse,
 "Prens Abdüllah asıldı ve şavurma (bir tür kebap cinsi) bıçakları ile kesildi, Nuri el-Said çekildi."
General Kasım'ın darbesi, doğu Arap dünyasını şok dalgaları altında bırakmıştı. İstikrarsız bir yönetimin hakim olduğu bir on yıl başlamış, Irak yurt içinde devrim, yurt dışında tarafsızlık ilan ederek Mısır ve Suriye'ye katılmıştı. Kasım'ın diktatörlüğü 1963'e kadar sürdü ve o tarihte muhalif subaylar arasındaki Albay Abdüsselam Arif liderliğindeki grup tarafından devrilince Arif cumhurbaşkanı oldu. Arif 1966'da bir uçak kazasında ölünce de yerine yine subay olan kardeşi Abdurrahman Arif geçti ve 1968'e kadar iktidarda kaldı.

Abdülkerim Kasım.

Birbiri ardından gelen askeri rejimler geniş iç reform programları ilan ediyorlardı, ama siyasal durum öylesine belirsizdi, iktidarda kalmak için gösterilmesi gereken çaba öylesine büyüktü ki, reformların gerçekleştirilmesine pek fırsat bulunamıyordu. Kasım, Irak'ın cumhuriyet olduğunu ilan etmiş olsa bile, bu ne kendisinin ne de haleflerinin seçim yapılmasına izin verdikleri bir 'cumhuriyet'ti. Suriye'de olduğu gibi Irak'ta da eski düzenin sonunu, ideolojik partilerin ortaya çıkışları izlemişti ve bunların en büyük, en iyi örgütlü olanı Komünist Parti'ydi. Onun da başlıca rakibi Suriye'deki ana partinin bir dalı olan Baas Partisi'ydi. Baas, Irak'ın BAC'yle (Birleşik Arap Cumhuriyeti) birleşmesini savunan Pan-Arap milliyetçilerini barındırıyordu. Kasım, önceleri Pan-Arap milliyetçilerine karşı komünist desteğini yaslandı; ancak komünistler devleti ele geçirecek duruma gelince onlara karşı cephe aldı: 1960 yılı geldiğinde Irak, artık diktatörlüğe doğru gidiyordu.

Kasım monarşiyi devirdikten sonra, Haşimi yönetiminin başlıca destekçileri ve ondan yararlananlar arasında olan büyük toprak sahipleriyle karşı karşıya kaldı. İktidara gelişinden birkaç hafta sonra, 1952 Mısır modeli üzerine kurulmuş bir tarım reformu yasası çıkardı; amacı, Mısır yasasınınkinden farksızdı: köylünün hayat koşullarını düzeltirken toprak sahibi seçkinlerin serveti ve gücünü azaltmak. Yasaya göre, kişiler 620 dönüm toprağa sahip olabilirlerdi ve bunun üstündeki topraklara devlet el koyacak, toprağın kalitesine göre 20 ile 75 dönümlük parseller halinde köylüye dağıtacaktı. Eğitimli personel ve yeterli kadastro olmadığından yasanın uygulanması güçtü ve Kasım'ın rejimi sona erdiğinde, devlet el koyduğu toprakların sadece üçte birini dağıtabilmişti. Böylece, yasayı yeni bir toprak sahibi köylü sınıfı yaratacak yerde büyük toprak sahiplerine karşı bir silah olarak kullanmış oluyordu.

Kasım, dış politikada Irak'ı Bağdat Paktı'ndan çekmiş, Sovyetler Birliği ile Doğu bloku devletleriyle yakın ilişkiler kurmuştu. Darbeden kısa bir süre sonra Irak ve SSCB, Sovyet askeri ve ekonomik yardım anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmayla ABD'nin sınırlama politikası bozulmuş oldu; üç güçlü Arap ülkesi Mısır, Suriye ve Irak, birkaç yıl içinde Batı ittifakını reddederek ülkelerini Sovyet etkisine açık duruma getirmişlerdi. Bağdat Paktı, başkenti Bağdat olan ülkeden yoksun kalmıştı. Üç devlet bir süper devletler çatışmasında tarafsız kalacaklarını ilan etmişlerse de, silahlarını Sovyetler Birliği'nden alıyorlardı ki, bu ilişki ekonomik ve diplomatik bağımlılık potansiyeli taşımaktaydı. 

Irak'ın Arap dünyasındaki yerine gelince, Kasım ile Arif kardeşlerin rejimleri ülkenin bütün siyasal gruplarınca kabul edilebilir bir çözüme ulaşamamışlardı. Kasım iki muhalif gücün çatışan iç baskılarıyla karşı karşıyaydı: BAC (Birleşik Arap Cumhuriyeti, Abdülnasır zamanında Mısır ile Suriye'nin çok kısa birleşiminden meydana gelen kısa ömürlü bir devletti) ile hemen birleşilmesini isteyen Pan-Arap milliyetçileri ve Nasır'ın Mısır Komünist Partisi'ni ezdiğini bilen BAC ile birleşmeye karşı olup egemen bir Irak isteyen komünistler.

 Kasım Arap dayanışmasını desteklediğini ilan etmişse de, Suriyeliler gibi Nasır'a tabi olmak istemiyordu. Bu yüzden, Irak'ın bağımsız statüsünü korumayı tercih etti. Bu durum da Pan-Arap birliğine çok şey bağlamış olan Nasır rejimiyle aralarında bir kopukluğa yol açtı. Kasım'ın yönetiminin son yıllarında aynı hedeflerin pek çoğunu paylaşan iki reformcu devlet olan Irak ve Mısır, yine basın aracılığıyla birbirlerine hakaretler yağdıran bölgesel rakiplere dönüştüler. 

Kasım'ın BAC'ne katılmayı reddetmesine rağmen Pan-Arap dinamiği, Kasım'ın halefi Abdüsselam Arifin politikalarında görüldüğü gibi Irak politikasının devamlı bir unsuru olarak kaldı. Arif, Mısır cumhurbaşkanıyla bir dizi zirve toplantısı yaptı ve 1964'te iki ülke 1966'ta tam birleşmeye hazırlık olarak askeri ve ekonomik politikalarının bütünleşmesi planlarını hazırladılar. Arif, Irak'ın ekonomik yapısını Mısır'ınkine uydurmak için bütün banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra pek çok büyük tesisi de millileştirdi. Ancak Arif, Mısır'la işbirliği yaptığı sırada birleşmeye karşı olan subay gruplarını da idare etmek zorundaydı. Fakat çok dikkatli hareket etmesi gerekiyordu; öyle ki, 1966'da öldüğünde iki ülkenin tam birleşmesi yolunda halihazırda pek az ilerleme kaydedilmişti. Suriye, Mısır ve Irak'ın güçlü liderleri tarafından öylesine şiddetle istenen Arap birliği, siyasal istikrarsızlık, etnik anlaşmazlık ve kişisel emeller yüzünden yara almış bir hayal olarak kaldı. 

Kasım ve Arif kardeşlerin askeri rejimleri, Irak'ta reformcu hükümet kurma güçlüklerini ortaya çıkarmıştı. Sadece subay grupları ve sivil politikacılar bölünmüş değildi; Irak toplumu o kadar çok dini, etnik ve ekonomik çıkar gruplarına bölünmüş durumdaydı ki, halkı ortak bir hedef ardında seferber etmek imkansızdı. Hükümetin ilan ettiği her program, ister Mısır'la birlik ister tarım reformu olsun, şu ya da bu çıkar grubunun muhalefetiyle karşılanıyordu. Kasım kendi kişiliğine sadakat üzerine dayalı bir rejim kurmaya çalışmıştı, ama bu durumda askerler kendisine yabancılaşmışlar ve bir darbe yapmışlardı. Arifin rejime sadakati çevresinde kurmak istediği doktrin olarak Pan-Arabizmi kullanması birleştirici olduğu kadar bölücüydü de. 

Gel gelelim, Devlet ile Kürtler arasındaki düşmanlık Irak tarihinin önemli bir unsuru olmuştur ve Pan-Arabizm sorunu gibi, savaş sonrası dönemde hükümetlerin yükselip çökmeleri üzerinde büyük etki yapmıştır. Daha önce belirtildiği üzere, Kürtler Kürt dili çevresinde merkezlenmiş ayn bir etnik ve kültürel kimliğe sahiptiler. Irak'la tam bütünleşmeye direnen Kürtler, kimi zaman kültürel özerklik, kimi zaman da tam bağımsızlık istemişlerdir. Ülke nüfusunun yüzde 20 ila 25'ini oluşturmaları ve kuzeyin zengin petrol yatakları çevresinde toplanmış olmaları nedeniyle Irak rejimlerinin hep dikkatini çekmişlerdir. Kasım, 1958'de rejimine Kürt desteği sağlamak için, Iraklı Kürtlerin lideri Mustafa Barzani'nin Sovyetler Birliği'ndeki uzun sürgününden dönmesine izin vermiş ve Kürtlere milli haklar garanti eden bir bildiri yayınlamıştı. Barzani, hükümetin verdiği sözü tutamayacağını anlayınca rejime karşı büyük çaplı bir Kürt isyanı başlattı. 

Barzani1.jpg
Mustafa Barzani. Irak'ta Kürt Ayaklanması'nın öncüsü.

Çatışma, 1961'den 1963'e kadar sürdü ve iki taraf da hedeflerine ulaşamadılar. Kürt İsyancılar, Irak ordusunu dağlarına sokmamayı başardılar ama hükümeti de isteklerini kabullenmeye ikna edemediler. Kasım rejimi isyancılara sert davrandıysa da, Irak'ta Kürtleri teslim olmaya zorlayamadı. Devletin askeri seferinin maliyeti (60 milyon dolar olarak tahmin edilmektedir) ve zaferi elde edememesi, Kasım'ı 1963'te deviren darbenin sebeplerinden birisidir. Daha sonraki yıllarda ateşkesler yapılıp bozuldu, silahlı çatışmalar zaman zaman başladı ama Kürt ayrılıkçı hareketi yaşadı ve Bağdatlı siyasetçiler arasında kaygı sebebi olmaya devam etti. 
Iraklı Subaylar Kuzey Irak'ta. Irak Ordusu Kuzey Irak Dağları'nda. Aralarında gelecekteki Irak Komando Birimlerini kuracak ve yüksek mevkilere gelecek subaylar da bulunuyor.

SADDAM HÜSEYİN VE BAAS DÖNEMİNDE IRAK

1958'de monarşiyi deviren darbe, Irak'ı bir siyasal ve toplumsal istikrarsızlık dönemine sokmuştu. 1968'de gerçekleşen darbe -on yıl içinde üçüncüydü- ülkeyi sık sık etkileyen siyasal çalkantılar dizisinin bir yenisi olarak görünmüştü. Ancak 1968 darbesinin iktidara getirdiği grup, otuz beş yıl devam edecek istikrarlı bir rejim kurdu. Rejimin karakterini şekillendirip politikalarını belirleyen Saddam Hüseyin'di.

Saddam Hüseyin'in gençliğine ait bir fotoğraf.

Image
 Saddam Hüseyin’in kuzeni ve aynı zamanda gelecekteki eşiyle çekilmiş fotoğrafı, 1960’lar.

Suriye'nin Esad'ı gibi Hüseyin, Baas Partisi'ni ülkesinin başkanlığına basamak olarak kullanan köy kökenli bir insandı. Esad'dan farkı Sünni Arap olmasıydı ve Sünniler azınlık olmalarına rağmen Osmanlı zamanından günümüze değin bölgenin merkezi yönetimine hakim olmuşlardı. Saddam Hüseyin 1937'de Dicle kıyısında orta düzey bir idari kasaba olan Tıkrit'te, topraksız bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası o doğmadan ölmüştü ve küçük Hüseyin'i 1941'de İngilizlere karşı Raşid Ali isyanına katılan ve isyan bastırılınca hapse atılan amcası büyüttü. Saddam Hüseyin'in amcasının İngilizlere ve İngiltere destekli monarşiye olan düşmanlığından etkilenmiş olduğu söylenmektedir. 

Hüseyin on sekiz yaşına kadar Tıkrit'te okudu, ondan sonra liseye başlamak üzere Bağdat'a gitti. Öğrenimi siyasal faaliyetlere katılması yüzünden kesintiye uğradı. Monarşiye karşı artan protesto hareketleri dalgasına katıldı ve 1957 yılında Baas Partisi'ne girdi. 1959'da Irak cumhurbaşkanı Abdülkerim Kasım'ı öldürmeye yönelik başarısız bir girişime katıldı. Suikast girişiminden sonra Hüseyin ülkeden kaçmayı başardı, Kahire'ye yerleşti ve orada yirmi dört yaşında lise öğrenimini tamamladı. 

Baas 1963'te Bağdat'ta kontrolü ele geçirince Hüseyin Irak'a döndü, ama Baas rejimi iktidarda sadece birkaç aydan sonra devrilince hapse atıldı. Hapiste iki yıl kaldıktan sonra kaçtı ve parti adına çalışmalarına devam etti. O sırada Baas, eski bir subay ve başbakan olup Tıkritli ve Saddam Hüseyin'in akrabası olan Ahmed Hasan el-Bekir'in (1914 doğumlu) yönetiminde yeni bir örgütlenmenin ortasındaydı. El-Bekir 1966'da genç akrabasının Baas'ın genel sekreter vekilliğine getirilmesini sağladı. 

Ahmed Hasan el-Bekir.

Saddam Hüseyin'in 1964 ile 1968 arasındaki siyasi mahkum, parti örgütçüsü ve komplocu olarak deneyimleri siyasal davranışlara yönelik tavrını belirlemişti. Baas, yasaklanmış bir muhalefet partisi olduğu için çalışmalarını yer altında yürütmeliydi. Sonuçta Saddam, gizli bir karar verme tarzı, çevresindekilerden kuşkulanma ve onlara güvenmeme eğilimi geliştirdi. Ayrıca, kızdırılmaması gereken bir insan olarak nam saldı. 

Baas ve müttefikleri 1968 Temmuz ayında Arif rejimini devirerek, Hasan el-Bekir'in cumhurbaşkanı ve başbakan olduğu yeni bir hükümet kurdular. El-Bekir aynı zamanda devlet içinde karar verici merci olup, iç çevresinden oluşan Devrim Komuta Konseyi'nin (DKK) başkanı olmuştu. Hemşehrisi  Saddam Hüseyin 1969'da DKK'nin başkan yardımcılığına getirildi. Yeni rejim subay kadrosunda ve yüksek bürokratlar arasında temizlik yapıp, yerlerine Baasçıları getirerek kontrolünü pekiştirdi. Rejim daha ilk baştan sadakatlerinden kuşkulandığı kişilere karşı acımasızca davranıyordu. Yüzlerce kişi uzun hapis cezalarına çarptırıldılar, bir kısmı Iraklılara, rejime karşı geldikleri takdirde kendilerini neyin beklediğini göstermek üzere halkın önünde asıldılar. 1970 sonunda 'resmi' idamların sayısı 88'i bulmuştu. 

Rejim, düşmanlarını ayıklarken, bir yandan da dostlarını saptamaya çalışıyordu. Suriye'de Hafız Esad'ın destek için Alevilere güvenmesine benzer şekilde El-Bekir ve Saddam Hüseyin de Tıkritli akraba ve dostlarına döndüler. Rejimin ilk yıllarında Tıkritliler, hükümetin dayanağı olan bütün örgütlerde kilit noktalara getirildiler. Böylece 1973'te bir ara DKK'nin dokuz üyeliğinden dördünde; parti, ordu ve hükümetin kilit noktalarında; hava kuvvetleri, Bağdat garnizonu ve Cumhuriyet Muhafızlarının tank alayı komutanlıklarında hep Tıkritliler bulunuyordu. Rolleri o kadar kritikti ki, Iraklı Tarihçi Hanna Batatu, "Baas partisi Tıkritliler aracılığıyla değil, Tıkritliler Baas partisi aracılığıyla hüküm sürüyorlar," demişti Aynı orta boyda bir kasabadan gelen ve çoğu birbirleriyle akraba olan insanların ülke çapında bu şekilde sivrilmeleri, rejimin politikasına kurumsal ya da ideolojik değil, kişisel bir hava katıyordu. 

Saddam Hüseyin'in otoritesi, Baas Partisi'nin sivil kadrolarından, yeni Baas milislerini kontrolü altında tutmasından ve kendisine kimin yükselip, kimin düşeceği konularında karar vermesi için gerekli bilgiyi sağlayan karmaşık güvenli örgütlerinin başı olarak mevkiinden kaynaklanıyordu. Saddam 1970'lerin başında rejimin ardındaki gerçek güç olarak ortaya çıkmıştı. Ancak el-Bekir hala önemli bir rol oynamayı sürdürmekteydi. Eski bir subay olarak silahlı kuvvetler içinde bağlantıları vardı ve cumhurbaşkanlığı gücünü subaylar arasında Baasçı etkisini arttırmak amacıyla kullanıyordu. El-Bekir ve genç Hüseyin, birlikte etkili bir şekilde çalışıyorlardı ve rejimleri, gayet önemli ekonomik ve sosyal reformları gerçekleştirmişti. 

1970'lerdeki siyasal hedefleri tek parti devleti kurmaktı, Baas'ı Irak toplumunun bütün alanlarına etkin bir şekilde taşımışlardı. İşçi sendikaları, öğrenci federasyonları ve kadın grupları hep parti denetimine girdi. Subay kadrosu da parti yörüngesine sokuldu ve terfiler parti üyeliğine bağlandı. 1977'de Baasçı yönetim konseyinin bütün üyeleri DKK üyesi olunca, parti ile devlet arasında bir ayrım kalmadı. 

El-Bekir 1976'da askeri geçmişi olmayan Hüseyin'i kara kuvvetlerinde generalliğe getirdi. Hüseyin'in askeri hiyerarşisine geçişi El-Bekir'in önemini azalttı ve Bekir 1979'da istifa etti. Hüseyin hemen cumhurbaşkanı, Baas Partisi genel sekreteri, DKK'nin başkanı ve silahlı kuvvetlerin başkomutanı olarak onun yerine geçti. Hüseyin devlet gücünün tamamına hakim olmayı garanti altına almak için, sadakatlerinden kuşkulandığı Baasçı yetkilileri ve subaylara karşı yeni bir temizlik ve idam dalgası başlattı. İktidarının daha sonraki yıllarında, rejimi tek kişi diktatörlüğüne dönüşene kadar bütün güçleri elinde toplamaya başladı. 

Irak nüfusunun çoğunluğunu genelde ülkenin güneyinde yaşayan Şii Araplar oluşturuyordu. Şiiler İngiltere'nin başlattığı ve 1932'den beri bağımsız rejimlerin sürdürdüğü sistem tarafından ekonomik ve siyasal bakımdan dezavantajlı duruma düşürülmüşlerdi. Ayrıca, petrol zengini kuzeyde etnik bakımdan ayrı, büyük bir kürt azınlık yaşamaktaydı. Siyasal otoritesinin bütün saldırgan merkeziyetçiliğine rağmen 1968 sonrası Baasçı Rejim, Şiilerin Hoşnutsuzluklarıyla Kürtlerin bağımsızlık taleplerini kontrol altına almakta güçlük çekiyordu.

Kürtlerin Irak toplumu içindeki tartışmalı konumu, Hüseyin ve el-Bekir'in Baasçı Rejimini önceki hükümetlerden daha çok rahatsız etmekteydi. Saddam zamanında Kürt Sorunu, en basitiyle özerklik isteyen bir halk ile merkezi kontrol isteyen bir hükümet arasındaki, kendi milliyetini iddia eden kültür ve dil bakımından ayrı bir azınlık ile Arap Milliyetçiliğinin önceliğine bağlı yönetici seçkinler arasındaki çatışmaydı. Baas Partisi 1968'de iktidara geldiğinde Kürt Bölgesi yine isyan halindeydi. Saddam Hüseyin 1970'de Kürtlere özerklik tanıyan bir anlaşma yapmış olmasına rağmen bu anlaşma uygulanmadı ve 1974'te Bağdat ile Kürtler arasındaki çatışma tam bir savaşa dönüştü. Geçmişte olduğu gibi hükümet güçleri askeri güç kullanarak ilk başlarda kazanmış görünseler de, dağlardaki isyancıları alt edemediler. bu durumda komşu İran'ın tavrı da Irak Hükümeti'nin işini güçleştirmekteydi.

İran’ı modernleştirmeye çalışan, ABD'nin müttefiki ve ülkesinin etkinliğini Basra Körfezi bölgesine yayma emelleri olan İran Şah'ı, Bağdat'ta devrimci sloganlar haykıran, silahlarını Sovyetler Birliği'nden sağlayan ve Körfez'in Kuzeyi üzerinde kendi emelleri olan Baasçı rejimin ortaya çıkmasından rahatsız olmuştu. İran, Irak'taki Kürt İsyanına yardım sağlayarak Bağdat Hükümeti'ni zayıflatmaya hazırdı. 1974-1975 çatışması sırasında Şah, isyancılara yardım olarak silah ve İranlı Kürt birlikleri gönderdi. Sonra 1975'te iki ülke aniden Cezayir Anlaşması olarak anılan bir anlaşma imzaladılar: Irak, İran'ın uzun zamandır istediği Şattülarap suyolunun sınırlarını yeniden çizmeyi kabul etti; İran da buna karşılık olarak Iraklı Kürtlere sınırlarını kapatacak ve Irak'taki isyana yardımı kesecekti.

Cezayir Anlaşması için bir araya gelen Saddam Hüseyin ve İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi

Anlaşma Irak Kürtleri adına bir felaket oldu. Güçlerini İran sınırının ötesine dağıtamayınca (Türkiye sınırı daha önceden kendilerine kapanmıştı) Irak Hava Kuvvetleri tarafından kırıldılar ve 1975 yazında ateşkes istediler. Baasçı rejim askeri zaferi garanti edince, getirdiği bir yeniden yapılanma planıyla Kürtlere sınırlı bir kültürel ve siyasal özerklikten başka, yerel kalkınma projeleri için önemli miktarda para aktardı. Ancak Bağdat'ın Kürt Politikasının başka ve zalim bir yanı vardı. Gelecekteki isyan imkânlarını asgariye indirmek için hükümet 250.000 kürdü yerlerinden kopartıp, ülkenin orta ve güney bölgelerine yerleştirdi. Bazı bölgelerde kürt çoğunluğunu azaltmak için de çok sayıda arabı Kürtlerin arasına gönderdi. Bu barış değil, pasifizasyon politikasıydı ve Kürtler de bunu böyle algıladılar. Böylece 1970'lerin sonlarında direniş hareketlerini yeniden canlandırdılar. Bu hareket İran'la savaşta yeni bir canlılık kazandı ve sonra Körfez Savaşı'nın hemen ardından 1991'de yeniden ortaya çıktı.

Şii toplumunun merkezi hükümetle ilişkisi Kürtlerinkinden farklıydı. Şiiler, farklılaşmış olmalarından dolayı hükümete karşı ortak bir tavrı olan Monolitik bir toplum değildi. II.Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda binlerce Şii kırsal güneyden Bağdat'a göçmüşler ve orada işçi ve memur olarak gündelik hayata karışmışlardı. Bu şii kesiminin rejimden şikayetleri, dinden ziyade ekonomik ve siyasal düşüncelerden kaynaklanmaktaydı.

Ancak güneyin kırsal Şiilerinin dini kimlikleri önemini muhafaza ediyordu ve ulemanın etkisi hâlâ güçlüydü. İleri gelen ulema ve taraftarlarının Baas Rejimine karşıtlıkları iki sebebe dayanmaktaydı: 

Laikliği, Şiileri partinin veya hükümetin yüksek kademelerine atamayı reddetmesi ve dini kurumlar dahil toplumun bütün kurumlarına hakim olma girişimleri

Şii protestosu, ulemanın liderliğinde kurulan gizli dava örgütüyle ifade ediliyor ve rejimin devrilerek İslami bir hükümetin kurulması amaçlanıyordu. 1977'de hükümet aleyhtarı büyük çaplı Şii Gösterileri patlak verdi, aynı hareketler 1979'da kutsal Kerbela ve Necef şehirlerine yapılan hac sırasında tekrarlandı. Rejim Şii protestosunun boyutlarından telaşa kapılınca davayla ilişkili pek çok kişiyi tutukladı, örgütün liderlerinden olan ulemadan ileri gelen bir kişiyi idam etti. Bu hareketler 1979'da Ayetullah Humeyni'nin iktidara geldiği ve İslami Devrim çağrısında bulunduğu zamana denk düşüyordu. Bağdat Rejiminin kendi Şii halkının sadakatine güvenmemesi, İran'la savaşa girilmesinin sebeplerinden birisiydi. Kürt isyanı ve Şii protesto hareketinin de gösterdiği gibi, Irak'ın milli birliği elli yıllık devlet olmasına rağmen hâlâ çok zayıftı.

İÇ POLİTİKA EKONOMİK KALKINMA VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM

Batılıların sahip oldukları şirketlerin Orta Doğu petrollerinin pazarlanması ve fiyatlandırılması üzerindeki kontrolü, sürekli olarak bölgenin batı'ya bağımlılığını hatırlatıyor ve Arap Milliyetçileri adına sürekli bir huzursuzluk kaynağı oluyordu. Irak'ta 1958 Devrimi'nden sonra iktidara gelen rejimlerin hepsi, ülkenin petrol kaynaklarını yabancıların sahip oldukları "Iraq Petroleum Company'nin (IPC) elinden almaya çalışmışlardı. IPC, pek çok batılı şirketten oluşan bir konsorsiyumdu ve en büyük pay İngiltere'nindi; II.Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda Irak Petrol Sanayii'nin bütün dallarına hakim olmuştu ve gücünü devretmeye hiç niyetli görünmüyordu. Ancak IPC'nin bu katı tutumuna daha fazla dayanamayan Baas Rejimi, 1972'de şirketin millileştirildiğini ilan etti. Bu çok büyük siyasal ve ekonomik öneme haiz bir olaydı. Bir defa, rejimin en popüler kararıydı ve kabulüne çok büyük katkısı olmuştu. Ekonomik açıdan IPC'nin millileştirilmesi Irak'a o zamana kadar görülmeyen yararlar sağlayacaktı. Hükümet Irak'ın petrol kaynaklarını 1973 Arap-İsrail savaşına eşlik eden devasa fiyat devriminin arifesinde ele geçirmişti. Örneğin, Irak'ın 1968 petrol geliri 476 milyon dolarken, 1980'de bu rakam 26 milyar dolar olmuştur.

Petrol gelirindeki bu büyük artış, rejimin bir sınai kalkınma ve sosyal reform programını başlatmasını sağladı. suriye'deki karşıtları gibi ırak Baasçıları da özel girişime imkan sağlayan sosyalist bir ekonomiyi benimsemişlerdi. Kamu sektörü demir, çelik ve petrokimya gibi ağır sanayilere yatırımda öncülük ediyordu. Irak Sanayii usta işçi ve eğitimli yönetici yokluğu nedeniyle düşük verimlilikle çalışıyorsa da, bazılarının Irak'ın 2000 yılında küçük sanayi devletleri arasına yükseleceğini öngörmelerine imkan veren yeterli bir ilerleme vardı. Ancak ülkenin sivil ekonomik sektörü İran'la savaşta durakladı ve sonra 1991'de Körfez Savaşı sırasında ABD bombardımanıyla devletin bütün altyapısı çökertildi.

Rejim kırsal kesimde geniş bir reform programı başlatarak, eski kırsal seçkinlerin kalıntılarına darbe üstünde darbe indirdi ve köylülere toprak sahibi olmaları açısından yeni fırsatlar yarattı. 1970’de çıkartılan yeni tarım yasasıyla, bir kişinin sahip olabileceği arazi büyüklüğüne yeni sınırlamalar getirildi ve devlete büyük toprak sahiplerinin daha fazla toprağına el koyma yetkisi verildi. Devlet el koyduğu topraklardan bir kısmını kiralamasına rağmen, çoğunu az toprağı olan ya da hiç olmayan köylülere dağıtıyordu.Yeniden dağıtım programı çok genişti; 1970 ila 1982 yılları arasında 164.400 çiftçiye toprak verilmişti. Rejim, tarım kooperatiflerinin kurulmasını da destekliyordu; büyük kolektif çiftliklerle başarısız deneyler yapılmıştı. Toprak reformu önlemleri kırsal kesimin toplumsal yapısını değiştirmiş olsa da, tarımsal üretimde fazla bir katkı sağlamadı. Suriye'de olduğu gibi Irak'ta da tarım, rejimin öncelikli konusu değildi. Doğal olarak, tarımsal üretim durakladıkça gıda maddesi ithalatı hızla arttı.

Petrol serveti sayesinde Irak, bir sosyal yardım devleti kurabilirdi. Hükümet vergileri indirdi, temel gıda maddelerini sübvanse etti, parasız sağlık bakımı sağladı ve üniversiteleri parasız yaptı. Yaygın kalkınma planlarına eşlik eden geniş istihdam politikası bu önlemlerle birleşince halkın genelde hayat koşullarında ve gelir düzeylerinde ilerleme sağlandı. El-Bekir ve Saddam Hüseyin'in Baasçı Rejimleri sevilmemiş olabilirdi, ama 1970'lerde iktidarı pekiştirmesinin yanı sıra gelen refah, en azından halkta belli bir düzeyde kabul görmelerine yol açmıştı.

Hükümet, laik ve reformcu görüşüne uygun olarak kadınların hukuksal konumlarını iyileştirdi, onların öğrenim görme ve istihdam edilme fırsatlarını arttırdı. 1978'de medeni kanuna yapılan eklerle zorla evlenme uygulaması kaldırıldı, kadınların boşanma gerekçeleri arttırıldı, çok eşlilik bir yargıcın iznine bağlandı. Kadınların öğrenim imkânları arttırıldığı için 1982'de üniversite öğrencilerinin yüzde 30'unu kadınlar oluşturmaktaydı. Rejim kreşler açarak, ücretli doğum izni vererek ve eşit işe eşit ücret uygulaması getirerek kadınların iş gücüne katılmalarını da özendirdi. Bunlar radikal önlemler olarak görünmese de, ırak toplumu için yeni bir yönü temsil ediyordu.

Saddam Hüseyin, kız öğrencilerle bir okulda. 1970'ler.

Halkın verimliliğini arttırmak için de rejim, cehalete karşı geniş bir kampanya başlattı. 1978'de başlayan kampanya, sadece okul çağı nüfusuna değil, yetişkinlere de yönelikti. binlerce okuma yazma merkezi kuruldu ve Iraklıların bu merkezlere iki yıl devam etmeleri şartı getirildi. Aynı özen normal okul sistemine de uygulandı ve ilk ve orta dereceli okullardaki öğrenci sayısı büyük ölçüde arttı. Eğitim sistemi Baas Doktrinini yaymak ve siyasal davranışı izlemek amacıyla da kullanılıyordu. Bütün üniversite öğrencilerine Baasçı İdeoloji dersleri zorunluydu ve rejim, öğretim üyelerinin sadece parti üyeleri olması adına gayret sarf ediyordu.

Baasçı rejimin iktidardaki ilk on yılında yönetici seçkinlerin sosyal bileşiminde de bir değişiklik meydana geldi. Parti, hükümet ve DKK üyeliğinde en yüksek mevkiler kırsal kökenli insanlar tarafından dolduruldu. Bu bakımdan Irak'taki gelişme Suriye'dekini andırıyordu ve Tikritli köylülerin yükselişi de Suriye’deki Lazkiyeli Alevilerin/Nusayrilerin yükselişine benzetilebilirdi. Irak'ta siyasal otorite kırsal kesimden gelen ve orada eğitim görmüş, üniversite öğrenimi görmemiş, Ortadoğu dışında okumamış ve bulunmamış insanların elindeydi. Bu insanlar ve onların lideri Saddam Hüseyin, Irak'ı karmaşık dış politika çatışmalarına soktukça, geniş dünyayı ne kadar az anladıkları ve geniş dünyanın onları ne kadar az anladığını ortaya koyuyordu.


DIŞ POLİTİKA

1968'den 1988'de İran'la savaşın sonuna kadar Irak'ın dış politikası önemli bir değişime uğradı. Baas rejimi iktidara geldiğinde Irak, Batı'dan kopmuş, silah ve teknik uzmanlık için bağlı olduğu Sovyetler Birliği'yle ittifaka girmişti. İki ülke arasındaki somut ilişki 1972'de on beş yıllık Irak-Sovyet Dostluk Anlaşmasıyla pekiştirildi. Irak, Sovyetler Birliği'yle bağlarını sürdürürken petrol sanayii yüzünden batı'dan ve dünya ekonomisinden tecrit edilmiş konumunu yavaş yavaş kırmayı başardı. Irak'ın kalkınma projeleri ve sosyal yardım programları petrol gelirine bağlıydı. Rejim bunu anlamış ve Japonya ve batı dahil olmak üzere bulabildiği her yerden etkili teknik ve pazarlama yardımı almıştı. Irak Planlama Bakanı 1975'te şöyle diyordu:

"Biz en iyi teknolojiyi, sipariş ve anlaşmaların mümkün olduğu kadar çabuk gerçekleştirilmesini istiyoruz."

Ekonomik gelişmeye bu pragmatik yaklaşım, rejimi inşaat projelerini Amerikan, İngiliz ve Fransız şirketlerine vermeye yöneltti. 1970'lerin sonunda batılı şirketler, Irak'ın gayet kârlı silah pazarına girebilmek uğruna rekabet halindeydiler. Fransa, Mirage uçakları ve 200 tank siparişi alırken, İtalya da rejime gelişmiş tekneler satacaktı. Teknik uzmanlık ve silah ikmalinde bu kadar çeşitliliğe rağmen Irak, askeri donanım satın alımının büyük kısmını Sovyetler Birliği'nden temin etmekteydi. Rejim süper devletlere karşı resmi tutumunda Sovyet Yanlısı ve ABD karşıtıydı. Ancak ekonomik kalkınma açısından, özellikle petrol sanayiinde pragmatik bir politika izliyordu ve mümkün olduğunca çok batı teknolojisi ve danışmanlığı satın almaktaydı.

Rejim Ortadoğu'da önceleri bir devrimci radikalizm görüntüsü sundu. Arap-İsrail çatışması konusundaki BM'nin 242 sayılı kararını reddetmiş, Suriye Cephesine bir birlik göndererek 1973 savaşına katılmış ve 1979 İsrail-Mısır anlaşmasını kınamıştı. Ancak İsrail'le ilgili her şeyi reddetmesine rağmen, Irak'ın bölgesel etkinliğe sahip olma fırsatı Basra Körfezi'ne bağlıydı. Rejim 1973'te beceriksiz bir yayılmacılık girişiminde bulunmuş, Kuveyt Sınırından içeri girerek Kuveyt'in iki adasını Bağdat'a vermesini talep etmişti. Suudi Arabistan’la Arap Birliği'nin ortak tepkisi sonucu büyük bir kriz önlenmişti ve Irak geri çekilmek zorunda kalmıştı. 1975 Cezayir Anlaşması'yla İran'la süregelen görüş ayrılıklarının çözümlenmesinden sonra, Irak'ın körfez komşularıyla ilişkileri düzeldi ve rejim Arap Dünyası içinde daha ılımlı bir dış politika benimsedi. Yeni politikası Irak'ı ılımlı Arap Devletleriyle işbirliğine itince, Saddam Hüseyin Arap Çevrelerinde bölgesel bir önem kazandı. Hüseyin'in Irak'ın Pan-Arap hareketinin liderliğini alma emeli 1970'lerin sonunda kesinlikle gerçek dışı görünmüyordu.

İRAN-IRAK SAVAŞI

yakın zamanın en ilginç ve bir o kadar askeri açıdan önem arz eden bu savaşının askeri yorumunu yapmayacağım. kısaca özetini ve sonuçlarını anlatacağım. ayrıntılı olarak okumak isteyenler için: oldukça saygı duyup değer verdiğim birinin yazısını şuraya bırakıyorum: https://seyler.eksisozluk.com/cayinizi-kahvenizi-alin-gelin-dunyanin-en-manasiz-savaslarindan-irak-iran-savasinin-uzun-ozeti-2
 
Bir Irak T-62 Tankı. Huzestan, İran. 

Hürremşehr'in İranlılar tarafından tekrar ele geçirilmesinin ardından teslim olan Irak Askerleri.

1980-1988 İran Şahı 1979'da Ayetullah Humeyni'nin fikirlerinden esinlenen bir halk hareketiyle devrildi. Devrimin ardından kurulan rejim (İran İslam Cumhuriyeti) Ortadoğu'nun her yerinde İslami devrim çağrısında bulundu. İslam Cumhuriyetinin militan Şii görüşünün yükselmesiyle de, 1975 Cezayir Anlaşması'yla çözümlenmiş gibi görünen İran-Irak gerginliği yeniden patlak verdi. İki ülkeyi bölen konular, çok eskilerden gelen Arap ve Pers uygarlıkları arasındaki kültürel rekabetten, sınırlar ve seyrüsefer haklarına, kamu hayatında milliyetçiliğin ve dinin rolünün çatışan yorumlarına, İran’ın yeni hükümetinin Şia’yı yaymaya soyunması ve Irak Şiilerini kışkırtmasına, Saddam’ın İran’ın Arap nüfus bölgesi ve petrol zengini Huzestan iline göz dikmesine ve en önemlisi de bir türlü çözülemeyen Şattülarap Meselesine kadar değişmekteydi.

Irak'ın en hassas sorunlarından birisi de kuzey sınırıydı. Kürtler, İran devriminin karmaşasından yararlanmışlar, Saddam Hüseyin rejimine karşı silahlı direnişlerini yeniden başlatmışlardı. Yeni İran Hükümeti, Irak Ordusu'ndan kaçan Kürtlere sınırlarını kapatmayı reddederek, 1975 anlaşmasını ihlal ediyordu. Ancak Irak Rejiminin gözünde Humeyni'nin oluşturduğu en büyük tehlike, Irak Şiilerine Hüseyin'i devirmeleri çağrısında bulunmasıydı. Bu, sadece rejimin varlığını hedef alan siyasal bir tehdit olmayıp, aynı zamanda İslamiyet'in evrensel ilkeleri ile Baas'ın laik milliyetçiliğini karşı karşıya getiren ideolojik bir tehditti. Humeyni iktidara gelmeden Saddam Hüseyin'i ve onun “kâfir Baas Partisi'ni” İslamiyet'in düşmanı olarak nitelemişti. 1980'de Hüseyin'in Şii Ayaklanmasını bastırması ve ileri gelen bir şii din adamını idam ettirmesi üzerine Humeyni, "Irak Halkı ve ordusu Baas Rejimine sırt çevirip devirmelidir," demişti. Humeyni aynı konuşmasında, Irak Rejimini “İslam'a ve Kuran'a saldırmakla” suçlamıştı.

Hüseyin, İran Hükümeti'nin Kürt İsyanına yardım ederek ve bir Şii Ayaklanmasını kışkırtıp Baasçı iktidarın meşruluğunu sorgulayarak, rejimini istikrarsızlığa sürüklemeye çalıştığını görüyordu. O da iktidarını tam olarak pekiştirmeye fırsat vermeden Humeyni'nin Hükümetini devirmeye karar verdi. Bu kararını Kuveyt ve Suudi arabistan'ın petrol zengini hükümdarlarıyla, Humeyni'nin popülist, devrimci İslam'ının tehlike oluşturduğu küçük körfez devletleri destekliyordu; ayrıca, ABD'nin desteğine sahipti. Zira İslam Devrimi sırasında yeni İran Hükümetinin pek batılı dostu olmadığı belli olmuştu.

Saddam Hüseyin 17 Eylül 1980'de Irak Televizyonunda Cezayir Anlaşması'nın yürürlükten kalktığını açıkladı. Sözünü vurgulamak için belgenin resmi nüshasını törenle yırttı. Beş gün sonra ırak birlikleri, kısa bir askeri harekât olacağını umarak İran'a girdiler. Ancak Saddam Hüseyin 20. yüzyılın en uzun savaşına giriyordu ve sonuç, yüz milyarlarca dolarlık masraf ve yüz binlerce can kaybı olacaktı.


152mm D-20 Obüs ile atış icra eden İranlılar.

Savaşın ilk ayında Irak, kuzeyden güneye 600 kilometrelik bir cephede İran Topraklarının 26 bin kilometre karelik bir bölümünü işgal etti. Ancak Irak kayıpları beklenenin daha üstündeydi, İran direnişi de beklenenden daha sertti. saddam hüseyin, işgalin iran halkı üzerindeki etkisini hesaplayamamıştı. Halk Humeyni rejiminin aleyhine dönmek yerine arkasında toplandı, hükümetin ilk yenilgileri atlatıp bir karşı saldırı için yeniden toparlanmasına imkan verecek şekilde yurtseverliğini ve sadakatini gösterdi. Ayrıca, Şah’ın "Beyaz Devrim" adını verdiği modernleşme zamanında topladığı silahlar bazı bakımlardan Irak'ınkilerden üstündü ve İran Silahlı Kuvvetleri, devrim karmaşasında Hüseyin'e bildirildiği kadar zayıf düşmemişti. Buna rağmen Şah sonrası gelen İslamcı iktidar, Şah'ın batılı eğitim almış subaylarını "dinsiz" oldukları gerekçesiyle vinçlerde astığı için (aynı şey daha ast rütbedeki kıta subaylarının da başına gelmişti) komuta kademesinde ciddi sorunlar vardı. Şah'ın idam edilen veya İran'dan kaçmaya mecbur bırakılan subaylarının yerini, daha ideolojik ve fanatik köylerden gelip İran-Irak Savaşı'nda yükselecek olan gençler aldı ki, bu kişiler hala İran'da Devrim Muhafızları ve Silahlı Kuvvetler'de kilit konumlardadırlar. İran, 1981 Kasım ile 1982 Mayıs ayları arasında sürdürdüğü karşı saldırılarla Irak birliklerini sınırın ötesine attı ve Irak'ı savunmaya zorladı. Ondan sonraki altı yıl boyunca savaş çoğunlukla Irak topraklarında devam etti ve zaman zaman Basra ve Bağdat, İran'ın eline geçecek gibi oldu. Ancak 1982'den 1988'e kadar olan dönemde savaş, sıkıcı bir yıpratma savaşı halinde cereyan etmekteydi.

Savaş sadece karayla sınırlı kalmadı. Irak uçakları stratejik bombardımanın psikolojik etkilerini kullanmak üzere İran kentlerini bombaladılar. Buna karşılık İran Hava Kuvvetleri de Basra liman tesislerini bombaladı, güney petrol kuyularını devre dışı bıraktı ve kuzeydeki önemli petrol kuyularını vurdu. Irak'ın petrol sanayii iyice sekteye uğramıştı ve ülkenin ağır askeri masraf döneminde gelirleri azalmıştı. Misilleme savaşı 1984'te Irak'ın, İran'ın petrol ihraç imkânlarını azaltmak için savaşı Basra Körfezi'ne taşımasıyla alevlendi; Irak, İran limanlarına gelen tankerleri vurmaya başladı. İran da buna karşılık olarak, Irak'ın belli başlı körfez müttefikleri Kuveyt ve Suudi Arabistan'la ticaret yapan gemilerini vurarak misillemeye girişti.

İranlı bir çocuk asker. Savaş boyunca İran tarafında 100.000 dolayında 17 yaşından küçük çocuk ölmüştür. Bunda İran Güçlerinin teknik eksiklikleri kapatmada insan gücüne, daha doğrusu "İnsan Dalgası" saldırılarına başvurması etkili olmuştur. İnsan Dalgalarında İran'ın Şii kimliği vurgulanarak Beyaz Atının üzerinde bir subay, Iraklıların ve Saddam'ın sünni kimliğinden dem vurur ve dalgayı başlatırdı. İran-Irak Savaşı'nda oldukça dile getirilen rivayetlerden bir tanesi...

Petrol ihraç kapasitesi kısıtlanan Irak, savaşı sürdürmek için dış ülkelerden borç almak zorunda kalmıştı. En çok kredi veren devletler, Irak'a 50 ile 60 milyar dolarlık bir yardım yaptılar. Irak'ın batı yanlısı Arap Körfez Devletlerine ekonomik bağımlılığının artması, Hüseyin'in rejimini bölgenin ABD müttefiklerine karşı tavrını değiştirmesine yol açtı. Bağdat, İsrail'e karşı reddiyeci tavrını değiştirdi ve mısır'la ilişkilerini düzeltti. Buna karşılık Mısır, Irak'a cephane, askeri yedek parça yardımı yapıp askeri danışman gönderdi.

Sovyetler Birliği savaş boyunca Irak'a silah sağlayanların başında geliyordu. Ancak batılı devletler de Bağdat'ın yardımına koştular. Irak'ta büyük kalkınma projelerinde yer alan Fransa, Hüseyin'in ordusuna Mirage Jetleri ve Exocet füzeleriyle Super Etendard savaş uçakları verdi. Washington ile Bağdat arasında 1967'de kesilen diplomatik ilişkiler 1984'te yeniden kuruldu ve ABD, Irak'a askeri istihbarat sağlamaya başladı. ABD müttefiklerine de İran'a silah satmamaları için baskı yaptı ve savaşın son yılında ıran petrolüne ambargo uygulanması çağrısında bulundu. İran 1987'de Kuveyt gemilerine saldırılarını arttırınca, ABD, Kuveyt gemilerine Amerikan Bayrağı çekilmesine izin vererek, onlara yapılacak saldırının Amerikan Gemilerine yapılmış sayılacağını ilan etti.

Washington bu vesileyle Körfez'deki deniz varlığını da arttırdı ve 1987 ve 1988'de Amerikan Gambotları İran'a karşı doğrudan askeri harekat düzenlediler.


ABD Hükümeti ve medyası 1990-1991 krizinde Saddam Hüseyin ve rejimine adeta isterik bir eleştiri bombardımanı yönelttiğinde, bir önceki savaşta ABD'nin Irak'a yardımının ne kadar önemli olduğunu hatırlamamız gerekir. ABD için 1980'lerde Ortadoğu'nun şeytanı Saddam Hüseyin değil, Ayetullah Humeyni'ydi ve Washington, Humeyni'nin temsil ettiği İslami radikalizm ve Amerikan karşıtlığının yayılmasını önlemek amacıyla Hüseyin Rejiminin zalimligini göz ardı etmeye hazırdı. Batı yanlısı Körfez Devletleri Dünya Petrolünün yarısına sahiptiler. Irak yenilirse Körfez Devletleri, ya İran'ın eline ya da etkisine geçecekti. Bu Amerikan Hükümeti adına ürkütücü bir durum olacağından ABD, Irak'ı desteklemişti. Amerika'nın Hüseyin'in Hükümeti yararına askeri ve diplomatik müdahalesi, İran liderlerini savaşı sona erdirmeye ikna etmekte en önemli rolü oynamıştı.

İranlılar 1988'de son bir saldırıyla kuzey Irak'taki Halepçe'yi ele geçirdiler. Irak Hava Kuvvetleri misilleme olarak kente kimyasal bombalar atarak sivil halktan en az 5.000 kişiyi öldürdü. Irak savaşta ilk kez kimyasal silah kullanıyor değildi, ancak rejimin kendi halkına karşı bunları kullanması, savaşta ne denli acımasız davranacağının bir işaretiydi. Irak'ın kimyasal silahlara sahip olması ve İran kentlerine zehirli gazlı füzeler fırlatabilme imkanı, Humeyni rejiminin ateşkesi kabul etmesinde başka bir etken olmuştu


2003'deki ABD İşgalinden sonra Halepçe'deki mezarlıkta bir Amerikan Askeri.

Ali Hasan el-Mecid, daha bilinen adıyla "Kimyasal Ali". Katliamın sorumlularından.



Katliamda öldürülen çocuklar.

Halepçe'de bebeğiyle birlikte öldürülmüş bir baba.

BM himayesindeki ateşkes, 20 Ağustos 1988'de yürürlüğe girdi ve uzun savaş sona erdi. Her iki taraf da hedeflerine ulaşamamıştı. Saddam Hüseyin'in saldırısı İran Hükümetini devireceği yerde güçlendirmişti. Ayetullah Humeyni'nin Saddam Hüseyin iktidarda olduğu sürece İran'ın bir ateşkese asla razı olmayacağı sözünü geri alması gerekmişti. Sınır tartışmasıysa, Hüseyin'in on yıl önce yırttığı Cezayir Anlaşması'nın tekrar yürürlüğe girmesini teklif edene kadar çözülmeden kalmıştı. Sonuçta hiçbir şey değişmemiş görünüyordu.

Bu kadar az şey elde etmeye karşılık maliyet korkunçtu. iki taraftan verilen toplam 1 milyon ölünün yanı sıra savaşın Irak üzerindeki ekonomik etkisi de çok büyüktü: Basra liman tesisleri yıkılmış, sivil kalkınma projeleri terk edilmiş, kemer sıkma politikaları yürürlüğe girmişti. Ayrıca Irak, savaştan yarısı körfez ülkelerine olan ve 80 milyar dolar olarak tahmin edilen çok büyük bir dış borçla çıkmıştı. borcun ödenmesi Irak'ın ihtiyacı olan yeniden yapılanma fonlarını asgariye indirecekti. Kürtler hala meydan okuyorlarsa da, savaş, nüfusun çoğunluğu arasında ırak milli kimlik duygularını güçlendirmişti. rejim, şiiler konusunda duyduğu kaygı nedeniyle topluma karşı uzlaşma önlemlerinin yanı sıra baskı politikasına devam etti.

Daha çok sayıda şii, baas partisi ve ordu içinde yüksek makamlara getirildiler ve hüseyin, şii kutsal yerlerini ziyaret ederek ve halkı Baas'ın İslam ilkelerine uyduğunu göstererek dindar bir müslüman imajı vermeye çalıştı.Irak Şiilerinin çoğu arap kimliklerini dini bağlılıklarından üstün tutmuşlar ve savaş sırasında devlete sadık kalmışlardı. İran hakimiyetine girmek gibi bir istekleri olmadığı belliydi. Irak'ın silahlı kuvvetleri savaş sırasında 190 binden 1 milyona çıkmış ve ülke büyük bir bölgesel askeri güç olmuştu. Ayrıca, hafif silahlardan scud füzelerine ve kimyasal silahlara kadar her şeyi üretecek bir silah sanayiine sahipti. Iraklı bilimciler büyük ölçüde avrupalı şirketlerden sağladıkları araç gereçle nükleer silah geliştirmeye çalışıyorlardı.

Silahlı kuvvetler devletin en önemli kurumu haline gelince ırak toplumu da militarize oldu. Devlet, askeri erdemleri yüceltiyordu ve hüseyin'in günlük televizyon görüntülerinde hep üniformalı olması, silahlı kuvvetlerle yakın bağlarını vurguluyordu. Orduyu kontrolü altında tutması iktidarını pekiştirmekteydi. Ancak ırak toplumunun bütün sektörlerinin savaş çabasına katılmasına rağmen hüseyin'in tabanı çok dar olduğundan, silahlı kuvvetlerin hassas yerlerine, güvenlik güçlerine ve dkk'ne hala ailesinden ve güvendiği eski dostlarından kişileri yerleştirmekteydi. savaş, saddam'ın çevresinde oluşturulan kişilik kültünü de yoğunlaştırmıştı. cumhurbaşkanı'nın posterleri ve heykelleri o kadar çoktu ki, bazı ıraklılar gerçek nüfuslarının 28 milyon olduğunu söylüyorlardı: 14 milyon nüfus, artı, 14 milyon saddam hüseyin heykeli.

Irak'ın 1988'deki ekonomik durumunun değerlendirilmesi, ülkenin düzelme konusunda pek de umutsuz olmadığını göstermişti. askeri harcamalar kısılır ve petrol geliri yeniden yapılanmaya kaydırılırsa, ırak borçlarını ödeyip iyi bir ekonomik büyüme düzeyine kavuşabilirdi. ancak rejim yeniden silahlanmaya öncelik tanıdı; 1988'den 1989'a kadar askeri malzemeye 10 milyar dolar harcadı. hüseyin'in 1990'da kuveyt'i ilhaka kalkışmasının bir sebebi de bu askeri harcamalardı. bu serüven ırak açısından, İran'la yapılan savaştan daha yıkıcı oldu.

Ayetullah Humeyni.

ve Humeyni, bir demeç veriyordu:


"Şehadete erenlere ne mutlu, ne mutlu! O hayatlarını kaybedip ışık kervanlarına katılanlara. Ne büyük bir cefam var ki bu zehirli kadehten içtim ve daha yaşamak zorundayım!"


SONUÇ: IRAK'TA BAAS'IN MİRASI

Baas Partisi ve ideolojisi, kurucularından Mişel Eflak'ın yazılarında romantik ve heyecan verici bir dille tanımlanır. Parti, sosyal adalet aracı ve Arap birliğini yaratmada öncü kuruluş olacaktı. Bu Baas platformu bir Arap Rönesansı vizyonu getiriyor ve bağımsızlık sonrası “arap onurunun yeniden canlanmasını arayan genç arapları” kendisine çekiyordu.Ancak Eflak’ın niyetleri, parti bölgesel gruplara ve birbirleriyle çatışan fraksiyonlara bölündükçe gerçekleşemedi. Bu en çok, Baas'ın Parti örgüt ve ideolojisini kendi çıkarları doğrultusunda kullanan suriye ve ırak'ta görüldü. esad ve saddam için Baas, kendi rejimlerinin ayakta kalmasını garantileyen bir kontrol aracı oldu. Her iki lider iktidarlarını Baasçı ilkeler adında haklı gösterdiler, Ama parti ideolojisini Arap birliğinin temellerini atmak yerine birbirlerini eleştirmek ve bölgesel hakimiyet iddialarını güçlendirmekte kullandılar.

Esad'ın ve Saddam'ın elinde Baas, Pan-Arap misyonunu kaybetti, rakip Suriye ve Irak şubelerine bölündü. Bu rekabetin ilk kurbanlarından biri Eflak oldu. artık kendisine ihtiyacı olmayan bir Baas rejimi tarafından sınırdışı edilen eflak'a Saddam Hüseyin kollarını açtı ve Irak Baas'ının partinin kurucusunun ilkelerine sadık kaldığının kanıtı olarak, onun Bağdat'ta bulunmasını gösterdi. Her iki rejim de siyasal baskı ve toplumsal reform uyguluyorlardı. Gerçi bu reformların boyutları abartılmamalıdır. Son şah döneminde İran'da da olduğu gibi daha okumuş ve varlıklı bir nüfusun ortaya çıkmasının yanı sıra siyasal örgütlenme ve özgür ifade konularında artan bir fırsat yoktu.

Sadece Irak değil, suriye de Baas Partisi'nin, askeri kuvvetlerin ve iç güvenlik kurumlarının gücüyle desteklenen otoriter diktatörlerce yönetilmekteydiler. Bunlar, Hafız Esad ve Saddam Hüseyin'in yoksul köylülükten ülkelerinin başına yükselirken kullandıkları kurumlardı ve iktidarlarını sürdürmek için onlara yaslanmaya devam ediyorlardı.


SONUN BAŞLANGICI : KÖRFEZ SAVAŞI


IRAK'IN KUVEYT'İ İŞGALİ VE ABD KARŞI HAREKETİ


Irak Silahlı Kuvvetleri 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal ettiler; Irak hükümeti altı gün sonra Kuveyt'in Irak'ın on dokuzuncu ili olarak ilhak edildiğini bildirdi. Bu harekatın sonunda patlak veren uluslararası kriz, 1991 Ocak ve Şubat aylarında Amerika'nın başını çektiği bir savaşa yol açtı. O savaşın sonuçları çok çarpıcı olarak gözler önündeydi: Irak harap olmuştu, dev boyutlu bir mülteci sorunu çıkmıştı ve ABD, Ortadoğu'da rakipsiz süper devlet durumuna gelmişti.

Körfez Savaşı'na yol açan kriz bölgeseldi ve bu bölümde daha önce anlatılan gelişmelerin sonucuydu. Filistin intifadasının İsrail'in merhametsiz yerleşim politikasını değiştirmekteki başarısızlığı, yüz binlerce Sovyet Yahudisinin İsrail'e göç edecek olması, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve İsrail'in müttefiki ABD'nin tek süper devlet olarak ortaya çıkışı, Arap dünyasında bir düş kırıklığı ve belirsizlik havası yaratmıştı. Bu koşullar altında Saddam Hüseyin'in 1990'ların başında İsrail ve ABD'ye başlattığı saldırgan propaganda kampanyası Araplar arasında Iraklı liderin prestijini arttırmış, Filistin davasını kesin olarak savunan tek milli lider olarak ortaya çıkarmıştı. Hüseyin, Irak'ın silahlanmasını haklı göstermek için İsrail'in Filistinlilerin haklarını tanımasının tek yolunun Arap devletlerinin İsrail'le askeri açıdan eşitliğe ulaşması gerektiğini söylüyordu. Irak'ın İsrail'in bir Arap devletine saldırması durumunda, misilleme yaparak İsrail'i cehenneme çevireceğini ilan etmişti.

Irak-İsrail geriliminin artmasının yanı sıra Irak'la Kuveyt arasında kimi eskilerden gelen, kimi çok daha yeni anlaşmazlıklar vardı. Bunlardan en kalıcı olanı, Irak'ın iki ülkeyi ayıran sınırın meşruluğunu kabul etmemesiydi. İngiliz yetkililer 1923'te Irak-Kuveyt sınırını çizerlerken, Kuveyt'e kuzeyde Kuveyt hükümdarlarının geleneksel olarak kontrol ettiklerinden fazla toprak vermişlerdi. Bu Kuveyt'e bir ödül değil, İngilizlerin Irak'ın Basra Körfezi'ne ulaşmasını kısıtlama girişimine bağlıydı. Irak derin su limanları yapma fırsatından yoksun bırakılınca Şattülarap su yolundan 80 kilometre içerideki Basra limanını kullanmak zorunda kalmıştı. I.Faysal'ın hükümdarlığından itibaren Irak hükümetleri, sınırı sürekli tartıştılar ve Kuveyt devletinin varlığını 1963'e kadar tanımadılar. Irak o tarihte bile İngilizlerin çizdiği sınırın kalıcılığını kabul etmedi ve resmi propaganda, Kuveyt'in Basra ilinin bir kısmı olduğu iddiasını sürdürdü.

Saddam Hüseyin'in 1990 yazında Kuveyt'i ilhak etme kararında acil ekonomik ve stratejik kaygılar da söz konusuydu. İran'la yaptığı savaş Irak'a muazzam bir borç yükü bırakmıştı ve bu meblağın 60 milyar dolan Kuveyt ile Suudi Arabistan'aydı. Irak, Kuveyt'e borcu bağışlaması için sürekli baskı yapıyor, Irak'ın Arap devletlerini İran'a karşı 'savunması'nın Arap kardeşliği adına bir fedakarlık olduğunu söylüyordu. Irak aynca Kuveyt'i iki ülkenin sınırlan arasında bulunan Rumelia petrol havzasından payına düşenden fazla petrol çıkartmakla suçluyordu. Irak'ın iddiasına göre Kuveyt, 1980'den beri Rumelia'dan 2.4 milyar dolarlık Irak petrolü 'çalmıştı'. İki ülke arasındaki çekişmenin en önemli noktası, petroldü. Irak, savaş sonrası yapılanma ve ordusunu güçlendirmek için petrol gelirine muhtaçtı ve bu yüzden petrol fiyatlarını en üst düzeyde tutmak istiyordu. Petrolün varilini 18 dolarda tutmak için OPEC'in her üyesine belli bir üretim kotası ayrılmıştı. Ancak Kuveyt ve BAE, kendi kotalarını aşmakta ısrar ediyorlardı ve Irak ile diğer petrol üreticileri tarafından piyasada petrol fiyatlarını düşürmekle suçlanıyorlardı. Irak dışişleri bakanı, petrolün varilinde 1 dolarlık bir düşüşün Irak'ın yıllık gelirinde 1 milyar dolarlık azalmaya yol açtığını iddia ediyordu. 1990'da petrol fiyatı varili 12 dolar civarındayken, Irak, Kuveyt'e OPEC kotasına uyması için ağır baskı uygulamaya başladı. Irak rejimi gayet ustaca yürüttüğü bir propaganda savaşıyla Kuveyt'in petrol politikasını Arap-İsrail çatışması bağlamına soktu. Iraklı sözcüler, düşük petrol fiyatlarının Batılı tüketici ülkelerle, Batı ekonomilerine yaptığı yatırımlarla petrolden daha çok gelir elde eden Kuveyt'in çıkarına olduğunu açıkladılar. Kuveyt böylece hain bir devlet, Irak'ın ekonomik kalkınmasına ve tüm Arap milletinin refahına karşı olan ABD-İsrail ittifakına katılmış bir devlet olarak ilan edildi.

Son olarak, Basra limanının yıkılması ve Şattülarap su yolunun İran'la savaşta kapanması nedeniyle Irak'ın denize çıkma imkanı kalmamış ve ülke petrolünü sadece Türkiye ve Suudi Arabistan boru hatlarıyla ihraç eder duruma gelmişti. Borular, geçtikleri ülkeler tarafından istendiği zaman kapatılabildiğinden boru hattı tamamen güvenilir bir ihracat yolu olamazdı. Iraklı liderler, ülkelerinin ekonomik geleceğinin derin liman tesisleri yapabilecekleri bir toprak elde etmekle sağlanacağı kararına varmışlardı ve Kuveyt'in adalarından birini liman olarak kullanması için Irak'a vermeyi reddetmesini, Kuveyt hükümdar ailesinin ABD emperyalizmini desteklemesinin kanıtı saymaktaydılar.

Kuveyt, 1990 Temmuz ayında fazla üretim yaptığını kabul etti ve OPEC kotasına uyacağını bildirdi. Ancak Bağdat yine de Kuveyt'in aşırı üretiminin, Rumelia petrol havzasını kullanmasının ve Irak'ın borçlarını iptal etmeyi reddetmesinin Irak'a karşı ekonomik savaş açtığını gösterdiğini iddiaya devam etti. Bağdat'a göre, Ağustos 1990 işgali haklı bir misillemeydi. Kuveyt'in ilhakı Irak'ın en acil ekonomik sorunlarını çözecekti: Körfez'e ulaşımı sağlanacak, Kuveyt'e borcu ödenmeyecek, yeniden yapılanma ve asker harcamalar için gerekli fon elde edilecekti. Irak ve Kuveyt birlikte dünyanın petrol rezervinin yüzde 20'sine sahiptiler ki, bu da yeni, büyük Irak'a petrol sanayi içinde büyük etkinlik sağlayacaktı. Ancak Irak, aynı zamanda büyük bir askeri güçtü ve muhtemel ekonomik gücüyle birleştiği zaman Basra Körfezi'ne hakim olacak, petrol üreten ülkelerin petrol politikalarını o belirleyecekti.

Saddam Hüseyin ordularını Kuveyt'e yönelttiğinde ABD'nin aşın bir tepkisini beklemesi için hiçbir sebep yoktu. İşgal başlayıncaya kadar Bush yönetimi, Irak'a milyarlarca dolarlık tarım kredisi açıyor, insan hakları ihlallerini ve nükleer silah programını görmezden geliyordu. Ancak Washington, Hüseyin'in petrol üreten Körfez'e hakim olması ihtimali karşısında dehşete düşmüştü ve Kuveyt'in işgalinin hemen ardından müdahale etmekte gecikmedi.

George Bush ve General Norman Schwarzkopf, Suudi Arabistan, 1990. 

Amerika'nın askeri tepkisinin ilk aşaması savunmaya yönelikti; Suudi Arabistan'ı Irak saldırılarından korumayı üstlenmişti. Devrin bazı politikacıları, Irak'ın Kuveyt'i işgalini Suudi Arabistan'a saldırısının başlangıcı sayıyorlardı ve Suudi ordusunun, silahlanmaya milyarlarca dolar harcamış olmasına rağmen, daha büyük ve daha deneyimli Irak ordusu karşısında tutunamayacağı apaçıktı. Bu yüzden Suudi hükumeti, ABD'ye resmen başvurarak krallığın savunulması için asker göndermesini istedi. Bu noktada Çöl Kalkanı Operasyonu devreye girdi ve 1990 Ekim ayına kadar 200 bin Amerikan askeri Suudi Arabistan'da konuşlandırıldı. Dipnot olarak, ülkelerine müslüman bir ülkeye girmek üzere konuşlanan batılı askerlerden de Suudi Arabistan halkı ve ulema rahatsızdı. Bu da Suudi Arabistan'da başka protestolara sebep oldu.


 
Arabistan'da ABD Askerleri.

Bu arada Bush yönetimi, Irak'a karşı uluslararası bir koalisyon oluşturmaya başladı. BM Güvenlik Konseyi aracılığıyla çalışarak Irak'ın Kuveyt'ten çekilmesini isteyen kararlar çıkarttı; Irak'a ve Kuveyt'e girip çıkan bütün mallara ambargo koydurttu. İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda ve Kanada, Çöl Kalkanı Operasyonu'na asker tahsis ettiler. Sovyetler Birliği de Soğuk Savaş sonrası diplomasisinin bir göstergesi olarak Irak'a yöneltilen uluslararası eleştirilere katıldı ve Bağdat'a silah sevkiyatını durdurdu. Çokuluslu diplomasinin bu şekilde ustaca devreye sokulması, 2002-2004 Irak krizinde ABD politikalarıyla tam bir çelişki oluşturmaktaydı. 

ABD, Arabistan'a askeri müdahalede bulunmasının Araplar tarafından kınanmasını sınırlı tutmak için Körfez dışındaki Arap ülkelerinden Çöl Kalkanı'nı desteklemelerini istedi. Amerika'nın diplomatik girişimlerine Arapların tepkisi farklı oldu. Suriye uzun süredir devam eden ABD karşıtı politikasını değiştirerek operasyona katılmaya karar verdi. Mısır da koalisyona asker gönderdi. Her iki devlet de işbirlikleri için ödüllendirildiler: ABD, Mısır'ın askeri borçlarının 7 milyar dolarını iptal etti ve Suriye de, Suudi Arabistan ve Avrupa Topluluğu'ndan cömert krediler aldı. Ancak Washington'ın en kalıcı Arap müttefiklerinden Ürdün kralı Hüseyin, müdahaleyi kınadı ve koalisyona katılmayı reddetti. Kral Hüseyin'in tutumu büyük ölçüde Ürdün'ün nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Filistinlilerin baskısından kaynaklanıyordu. Filistinliler, Saddam'ın İsrail'in en önemli müttefiki olan ABD'ye meydan okumasını takdir ediyorlardı. FKÖ, Arap Birliği'nin Irak işgalini kınama kararına katılmadı, ama kriz yoğunlaştıkça örgüt diplomatik cephelerini korumak için işgali yasadışı olarak niteledi. Ancak Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde pek çok Filistinlinin Saddam Hüseyin'in kurtarıcılığını kabul edip savaş sırasında açıkça Irak'tan yana oldukları da reddedilemez. 

Körfez krizi Arap dünyasında büyük bir telaş ve kararsızlık yarattı. Irak'ın Kuveyt'i işgali genel olarak kınanıyorsa da, büyük bir Amerikan askeri gücünün gelmiş olmasından hiç de hoşnut kalmamışlardı. ABD müdahalesi, Arapların Amerika'nın Ortadoğu'daki çifte standartları konusundaki kırgınlıklarını yüzeye çıkarmıştı. Araplar Washington'ın Irak'a karşı BM kararlarını uygulamaktaki aceleciliğini de, Batı Şeria ve Gazze Şeridi hakkında yine BM kararlarını İsrail'e uygulatmadığını da görüyorlardı. İsrail işgalinin sertliğinin bir örneği, 8 Ekim 1990'da yaşandı: İntifada'nın bu en kanlı gününde İsrail polisi, Filistinli göstericilere ateş açtı, 20 kişiyi öldürüp onlarcasını yaraladı. Filistinliler, İsrailli marjinal bir grubun Haremülşerifi ele geçirip, Kudüs'ün en kutsal İslam mabetlerinden birinin yerine bir Yahudi tapınağı yapma planlarını protesto ediyorlardı. Bu olay ABD'nin Arap müttefiklerini güç duruma düşürdü ve Irak'a sağlam bir propaganda silahı sağladı. Saddam Hüseyin, Kuveyt'in işgali ile İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni işgali arasında bağlantı kurdu. Kriz geliştikçe Irak devlet başkanı, Irak'ın Kuveyt'i boşaltması için İsrail'in işgal edilmiş topraklardan çekilmesini şart koştu. ABD iki işgalin birbirleriyle bağlantılı olmadığında ısrar ettiyse de, Saddam Hüseyin'in taktikleri dikkatleri yeniden Filistin meselesine ve Washington'ın İsrail'i desteklemesine çekmiş oldu. 

ÇÖL KALKANI'NDAN ÇÖL FIRTINASINA

1990 sonbaharında Çöl Kalkanı Operasyonu'nun hedefleri elde edilmişti. Suudi Arabistan'da konuşlanan koalisyon güçleri krallığı işgalden koruyacak sayıdaydı ve BM'nin ekonomik yaptırımları Irak'ın ithalat ve ihracatını iyice kısıtlamıştı. Bu koşullar altında bazı ABD politikacıları yaptırımların sıkı takibiyle krizin barışçı yolla çözümlenebileceği fikrindeydiler. Irak çok büyük ekonomik sıkıntıya girince BM kararlarına uyup Kuveyt'ten çekilmek zorunda kalacaktı. Washington'daki diğerleriyse ambargonun sınırlı etkisi olduğunu ve zamanla bunun daha da azalacağını ileri sürüyorlardı. Ancak Capitol Hill'deki tartışmalar başkanı pek ilgilendirmiyordu: Bush savaşa girme kararını vermişti bile. Kasım ayı başlarında Arabistan'daki Amerikan güçlerinin 400 bin kişiye çıkarılmasını emretti ve askeri bir harekat için bir koalisyon oluşturma ihtiyacını dile getirdi. Aynı ay BM Güvenlik Konseyi, Irak birliklerinin Kuveyt'ten çekilmesi için son tarih olarak I5 Ocak 1991'i öngören bir karan kabul etti. Kararda 15 Ocak'tan sonra Irak'ın çekilmesi için 'bütün gerekli yolların kullanılması' yetkisi verilmişti. Suudi Arabistan'ın savunulması için yapılan operasyon, Kuveyt'i kurtarmak için bir hücum operasyonuna dönüştürülüyordu. 1991 Ocak ayında Amerikan askeri sayısı 500 bini geçmişti ve Çöl Kalkanı Operasyonu, Çöl Fırtınası olmaya hazırdı. 

Bir ABD M60 Patton Tankı.

Bush yönetimi ahlaki bir görev olarak Kuveyt'i kurtarma sorumluluğunu ve Irak'a saldırganlığının meyvelerini toplatmamayı vurgulayarak, politika değişikliğini mazur göstermeye çalışıyordu. Yönetim daha da ileri giderek Saddam Hüseyin'i suçlarının cezasız kalmaması gereken bütün kötülüklerin kaynağı olarak göstermek için de elinden geleni yapmaktaydı. Bush'un Irak liderine düşmanlığını kişileştirmesi, 1956 Süveyş Krizi'nde İngiltere başbakanı Eden'in Nasır saplantısını akla getirmekteydi. Bush, Saddam'ı Hitler'e benzetiyor ve rejimini yok etme ihtiyacını vurguluyordu. ABD yönetimi Hüseyin üzerinde yoğunlaşarak, böyle bir savaşın Irak halkı üzerindeki muhtemel etkisini açıklamaya gerek kalmadan merhametsiz bir despota karşı askeri harekat için halk desteğini kazandı. 

Kuveyt'in kurtuluşu ve Hüseyin'in zalimliği söylemi ardında askeri harekat için çok daha pratik bir sebep yatmaktaydı. Arap Körfez devletleri hükümdarları Birleşik Amerika ve Avrupa'ya mantıklı bir fiyatı olan petrole erişimi sağlıyorlardı. Batılı petrol tüketici milletler için Arap Körfez monarşilerinin istikrarı ve Batı'ya petrol satma isteklilikleri Batı'nın ekonomik refahı açısından gerekliydi. Ayrıca, Körfez hükümdarlarının petrol gelirlerini Batı'ya yatırmaları da Batı ekonomileri adına hayati önemdeydi. Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE'nin Batı'daki toplam yatırımlan 200 ila 300 milyar dolar arasındaydı. Körfez'de var olan ekonomik ve siyasal düzen ABD'nin çıkarlarına hizmet ediyordu; Saddam Hüseyin'in Irak'ı bu düzene bir tehditti. Örneğin, 1990'da bir konuşmasında Hüseyin, Arap devletlerine petrol gelirlerini yabancılara değil, Arap ülkelerine yapma çağrısında bulunmuştu. Irak'ın Kuveyt'i ilhakıyla Kuveyt'in yatırımları başka ülkelere kaydırılabilecek, Batı'dan siyasal ödünler almak için Kuveyt petrolü piyasaya verilmeyebilecek ve Körfez'in diğer petrol üreten ülkeleri Batı tüketici milletlere karşı uygun politikalarını tekrar düşünmeye çağrılabileceklerdi. ABD yönetimi Irak'ın mevcut uygun düzeni bozmasına izin veremezdi. 

BM'nin son tarih olarak verdiği 15 Ocak 1991'de Iraklılar Kuveyt'ten çekilmemişlerdi. 16 Ocak'ta Irak'a karşı hava savaşı başladı. Art arda kırk iki gün ve gece koalisyon güçleri, Irak'ı askeri tarihin en yoğun bombardımanına tuttular. Bombalama kampanyası öncelikle askeri hedefler üzerinde yoğunlaştıysa da, elektrik santralleri, iletişim merkezleri, su yollan, otoyollar, köprüler ve demiryolları gibi sivil hayatın bağlı olduğu tesisler de bombalandı. Irak'ın bütün altyapısı çökmüştü. Kuveyt'teki Irak birlikleri de bombalandığından Kuveyt tesislerine de ağır hasarlar verdirildi. 

Irak bombalamaya karşı hemen hemen savunmasızdı. İran-Irak Savaşınun sonu ve Körfez Savaşının başında hava savunma sistemleri çökertilmiş, hava kuvvetlerine savaş emri de verilmemişti. Bu durumda rejim savaşı genişletme taktiğine başvurup, koalisyon üyeleri arasında karışıklık çıkartmak için İsrail'e otuzdan fazla Scud füzesi attı. Füzelerden on ikisi Hayfa ve Tel Aviv'in merkezlerine düştü. O dönemde füzelerin zehirli kimyasallar taşıdığı düşünülerek İsrail hükümeti bütün yurttaşlarına -ama işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilere değil- gaz maskeleri dağıttı ve kimsenin uzun süre evlerinden çıkmaması gerektiğini bildirdi. Ancak Irak füzeleri konvansiyonel başlıklıydı ve İsrail'de fazla bir hasar yaratmadı. Bu saldırılar ABD'nin o kadar güçlükle kurduğu koalisyonun çözülmesi tehlikesi doğurmuştu. İsrail, Irak'a misilleme yapacak olursa koalisyonun Arap ortakları bir Arap devletine karşı ABD-İsrail ittifakının parçası olmak istemeyeceklerinden çekilebilirlerdi. İsrail, Arap düşmanlarınca tehdit edildiğinde genelde pasif kalmazdı ve bu psikolojik boyutta bir saldırı derhal askeri bir tepki gerektirirdi. Ancak bu durumda Amerikan baskısı, İsrail hükümetini hava kuvvetlerini çatışma dışında tutmaya ikna etmekte başarılı oldu. 

Saddam'ın Attığı Füzelerin İsrail'de yol açtığı tahribat.

KBRN Saldırıları için ekipman dağıtılan İsrailli Siviller.


Amerikalı komutanlar kesintisiz bombardıman sırasınca Irak'ın iyi silahlanmış olduğu ve Kuveyt'i geri alma savaşının karada zorlu geçeceği uyarısında bulunmuşlardı. Kuveyt'i alma savaşı 24 Şubat'ta başladı ve sadece 100 saat sürdü. Savaştan sonra ortaya çıkan kanıtlar, Irak'a karşı kullanılan aşırı büyültülmüş orduyu mazur göstermek için Amerikan raporlarının Irak ordusunun boyutları ve yeteneklerini şişirmiş olduğunu ortaya koydu. Bombardımandan sağ çıkan Irak askerleri çok zayıf silahlıydılar ve moral olarak çökmüşlerdi. Koalisyon güçleri Kuveyt'e girince, Irak ordusu düzensiz bir şekilde Basra'ya doğru çekilmeye koyuldu. Kara savaşı tam bir hezimetti: Binlerce Iraklı asker teslim oldu ve binlercesi de sağ kalanlar tarafından 'ölüm yolu' (Highway of Death) şeklinde adlandırılan Basra yolunda ABD uçaklarınca öldürüldü. Bölgedeki ABD Hava Taarruzu, muharebeden çok bir katliamdı. "Highway of Death" olarak aratıp araştırmanızı öneririm. Observer gazetesi muhabiri saldırının çok şiddetli olduğunu ve "savaş tarihinde kaçan bir ordunun havadan hiç bu kadar korkunç bir şekilde taciz edilmediği"ni yazmıştı. Bush, 27 Şubat 1991'de Kuveyt'in kurtarıldığını bildirerek, Amerikan ve koalisyon güçlerine saldırı operasyonlarını bitirme emrini verdi. Başkan'ın Saddam Hüseyin ve rejiminin devrilmesini sağlamadan Çöl Fırtınası Operasyonu'nu sona erdirme karan sonraki yıllarda büyük tartışmalar koparacaktı. Dahası Iraklılar, çekilirken tarihe "Kuveyt Petrol Yangınları" olarak geçecek bir ekolojik felakete de yol açtılar. Kuveyt'teki sayıları 700'e varan petrol kuyularını ateşe verildi. 

Kuveyt Petrol Yangınları.

Irak Birlikleri çekilmeye başladıktan saatler sonra. Henüz yeni alev almış petrol kuyuları üzerinde uçan ABD Hava Kuvvetleri'ne bağlı uçaklar.

 
Bombardıman Sonrası. "Highway of Death" - "Ölüm Otoyolu".
ABD Hava Kuvvetleri tarafından imha edilen Irak Mekanize Unsurları.
Bombardımandan kaçmak için terk edilmiş araçlar.

AYAKLANMALAR


Ateşkes Irak halkının ıstırabını sona erdirmemişti. Bir öfke ve kırgınlık patlamasıyla Irak halkının bir kısmı, ülkeyi iki yıkıcı savaşa sürükleyen rejime karşı ayaklandı. İsyan Şii güneyde başladı ve kısa zamanda kuzeydeki Kürtlere yayıldı. Her iki bölgede de isyanlar önceleri başarılı olurken, ardından ezici yenilgiler geldi.

Güneydeki ayaklanmayı tetikleyen Çöl Fırtınası Operasyonu başladıktan sonra hükümetin kendilerini terk ettiğini düşünenler, cepheden dönen askerler oldu. Mutsuz askerlere hükümetin sivil muhalifleri katıldı ve bu güç birliği 1991 Mart ayının ilk iki haftasında Basra ile kutsal kentler Kerbela ve Necef dahil güney kentlerinin çoğunu ele geçirdi. İsyana Şii damgası vurulmuş olmasına rağmen, Şiiler arasında İran'la birleşmeye yönelik bir hareketi temsil ediyor değildi. Bu daha çok rejimin ve Hüseyin'in felaketle sonuçlanan politikalarının güney Irak halkını soktuğu sıkıntıların reddiydi. Göstericiler Baas parti merkezlerine, Baas'ın atadığı belediye başkanlarının bürolarına ve gizli polis merkezlerine saldırdılar. İsyan boyunca Baasçı yetkililer öldürüldü.

İsyancılar tarafından imha edilmiş bir Irak Tankı.

Güneydeki ayaklanma kendiliğinden doğduğu için örgütlenme, liderlik ve hedefler yoktu. Gerçek bir halk ayaklanmasının kaotik koşullan altında isyancılar, genellikle komşu kentlerdeki olayların farkında değillerdi. Irak ordusu hırpalanmıştı ama rastgele silahlanmış sivil isyancılardan çok daha güçlüydü ve ordunun bazı unsurları isyana katılmışlarsa da, rejime sadık kuvvetli birlikler vardı. Mart sonu geldiğinde Irak ordusu isyanı bastırmış ve isyancıları kitle halinde idama başlamıştı.

Kuzey Irak'ta Kürt topraklarında da benzer bir senaryo tekrarlandı. Kuveyt'teki yenilginin büyüklüğünü ve güneydeki isyanı bilen Kürt liderler, uğruna o kadar sık mücadele verdikleri özerkliği elde etmek adına uygun fırsatı yakaladıklarına karar verdiler. Martta iki hafta boyunca Kürt güçleri, kuzeydeki büyük kent ve kasabaların kontrolünü ele geçirdiler. Güney isyancılarından daha deneyimli ve örgütlü olan Kürtler, aldıkları kentlerde belediye idareleri kurdular ve geniş yankı bulan 'Irak'a demokrasi ve "Irak Kürt Bölgesine özerklik" programını başlattılar. Ancak Irak ordusu güneyden kuzeye yönelince Kürt isyanı da çok sert ve kanlı bir şekilde bastırıldı.

Düzenli ordunun gelişiyle Kürt peşmergeler dağlara çekildiler. Korunmasız kalan sivil halk paniğe kapılarak köyleriyle kasabalarını terk ettiler. Tahminen 2 milyon Kürt, Türk ve İran sınırlarına doğru giderken büyük bir kitle göçü başladı. Kürtlerin kaçışları için en çok gösterilen sebep, 1988'de Kürt kasabası Halepçe'de halka karşı zehirli gaz kullanan bir rejim elinde ölmekten korkmalarıydı. 1991 Mayıs ayında Amerikalı ve Avrupalı askerler kuzey Irak'a girerek Kürtlerin yabancı koruması altında dönecekleri "güvenli" bölgeler kurdular. Ancak Kürt mültecilerin çoğunluğu, rejimin misillemesinden korktukları için kamplarda daha aylarca kalmaya devam ettiler.


RESMİ ATEŞKES BELGESİ

Bir ay süren görüşmelerden sonra 3 Nisan 1991'de BM Güvenlik Konseyi, 687 sayılı kararıyla Körfez Savaşı'nın resmi ateşkes koşullarını belirledi. Irak bu koşulları 6 Nisan'da kabul etti. Uzun ve karmaşık kararın bir kısmında, Irak'ın balistik füzeleriyle birlikte bütün kimyasal ve biyolojik silahlarının imhası öngörülüyordu. Irak'ın silah fabrikalarının denetimi ve yasak silahların imhası, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'yla birlikte çalışan BM denetim birimlerinin gözetiminde yapılacaktı.

Ateşkes karan Irak'ı Kuveyt'i işgali için de cezalandırıyordu. İşgal sırasında Kuveyt'ten çalınan eşyayı geri verecek ve Irak Hükümeti aleyhine açılacak savaş tazminatı davaları için bir fona para yatıracaktı. Buna ek olarak Irak ve Kuveyt, yeni bir BM komisyonunun teklif edebileceği sınır düzeltmelerini kabul etmek zorundaydılar. 1993'te verilen komisyon raporu Irak'ı cezalandırıcı yöndeydi. Kuveyt'in sınırı 750 metre kuzeye ilerleyecekti ve böylece Kuveyt, Rumelia petrol havzasında altı kuyu ile Umm Kasr'daki Irak deniz üssünün bir kısmına sahip olacaktı. Irak yeni sınırı ve Kuveyt'in egemenliğini kabul ederek, geç Osmanlı dönemine kadar uzanan tarihi isteklerinden vazgeçmiş oluyordu. ABD ve müttefikleri Iraklıları Kürtlerle Şiilere tekrar saldırmalarını önlemek için ateşkes kararındaki kısıtlamalara ek olarak başka önlemler de aldılar. 1991 Nisan ayında Irak'ın 36.paralelin kuzeyine uçuş yapması yasaklandı; 1992'de aynı yasak 32. paralelin güneyi için kondu. Irak, uçuş yasağı olan bölgelerin egemenliğinin ihlali olduğunu iddia edip, zaman zaman müttefiklerin kararlılıklarını denemeye kalkıştıysa da, belirlenen bölgelerde müttefik hava devriyeleri, rejimi Kürtlere ve Şiilere hava saldırılan yapmaktan caydırdı.

Ateşkes belgesi, son olarak Irak'a ticari yaptırımların giderek azaltılmasını öngörüyordu. Gıda maddeleri ithali ve diğer aciliyeti olan sivil eşya ambargosu hemen kaldırıldı. Kararda Irak'ın 1991 Mayıs ayı ortasına kadar bütün kitle imha silahlarını ve nükleer, kimyasal ve biyolojik maddelerini BM denetim birimine teslim ettiği takdirde petrol dahil, bütün ihracatı üzerindeki ambargonun kaldırılacağını belirtiyordu. Şu koşullar önemliydi: Ülkenin harap olan altyapısını yeniden inşa etmek amacıyla gerekli petrol gelirini elde edebilmek için Irak'ın uyacağı koşullar belirtilmişti. Irak bunları yapmadığı takdirde, BM Güvenlik Konseyi ekonomik yaptırımları sürdürecekti. Ancak Irak halkı için ne acıdır ki, yaptırımlar 2003'e değin sürdü...


KÖRFEZ SAVAŞI SONRASI

Deneyimli Siyaset Bilimci Eric Hooglund'un sözleri, Körfez Savaşı'nın bölgesel ve küresel etkilerini özetlemektedir:

"Bu savaş Ortadoğu ve ötesinde milyonlarca insan adına bir felaket olmuştur. On binlerce ölü, milyarca dolarlık zarar, milyonlarca evsiz insan, kalıcı fiziki ve psikolojik hasarlı sayısız insan ve ağır hasar almış ekonomiler, bu bölgede bu yüzyılda meydana gelen her türlü olaydan daha yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. ABD'nin Irak'a ve daha sonra Irak rejiminin kendi halkına saldırılarının siyasal, toplumsal ve ekonomik sonuçları, bölgeyi ve dünyayı gelecek yüzyılda da etkilemeye devam edecektir."

Amerika'nın 2003'te Irak'ı işgalinin ardından bu karamsar kehanet gerçekleşme yoluna girmiştir.  Körfez Savaşı'nın savaşı izleyen on yıl içinde Ortadoğu devletleri ve halkları üzerindeki doğrudan etkisi, ağır yara almış ekonomik ve siyasal statükoyu değiştirmiş ve Irak halkına hayal bile edilmemiş hastalık, ölüm ve yoksulluk getirmiştir.

IRAK: UZUN SAVAŞLAR SONRASI DÖNEM

Irak'ta meydana gelen can kaybı herhalde hiçbir zaman kesin olarak bilinemeyecektir. Yapılan tahminler 10 bin ila 100 bin arasındadır. Yüksek rakamlar daha gerçekçi görünmektedir ve hava ve kara savaşlarında en az 82 bin Irak askeriyle, 7 bin sivil öldürülmüş olabilir. Buna karşılık, koalisyon güçleri savaşta 139 asker kaybetmiş olup, bunlardan 79'u Amerikalıdır. Güneydeki ayaklanmada da 6 bin Iraklı öldürülmüştür.

Saddam Hüseyin, kararlarının Irak halkına yüklediği sıkıntılara rağmen BM ateşkes kararına uymamakta ve ABD'nin savaşa tekrar başlayacağı tehditlerine aldırmamakta devam etmiştir. BM silah denetim birimleri (UNSCOM) Irak'ın kimyasal üretim ve nükleer araştırma programlarının boyutlarını ortaya çıkarmış, ülkenin nükleer silah yapımına tahmin edildiğinden daha yaklaşmış olduğunu tespit etmiştir. Rejim BM denetim personelinin varlığından hoşlanmıyordu ve denetleme birimleriyle çatışmaktan çekinmeyerek, incelemek istedikleri yerlerden çoğuna girmelerine izin vermedi. Irak'ın tonlarca konvansiyonel ve kimyasal silahı imha edildiyse de, Güvenlik Konseyi ve özellikle ABD, rejimin kimyasal ve biyolojik stoklarıyla laboratuarlarını başarıyla sakladığına inanıyorlardı. Irak'ın sahtekarlığıyla ABD'nin kuşkulan birleşince, Güvenlik Konseyi rejimin ateşkes koşullarına uymadığı gerekçesiyle ticaret ambargosunu kaldırmadı. Irak'a sadece gıda maddesi, ilaç ve insani yardım olarak tanımlanan diğer ürünler girebildi.

1996'da petrole karşılık gıda maddesi anlaşmasıyla, Irak'ın insani yardım malzemesi satın almak üzere altı ayda bir 2 milyar dolarlık petrol satmasına izin verildi (bu rakam 1998'de 5.8, 1999'da 8.3 milyar dolara çıkarılmıştır). Ancak bu satıştan gelen paranın Irak tarafından kullanılması çok kısıtlıydı. Para BM kontrolünde bir banka hesabına yatırılıyor ve dağıtımında ilk öncelik Irak'ın ateşkes yükümlülükleri oluyordu. Böylece petrol satışından gelen paranın yüzde 30'u Irak'ın savaş tazminatını ödemede kullanılıyor, bir miktarı kuzeyde Kürtlere insani yardım malzemesi için ayrılıyor ve yine bir kısmıyla BM'nin Irak operasyonunun masrafları ödeniyordu. Güvenlik Konseyi bu fonları ayırdıktan sonra kalan miktar, Irak halkının ıstırabını hafifletmeye yetmiyordu. Saddam Hüseyin ayrıca ithalatın bir kısmını tekeline almış ve kendisine sadık kişilere yönlendirmişti. Toplumun en yoksulları, rejimin ayakta kalmasının birinci öncelikli olduğu sistemden hiç yararlanamamaktaydılar.

Bu uzatılan yaptırımların Irak halkı üzerindeki etkisi yıkıcıydı. Savaş sırasında koalisyonun bombaları ülkenin hemen hemen bütün altyapısını imha etmişti. Su arındırma tesisleri, kanalizasyon sistemleri, elektrik santralleri ve sulama sistemleri, ya tümüyle devre dışı kalmıştı ya da kapasitelerinin çok küçük bir kısmıyla çalışabiliyordu. Bağdat'taki köprüler ve devlet binaları hemen yeniden yapılmış ve kentin işlemesi için temel hizmetleri yeterli derecede onarılmışsa da, yaptırımların korkunç etkileri devam etmekteydi. Temel tıbbi malzeme ve gıda maddesi eksikliği yüzünden özellikle çocuklar arasında kötü beslenme ve hastalık ülke çapında artmıştı. BM kurumlarından gelen raporlarda, çocuk ölümlerinin 1991'den 1996'ye kadar beş kat arttığı belirtiliyordu. Yetersiz su arındırma ve kanalizasyon sistemlerinin oluşturduğu hastalık riski çok büyüktü. Su arındırma sistemi savaş öncesi kapasitesine getirilememişti ve askeri kullanımlı bir kimyasal madde olduğu için klor ithali yasaktı. Kanalizasyon tesisleri kimyasal arındırma yapmıyorlardı ve pis su, Fırat ve Dicle nehirlerine olduğu gibi bırakılıyordu. Irak'ın çocuk nüfusundaki ölümlerin başlıca sebebi mikroplu sulardı. Gıda maddesi eksikliği de temel sorunlardan biriydi ve halk, hükümetin karne sistemiyle güçlükle hayatta kalabiliyordu.

Aşırı enflasyon ve devalüasyon Irak'ın bir zamanlar çok güçlü olan orta sınıfını yoksulluğa itmişti,  Irak'ın tecrit edilmesi meslek sınıflarının dışarıdan yayın getirtmelerini imkansızlaştırmış, ülkenin yetişen yeni kuşağının bilgisayar, intemet ya da uydu televizyonuyla aşinalıklarına imkan tanımamıştı. Yaptırımların yarattığı insanlık felaketi, bazı Batılı eleştirmenlerin Irak sivillerine uygulanan kolektif cezanın ahlaklılığını sorgulamalarına, "bir diktatörün iyi davranmasını sağlamak için bir milletin refahını rehin alma" politikasının ardındaki mantıktan kuşku duymalarına yol açmıştır.

Darbe ve suikast girişimleri söylentilerine rağmen Saddam Hüseyin iktidarı elinde sımsıkı tutmaktaydı. Kuşkulandığı muhaliflerine karşı acımasızlığı ve çevresini sardığı geniş güvenlik önlemleriyle iktidardaki seçkinler arasında kendisine karşı çıkılmasını önlüyordu. Bu arada halk rejimin değiştirilmesini değil, ancak fiziki ve ekonomik olarak hayatta kalmayı düşünebilmekteydi. Ekonomik ambargolarda yaptırımların yöneltildiği seçkinlerin bundan en az etkilenenler olduğu söylenmiştir. Irak'ta durum gerçekten böyleydi. Halk ayakta durmaya çalışırken Bağdat'ta ve sayfiyelerde yeni başkanlık sarayları yükseliyordu. Seçkinler içinde başını Hüseyin'in iki oğlunun çektiği zengin bir grup ülkeden kaçak petrol çıkartıp pahalı tüketici malları ithal etmekteydiler. Bağdat'ın en pahalı restoran ve gece kulüplerinden hiç eksik olmuyorlardı. Rejim kendi girişimlerinin yarattığı karışıklıktan pişman değildi ve ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya kararlıydı.

Dahası, Körfez Savaşının Irak'tan sonra vurduğu iki ülke, Suudi Arabistan ve Kuveyt olmuştu. Özellikle Kuveyt harap olmuş, Petrol fiyatlarında düşüş yaşanmış ve zaten ABD Ordusu'nun Irak Ordusu'na yönelik harekatları Suudi Arabistan üzerinden başlatması tepki çekmişken bir de Arap Yarımadası'nın zengin petrol ülkeleri, aniden çıkagelen bu düşüşle baş etmek zorunda kalmışlardı.

Savaş bitip ikamet ettikleri Riyad'daki Suudi sarayından Kuveyt'e geri dönen el-Sabah ailesinin ilk emri, zarar gören sarayın tamiratı olmuştu. Saddam Hüseyin için artık sonun başlangıcı gelip çatmıştı, ama her savaşta olduğu gibi, ölenler ölmüş, gidenler gitmişti. Saddam Sarayında ; Çocukları Bağdat'ın gece kulüplerinde ; Suudi ailesi sarayında ve el-Sabah ailesi "hasar görmüş" sarayında yaşamaya devam ediyordu.

Ayrıca topu topu 10 sene sonra gelip çatacak Irak Savaşı için de geri sayım başlamıştı. Özellikle 11 Eylül Saldırıları, Saddam'ın Körfez Savaşı ile ABD'nin Irak'ı İşgali arasında yaptığı insan hakkı ihlalleri de bu müdahalelerin habercisiydi. Orta Doğu'ya gerçekleşen bu ilk ABD Askeri Müdahalesi, Baasçıları "Arapçılıktan", "Sünnilik ve Şiilik" gibi meselelere itti ve Irak'ta radikal islami fikirleri benimsedi. Baasçılar gidince de ortaya çıkacak güç boşluğunda birçok terör örgütü de çoktan Irak'a yuvalanmaya başlamıştı, 10 sene sonra ABD tarafından tasfiye edilecek Baasçıların da onlara katılması çok uzun sürmeyecekti...

KAYNAK :

Modern Ortadoğu Tarihi - William L. Cleveland
The Old Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq - Hanna Batatu
Orta Doğu Tarihi - Youssef M. Choueiri
The Modern History of Iraq - Phebe Marr
Savaşta ve Barışta Diktatörler - Jessica L. P. Weeks

John Keegan - Irak Savaşı ve Türkiye

0 Yorumlar