Napoleon'un 1812 Rusya Seferi
Bonaparte artık karşısında düşman görmüyordu.
Gasp edecek imparatorlukları nerede bulacağını bilemediğinden, bulduğuna kanaat
getirerek kardeşinin elinden Hollanda Krallığı'nı almıştı. Ama Rus
Çarı I. Aleksandr’a karşı Napoleon'un kalbinde
daha Enghien Dükü'nün idamı zamanından kalma gizli bir hınç vardı.
Bir büyüklük rekabeti hırsıyla yanıyordu. Rusya'nın nelere gücü yettiğini, Friedland ve Eylau zaferlerinin
kendisine neye mal olduğunu biliyordu. Tilsit ve Erfurt görüşmeleri,
mecburi mütarekeler, Bonaparte’ın mizacına hiç de uymayan bir barış, dostluk
sözleri, el sıkışmalar, kucaklaşmalar, ortak fetihler için hayali birtakım
projeler, bütün bunlar kini geride bırakmaktan başka bir şey değildi. Kıta
üzerinde Napoleon’un hiç ayak basmamış olduğu bir memleket ve başkent
vardı, Fransız İmparatorluğu karşısında dimdik ayakta duran
bir imparatorluk vardı: iki dev, er geç boy ölçüşeceklerdi. Fransa’yı genişlete
genişlete, Bonaparte sonunda Ruslarla karşılaşmıştı, tıpkı Trajanus'un Tuna’yı
geçince Gotlar'la karşılaşması gibi.
Bütün 1811 yılı hazırlıklarla geçti. Rusya, kıskıvrak bağlanmış olan Avusturya’yı ve soluksuz kalmış Prusya’yı, saldırıya uğrarsa kendisiyle birleşmeye çağırıyordu. İngiltere de kesesini açmış, geliyordu. İspanyolların verdiği örnek, ulusların hoşuna gitmişti. Genç Almanya’yı yavaş yavaş çemberi içine alan erdem bağı, Tugendbund örgütü ile şimdiden meydana gelmeye başlamıştı.
Bonaparte
görüşmelere girişiyordu, vaatlerde bulunuyordu, Prusya kralına Rusların
elindeki Alman vilayetlerini elde edeceği umudunu veriyordu. Saksonya kralıyla
Avusturya, Polonya’dan arta kalan memleketin zararına topraklarını genişletmek
emelindeydiler. Ren Konfederasyonu'na bağlı prensler kendi lehlerine sınır
değişiklikleri hayal ediyorlardı. Hatta Napoleon bile, Avrupa’ya esasen bir
hayli taşmış olan Fransa’yı daha da genişletmeyi aklından geçirmiyor değildi.
İspanya’yı adıyla sanıyla Fransa’ya katma iddiasındaydı. General Sebastiani
ona: "ya kardeşiniz?" diye sormuştu. Napoleon cevap olarak:
"Kardeşim de umurumda mı! İspanya gibi bir krallık peşkeş çekilir mi?"
demişti. XIV. Louis’ye bunca felaketlere ve fedakarlıklara mal olan
krallığın sonucunu tek sözüyle istediği gibi değiştiriveriyordu ama bu krallık
ona da kalmayacaktı. Uluslara gelince, Bonaparte kadar halkı hiçe saymış ve hor
görmüş bir adam daha dünya yüzüne gelmemiştir. Elinde kırbaçla ava çıkardığı
krallar sürüsünün önüne ulusları birer lokma et gibi fırlatıyordu. Jornandes der
ki: "Attila, beraberinde bir sürü haraca bağlı
hükümdarlar götürürdü ve bunlar emirlerini yerine getirmek için efendilerinin
bir işaretini korkudan titreşerek beklerlerdi."
Müttefikleri
olan Avusturya ve Prusya ile, krallarla prenslerden kurulu Ren
Konfederasyonu'yla birlikte Rusya’ya yürümeden önce, Napoleon Avrupa’nın iki
ucuna değen iki kanadını güven altına almak istemişti: biri güneyde İstanbul’la,
öteki kuzeyde Stockholm’le olmak üzere iki antlaşma için görüşmelerde
bulunuyordu ama bu antlaşmalar yapılamadı.
Napoleon, Konsüllüğü döneminde Bab-ı Ali ile bağlantıyı yeniden kurmuştu. III. Selim’le Bonaparte birbirlerine resimlerini göndermişlerdi, gizliden gizliye mektuplaşıyorlardı. Napoleon, Osterode’dan 3 Nisan 1807 tarihinde meslektaşına şunları yazıyordu: "Sen Selimlerin ve Süleymanların boyuna layık bir hükümdar olduğunu gösterdin. Ne ihtiyacın varsa bana bildir: gücüm büyüktür gerek siyaset gerekse dostluk bakımından başarılarına ilgi gösteririm, onun için her istediğini yapmaya hazırım." Saint-Simon’un deyimiyle "Burun buruna konuşan iki sultan arasında bu ne muhabbet ne samimiyettir."
Selim tahtından indirilince, Napoleon Rusların sistemine dönüyor ve Türk topraklarını Aleksandr’la paylaşmayı düşünüyor. Sonra yeni bir düşünce kasırgasıyla kanaat değiştirerek, Rus İmparatorluğu'nu istilaya karar veriyor. Ama ancak 21 Mart 1812'de, Sultan II. Mahmut’tan müttefiki olmasını, Tuna boyuna yüz bin Türk askeri göndermesini istiyor. Bu orduya karşılık Bab-ı Ali’ye Eflak’la Boğdan’ı teklif ediyor. Ruslar ise Napoleon'dan önce davranıp Osmanlı ile antlaşma imzaladı. 28 Mayıs 1812'de imzalanan Bükreş Antlaşması ile Ruslar Eflak ve Boğdan'dan çekildiler.
Kuzeyde de
olaylar Bonaparte’ı aldattı. Türkler Kırım’ı tehdit edebilecekleri gibi
İsveçliler de Finlandiya’yı istila edebilirlerdi. Bu manevrayla, iki yanda
savaşa tutuşacak olan Rusya, kuvvetlerini merkezden direkt kendi üzerine
gelecek olan Grande Armee'li Fransa’ya karşı bir araya
getiremeyecekti. Eğer gerçekleşmiş olsaydı, geniş çapta bir politika olacaktı
ama Stockholm de İstanbul gibi ulusal siyasetinin içine kapanarak Petersburg’la
anlaştı.
Fransızlar
tarafından istila edilen Pomeranya’yı 1807’de, Rusya tarafından istila edilen
Finlandiya’yı 1808'de kaybettikten sonra İsveç kralı IV. Gustav Adolf tahtından
indirilmişti. Gustav’ın amcası, tahtından indirilen yeğeninin yerine geçirildi
ama Pomeranya’daki Fransız Kolordusuna komuta etmiş olan Bernadotte,
İsveçlilerin takdirini kazanmıştı ve bu şeraitler altında gözlerini ona
çevirdiler. Seçileli fazla olmayan Holstein-Augustenburg Prensi öldükten sonra,
bıraktığı boşluğu doldurmak üzere Bernadotte seçildi. Bir Fransız Mareşali ve
eski bir arkadaşı olan Bernadotte'un tahta seçilmesinden Napoleon hiç de hoşnut
kalmadı.
Bonaparte’la
Bernadotte arasındaki düşmanlık çok eski bir tarihe dayanır. Bernadotte, 18
Brumaire darbesine karşı koymuştu, sonra hararetli sözleri ve zihinler üzerinde
yaptığı etkiyle Moreau’yu bir mahkeme huzuruna çıkaran kavgalara
yol açmıştı. Erdemli bir insanı küçültmeye çalışarak Bonaparte kendi usulünce
intikamını almıştı. Moreau’nun yargılanmasından sonra, hüküm giyen General Moreau'ya
ait olan Anjou sokağındaki bir evi Bernadotte’a hediye etti. O zamanlar pek
yaygın olan bir zaafa kapılarak Joseph Bonaparte’ın bacanağı olan Bernadotte,
hiç de şerefli olmayan bu cömertliği reddetmeye cüret edemedi. Yine Moreau'ya
ait olan Grosbois Kalesi Berthier’ye verildi. Kader, XII.
Karl’ın tacını IV. Henri’nin bir hemşerisinin eline vermiş
olduğu için, tahta Karl Johann adıyla oturan Bernadotte,
Napoleon’un hırslarına alet olmadı. Uzak düşmanı Napoleon’dansa komşusu
Aleksandr’ın müttefiki olmanın kendisi için daha güvenilir olacağını düşündü. Tarafsızlığını
ilan etti, barış yapılmasını tavsiye etti ve Rusya ile Fransa arasında aracılık
etmeyi teklif etti.
Bonaparte fena halde kızdı: "O sefil bana akıl öğretmeye kalktı ha! Aklınca bana yol gösterecek. Her şeyini benim cömertliğime borçlu olan bir adam! Bu ne nankörlük! Şahane arzuma itaat etmeyi ona öğretmesini bilirim ben!" bu türlü hakaretlerin bir sonucu olarak, Bernadotte 24 Mart 1812'de Petersburg Antlaşması'nı imzaladı.
Kendisinin de
daha asil bir soydan olmadığını, Bernadotte gibi ihtilallerle silahların kendisini
yükselttiğini unutarak Bonaparte’ın ne hakla Bernadotte’a sefil dediğini
sormayın. Bu hakaretli ağızlar ne soylu bir mertebeye ne de ruh asilliğine
delalet ediyordu. Bernadotte hiç de nankör değildi. Hiçbir şeyini Bonaparte’ın cömertliğine
borçlu olmamıştı.
İmparator Bonaparte,
her şeyi kendine mal eden, yalnız kendinden söz eden, hoşnut kaldığını veya
kalmadığını söylerken mükafatlandırdığını veya cezalandırdığını sanan pek eski
soydan bir hükümdara dönüşmüştü. Taç altında geçmiş bir hayli yüzyıllar, Saint-Denis'de
sıralanan sürüsüyle mezarlar bile bu yüksekten bakmaları mazur gösteremezdi.
Talih Birleşik
Devletler'den ve Avrupa'nın Kuzeyinden iki Fransız Generalini, aynı savaş
alanına getirdi. Eskiden aleyhine birleşmiş oldukları, sonra onları birbirinden
ayırmış olan bir adamla çarpışacaklardı. Özgürlüğü ayaklar altına almış olanı
devirmek istemenin suç olacağı o zamanlar, asker olsun, Kral olsun, kimsenin
aklından geçmezdi. Bernadotte başarılı oldu, Moreau ise Dresden'den sonra can
verdi. Genç yaşta ölenler gürbüz yolculardır: daha gevşek insanların ağır
adımlarla tamamladıkları bir yolu onlar daha çabuk alırlar.
Napoleon, kimse aksini tavsiye etmediği için Rusya’ya savaş açmakta ısrar etmiş değildi. Frioul Dükası, Ségur Kontu ve Vicenza Dükası, fikirleri sorulunca bu teşebbüse karşı bir yığın itirazlar ileri sürdüler. Vicenza dukası cesaretle diyordu ki: "Avrupa kıtasını ele geçirir ve hatta müttefikinin ailesi için Devletleri zapt ederken, bu müttefiki kıta dayanışmasını bozmakla suçlamak doğru olmaz. Fransız orduları Avrupa’nın her yanını kaplarken, bir ordu besliyorlar diye Ruslara nasıl çıkışılır? Bizim tarafımızdan açılmış yaraları henüz daha kabuk bağlamamış olan bütün bu alman uluslarının üzerine saldırmaya lüzum var mıydı sanki? Hiçbir doğal hududun sınırlamadığı bir vatan içinde Fransızlar artık kendi kendilerini tanımaz oldular. Haline terk edilen gerçek Fransa’yı kim koruyacak?" İmparator: "Benim şöhretim." cevabını verdi. Bu cevabı vaktiyle Medea vermişti. Napoleon, bu tragedyayı kendine uyarlıyordu.
İmparatorlukta
hala mevcut olan çeşitli partilerin itirazlarına karşı şu cevabı veriyordu:
"kralcılar benim yıkılmamı istediklerinden ziyade bundan korkarlar. Benim başardığım
en faydalı ve en zor iş ihtilal selini durdurmak olmuştur, yoksa ihtilal her
şeyi silip süpürecekti. Ben ölürüm diye mi savaştan korkuyorsunuz? Beni öldürmek
imkansızdır çünkü henüz tanrının iradesini yerine getirdim mi ki? Ben bilmediğim
bir hedefe doğru sürüklendiğimi hissediyorum ama henüz oraya ulaşmadım. Bu hedefe
vardığım zaman bir zerre bile beni yere serebilir." bu da bir kopya idi: Afrika’da
Vandallar, İtalya’da Alarik, tabiatüstü bir kuvvete tabi olmaktan başka bir
şey yapmadıklarını söylüyorlardı: "Divino Jusso Perurgeri (tanrı eliyle
zorlanmak)."
Papa ile
çıkardığı manasız ve utanç verici kavga Bonaparte’ın durumundaki tehlikeleri
artırdığı için kardinal Fesch, hem tanrının, hem de insanların düşmanlığını
aynı zamanda üzerine çekmemesi için yalvarıyordu. Napoleon dayısını elinden
tuttu, bir pencereye götürdü, vakit geceydi ve ona dedi ki:
-Şu yıldızı
görüyor musunuz?
+Hayır majesteleri.
-İyice bakın.
+Majesteleri,
göremiyorum.
-Ya işte! Ben
görüyorum.
Bonaparte,
kendisine itiraz eden Vicenza Dükası Armand-Augustin-Louis de Caulaincourt'a:
"Siz de başımıza iyice Rus oldunuz" diyordu.
Ségur Kontu
Mösyö de Ségur: "Napoleon'un çok kere bir sedire yarı uzanmış durumda
derin düşüncelere daldığı olurdu. Sonra ansızın, ani bir hareketle yerinden
hoplayarak ve bağırarak kendine gelirdi, çağrıldığını sanır ve sorardı: 'kim
çağırıyor beni?' o zaman kalkar, heyecanlı bir halde yürürdü. Balafré lakaplı Guise
Dükası François de Lorraine, felaketine yaklaştığı sıralarda Blois Şatosunun Le
Perche Aux Bretons diye anılan taraçasına çıkmıştı. Bir sonbahar göğü altında,
uzakta ıssız kırlar serilip giderken, Bonaparte'ın da aynı yerde öfkeli öfkeli
geniş adımlarla yürüdüğü görülmüştü. Bonaparte, hayırlı tereddütler içinde dedi
ki: "bu derece uzaklarda yapılacak bir savaş için çevremde herbir şey
yeteri kadar yerleşmiş değildir. Bu savaşı üç yıl geri bırakmak lazım."
bir Polonya krallığının yeniden kurulmasına ne doğrudan doğruya, ne de dolaylı
olarak yardım etmeyeceğini Çar'a bildirmeyi teklif ediyordu: sadık ve bahtsız
bir memleket olan Polonya'yı eski ve yeni Fransa aynı derecede terk etmiştir.
Bu terk ediş, Bonaparte’ın
işlemiş olduğu siyasi hatalar arasında en vahimlerinden biridir. Bu hatayı
işledikten sonra, Polonya krallığının yeniden kurulması lehinde, pek yerinde
olacak bir teşebbüste bulunmamışsa bunun sebebi olarak kayınbabasının canını sıkma
korkusu olduğunu söylemiştir. Bonaparte sanki böyle aile hatırı sayacak bir
adammış gibi! Mazeret o kadar sudandır ki, bunu söylemekle, Marie-Louise’le evlenmiş
olmasına lanet okumaktan başka bir şey yapmış olmuyor. Rusya imparatoru bu
evliliği haber aldığında, "İşte şimdi ormanlarımın ardına sürüldüm"
diye haykırmıştı. Sadece milletlerin hürriyetine karşı duyduğu kızgınlık bile Bonaparte’ın
gözlerini bağlamıştı.
Prens II. Stanislaw
August Poniatowski, Fransız Ordusunun ilk Polonya Seferi sırasında Polonyalı kıtalar
teşkil etmişti, siyasi meclisler toplamıştı, Fransa Varşova’da birbiri ardından
iki büyükelçi bulundurmuştu: Malines Başpiskoposu ile Mösyö Bignon. Kuzeyin Fransızları
sayılan, Fransızlar gibi yiğit ve havai olan Polonyalılar Fransızcayı bilirlerdi,
Fransızları kardeş gibi severlerdi; Rusya’ya olan kinlerini belirten bir
sadakatle Fransa uğrunda can verirlerdi. Fransa evvelce onların mahvına sebep
olmuştu, şimdi onları diriltmek Fransa'ya düşerdi. Hristiyanlığı kurtarmış olan
bu millete karşı Fransa'nın bir borcu yok muydu? Aleksandr’da biliyordu ki, Polonya'yı
diriltmezse onun kökünü kazımak zorunda kalacaktı. Bu krallığın coğrafi durumu
bakımından zulüm ve baskılara açık bulunduğunu söylemek, bayırlarla çayırlara
fazla bir önem vermek olur. Nice uluslar, cesaretlerinden başka bir şeyleri
olmaksızın bağımsızlıklarını korumuşlardır. Halbuki Alplerle tahkimli olan İtalya,
bu dağları aşmayı akıl eden herkesin boyunduruğu altına girmiştir. Başka bir kaçınılmaz
sonucu kabul etmek daha doğru olur ki, o da şudur: "Ovalarda yaşayan savaşçı
uluslar, fetihlerde bulunmaya mahkumdurlar; Avrupa’yı istila eden halklar hep
ovalardan gelmiştir."
Polonya’yı savunmak
şöyle dursun, Polonya askerlerinin Fransız bayrağı altında hizmet görmeleri
isteniyordu. O yoksul haliyle, seksen bin kişilik bir Fransız ordusunun
masrafları Polonya'nın sırtına yükletiliyordu ve Varşova Büyük Dükalığı, Saksonya
Kralına vaat edilmişti. Polonya tekrar krallık haline konulmuş olsaydı, Slav ırkı,
Baltık’tan Karadeniz’e kadar bağımsızlığına kavuşmuş olacaktı. Hatta Napoleon’un
kendi menfaati uğrunda onlardan faydalandığı halde Polonyalıları böyle yüz üstü
bırakmasına rağmen, Polonyalılar Napoleon'dan kendilerini ön safa sürmesini
istiyorlardı; Fransa'nın yardımı olmadan tek başlarına Moskova’ya girebileceklerini
söyleyerek övünüyorlardı. Peki bu teklifin sırası mıydı? Silahlı şair Bonaparte,
tekrar ortaya atılmıştı. Kremlin’e çıkıp orada şarkı söylemek ve tiyatrolar
hakkında bir kararname imzalamak istiyordu.
Bonaparte’ın bugün
büyük demokrat diye göklere çıkarıldığına bakmayın, meşruti hükümetlere müthiş
kini vardı; Rusya’nın tehlikeli kutup çöllerine atıldığı zaman bile bu kinini
bırakmadı. Polonya senatosu azası Jozef Wybicki, Vilnius'te Napoleon'a
Varşova yönetiminin kararlarını getirmişti. Kutsal şeyleri ayaklar altına alan
abartılı bir söylemle: "Siz ki bu asra, tarihe dikte ediyorsunuz,
tanrının güçlü şahsında beliren insansınız, herhalde uygun bulmanız gereken
gayretleri korumak size düşer." diyordu. Jozef Wybicki, büyük Napoleon'dan
yalnız şu sözleri söylemesini dilemeye gelmişti: "Polonya Vardır,"
ve imparatorun iki dudağının arasından çıkan bu sözle polonya krallığı var
olacaktı. "Polonyalılar, karşısında yüzyıllardan bir andan ve
mesafelerin bir noktadan ibaret kaldığı şefin emirlerini baş tacı edecektir."
Napoleon cevap
verdi: “Polonya Konfederasyonunun saygıdeğer temsilcileri, bana
söylediklerinizi ilgi ile dinledim. Polonyalılar, Varşova meclisinde olsaydım
sizin gibi düşünür, sizin gibi hareket eder, sizin verdiğiniz oyu verirdim. Yurt
sevgisi uygar insanın ilk görevidir. Benim durumumda ise, ben denge sağlanacak
birçok çıkarlar, görülecek birçok görevler karşısında bulunuyorum. Polonya’nın ilk,
ikinci veya üçüncü paylaşılması dönemlerinde hüküm sürmüş olsaydım, onu savunmak
için halkımı silahlandırırdım.
Ulusunuzu severim!
On altı yıldır, askerlerinizi İtalya ve İspanya savaşlarında yanı başımda
gördüm. Yaptığınız işleri takdir ediyorum, göstermek istediğiniz gayretlere ses
çıkarmıyorum, kararlarınıza yardım etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım.
Polonya’ya daha ilk girişimde size aynı şeyleri söylemiştim. Şunu da
eklemeliyim: Avusturya imparatoruna, topraklarının bütünlüğüne dokunulmayacağı
hakkında teminat verdim, Polonya vilayetlerinden onun elinde kalan kısımlara
rahatça sahip olmasına engel olabilecek hiçbir hareketi, hiçbir manevrayı doğru
bulamam. Memleketlerinizin sizi o kadar ilgiye değer kılan, size beğenime ve
korumama o kadar hak kazandıran sabıklığını mükafatlandırmak için imkân
ölçüsünde elimden gelecek her şeyi yapacağım."
Ulusların kurtuluşa
erişmesi uğrunda çarmıha gerilen Polonya, böylece yüzüstü bırakılmış oldu. Polonya'nın
inancını alçakça aşağıladılar, özgürlük çarmıhının üstünde "susadım,"
dediği zaman ona sirkeye batırılmış sünger uzattılar. Adam Mickiewicz haykırdı: "Özgürlük, dünya tahtına oturduğu zaman ulusları sorguya
çekecek. Fransa’ya diyecek ki: seni çağırdım, sesime ses vermedin! Git şimdi,
köle ol!"
Robert de Lamennais der ki: "Bunca fedakarlıklar, bunca çabalar böyle boşa mı gidecekti? Kutsal özgürlük kurbanları vatan topraklarına ebedi bir kölelikten başka bir şey ekemedi mi? O ormanlarda ne işitiyorsunuz? -Yalnızca rüzgarların hazin fısıltısını. O ovalardan ne geçtiğini görüyorsunuz? -Sadece konmak için güvenli bir yer arayan göçebe kuşu."
9 Mayıs 1812'de,
Napoleon Grande Armee'ye katılmak için yola çıktı ve Dresden’e gitti. Ren Konfederasyonu’nun
dağınık unsurlarını orada bir araya getirdi ve kendi eliyle yaratıp
birleştirdiği bu devasa savaş makinesinin en büyük halini ilk ve son kez
harekete geçirdi.
İtalya güneşine
hasret çeken sürgüne götürülmüş şaheserler arasında İmparator Napoleon ve İmparatoriçe
Marie-Louise ile Avusturya İmparator ve İmparatoriçesi ve irili ufaklı bir sürü
hükümdar arasında bir toplantı yapıldı. Bu hükümdarlar kendi saraylarını baş
saraya bağlı birer ocak haline getirmek hevesindedirler. Emmanuel-Augustin-Dieudonné-Joseph'in
kitabında Bonaparte der ki: "İmparatoriçemin pabuçları çözülse Montmorency’lerden
bir asilzade bağlamak için hemen ileri atılırdı."
Bonaparte verilen
bir gala törenine gitmek üzere Dresden sarayından geçerken, en önde, şapkası
başında yürürdü; Doppelkaiser II. Franz, şapkası elinde, kızı, İmparatoriçe Marie-Louise'in
yanında arkadan yürürdü; daha arkadan da saygılı bir sessizlik içinde, o sürü
sürü prensler gelirdi. Avusturya İmparatoriçesi bu alaya katılmaz; kendisini
hasta dedirtir, nefret ettiği Napoleon'a kolunu vermemek için ancak
tahtıravanla dışarı çıkardı. Asil duygular namına kalmış olan kırıntılara da
yalnız kadınların kalbinde rastlanıyordu.
Bir tek Prusya
Kralı, önce bir kenarda bırakıldı. Bonaparte, dayanamayarak: "Bu hükümdar
da benden ne istiyor?" diye bağırdı. "Mektuplarıyla başımı
ağrıttığı yetmiyor mu? Ne diye bir de varlığıyla beni işkenceye sokmaya kalkışıyor?
Ona ihtiyacım yok." felaket arifesinde felakete karşı söylenmiş acı
sözler.
Cumhuriyetçi Bonaparte’ın
yanında II. Friedrich Wilhelm’in büyük kabahati kralların davasına yüz
çevirmiş olmasıdır. Berlin sarayının direktuvar ile girişmiş olduğu görüşmeler Bonaparte’a
göre: bu hükümdarın, şeref ve haysiyetini ve tahtların genel davasını miskin
birtakım uzlaşmalara feda eden asaletsiz, çıkarcı ve ürkek bir siyaset
izlediğini gösteriyordu, Bonaparte bir harita üzerinde yeni Prusya’ya göz
attığı zaman şöyle derdi: "Bu adama bunca yerleri bırakabildim demek!"
kendisini Frejus’e götüren üç komiser arasında Bonaparte, yalnız Prusyalı komiseri
fena karşıladı ve onunla hiç temas etmek istemedi. İmparatorun Wilhelm’e böyle
kin besleyişinin gizli sebebini araştıranlar oldu, bunu şu veya bu olaya
verdiler ama kuvvetle muhtemel Enghien Dukasının idamı asıl sebepti.
Bonaparte, yürüyüş kolundaki ordularının ilerlemelerini Dresden'de bekledi: yine bu şehirde Marlborough kontu John Churchill, xii. Karl'ı selamlamaya giderken, bir haritada ucu Moskova’ya varan bir hat görmüş, hükümdarın bu yolu tutacağını ve Batı'da savaşa kalkışmayacağını tahmin etmişti. Bonaparte, istila tasavvurunu açıktan açığa itiraf etmemekle beraber büsbütün gizleyemezdi de. Diplomatlara karşı üç sebebi ileri sürüyordu: Çar'ın 31 Aralık 1810 tarihli fermanı, birtakım maddelerin Rusya'ya girmesini yasaklamış, bu yasakla da Avrupa sistemini bozmuştu, Oldenburg Dükalığı’nın ilhakını Aleksandr protesto etmişti ve Rusya silahlanıyordu. Büyük büyük laflar edilmesine alışılmış olmasa meşru savaş sebebi olarak, bağımsız bir devletin gümrük kararlarının ve bu devletin kabul etmemiş olduğu bir sistemin bozulmasının gösterilmesine şaşılırdı. Oldenburg Dükalığı’nın ilhakıyla Rusya'nın silahlanması meselesine gelince, yukarıda görüldüğü gibi Vicenza Dükası Napoleon’a, tenkitlerinin yersizliğini göstermişti. Adalet o kadar mukaddestir, işlerde başarılı olmak için öyle temel bir şarttır ki, onu ayaklar altın alanlar bile adalet ilkelerine uyduklarını ileri sürerler. İşte o sırada General Lauriston Petersburg’a, Kont Narbonne’da Aleksandr’ın genel karargahına gönderildi: Bunlar barış ve iyi niyet hakkında güvenilmez sözler götürüyorlardı. Dominique-Georges-Frédéric Dufour de Pradt, alelacele Polonya Diyet’ine gönderilmişti; efendisine Jupiter Scapin (düzenbaz tanrı) adını vererek geri döndü. Kont de Narbonne, Aleksandr’ın yılmadan ve böbürlenmeden, yüz kızartıcı bir barıştansa savaşı yeğ tuttuğunu gelip anlattı. Çar hala Napoleon’dan söz ederken saf bir hayranlık gösteriyormuş ama Rusların davasının haklı olduğunu ve gözü yükseklerde olan dostunun hata ettiğini söylüyormuş. Moskova tebliğlerinde ifade edilen bu gerçek, Rus halk ruhunun damgasıyla hemen damgalandı: Bonaparte onların gözünde Antéchrist'e (Deccal) dönüştü.
Napoleon, 22 Mayıs
1812’de Dresden'den ayrıldı, Poznan ve Thorn’dan geçti, öteki müttefikleri
tarafından Polonyalıların yağma ve talan edildiğini gördü. Vistül nehri boyunca
indi, Danzig’de, Königsberg’de ve Gumbinnen'de (Gusev) biraz
durdu.
Yolda, çeşitli kıtalarını teftiş etti: eski askerlerine piramitlerden, Marengo’dan, Austerlitz'den, Jena’dan, Friedland’dan söz açtı; gençlerin ihtiyaçlarını sordu, teçhizatlarıyla, aylıklarıyla, komutanlarıyla ilgilendi; o sıralarda babacanlık rolü oynuyordu.
Bonaparte, Neman'ı
geçtiği sırada, seksen beş milyon beş yüz bin can, onun veya ailesi fertlerinin
hükümranlığını tanıyordu; Hristiyanlık dünyasındaki nüfusun yarısı ona itaat
ediyordu, on dokuz derece enlem ve otuz derece boylam arasındaki bir alanda
emirleri yerine getiriliyordu. Bundan daha heybetli bir sefer daha öncesinde ne
görülmüş ne de duyulmuştu.
22 Haziran günü,
Wilkowisko’daki genel karargahında Napoleon savaş ilan etti: "Askerler,
İkinci Polonya savası başlamıştır; ilki Tilsit'le sona ermişti, Rusya’yı alınyazısı
sürüklüyor: kader yerine gelecektir."
Bu henüz genç
olan sese, Moskova yüz on yaşındaki Metrepoliti’nin diliyle cevap verdi: "Moskova
şehri, İsa'sı Aleksandr’ı bir ana gibi gayretli evlâlarının bağrına basıyor ve hoşanna (kurtar bizi!) Diye haykırıyor! Gelenden tanrı razı olsun!" Bonaparte
kadere hitap ediyordu, Aleksandr ise hakka.
23 Haziran 1812’de,
Bonaparte geceleyin neman nehri üzerinde keşif yaptırdı, buraya üç köprü atılmasını
emretti. Ertesi gün güneş batarken, birkaç istihkam eri nehri bir kayıkla
geçti; öteki kıyıda kimseye rastlamadılar. Sonra, bir devriyeye kumanda eden
bir kazak subayı yanlarına gelip kim olduklarını sordu. -"Fransızız."
+"Rusya’ya ne amaçla geliyorsunuz?" -"sizinle çarpışmaya."
Kazak asker ağaçlar arasında kayboldu, üç istihkam eri ormana doğru ateş
açtılar, karşılık veren olmadı. Her taraf derin bir sessizlik içindeydi.
Bonaparte bütün bir gün mecalsiz bir halde uzanmış kalmıştı ama gözüne de uyku girmedi. İçi bir türlü rahat edemiyordu. Fransız ordularının yürüyüş kolları Pilwiski ormanı içinde, karanlıkta faydalanarak yürüyordu. Tıpkı Palus Meotides’te (Azak Denizi) bir dişi geyiğin peşine düşerek yol alan hunlar gibi. Neman hala görünmüyordu. Görmek için ta yanı başına varmak gerekti.
Gün ortasında Moskova
taburları veya kurtarıcılarını karşılamaya gelen Litvanyalılar yerine çorak
kumlar ve ıssız ormanlardan başka bir şey görünmedi. Nehirden üç yüz adım
ötede, en yüksek sırtta imparatorun çadırı fark ediliyordu. Bunun etrafında,
bütün tepeler, tepelerin yamaçları ve vadiler, Fransız askerleri ve atlarıyla
kaplıydı.
Napoleon’un emrindeki
kuvvetler, 685.300 asker ve 176.850 attan oluşuyordu. İspanya
Veraset Savaşı sırasında XIV. Louis’nin, hepsi de Fransız olmak üzere, silah
altında altı yüz bin askeri vardı. Doğrudan doğruya Bonaparte’ın emri altındaki
faal piyadeler on kolorduya ayrılmıştı. Bu Kolordular yirmi bin İtalyan, ren Kofederasyonu’ndan
seksen bin asker, otuz bin Polonyalı, otuz bin Avusturyalı, yirmi bin Prusyalı ve
iki yüz yetmiş bin Fransızdan oluşmaktaydı.
Ordu Neman'ı geçti, Bonaparte da uğursuz köprüyü geçti ve Rus toprağına ayak bastı. Durup askerlerinin geçişini seyretti, sonra gözden kayboldu, daha sonra, sanki çalılar arasında bir ruhlar derneğine çağrılmış gibi bir ormanda rastgele at koşturdu. Geri döndü, etrafı dinledi, ordu da onunla birlikte etrafı dinliyordu; kulaklarına uzaktan uzağa top sesleri geliyordu, seviniyorlardı. Oysa bu, sadece fırtınanın gürültüsüydü, onlar yaklaştıkça savaş kaçıyordu. Bonaparte boşaltılmış bir manastıra sığındı: burası iki ayrı bakımdan bir barış ve selamet barınağıydı.
Anlattıklarına
bakılırsa, sözde Napoleon’un atı yere kapaklanmış ve "Bu durum kötülüğe
alamet; bir Romalı olsaydı bunu görünce geri dönerdi" diye
mırıldananlar olmuş. Bu, Tebriz'e ilerleyen Yusuf Sinan Paşa'ya, fatih piç İ.
William'a, İİİ. Edward'a ve ihtilal mahkemesine gitmek üzere yola çıkan Malesherbes'e
atfedilen eski bir hikayedir.
Orduların nehri
geçmesi üç gün sürdü, sıraya giriyor ve ilerliyorlardı. Napoleon yola koyulmuş,
acele ediyordu; Bousset’nin dediği gibi, zaman Bonaparte'a "yürü! Yürü!"
diye sesleniyordu.
Vilnius'te Bonaparte,
Varşova Diyet’inden senatör Wibicki’yi kabul etti. Bir Rus müzakerecisi, Balaşov'da
çıkageldi; hala anlaşma imkânı bulunduğunu, Aleksandr’ın hiçbir suretle
saldırgan olmadığını, Fransızların savaş ilan etmeden Rusya’ya girmiş
olduklarını söylüyordu. Napoleon, cevabında Aleksandr’ın sadece bir salon
generali olduğunu ve yalnız üç generali bulunduğunu söyledi. Bunlardan Mihail
Kutuzov’u rus olduğu için umursamıyordu. Zaten daha altı yıl önce pek yaşlı
olan Alman Levin August von Bennigsen ise artık büsbütün bunamıştı. Mihail
Bogdanoviç Barclay de Tolly ise, çekilme konusunda usta bir generaldi. Konuşma
sırasında Vicenza Dükası Napoleon'un kendisine hakarette bulunduğunu sandı,
kızgın bir sesle sözünü kesti: "Ben dürüst bir Fransızım, bunu ispat
ettim, yine de ediyor ve tekrarlıyorum: bu savaş siyasi anlaşmaya aykırıdır,
tehlikelidir, ordunun, Fransa'nın ve İmparatorun mahvına sebep olacaktır."
Bonaparte, Rus
temsilcisine: "Sizin o Polonyalı jakobenlerinize değer verdiğimi mi
sanıyorsunuz?" demişti. Bu sözü Anne Louise Germaine de Staël zikreder. Hanımefendinin yüksek muhitle sıkı ilişkileri olması, iyi ve doğru haber
almasını sağlıyordu. İddiasına göre Bonaparte'ın bakanlarından biri tarafından
m. de Romanzof'a bir mektup yazılmış ve bu mektupta Napoleon, Avrupa Kıtasına ait
her türlü muamele ve mukavelelerden Polonya ve Polonyalıların adını silip
çıkarmayı teklif ediyormuş. Napoleon’un, bu mert yalvarıcılarına karşı duyduğu
nefretin boş bir kanıtı daha.
Bonaparte, Balaşov’un
yakınlarındayken Rus temsilciye Moskova’daki kiliselerin sayısını sordu, aldığı
cevap üzerine haykırdı: "Vay! Hristiyanlığın unutulduğu bir devirde bu
kadar çok kilise ha?" Moskovalı atıldı: "Affınızı dilerim,
majesteleri. Ruslarla İspanyollar Hristiyanlığı unutmamışlardır."
Balaşov görüşmeleri imkânsız tekliflerle geri çevrilince son barış umudu da suya düştü. Savaş bildirilerinde deniyordu ki: "İşte o uzaktan pek korkulu görünen Rus İmparatorluğu! Sadece soğuk bir çölden ibaret. Aleksandr askerini toplayıncaya kadar, Napoleon çoktan Moskova’ya varacak."
Bonaparte, Vitebsk’e
vardığı zaman, bir an aklına orada kalmak geldi. Mareşal Barclay de Tolly’nin yine
geri çekildiğini gördükten sonra genel karargahına dönünce kılıcını haritalar
üzerine atarak söylendi: "Burada kalacağım! 1812 seferim sona erdi,
gerisini 1813 seferinde tamamlarız." bütün Generallerinin kendisine
tavsiye ettikleri bu kararında dursaydı pek isabetli bir karar almış olacaktı! Yeni
barış teklifleri geleceğini ummuştu, gelen giden olmadığını görünce canı
sıkıldı, Moskova'ya sadece yirmi günlük yol vardı. "Moskova, kutsal
şehir!" diye tekrarlıyordu. Bakışları kıvılcımlar saçıyor, tavrı
vahşileşiyordu. Hareket emri verildi. İtirazlar ileri sürüldü, kulak asmadı. Düşüncesi
sorulan Daru Kontu Pierre, Bonaparte'a cevap verdi: "Böyle bir savaşın
ne amacına aklım eriyor, ne de gereğine." imparator şu karşılığı verdi:
"Beni budala yerine mi koyuyordunuz? Keyfim için mi savaşıyorum
sanıyorsunuz?" oysa Generalleri, İspanya savaşıyla Rusya Savaşı’nın Fransa’yı
kemiren iki çıban olduğunu Bonaparte'ın ağzından işitmiş değiller miydi? Ama barış
yapmak için ortada iki taraf bulunması gerekirdi. Aleksandr’dan ise bir mektup
bile geldiği yoktu.
Peki bu çıbanlara sebep olan kimdi? Bu birbirini tutmaz hareket ve fikirler gözden kaçıyor ve hatta Napoleon'un saf yürekli samimiyetine birer kanıt gibi de gösteriliyor.
Bonaparte hata
ettiğini anlayarak geri dönmeyi haysiyetine yediremezdi. Askerleri, artık onu yalnız
savaştan savaşa gördüklerinden, onları ölüme götürürken yanlarında bulunup
hayatta kendilerinden uzaklaştığından sızlanıyorlardı ama Bonaparte'ın bu
şikayetlere kulakları tıkalıydı. Ruslarla Türkler arasında barışın imzalandığı
haberi onu şaşırttı ama yolundan çevirmedi. Smolensk’e doğru hızla atıldı. Rusların
beyannamelerinde deniliyordu ki: "Napoleon dilinde dürüstlük fakat
yüreğinde hıyanetle geliyor, kölelerden kurulu alaylarıyla bizi zincirlemeye
geliyor. Haçı yüreğimize ve kılıcı elimize alalım, bu aslanın dişlerini
sökelim, dünyayı perişan eden zalimi perişan edelim."
Smolensk sırtlarında,
Napoleon 120.000 askerden ibaret olan Rus Ordusuyla yine karşılaştı.
"Bu sefer yakaladım!" diye haykırdı. Ayın 17’sinde, gün
ağarırken general Augustin Daniel Belliard, bir kazak çetesini kovalayarak Dinyeper’e
döktü, örtme kuvveti geri alınınca, düşman ordusunun Moskova yolunu tutmuş
olduğu görüldü. Rus ordusu yine çekiliyordu, Bonaparte’ın hayali yine uçup
gitmişti. Bu gereksiz kovalamaya imparatoru çokça teşvik etmiş olan Joachim
Murat, hırsından kendini öldürtmek istiyordu. Henüz daha boşaltılmamış olan Smolensk
Kalesinin ateşi altında ezilen Fransız bataryalarından birinin yanından bir
türlü ayrılmıyordu: "Hepiniz çekilin, beni burada yalnız bırakın!"
diye haykırıyordu. Bu kaleye karşı korkunç bir hücumda bulunuldu, basamak
basamak yükselen sırtlara yerleştirilmiş olan Fransız Ordusu aşağıda yapılan
savaşı seyrediyordu. Taarruz edenlerin top ateşi altında ileri atıldığını
gördüğü zaman imparator el çırptı. Mısır'daki Thelia harabelerini görünce de
böyle yapmıştı.
Geceleyin şehirde bir yangın göze çarptı. Mareşal Louis Nicolas Davout’nun bir askeri duvarlara tırmanıp dumanlar içindeki kaleye erişti, kulağına uzaktan birtakım sesler geldi. Tabancası elinde, o tarafa doğru yürüdü ve dost bir memleketin keşif kıtasıyla karşılaşarak şaşakaldı. Ruslar şehri terk etmişler, Poniatowski ve emrindeki Polonyalılar da burayı işgal etmişlerdi.
Joachim Murat, acayip kılığı ve onlardan geri kalmayan yiğitlik tarzıyla Kazakların hayranlığını kazanıyordu. Bir gün Kazak çeteleri üzerine dehşetli bir hücuma geçmişti, fena halde kızarak onlara emirler verdi. Kazaklar ne dediğini anlamadılar ama sezdiler ve düşman Generalin emrini yerine getirdiler.
Fransızlar, Kazakların
generali Matvei Platov'u Paris’te gördükleri zaman nasıl bir evlat
acısı çekmiş olduğunu bilmiyorlardı. 1812’de onun gün gibi güzel bir oğlu
vardı, bu oğul beyaz bir Ukrayna küheylanına biniyordu. On yedi yaşındaki
savaşçı, o serpilen ve ümitler içinde yüzen çağın bütün gözü pekliğiyle
çarpışıyordu, bir Polonya Uhlan'ı onu vurup öldürdü. Bir ayı postu üzerinde
yerde yatarken muharebenin ortasında kazaklar gelip saygı ile elini öptüler,
ölüm duaları ettiler, çocuğu çamlarla örtülü bir tepeciğe gömdüler. Sonra,
atlarını gemlerinden tutarak, uçları yere doğru çevrilmiş mızraklarıyla,
önünden geçit yaptılar. Bu töreni, Gotlar'ın tarihini yazan kişi tarafından
tasvir edilen cenaze töreni, yahut da Germanicus'un mezarı önünde Fascellum’larını (fascellum diye eski roma’da bir araya getirilmiş ağaç
çubuklarının kayışlarla bağlanmasından meydana gelen demete derlerdi. Sembolik bir
anlamı olan bu çubuklar, cenaze törenlerinde baş aşağı çevrilirdi. Mussolini, İtalya’da
faşist rejiminin sembolü olarak bu demeti kabul etmiştir. Zaten faşist sözü de
bu Fascellum’dan gelir) tersine çevirmiş (versi Fasces) olan roma bölükleri ile
benzetebiliriz. "Kuzey baharının saçlarını bezediği taze karları, rüzgâr
yere serpiyordu."
Bonaparte, Rusya'dan Fransa’ya gönderdiği bir yazıda Rus arazilerini eline geçirdiğini ve maliye bakanının seksen milyon fazla geliri hesaba katabileceğini bildiriyordu.
Rusya kutba
doğru kaçıyordu. Asilzadeler, ahşap konaklarını boşaltarak aileleri, çiftçileri
ve sürüleriyle birlikte gidiyorlardı. Dinyeper ya da bir vakitler suları Vladimir
tarafından kutsal ilan edilen eski Borysthenes aşılmıştı. Uygar uluslara
barbarların istilaları bu nehirden gelmişti, şimdi de uygar ulusların
istilasına uğruyordu. Yunanca bir ad altında kılık değiştiren bu vahşi nehir, Slavların
ilk göçlerini artık hatırlamıyordu bile. Ormanları arasında herkesten habersiz
akıyor, kayıklarında Odin'in Çocukları yerine Petersburg’la Varşova'nın kadınlarına
şallar ve güzel kokular taşıyordu. Dünyanın gözünde onun tarihi ancak Aleksandr’ın
kiliselerinin bulunduğu dağların doğusunda başlar.
Smolensk’ten bir
ordu hem Petersburg’a hem de Moskova'ya götürülebilirdi ama Smolensk, sefere
çıkana durması için bir ihtarda bulunmalıydı; imparator bir an bunu aklından
geçirmedi değil. Mösyö Fain der ki: "Şevki kırılan imparator Smolensk’te
kalma niyetinden söz açtı." sahra hastanelerinde her türlü malzeme
eksikliği baş göstermişti. General Gaspard Gourgaud; Topçu General Jean
Ambroise Baston de Lariboisière'in, yaralıların yaralarını sardırmak için
toplarının üstüpünü vermek zorunda kaldığını anlatır. Ama bir kuvvet Bonaparte’ı
inatla sürüklüyordu; dünyanın iki ucunda yakıcı ovalarla buzlu bozkırlarda ordularını
aydınlatan iki gün doğumunu seyretmekten zevk duyuyordu.
Çılgın Orlando (Ludovico Ariosto eseri) eskide kalan o şövalyelik ortamında, Angelica’nın peşinden koşuyordu; büyük soydan gelen fatihler, daima daha yüksek bir hükümdarın peşindedirler. Zaman’ın karısı, Gök'ün kızı ve tanrıların anası olan, başında dağ tepelerinden bir taç taşıyan o tanrıçayı (Rhea) kollarına almadıkça onlar için durup dinlenmek yoktur. Kendi hayatının büyüsüne kapılmış olan Bonaparte için her şey kendinden ibaret kalmıştı; Napoleon, Napoleon’un kölesi olmuştu. Kendinde artık kendinden başka bir şey yoktu. O zamana kadar ancak hep bilinen, adı çıkmış yerlere sefer etmişti; şimdi adsız bir yola düşmüştü. O yol boyunca Petro, henüz yüz yaşına bile basmamış olan imparatorluğun ilerdeki şehirlerinin ancak temellerini atmıştı. Örnekler insana ders verebilse, Moskova sevdasıyla Smolensk'ten geçmiş olan XII. Karl’ın hatırasının Bonaparte’ı kaygıya düşürmesi gerekirdi. Kolodrina’da kanlı bir çarpışma oldu. Fransızlar, cesetlerini aceleyle gömmüşlerdi. Öyle ki Napoleon nasıl bir kayba uğramış olduğunu pek anlayamadı. Dorogobuj’da, kar gibi ak sakalı göbeğine inen bir Rusla karşılaştılar. Ailesinin peşine takılamayacak kadar yaşlı olup evinde yalnız başına kalmış olan bu adam, Büyük Petro’nun saltanatının son zamanlarındaki harikaları görmüştü, şimdi de memleketinin böyle yakılıp yıkılışına içinden diş bileyerek tanık oluyordu.
Bir tarafın
zorladığı, öteki tarafın kaçındığı bir dizi muharebeler Fransızları Moskova kapılarına
getirdi. Açıkta kurulan her ordugahta imparator, çam dalları üstünde oturup
ayağıyla ittiği bir Rus güllesiyle oynarken Generalleriyle münakaşa ediyor,
onların itirazlarını dinliyordu.
Livonyalı bir Protestan
rahip ve sonradan da general olan Barclay, sonbaharın peşinden yetişmesine
vakit bırakan bu çekilme usulünü icat etmişti. Bir saray entrikası onu devirdi.
Prens Karl yetişinceye kadar savaşa tutuşmama fikrini kabul ettiremediği için Austerlitz'te
yenilen ihtiyar Mareşal Mihail Kutuzov, Barclay’in yerine geçti. Rusların nazarında
Kutuzov kendi soylarından bir General, Mareşal Aleksandr Suvorov’un
öğrencisi, 1811’de Osmanlı Harbi’nin galibi ve o zaman Rusya’nın pek muhtaç
olduğu, Bab-ı Ali ile antlaşmayı sağlayan adamdı. O sıralarda Moskova’dan bir
subay, Mareşal Davout’nun ileri karakollarına başvurdu; belli belirsiz birtakım
teklifler getiriyordu, asıl görevi görmek ve anlamaktı, Fransızlar kendisine
her şeyi gösterdiler. O kayıtsız ve korkusuz Fransız merakı ile kendisinden Vyazma
ile Moskova arasında ne bulunduğunu sordular, “Poltava” cevabını
verdi.
Borodino sırtlarına vardıkları zaman, Bonaparte nihayet durmuş ve mevziisini son derece tahkim etmiş Rus Ordusunu gördü. Bu ordu 120.000 askerle 600 toptan ibaretti, Fransızların tarafında da kuvvet aynıydı. Rusların sol kanadı incelendikten sonra, Mareşal Davout, Napoleon’a düşmanı çevirmeyi teklif etti. İmparator: "Bu bana fazla vakit kaybettirir" cevabını verdi. Davout ısrar etti, manevrasını sabahın altısından önce tamamlamış olacağına söz verdi, napoleon birdenbire sözünü kesti: "Ya! Demek hala düşmanı çevirmek düşüncesindesiniz."
Rus ordusunda büyük bir hareket göze çarpmıştı: askerler tetikteydiler, etrafı papazlar ve metropolitlerle çevrili olan, önünde dini yapılar ve Smolensk yıkıntılarından kurtarılan kutsal bir motif bulunan Kutuzov, askerlerine tanrıdan ve vatandan bahsediyordu; Napoleon’u dünyanın başına musallat olmuş bir zorba diye anıyordu.
Bu savaş
türküleri, ıstırap seslerine karışan bu zafer koroları arasında, Fransızların tarafında
da dini bir ses işitildi: bu ses bütün ötekilerden farklıydı, tapınağın
kubbeleri altında tek başına yükselen kutsal ilahiydi bu. Sakin fakat dokunaklı
sesi son olarak işitilen asker, muhafız süvarilerine kumanda eden mareşalin
yaveriydi. Bu yaver Rusya seferinin bütün savaşlarına girip çıkmıştır,
napoleon’dan en ateşli hayranları gibi söz eder ama kusurlarını da kabul eder,
uydurma hikayeleri düzeltir ve işlenen hataların başbuğun gururundan ve
komutanların tanrıyı unutuşlarından ileri geldiğini söyler. Yarbay de Baudus der
ki: "Bunca yiğidin son günü olan bu arife günü, Rus ordugahında
ibadetle geçirildi. Düşmanın dindarlığının gözümün önüne serdiği manzara, bir
de bizim saflarımızdaki birçok subayın bununla eğlenişleri, krallarımızın en
büyüğünün, Şarlman'ın giriştiği muharebelerin en tehlikelisine başlamadan önce
dini ayinler yaptırmış olduğunu bana hatırlattı. Ah! Şüphesiz ki, bu yolunu
şaşırmış Hristiyanlar arasında, iyi niyetli oldukları için duaları takdis eden
birçokları vardı çünkü Ruslar Moskova'da yenildilerse de, tanrının eseri olduğu
için onların hiçbir suretle övünmeye hakları olmayan tam bozgunumuz, birkaç ay
sonra yakarışlarının fazlasıyla iyi karşılanmış olduğunu ispat etti."
Peki ya çar
neredeydi? Memleketinden kaçmış olan çar, Madam de Stael'e büyük bir General olmadığına
esef ettiğini alçakgönüllülükle söylemişti. O sırada mabeyincilerden Mösyö
Bausset Fransız karargahına gelmiş bulunuyordu: sakin Saint-Cloud korosundan
çıkmış, Fransız ordusunun korkunç izlerinde yürüyerek büyük cenaze alayının
arifesinde Moskova'ya varmıştı. Marie-Louise'in imparatora gönderdiği, roma
kralının resmini getiriyordu. Bonaparte’ın bu resmi görünce ne türlü hisler
altında kaldığını Mösyö Fain ile Segur Kontu tasvir ederler, General
Gourgaud’ya göre, resme baktıktan sonra "Pek erkenden bir savaş alanını
görüyor, uzaklaştırın onu" demişti.
Fırtınadan önceki gün son derece sakin geçti. Mösyö Baudus der ki: "Şu eriştiğim yaşta soğukkanlılıkla bakılınca, bu kadar haince çılgınlıkları hazırlarken gösterilen o ağırbaşlılıkla mantık namına yüz kızartıcı bir şey var, gençliğimde ben de bunu güzel bulmuştum."
Ayıp 6'sında,
akşama doğru Bonaparte şu bildiriyi yazdırdı; bu emri askerlerin çoğu ancak
zaferden sonra öğrendi: "Askerler, sabırsızlıkla beklediğiniz savaş
işte geldi çattı. Zafer artık sizin göstereceğiniz gayrete bağlıdır. Ona ihtiyacımız
var, bu zafer bizi bolluğa kavuşturacak, vatanımıza çabuk dönmemizi sağlayacak.
Austerlitz’te, Friedland'da, Vitebsk’te ve Smolensk’te nasıl savaştıysanız yine
öyle savaşın, en uzak bir gelecekte bile torunlarınız bugün neler başardığınızı
ansınlar; bizden söz ederken Moskova surları önündeki savaşta o da vardı,
desinler."
Bonaparte geceyi
kaygı içinde geçirdi. Kâh düşmanların çekildiğini sanıyor, kâh askerlerinin
yoksulluğu ve subaylarının bezginliği gözünü korkutuyordu. "Bula bula
bataklıklar ile açlık bulacak ve küller üstünde açıkta konaklayacak olduktan
sonra ne diye bize 800 fersah yol yürüttüler? Savaş her yıl biraz daha
güçleşiyor; yeni fetihler uğrunda yeni düşmanlar aramaya gidiliyor, yakında
avrupa’ya da sığamaz olacak, Asya’yı fethe kalkışacak." gerçekten Bonaparte,
Volga’ya dökülen akarsuları kayıtsızlıkla seyretmiş değildi; Babil'e hakim olmak
için doğmuş olan Napoleon daha önce başka bir yoldan buna erişmeye kalkışmıştı.
Asya’nın batı kapısında Yafa’da durdurulduktan, aynı Asya’nın Kuzey kapısında, Moskova’da
durdurulduktan sonra, güneşin ve insanın doğmuş olduğu bu yeryüzü parçasını
çevreleyen denizlerin ortasında ölmüştü.
Napoloen, gece
yarısı vakti yaverlerinden birini çağırttı. Gelen asker, imparatoru başını
avuçları içine almış buldu, Napoleon kendi kendine konuşuyordu: "Savaş nedir?
Savaş, barbarlara has bir zanaat ki, bütün ustalığı belli bir noktada daha
güçlü olmaktan ibaret." devamında talihin kararsızlığından şikâyet
ediyor, düşmanın durumunu incelemelerini emrediyor, ateşlerin aynı parlaklıkla
ve aynı sayıda parladığını haber veriyorlar, içi rahat ediyor. Sabahın beşinde Mareşal Michel Ney taarruz emrini istemek için ona adam gönderiyor, Bonaparte çıkıyor
ve haykırıyor: "Haydi, Moskova’nın kapılarını açmaya gidelim!"
gün ağarıyor, Napoleon pembeleşmeye başlayan doğuyu göstererek: "İşte
Austerlitz'in güneşi!" diye haykırıyor.
6 Eylül günü,
sabahın ikisinde, imparator düşmanın ileri karakollarını dolaştı, iki taraf da
günü keşiflerle geçirdiler. Düşman çok sıkışık durumda mevzi almıştı. Bu durum Napoleon'a
güzel ve güçlü göründü. Manevra yapmak ve düşmanı mevziiyi bırakmaya zorlamak
kolaydı ama bu yapılırsa muharebe fırsatı yine kaçırılmış olacaktı.
Ve tarihi Borodino Muharebesi başlar:
7 Eylül günü,
sabahın 06:00'ında, soldaki bataryayı muhafız ihtiyat topçusuyla desteklemiş
olan General Kont Jean-Barthélemot Sorbier ateşe başlayarak muharebenin
açılışını yaptı. Saat 06:30'da General Jean Dominique Compans yaralandı.
07:00'da Eckmühl Prensi Mareşal Louis Nicolas Davout'nun atı devrilip öldü.
Yine saat
7'de, Elchingen Dükü Michel Ney harekete geçti ve General Faucher’nin bir gün
önce düşmanın merkezini dövecek şekilde mevziiye soktuğu altmış topun
korumasında, merkeze doğru ilerledi. İki yandan bin top ölüm püskürüyordu. Saat
8'de düşmanın mevzileri düştü, tabyalar alındı ve Fransız topçuları, Rusların elindeki
tepelere çıktı.
Rusların elinde sağ kanattaki tabyaları kalmıştı, General Kont Charles Antoine Morand oraya yürüdü ve bunları zapt etti fakat sabahın dokuzunda her yandan hücuma uğrayınca, orada tutunamadı. Bu başarıdan cesaret alan Ruslar, şanslarını bir kez daha denemek üzere yedek kuvvetlerini ve son kıtalarını ileri sürdüler, Çar'ın hassa alayı da bunlar arasındaydı. Rus ordusu, Fransızların sağ kanadının manevrasına koruma sağlayan merkeze saldırıya geçti. Rusların yanmış köyü ele geçireceğinden bir an korkuldu ama o esnada Louis Friant’ın Tümeni oraya yetişti, seksen Fransız topu düşman kanatlarını önce durdurdu, sonra da bozguna uğrattı, bu kanatlar iki saat top ateşi altında sık yığınlar halinde kaldılar. Ruslar ileri atılmaya cüret edemiyor, geri çekilmek de istemiyor ve zafer umudunu kaybetmiş bulunuyordu. Napoli Kralı Joachim Murat, kararsızlıkların hakkından geldi, dördüncü süvari kolordusunu hücuma geçirdi, askerler Rusların sıkışık yığınlarıyla zırhlı süvari bölükleri arasında topçuların açtığı gediklerden girdiler, Ruslar her yandan bozguna uğradı.
"Öğleden sonra
saat 2:00 Ruslar bütün umudunu yitirmiş bulunuyor, savaş sona ermiştir. Top ateşi
yine devam ediyor, Ruslar artık zafer uğrunda değil çekilmeyi sağlamak ve
canlarını kurtarmak için savaşmaktadır. Bütün kaybımız 10.000 kişi
olarak hesaplanabilir; düşmanın kaybı ise 40.000-50.000 kişiydi. Böyle bir
muharebe alanı asla görülmüş değildi. Altı cesetten biri Fransız, beşi Rus’tu. Kırk
Rus Generali ölmüş, yaralanmış veya esir edilmişti: General Pyotr Bagration da yaralıydı.
Biz, bir gülleye kurban giden Tümgeneral Kont Louis-Pierre Montbrun'ü, bir saat sonra da onun yerine gönderilen ve aynı şekilde ölen General Kont Auguste-Jean-Gabriel de Caulaincourt'u kaybettik.
Tuğgenerallerden
dördü, Claude Antoine Compère, Louis Auguste Marchand Plauzonne, Marlon ve Huart
öldüler; çoğu hafif olmak üzere yedi sekiz general yaralandı, neyse ki Eckmühl
Prensi Mareşal Ney'e bir şey olmadı. Fransız askerleri şan aldılar ve Rus ordularına
büyük üstünlüklerini gösterdiler.
Mojaysk’tan
iki fersah ve Moskova’dan yirmi beş fersah mesafede verilen bu Borodino
Meydan Muharebesi'nin özeti kısaca budur.
İmparatorun hayatı katiyen tehlikeye atılmamıştı. imparatorluk muhafızları (Garde Impériale) piyade ve süvarisiyle muharebeye tek adam sokmamış ve tek adam kaybetmemişti. Zafer hiçbir zaman kararsız görülmemişti. Mevzileri zorlanan düşman bunları geri almaya kalkışmasaydı, bizim kayıplarımız Ruslarınkinden fazla olacaktı ama Ruslar askerlerini sabah sekizden akşam ikiye kadar bataryalarımızın ateşi altında tutmak ve kaybettiğini geri almak için ayak diremek yüzünden ordusunu kaybetmişti. Kayıplarının pek büyük oluşunun sebebi buydu."
Bu delilsiz ve
birçok şeyi belirtmeyen bildiri, Borodino Muharebesi ve özellikle büyük tabyada
yapılan korkunç çatışmalar hakkında doğru bir fikir verebilmekten uzaktır. Savaşta
seksen bin kişi kaybedildi; bunlardan otuz bini Fransızlardandı. General Auguste
du Vergier de la Rochejaquelein'in yüzü bir kılıç darbesiyle yarıldı ve Ruslara
esir düştü, bu adam başka savaşları ve başka bir sancağı akla getiriyordu. Hemen
hemen tamamıyla yok olmuş olan 61. Alayı teftiş eden Bonaparte, alayın
komutanına dedi ki: -"Albay, taburlarınızdan birine ne oldu? +"Majesteleri,
tabyada hepsini yitirdik." Ruslar bu muharebeyi kazanmış olduklarını
daima iddia etmişlerdir, hala da etmektedirler ve sonrasında, Borodino sırtlarına
bir zafer anıtı da dikeceklerdir.
Bonaparte’ın bildirisinde
eksik kalan tarafları Mösyö Segur’un anlattıkları tamamlayacaktır: "İmparator
savaş alanını dolaştı. Hiçbir savaş alanı böylesine korkunç bir manzara
göstermemiştir. Bu korkunçluğa her şey katılıyordu: karanlık bir gök, soğuk bir
yağmur, şiddetli bir rüzgâr, kül olmuş evler, altüst olmuş yıkıntılar ve
molozlarla örtülü bir ova, ufukta kuzey ağaçlarının hazinliği ve koyu
yeşilliği, her yanda cesetler arasında dolanan ve yiyecek bulmak umuduyla ölmüş
arkadaşlarının çantalarını bile karıştırmaktan çekinmeyen askerler, korkunç
yaralar; çünkü Rus kurşunları bizimkilerden daha büyüktür. Ordugahlar sessiz,
türküler susmuş, hikâye anlatan kalmamış: tamamıyla kasvetli bir sessizlik. Grande
Armee'nin kartallı sancaklarının çevresinde subaylarla erbaşlardan geri
kalanlarla birkaç asker, yalnıza sancağı muhafazaya ancak yetecek kadar insan
görülüyordu. Savaşın çetinliğinden askerlerin elbiseleri yırtılmış, baruttan
kararmış, kana bulanmıştı. Bununla birlikte bütün bu kartalların, bu sefaletin,
bu felaketin ortasında herkes vakur durmaktadır. Hatta imparatoru görünce bazı
zafer naraları işitildi ama bunlar seyrekti ve içten kopma değildi çünkü bu orduda
hem heyecanlanmaya hem de olup bitenleri tahlile yetenekli her asker, bütün
ordunun durumunu takdir ediyordu.
İmparator,
zaferini ancak ölülerin sayısıyla ölçebilirdi. Toprak, tabyalara serilmiş o
kadar çok Fransız’la örtülmüştü ki, ayakta kalanlardan ziyade cesetlerin malı
olmuş gibiydi. Adeta ölü galiplerin sayısı canlı muzafferlerden fazla
görünüyordu.
Napoleon’un
peşinden gitmek için üstlerine basıp geçmek gereken bu ölüler yığını arasında
atlardan birinin ayağı bir yaralıya dokundu, o da hayatta olduğunu gösteren son
bir harekette bulundu ve acısından haykırdı. O ana kadar zaferi gibi sessiz
duran ve bunca kurbanlarının manzarasından yüreği ezilen imparator
parlayıverdi, öfkeyle bağırıp çağırarak ve bu zavallıya bakılmasını emrederek
içini ferahlattı. Sonra her yandan çığlıkları işitilenlerin yardımına koşsunlar
diye maiyetindeki subayları etrafa dağıttı.
Yaralılar özellikle
hendeklerde kalabalıktı, bizimkilerden çoğu buraya atılmışlar, birtakımı da düşmandan
ve kasırgadan daha iyi korunmak için sürüne sürüne bu hendeklere girmişlerdi. Kimileri,
inleyerek vatanlarının ve analarının adını söylüyorlardı, bunlar en
gençleriydi. Daha emektarlar ölümü ya kayıtsız yahut da alaycı bir tavırla
bekliyor, yardım dilenmeye veya sızlanmaya tenezzül etmiyorlardı; birtakımı da
hemen öldürülmelerini istiyorlardı ama bu zavallıların yakınından geçenler yan
çiziyorlar, yüreklerinde ne yardımlarına koşmak gibi boş bir acımaya, ne de
bunları öldürecek kadar haince bir merhamete yer bulabiliyorlardı."
İşte Kont Segur’un
anlattıkları bunlardır: vatanın savunması için kazanılmamış, sadece bir fatihin
büyüklük hırsını dindirmeye yarayan zaferlere sade ve anlamlı bir lanetleme! Sanki
Epir Kralı Pyrrhus mezarından kalkmış ve yeniden bir zafer kazanmıştı.
İmparatorun en
seçkin 25.000 askerden kurulu olan muhafız kolordusu, Borodino
Muharebesi'ne hiç sürülmemişti, Bonaparte türlü sebepler ileri sürerek buna
yanaşmamıştı. Adetine aykırı olarak ateşten uzak durdu ve muharebeyi uzaktan
izledi. Bir gün önce zapt edilen bir tabyanın yanında oturuyor veya
geziniyordu: Generallerinden birinin ölümünü kendisine haber vermeye geldikleri
zaman, "Zavallı, yazık oldu" der gibi bir harekette
bulunuyordu. Bu kayıtsızlık hayret uyandırıyordu. Mareşal Ney, şöyle
söyleniyordu: "Ordunun gerisinde ne yapıyor? Orada ancak bozgunlar
kendisini bulabilir, zaferler değil. Mademki artık savaşı kendisi yönetmiyor,
artık komutanlığı bıraktı, mademki her yerde imparator kalmak istiyor, sarayına
dönsün de bıraksın onun yerine biz komuta edelim!" Joachim Murat bile,
o büyük günde Napoleon’un dehasından bir şeyler göremediğini itiraf eder.
Sınırsız hayranları
Napoleon’un bu uyuşukluğunu rahatsızlığına verirler, sözde o sırada birtakım
hastalıklar çekiyormuş, her an atından inmek zorunda kaldığını, sık sık başını
bir topa dayayarak hareketsiz durduğunu ileri sürerler. Olabilir, geçici bir
rahatsızlık o sırada enerjisini uyuşturmuştur belki ama saksonya seferiyle o
ünlü Fransa seferinde bu enerjisini tekrar bulduğu göz önünde tutulursa, Borodino’da
hareketsiz kalışına başka bir sebep aramak gerekir. Nasıl, bildirisinde manevra
yaparak düşmanı sağlam mevziisini bırakmaya zorlamak kolaydı ama böylece savaş
yine geri atılmış olurdu diye itiraf ederek, binlerce Fransız askerini ölüme mahkûm
edecek kadar zihni canlı iken, nasıl olur da hiç değilse muhafız kıtasına
onların yardımına koşmasını emredecek kadar beden gücünden yoksun bulunuyordu? Bunu
anlamak için Napoleon’un tabiatından başka bir açıklama olamaz: Kara baht
yaklaşıyordu, onun ilk teması imparatoru buz gibi dondurmuştu. Napoleon’un büyüklüğü,
talihsizlik içinde de baki kalan cinsten değildi, yalnız ikbal içindedir ki
bütün melekeleri işliyordu: felaketlere intibak edecek adam değildi o.
Borodino Muharebesi'nin
vuku bulduğu alan ile Moskova şehri arasında Joachim Murat, Mojaysk önünde bir
çarpışmaya tutuştu. Şehre girildi ve burada on bin ölü ve ölmek üzere olan
insanlar bulundu; canlıları yerleştirmek için ölüleri pencerelerden sokaklara
fırlattılar. Ruslar ise, artlarında Prens Bagration gibi nice yiğit general ve
asker bırakmalarına rağmen, düzenli bir şekilde Moskova’ya doğru
çekiliyorlardı.
13 Eylül gecesi, Rus ordusu Başkomutanı Mareşal Mihail Kutuzov bir savaş şurası toplamıştı. Bütün generaller, sadece Moskova’nın bütün vatan demek olmadığını dile getirdiler. Çar Aleksandr’ın İspanya’da Angouleme Dükü’nün karargahına göndermiş olduğu subay olan Buturlin, Rusya Seferi'nin tarihi adlı eserinde, Mareşal Barclay de Tolly de doğrulayıcı muhtıra yazısında, Şura’yı bu kanaate sevk eden sebepleri anlatırlar. Bu sırada Rus askerleri çarların eski hükümet merkezinden geçerlerken Kutuzov, Napoli Kralı Murat'ya mütareke teklif etti. Mütareke kabul edildi çünkü Fransızlar şehrin harap olmasını istemiyorlardı. Yalnız Joachim Murat düşmanın artçılarını yakından kovalıyor ve Fransız kumbaracıları çekilen Rus kumbaracılarını adım adım izliyordu. Ama Napoleon eriştiğini sandığı başarıdan uzaktı: Kutuzov’un ardında Fyodor Rostopçin saklanmıştı.
Kont Rostopçin Moskova Valisiydi. İntikam gökten ineceğe benziyordu. Büyük masraflarla inşa edilen kocaman bir balon Fransız ordusunun üzerinde uçacak, binlercesi arasında imparatoru seçecek, bir demir ve ateş yağmuru altında onun başına düşecekti. Deneme sırasında bu hava gemisinin kanatlan kırıldı, hava bombasından vazgeçmek zorunda kaldılar ama Rostopçin’in elinde daha başka çareler vardı. Borodino bozgununa ait haberler, Kutuzov’un bir bildirisinde İmparatorluğun başka taraflarında zaferler kazanmakla övünüldüğü bir sırada Moskova’ya erişti. Rostopçin kafiyeli bir nesirle birçok beyanname çıkarmıştı. Diyordu ki: "Haydi Moskovalı dostlarım, biz de yürüyelim! Yüz bin kişi toplarız, kutsal bakirenin resmini, bir de yüz elli topu alırız, hepsinin hakkından geliriz."
Halka sadece
yabalarla silahlanmalarını tavsiye ediyordu, ne de olsa Fransız dediğin kuş
kadar canı olan bir insandı.
Rostopçin’in Moskova
yangınında herhangi bir payı olduğunu kabul etmediği malumdur, Aleksandr’ın da
bu hususta hiçbir şey söylemediği de bilinir. Rostopçin acaba mallarını
mülklerini kaybeden soyluların tüccarların tenkitlerinden mi kaçınmak
istemiştir? Aleksandr dünya tarafından barbarlıkla itham edilmekten mi
korkmuştur? Bu asır o kadar biçaredir ki, Bonaparte onun bütün büyüklüklerini öylesine
gasp etmiştir ki, ne zaman şerefli bir harekette bulunulsa, kimse bunu üstüne
almak istemez, herkes o hareketin mesuliyetinden sıyrılmaya çalışırdı.
Moskova yangını bir milletin bağımsızlığını kurtaran ve birçoklarının kurtuluşuna yardım eden kahramanca bir karar olarak kalacaktır. Numancia (eski İspanya’da Douro Irmağı kaynakları civarında Galyalılar tarafından kurulmuş bir şehir. Ünlü General Scipio Aemilianus komutasındaki Romalılar tarafından M.Ö. 133'de zapt edilmiş ve tamamen yıkılmıştır, Cervantes'in bu olayı anlatan bir piyesi vardır, Moskova'yı buna benzetebiliriz) insanların hayranlığını hak etmekten çıkmış değildir. Moskova yanmış, ne çıkar! Daha önce de yedi defa yanmış değil miydi? Napoleon yirmi birinci bildirisinde "Bu başkentin yanması Rusya’yı yüz yıl geri atacak" demişti ama Moskova, sefer sonrasında da taptaze ve ışıl ışıl değil midir? Madame de Staël ne güzel söyler: "Moskova’nın uğradığı felaket, Rus imparatorluğunu diriltti. Bu dindar şehir döktüğü kanıyla sağ kalan kardeşlerine taze bir güç sunan bir din kurbanı gibi can verdi." -on sürgün yılı
Zeki ve
bilgili bir adam olan Kont Rostopçin Paris’e de gelmişti, yazılarında
düşünceler adeta bir şaklabanlık perdesi altında gizlenir, bir çeşit
uygarlaşmış barbar, alaycı, hatta fesat yürekli bir şair, ulusları ve kralları
hor görürken bir yandan da yüksek işler görecek kabiliyette bir adamdır: "Gotik
kiliselerin büyüklüğü içinde grotesk süslere de yer vardır." Moskova’da
bozgun havası esmeye başlamıştı. Kazan yolları yayan, arabalı, tek başlarına
veya uşaklarıyla birlikte kaçan insanlarla doluydu. Bir işaret bir an yüreklere
su serpmişti; başlıca kilisenin haçını destekleyen zincirlerin arasına bir akbaba
takılıp kalmıştı; Roma'da olsa, Moskova gibi, bu işareti Napoleon’un esir düşeceğine
yorarlardı.
Kapı kapı dolaşan Rus yaralılarıyla dolu ardı arkası gelmeyen kafileler yaklaşınca, bütün umutlar suya düştü. Kutuzov, elinde kalan 90.000 askerle şehri savunacağını Rostopçin’e söylemişti. Yukarıda okuduğunuz üzere, savaş kurulu kendisini geri çekilmeye zorladı. Rostopçin ise yalnız kaldı.
Gece oldu. Birtakım
haberciler esrarlı bir şekilde kapıları çalarak yola düşmek gerektiğini, Moskova'nın
yok olmaya mahkûm bulunduğunu bildirdiler. Genel binalarla pazarlara,
dükkanlara ve evlere parlayıcı ve yanıcı maddeler konuldu, yangın tulumbaları
yerlerinden alınıp götürüldü. Tam da o vakit, Rostopçin hapishanelerin
açılmasını emretti. İğrenç bir insan sürüsü içinden bir Rusla bir Fransız çıkardılar.
Rus, bir alman Cizvit Tarikatına mensuptu, vatanına ihanet etmek ve Fransızların
bildirisini çevirmiş olmakla suçlanıyordu. Babası koştu, oğluna hayır duası
etmesi için hükümet kendisine zaman bıraktı, ihtiyar Moskovalı: "Bir haine
hayır duası mı edeceğim!" diye haykırdı ve oğluna lanet okudu. Mahkûm
olan oğul halka teslim edildi ve linç edildi.
Rostopçin, Fransıza
dedi ki: "Sana gelince, herhalde vatandaşlarının gelmesini dört gözle
bekliyorsundur. Serbestsin, git ve seninkilere söyle ki, Rusya’da yalnız bir
hain çıktı, o da cezasını buldu."
Serbest
bırakılan öbür suçlular, aflarıyla birlikte, zamanı gelince şehri kundaklamak
için gerekli talimatı da aldılar. Gemisi batmakta olan bir kaptan teknesinden
nasıl herkesten sonra ayrılırsa, Rostopçin de öyle Moskova’dan sonuncu olarak
çıktı.
Napoleon, at
sırtında, öncülerine yetişmişti. Şehir ile arasında aşılacak yalnızca bir sırt
kalmıştı; Montmartre nasıl Paris’e bitişikse, bu sırt da Moskova’ya öyle
değiyordu. Bayırın adı kurtuluş tepesi idi çünkü Ruslar, kutsal şehri görünce burada
dua ederlermiş, tıpkı Hristiyan hacılarının Kudüs’ü görünce yaptıkları gibi. Rus
şairlerinin deyimiyle kubbeleri yaldızlı Moskova, iki yüz doksan beş kilisesi,
bin beş yüz konağı, sarı, yeşil, pembe boyalı girintili çıkıntılı evleriyle
güneşin altında pırıl pırıl yanıyordu. Manzarada eksik olan sadece "serviler
ile Boğaziçi" idi. Perdahlanmış veya boyanmış sac levhalarla örtülü bu
yığının arasında kremlin de vardı. Tuğladan ve mermerden zarif köşklerin
arasında, Moskova Nehri, bu şehrin palmiyeleri olan çam korularıyla süslü
parklar içinden akıyordu: Venedik, en şanlı günlerinde, Adriyatik sularında
bundan daha parlak olmamıştı. İşte 14 Eylül'de, öğleden sonra saat ikidedir ki,
kutbun elmaslarıyla süslü bir güneş altında imparator yeni fethettiği şehri
uzaktan gördü. Moskova, imparatorluğunun ücra bir köşesinde, Avrupalı bir
prenses gibi, Asya’nın bütün zenginliklerine bürünmüş olarak, Napoleon’a nikahlanmak
için oraya getirilmişti.
Bir sevinç haykırışı yükseldi, Fransız askerleri "Moskova! Moskova!" diye bağırdılar ve imparatoru alkışlamaktadırlar: eski şanlı çağlarda, iyi günlerde olsun kötü günlerde olsun, "Hep hükümdarım çok yaşa!" diye bağırırlardı. Yarbay de Baudus der ki: "Bu, heybetli şehrin ansızın gözlerimin önüne panoramasını serdiği en güzel bir an oldu. Leh tümeninin saflarında görülen heyecanı hiç unutmayacağım; dini bir düşüncenin izini taşıyan bir hareketle kendini gösterdiği için bu heyecan beni daha çok etkiledi. Moskova’yı görünce kıtalar hep birlikte dize geldiler ve kendilerini can düşmanlarının başkentine eriştirmiş olduğu için orduların tanrısına, imparator Napoleon'a şükrettiler."
Haykırışlar kesildi,
şehre doğru sessizce inildi. Gümüş bir tepsi içinde anahtarları sunacak heyetin
şehir kapılarından çıktığı yoktu. Koca şehirde cinler top oynuyordu. Moskova,
yabancının önünde sessizce can çekişiyordu, üç gün sonra, yok oluvermişti. Kuzeyli
Çerkes, muzaffer imparator ile nişanlı güzel kız, kendisini kül edecek ateşin
üstüne uzanmış yatıyordu.
Şehir henüz
ayakta dururken Napoleon ona doğru yürüdüğü sırada: "O namlı şehir
buydu demek!" diye haykırıyor ve seyrediyordu: terk edilmiş Moskova, Lamientations’da
(sızlanmalar diye çevrilebilecek olan bu eser, M.Ö. Yedinci yüzyılda yaşamış
olan Yeremya peygamberin eseridir ve Kudüs şehrinin Asurlular tarafından
tahribinden söz eder.) Uğrunda gözyaşları dökülen şehre benziyordu. Eugène’le Poniatowski
şimdiden surları aşmışlardı. Fransız subaylarından birkaçı şehre girdiler; geri
dönüp Napoleon’a haber verdiler: "Moskova’da kimseler yok!"
imparator: "Moskova’da kimseler yok mu? Olur şey değil! Bana derhal
şehrin eşrafını getirsinler!" eşraftan eser yoktu, yalnız birtakım
yoksul insanlar kalmış, bunlar da saklanmışlardı. Sokaklar ıssız, pencereler
kapalıydı. Az sonra ateş dalgalarının yükseleceği yuvalarda hiçbir ocak
tütmüyordu, ortalıkta çıt yoktu. Bonaparte omuz silkti.
Kremlin’e kadar ilerleyen Joachim Murat, orada, vatanlarını kurtarmak için serbest bırakılmış mahkumların haykırışlarıyla karşılaştı. Kapıları top gülleleriyle kırmak zorunda kaldılar.
Napoleon, Dorogomilov
Kapısına gitmişti; kenar mahallenin ilk evlerinden birinde durdu, Moskova Nehri
boyunda gezindi, kimseye rastlamadı. Evine döndü, Mareşal Adolphe Édouard
Casimir Joseph Mortier'yi Moskova Valiliğine, General Antoine Jean Auguste
Durosnel'i Kale Komutanlığına ve Barthélemy de Lesseps'i de idari işleri
görmeye memur etti. İmparatorluk muhafız kıtasıyla öteki kıtalar, yerinde
yeller esen bir halka gösteriş yapmak için büyük üniformalarını giymişlerdi. Bonaparte,
çok geçmeden şehri bir olayın tehdit etmekte olduğunu, kesin olarak öğrendi. Sabahın
saat ikisinde kendisine yangının başladığını haber verdiler, muzaffer komutan, Dorogomilov
Mahallesini bırakarak Kremlin’e sığındı, bu olay ayın 15’inci günü sabahleyin
oluyordu. Büyük Petro’nun sarayına girerken bir an sevinç duydu. Gururu okşanmış
olduğu için, yanmaya başlayan çarşının ışığında, Aleksandr’a kısa bir mektup
yazdı. Aleksandr da vaktiyle, yenilince, Austerlitz Meydanında ona tıpkı böyle
yazmıştı.
Çarşıda hepsi
de kapalı olan sıra sıra dükkanlar görülüyordu. Önce yangın bastırılır gibi
olmuştu ama ikinci gece ateş her yandan yine baş gösterdi. Göğe atılan yuvarlak
havai fişekleri patlıyor, saraylarla kiliselerin üstüne ışıklı alev demetleri
halinde dökülüyordu. Şiddetli bir rüzgâr kıvılcımlar savuruyor ve Kremlin’in üstüne
küçük kor parçaları düşürüyordu, sarayda bir barut deposu vardı ve Bonaparte’ın
oturduğu odanın pencereleri altına birçok top bırakılmıştı. Alev dalgaları Fransız
askerlerini mahalleden mahalleye kovalıyordu. Gorgonlarla Medusalar (Yunan mitolojisine
atıf), ellerinde meşalelerle, bu cehennemin mosmor yol kavşaklarını
dolaşıyorlardı, başkaları katranlı tahtadan yapılma ciritlerle ateşi körüklüyorlardı.
Bonaparte, yeni Pergama’nın (Troia Kalesi, Troia anlamında da kullanılır)
salonlarında, pencerelere koşuyor, haykırıyordu: "Ne inanılmaz bir
azim! Ne adamlar bunlar! İskit bu herifler!"
Kremlin’in lağımlanmış
olduğuna dair bir söylenti dolaştı. Sivil maiyet adamları baygınlıklar geçirdiler,
askerler tevekkül gösterdiler. Dışarıda birçok ateş yuvalarının ağızları
genişliyor, birbirlerine yaklaşıyor, birleşiyorlardı. Tophanenin kulesi, uzun
bir mum gibi kor haline gelmiş bir kilisenin ortasında yanıyor. Kremlin artık
dalgalı bir ateş denizinin gelip sahillerine çarptığı kapkara bir adadan başka
bir şey değildi. Parıltıları yansıtan gök, sanki bir kuzey şafağının kımıltılı
ışıklarıyla tutuşmuş gibiydi.
Üçüncü gece
yaklaşıyordu. Boğucu bir buhar tabakası içinde nefes almak bile güçleşmişti. Napoleon’un
oturduğu binaya iki defa kundak sokulmuştu. Nasıl kaçmalı? Birleşmiş alevler
kalenin kapısını çevirmişti. Her yanı araştıra araştıra, Moskova nehrine açılan
bir gizli yol buldular. Galip komutan, muhafız kıtasıyla birlikte, bu kurtuluş
kapısından sıvıştı. Çevresinde ve şehirde, kubbeler çatırdayarak çatlıyor,
erimiş madenden çağlayanlar akıtan çan kuleleri yana yatıyor, kopuyor ve
düşüyor. Çatılar, kirişler ile damlar çatırtılarla kıvılcımlar saçarak ve yıkılarak
bir Pyriphlegethon'a (Yunan Mitolojisi cehennemindeki 5 nehirden biri)
dökülüyor ve oradan kızgın alevlerle milyonlarca altın pullar fışkırıyordu. Bonaparte,
artık kül haline gelmiş bir mahallenin soğumuş marsıkları üzerinden geçerek güç
bela kaçabildi, çarın yazlık köşkü olan Petrovski’ye gitti.
General Gourgaud,
Mösyö Ségur’ün eserini tenkit ederken, imparatorun yaverini yanılmış olmakla
suçlar. Gerçekten, Mareşal Jean Baptiste Bessières’in yaveri olup bizzat Napoleon’a
kılavuzluk etmiş olan Mösyö Baudus’nün anlattıklarıyla ispat edilmiştir ki
imparator bir gizli geçitten kaçmamış, Kremlin’in büyük kapısından çıkmıştır. Sainte-Hélène
kıyılarındayken Napoleon, İskitlerin şehrinin yanışını tekrar: "Şiir ne kadar süslemiş olursa
olsun, Troia Yangınını anlatan bütün hikayeler Moskova yangınının gerçeği
yanında sönük kalır."
Sonradan bu
felaket sahnesini hatırlarken Bonaparte yine şunları yazmıştı: "Ters talihim
gözüme göründü ve bana elbe adasında bulduğum kötü sonucumu haber verdi."
Kutuzov önce Doğuya yönelmiş, sonra güneyde yerleşmişti. Gece yürüyüşleri
uzaktan uzağa yanan Moskova’nın ışığıyla yarı aydınlanmıştı. Moskova’dan cehennemi
andıran bir uğultu yükseliyordu. Dehşetli ağırlığı yüzünden yerine çıkarılamamış
olan çanı, sanki sihirli bir el yanan bir çan kulesine asarak çalmaya başlamıştı.
Kutuzov, Kont Rostopçin’in malı olan Voronovo’ya vardı. O muhteşem binayı daha
yeni görmüştü ki o da yanıp kül oluveriyordu. Bir kilisenin demir kapısında,
mal sahibinin eliyle yazılmış şu yazı, şu Scritta Morta (mezar yazıtı) okunuyordu: "Sekiz yıl bu kırları güzelleştirdim ve burada ailemin
arasında mutlu yaşadım. Bu toprağın bin yedi yüz yirmi kişiden ibaret olan
sakinleri siz yaklaşırken buradan ayrılıyorlar, ben de sizin vücudunuzla
kirlenmesin diye evimi ateşe veriyorum. Fransızlar, size içindeki yarım milyon
rublelik eşyasıyla birlikte Moskova’daki iki evimi bıraktım. Burada külden
başka bir şey bulamayacaksınız." -Kont Fyodor Rostopçin
Bonaparte,
evvela alevlerle İskitlere hayaline yaraşır bir manzara gibi hayran olmuştu ama
çok geçmeden bu felaketin kendisine verdiği zarar coşkunluğunu azalttı ve onu
hakaretli hicivlerine yeniden başlattı. Rostopçin’in mektubunu Fransa’ya gönderirken
şöyle diyordu: "Anlaşılan Rostopçin aklını oynatmış, Ruslar ona bir
nevi Jean-Paul Marat gözüyle bakıyorlar." başkalarının büyüklüğünü
anlamayan, fedakarlıklar saati çalınca o büyüklüğü kendi hesabına da anlayamayacaktır.
Çar Aleksandr,
uğradığı felaketi öğrenince sarsılmıştı. Çıkardığı emirlerde soruyordu: "Avrupa
bizi gözleriyle teşvik ederken irkilecek miyiz? Ona örnek olalım; erdem ve
özgürlük davasında ulusların başına geçmek için bizi seçmiş olan eli
selamlayalım." ardından tanrıya bir yakarış geliyordu.
İçinde tanrı,
erdem veya özgürlük sözleri geçen bir üslup kuvvetlidir: insanların hoşuna
gider, onları yatıştırır ve avutur. Pagan deyimleriyle sözde süslenmiş ve
alaturka bir tevekkül ifade eden o yapmacıklı cümlelerden ne kadar üstündür:
"İl fut ils ont été, la fatalité les entraîne! (O bir zaman
vardı, onlar bir zaman vardılar, alınyazıları onları sürüklüyor!) En büyük
işlerden söz ederken bile hep anlamsız kalan kuru laf kalabalığı.
15 Eylül gecesi
Moskova’dan çıkan Fatih Napoleon, ayın 18’inde tekrar şehre girdi. Dönüşünde,
çamurlar içinde, maun mobilyalar ve yaldızlı tavan kaplamalarıyla yakılmış
ateşlere rastladı. Bu açık hava ocakları etrafında kararmış, kirlenmiş, üstleri
başlan yırtık askerler vardı. İpek kanepelerde yatıyor veya kadife koltuklarda
oturuyorlardı, ayakları altında keşmir şalları, Sibirya kürkleri, İran’ın sırmalı
kumaşları çamurlar içinde serilmişti. Altın tabaklar içinde kapkara bir bulamaç
veya ateşte kızartılmış kanlı kanlı beygir eti yiyorlardı.
Başıboş bir
yağma başlamış olduğu için, bu işi düzene koydular; her alay sırasıyla payını
almaya geldi. Kulübelerinden kovulmuş köylüler, kazaklar, düşmanın asker
kaçakları, Fransızların etrafında dolanıyor ve Fransız askerlerinin kemirdiği
şeylerin artıklarıyla besleniyorlardı. Fransız askerleri, ne götürmek mümkünse
hepsini alıp götürüyorlardı, sonra bu yağma edilmiş eşyayı taşımaktan yorularak
kendi yuvalarından altı yüz fersah ötede bulunduklarını hatırlayınca hepsini
atıyorlardı.
Yiyecek bulmak
için yapılan araştırmalar dokunaklı sahnelere yol açıyordu: bir Fransız Kıtası bir
inek getiriyordu, yanında birkaç aylık bir çocuğu kucağında taşıyan bir erkekle
birlikte bir kadın önlerine çıktı, parmaklarıyla kendilerinden alınan ineği
işaret ediyorlardı. Kadın, sütü kalmadığını göstermek için göğsünü örten elbiseleri
yırttı; baba, çocuğun başını bir taşa vurarak parçalayacağını anlatan bir
işaret yaptı. Subay ineği geri verdirdi ve ilave etti: "bu sahnenin,
askerlerimin üzerinde öyle büyük bir etkisi oldu ki, uzun süre ağızlarını bıçak
açmadı."
Bonaparte yeni
yeni hayaller kuruyordu. Petersburg’a yürümek istediğini bildiriyordu, haritalar
üstünde yolu çizmeye bile başlamıştı. Yeni planın mükemmelliğini açıklıyor,
imparatorluğun ikinci başkentine gireceğinden şüphe etmediğini söylüyordu:
"Artık harabeler üstünde yapacak ne işi kalmıştı? Kremlin’e çıkmış
olması şan ve şöhret hırsını doyurmaya yetmez miydi?" işte Napoleon şimdi
böyle yeni seraplar peşinde koşuyordu; aklını oynatmak üzereydi ama hayalleri
hala büyük bir dehanın hayalleriydi.
Mösyö Fain der
ki: "Petersburg’dan on beş vilayet mesafedeyiz: Napoleon bu başkente
sarkmayı düşünüyor." on beş vilayet geçmek, o mevsimde ve o şartlar
içinde iki ay sürer diyebiliriz. General Gourgaud ilave eder ki, Petersburg’dan
alınan bütün haberler Napoleon’un hareketlerinden duyulan korkuyu
belirtiyormuş. Petersburg’dakilerin, imparator şehirlerine yürürse başarılı
olacağından şüphe etmedikleri muhakkaktır ama ona ikinci bir şehir iskeleti
bırakmaya hazırlanıyorlardı, Arhangelsk üstüne çekiliş için yollar
işaretlenmişti. Son kalesi kutup olan bir ulusa boyun eğdirilemez. Üstelik, İngiliz
donanması baharda Baltık Denizi'ne girerek Petersburg’un zaptını sadece bir
tahripten ibaret bırakacaktı.
Ama Bonaparte’ın
sınırsız hayali bir Petersburg yolculuğu düşüncesiyle eğlenirken, bunun tersi
bir düşünceyle ciddi surette meşgul oluyordu: umutlarına inancı onu sağduyudan
büsbütün yoksun edecek bir derecede değildi. Asıl isteği Paris’e Moskova’da imzalanmış
bir barış getirmekti. Böylece çekilişin tehlikelerinden kurtulmuş, şaşılacak bir
istilayı başarmış ve Tuileries Sarayına elinde zeytin dalıyla dönmüş olacaktı. Kremlin’e
varınca Aleksandr’a yazdığı ilk mektuptan sonra, tekliflerini tazelemek için
hiçbir fırsatı kaçırmamıştı. Mucize eseri olarak, yangından kurtulmuş olan
bulunmuş çocuklar hastanesinin ikinci müdürü, Rus subaylarından Tutelmin ile
dostça görüşme sırasında uzlaşmanın lehinde olduğunu çıtlatmıştı. Rusya’nın Stuttgart
eski elçisinin kardeşi Yakovlev vasıtasıyla da Aleksandr’a doğrudan doğruya
yazdı ve Yakovlev bu mektubu Çar’ın eline vermeyi üstüne aldı. Nihayet Kutuzov’a
General Lauriston gönderildi. Kutuzov, barış görüşmeleri için aracılık etmeyi
vadetti ama General Lauriston’a, Petersburg’a gitmesi için eline bir yol
belgesi vermeye yanaşmadı.
Napoleon, Aleksandr’ın
üstünde, Tilsit ve Erfurt’ta yapmış olduğu etkiyi hala yapmakta olduğu
kanısındaydı, oysa Aleksandr 21 Ekim'de Prens Mihail Larkanoviç’e şöyle
yazıyordu: "General Beningsen’in Napoli Kralıyla görüşmüş olduğunu
öğrenerek son derece üzüldüm. Size gönderdiğim emirlerdeki kati ve azimli
ifadeler, kararımın sarsılmaz olduğuna, şu anda düşmanın hiçbir teklifi beni,
savaşı bitirmeye ve böylece vatanın öcünü almak kutsal görevini zayıflatmaya
sevk edemeyeceğine inandırmalıdır."
Rus Generalleri,
Fransız öncülerine kumanda eden Joachim Murat’nın onurunu ve saflığını kötüye
kullanıyorlardı. Kazakların gösterdiği ilgiden pek hoşlandığı için subaylardan
mücevherler alarak Don’lu dalkavuklarına dağıtıyordu ama Rus generalleri barışı
istemek şöyle dursun, sakın barış imzalanmasın diye korkuyorlardı. Aleksandr’ın
kesin kararına rağmen, imparatorlarının iradesizliğini biliyorlardı, Napoleon'un
onu kandırmasından korkuyorlardı. Öç almak için gereken tek şey bir ay
kazanmak, ilk kırağıların düşmesini beklemekti: Rusların dindarlığı,
fırtınalarını bir an önce göndermesi için tanrıya yalvarıyordu.
General Robert
Wilson, Rus ordusuna İngiliz Komiseri göreviyle gelmişti: Kendisi Mısır’da da Bonaparte’ın
yoluna çıkmıştı. Öte yandan Charles Nicolas Fabvier de Fransa'nın Güney Ordusundan
Kuzey Ordusuna dönmüştü. İngiliz Wilson, Kutuzov’u saldırıya geçmeye teşvik
ediyordu, Fabvier’nin getirdiği haberlerin iyi olmadığı da biliniyordu. Avrupa’nın
iki ucunda, özgürlükleri için savaşan yalnız iki devlet vardı, bunlar Moskova’daki
fatihin başı üstünden el ele veriyorlardı. Aleksandr’ın cevabı bir türlü
gelmiyordu, fransa’dan gelecek ulaklar da gecikti. Napoleon’un kaygıları
artıyordu, köylüler Fransız askerlerine haber veriyorlardı: "Siz bizim
memleketin havasını bilmezsiniz," diyorlardı, "Bir aya kalmaz
soğuktan tırnaklarınız sökülür." büyük adı her söylediği şeye bir
büyüklük veren John Milton, Moscovie adlı eserinde der ki: "Bu memlekette
o kadar soğuk olur ki ateşe atılan dallar bir ucundan yanarken, öbür ucundan
fışkıran suyu donar."
Bonaparte, geriye atılacak bir adımın itibarını düşüreceğini, ardından doğan korkunun da onu silip süpüreceğini hissettiği için, yükseldiği mevkiden inmeye karar veremiyordu. Yaklaşan tehlike kendini gösterdiği halde, her an Petersburg’dan cevap bekleyerek yerinden kımıldamıyordu. Herkese o kadar hakaretlerle emretmiş olan adam, yenilmiş olandan gelecek birkaç merhametli söze hasretti. Kremlin’de Comédie Française tiyatrosu için nizamname hazırlamakla meşgul oluyordu, bu yüce eseri tamamlamak için üç gecesini harcıyor, Paris’ten gelmiş birkaç yeni şiirin değeri üzerinde yaverleriyle tartışıyordu. Son savaşlarında yaralanmış olanlardan hala korkunç acılar içinde can verenler varken ve o birkaç günlük gecikme yüzünden elinde kalan yüz bin askeri ölüme mahkûm ederken, etrafındakiler büyük adamın soğukkanlılığına hayran oluyorlardı. Asrın uşak zihniyetli sersemliği, bu acınacak gösterişi ölçüye sığmaz bir dehanın kavrayışı gibi göstermeye yeltenmekteydi.
Bonaparte, Kremlin
binalarını gezdi. Büyük Petro’nun, üzerinde Streltsy'leri boğazlatmış olduğu
merdivenleri inip çıktı. Petro’nun mahkumları getirttiği ziyafet salonunu
gezdi. Çar, her kadeh arasında bir baş uçurur ve davetlileri olan prenslerle
elçileri de aynı şekilde eğlenmeye davet ederdi. O zamanlar erkekler çarka
vurulup öldürülmüş, kadınlar diri diri gömülmüştü; iki bin Streltsy asılmış,
cesetleri duvarlara asılı bırakılmıştı.
Bonaparte,
tiyatrolara dair kararnamelerle uğraşacağına, muhafazakâr senatoya, Büyük
Petro’nun Prut kıyılarından Moskova ayan meclisine yazdığı mektubu yazsaydı
daha iyi ederdi. O mektup şuydu: "Yanlış düşüncelere kanarak, hiç
kabahatim olmadan burada ordugahımda, benimkinden dört kat güçlü bir orduyla
çevrilmiş bulunuyorum. Esir düşecek olursam, beni artık çarınız ve efendiniz
saymayacak, altında kendi elimle atılmış imzamı görseniz bile tarafımdan size
getirilebilecek hiçbir emre aldırmayacaksınız. Ölecek olursam yerime içinizden
en layık olanı seçersiniz." tıpkı ölüm döşeğindeki İskender gibi.
Napoleon’un Cambaceres’e
gönderdiği bir mektup birtakım anlaşılmaz emirler veriyordu: gereğini
düşündüler, mektubun altındaki imza, kuyruğuna bir ilkçağ adı takılmış bir ad
olmasına rağmen, yazının Napoleon’un kaleminden çıkmış olduğuna hükmedildiği
için anlaşılmaz emirlerin yerine getirilmesi gerektiğine karar verdiler.
Kremlin’de iki
kardeş için iki kişilik bir taht vardı: Napoleon tahtını kimseyle
paylaşamıyordu. POLTAVA’DA yaralanan Demirbaş Şarl'ın (XII. Karl), üzerinde
kendisini taşıttığı, bir top mermisiyle parçalanmış sedye hala orada duruyordu.
Ulvi ve asil içgüdüler alanında daima yenik düşen Bonaparte, çarların
mezarlarını ziyaret ederken, yortu günleri bu kabirlerin nefis örtülerle
örtüldüğünü, kimin bir dileği varsa dileğini mezarlardan biri üstüne
bıraktığını ve o dilekçeyi kabrin üstünden alma hakkının yalnız çara ait
olduğunu acaba hatırladı mı?
Mezarların iktidarda
olana sundukları bu dertli dilekçeler Napoleon’un hoşuna gidecek türden
değildi. O başka işlerle meşguldü: biraz aldatmak maksadıyla, biraz da samimi
olarak, tıpkı Mısır’dan ayrılırken yaptığı gibi, Paris’ten Moskova’ya aktörler
getirteceğini iddia ediyor ve bir İtalyan şarkıcının yolda olduğunu temin
ediyordu. Kremlin kiliselerini yağmaladı, kutsal süslerle ermişlerin suretlerini,
Müslümanlardan Zapt edilmiş hilaller ve tuğlarla birlikte yük arabalarına
yerleştirdi. Büyük İvan’ın kulesindeki heybetli haçı çıkarttı; niyeti bunu Les
İnvalides sarayının kubbesine takmaktı: Louvre Sarayını süslemiş olduğu Vatikan’ın
şaheserlerine bu bir nevi eş olacaktı. Bu haç çıkarılırken kuzgunlar çığrışarak
etrafında dönüp duruyorlardı. Bonaparte: "Bu kuşların da derdi ne?"
diyordu.
Uğursuz an
gelmiş çatmıştı: Napoleon’un ortaya attığı çeşitli tasarılara Daru Kontu Pierre
Antoine Noël Bruno itirazlarda bulunuyordu. İmparator, "Öyleyse ne
yapmalıyız?" diye haykırdı. Daru Kontu: "Burada kalmalı, Moskova’yı
müstahkem bir ordugâh haline getirmeli, kışı burada geçirmeliyiz. Besleyemediğimiz
atları tuzlayalım, baharı bekleyelim. Silahlanan Litvanya ile takviyelerimiz
gelip bizi kurtarır, birlikte fethimizi tamamlarız." Napoleon: "Bu
bir aslan öğüdüdür ama ya Paris ne der? Fransa bensiz kalmaya alışamaz."
büyük İskender de "Atina’da benim için ne diyorlar?" derdi.
İmparatorun kararsızlığı
sürüp gidiyor, yola çıkacak mı? Çıkmayacak mı? Karar veremiyor, birbiri
ardından birçok müzakereler yapılıyor. Nihayet 18 Ekim'de Vinkova’da yapılan
bir çarpışma ansızın ona ordusuyla birlikte Moskova harabelerinden çıkma
kararını verdiriyor. Hemen o gün, gösterişsiz, gürültüsüz, başını bile çevirmeden,
Smolensk kestirme yolunu göze alamayarak, Kaluga’dan geçen iki yoldan birinde
yürümeye koyuluyordu.
Napoleon,
karnını tıka basa doyurduktan sonra uykuya dalan o heybetli Afrika yılanları
gibi tam otuz beş gün kendini unutmuştu. Herhalde bu, böyle bir adamın talihini
değiştirmek için gereken günlerdi. O sırada talihinin yıldızı alçalmaya
başlamıştı. Kış mevsimiyle yanmış bir başkent arasında sıkışıp kalınca nihayet
uyandı, harabelerden dışarı fırlıyor ama iş işten geçmişti, yüz bin asker ölüme
mahkumdu. Artçılara kumanda eden Mareşal Mortier, çekilirken Kremlin Sarayı'nı havaya
uçurma emrini almıştı.
Bonaparte,
yanılarak ve başkalarını yanıltmaya çalışarak, 18 Ekim'de Bassano Dükü Hugues-Bernard
Maret'ye, Mösyö Fain’in bahsini ettiği bir mektup yazdı: "Kasım ayının
ilk haftalarına doğru ordularımı Smolensk, Mogilev, Minsk ve Vitebsk arasındaki
dört köşe sahanın içine getirmiş olacağım. Moskova artık askeri bir mevki
olmaktan çıktığı için bu harekete karar verdim, gelecek savaş mevsiminin
başlarında daha uygun bir yer arayacağım. O zaman Petersburg ve Kiev üzerine
harekatta bulunmak gerekecek." sadece bir yalanın geçici yardımına
başvurmuş olsaydı, buna acınacak bir şarlatanlık derdik ama Bonaparte’ta bir
fetih düşüncesi, imkansızlığını mantık ispat etse bile, yine samimi bir kanaat
olabilirdi.
Fransız ordusu,
Maloyaroslavets üzerine yürüyordu. Yüklerin fazlalığı ve topçunun kötü koşulmuş
arabaları engel olduğu için, yürüyüşün üçüncü günü, Moskova’dan ancak on fersah
uzaklaşılmış bulunuyordu, Mihail Kutuzov’dan önce davranmaya çalışıyorlardı. Gerçekten
de Prens Eugène de Beauharnais'in öncüleri Naro-Fominsk'de onu önledi. Çekilişin
başında elde daha 100.000 piyade vardı. Süvari kuvveti, muhafız
kıtasının 3500 atı bir yana bırakılırsa, hemen hemen sıfıra inmişti. Fransız
kıtaları, ayın 21’inde yeni Kaluga yoluna eriştikten sonra 22 Ekim’de Borovsk’a
girdi ve 23 Ekim'de Alexis Joseph Delzons'un tümeni Maloyaroslavets'i işgal
etti. Napoleon seviniyordu, kurtulduğunu sanıyordu.
23 Ekim günü,
saat bir buçukta yer yerinden oynadı. Kremlin’in kubbeleri altına yerleştirilen
doksan bir buçuk ton barut, çarların sarayını parçaladı. Kremlin’i havaya
uçuran Edouard Mortier de, 1835'de Giuseppe Marco Fieschi'nin kral Louis-Philippe'e
düzenlediği suikast bombasına kurban gidecekti. Gerek zamanı gerekse insanları
bakımından birbirinden o kadar farklı olan bu iki patlayış arasında ne dünyalar
değişmişti.
Bu boğuk
gümbürtüden sonra, sessizlik içinde Maloyaroslavets istikametinden kuvvetli top
sesleri geldi. Napoleon, Rusya’ya girerken bu gürültüyü işitmeyi ne kadar
istemişse, çıkarken işitmekten de o kadar korkuyordu. Kral Vekil’inin bir
yaveri Rusların genel bir taarruza geçmiş olduklarını haber verdi. Geceleyin General Jean Dominique Compans’la General Étienne Maurice Gérard, Prens Eugène’in yardımına
koştular, iki taraftan da çok insan öldü. Düşman, Kaluga yolunun iki yanını
tutmuş, ordunun geçebileceği umulan yol başını kapatmıştı. Tekrar Mojaysk yoluna
düşüp kara bahtın evvelce üstünden geçtiği yollardan Smolensk’e dönmekten başka
çare kalmamıştı. Buna imkân vardı, izleri tekrar bulmak için Fransızların yollara
serptikleri cesetleri, kuşlar yiye yiye henüz bitirememişlerdi.
Napoleon o
geceyi Gorodeya'da yoksul bir evde geçirdi, muhtelif generallere bağlı subaylar
burada başlarını sokacak bir dam bulamadılar. Bonaparte’ın penceresi altında
toplandılar, pencere kepenksiz ve perdesizdi. Oradan ışık sızdığını
görüyorlardı, dışarda kalan subaylar karanlıktaydılar. Napoleon, o köy
odasında, başını iki eli arasına almış, oturuyordu. Joachim Murat, Louis-Alexandre
Berthier ve Jean-Baptiste Bessières, yanında sessiz ve hareketsiz, ayakta
duruyorlardı. İmparator hiçbir emir vermedi ve ayın 25’inci günü sabahı, Rus ordusunun
durumunu gözden geçirmek için atına bindi.
Dışarı daha
yeni adım atmıştı ki, kazaklardan oluşan bir birlik, küçük bir çığla birlikte
ta yanı başına kadar yuvarlandı. Bu canlı çığ, Luja’yı geçmiş, ormanların
kenarını izleyerek gözden kaçmıştı. Bütün oradakiler kılıca sarıldı, imparator
bile. Bu vurguncular biraz daha cüretli olsalardı Bonaparte ellerine esir düşecekti.
Yanmakta olan Maloyaroslavets'de sokaklar yarı kavrulmuş, topçunun tekerlekleri
altında doğranmış, ezilmiş, parçalanmış cesetlerle doluydu. Kaluga’ya doğru
yürüyüşe devam etmek için ikinci bir savaş vermek gerekti ama imparator bunu
uygun bulmadı. Bu hususta Bonaparte’ın taraftarlarıyla mareşallerin dostları
arasında bir münakaşa çıktı. Fransızların evvelce izlemiş oldukları yolu tutma
fikrini kim ortaya atmıştı? Şüphesiz ki bu fikir Napoleon’dan çıkmıştı, bir
ölüm yargısı vermek onu öyle uzun boylu düşündürmezdi, buna alışmıştı.
26 Ekim'de
Borovsk’a döndükten sonra, ertesi günü, Veraya civarında Fransız orduları
başkomutanına, General Ferdinand Von Wintzingerode ile yaveri Kont Lev
Nariskin’i takdim ettiler, Moskova’ya vaktinden önce girdikleri için esir
edilmişlerdi, Bonaparte öfkelendi. Kendisinden geçerek: "Bu generali
kurşuna dizsinler! Würtemberg Krallığı'nın bir kaçağıdır, Ren Konfederasyonu'na
mensuptur." Rus asilzadelerine karşı da ağzına geleni söylüyordu,
sözlerini: "Petersburg’a gideceğim, o şehri Neva Nehri'ne dökeceğim."
diye bitirdi, sonra birdenbire bir tepenin üstünde görülen bir şatoyu
yakmalarını emretti, yaralı aslan köpükler saçarak etrafında her gördüğüne
saldırıyordu. Bununla beraber, çılgınca öfkeleri arasında, Mortier’ye Kremlin’i
tahrip etme emrini verirken, bir yandan da o iki cepheli tabiatına uygun
hareket ediyordu: Treviso Düküne duygulandığını anlatan cümleler yazıyordu,
mektuplarının gizli kalmayacağını bildiği için ona hastaneleri kurtarmasını
sıkı sıkı tembih ediyordu. "Akka’da da ben öyle davrandım"
diyordu. Oysa Filistin’de Türk esirlerini kurşuna dizdirmişti ve René-Nicolas
Dufriche Desgenettes karşı koymuş olmasaydı hastaları da zehirleyecekti. Berthier
ile Murat, Prens Wintzingerode'u kurtardılar.
Kutuzov gevşek
bir halde Fransızları izlemeye devam ediyordu. İngiliz General Robert Wilson, Rus
Generalini harekete geçmesi için ne zaman sıkıştırsa, Kutuzov "Durun hele
bir kar yağsın" diyordu. Fransızlar 29 Ekim'de uğursuz Moskova tepelerine
varmışlardı, Fransız Ordusu acı ve hayretle irkildi. Gözler önüne geniş bir
mezbaha serilmişti, derece derece çürümüş 40.000 ceset yerde yatıyordu. Bir
sıraya dizilmiş iskeletler hala askeri disipline uyar gibiydiler, ileride
tepeleri delik deşik olmuş birkaç bayır üstünde tek tük iskeletler komutanları
olduklarını belli ediyor ve ölüler alanına hâkim bir durumda bulunuyorlardı. Her
yanda parçalanmış silahlar, patlamış trampetler, zırh ve üniforma parçaları,
yırtılmış sancaklar, güllelerin yerden birkaç ayak yukarıda biçmiş olduğu ağaç
gövdeleri arasında darmadağın bir haldeydi: burası Borodino'nun büyük
tabyasıydı.
Bu hareketsiz
döküntülerin ortasında kımıldayan bir şey gördüler. İki bacağı kopmuş bir Fransız
askeri, içindekileri dışarı kusmuşa benzeyen mezarlıklar arasından kendine yol
açıyordu. Bir güllenin yere serdiği bir atın cesedi bu askere barınak vazifesi
görmüştü, atın etini kemirerek hayatta kalmıştı. El yordamındaki ölülerin
çürümüş etleri yaralarını sarmak için lif ve kemiklerini bağlamak için kav
yerine geçmişti. Şan ve şöhretin korkunç vicdan azabı Napoleon’a sokuluyordu, Napoleon
bunu beklemiyordu.
Soğuğun,
açlığın ve düşmanın hızlandırdığı askerlerin ağzını bıçak açmıyordu. Çok geçmeden
kendilerinin de kalıntılarını gördükleri arkadaşlarına benzeyeceklerini düşünüyorlardı.
Bu mezarlıkta, çekilmekte olan taburların yürek çarpıntıları ile soluklarından
ve ellerinde olmadan titreyişlerinin gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu.
Daha ileride
hastaneye çevrilmiş Kotloskoy manastırını buldular. Burada ne aransa yoktu ama
içinde ölümü hissedecek kadar canlı olanlar vardı. Bonaparte oraya varınca,
dağılmış arabalarının odunuyla ısındı. Ordu tekrar yola koyulduğu zaman, can
çekişenler kalktılar, son barınaklarının eşiğine ulaştılar, kendilerini yola
kadar attılar, titrek ellerini onları bırakıp giden arkadaşlarına uzattılar:
onlara hem ya bizi de götürün hem de gitmeyin diye yalvarır gibiydiler.
Her dakika,
bırakmak zorunda kaldıkları cephane arabalarını uçuran patlamalar işitiliyordu.
Levazımcılar hastaları hendeklere atıyorlardı. Fransa hizmetindeki yabancıların
muhafaza ettikleri Rus esirler, muhafızları tarafından öldürülüyordu: hep aynı
şekilde öldürülen bu esirlerin beyinleri başlarının etrafına serpiliyordu. Bonaparte
beraberinde bütün Avrupa’yı getirmişti; ordusunda bütün diller konuşulurdu,
sancakların, bayrakların her çeşidi görülürdü. Savaşmaya zorlanan İtalyanlar,
bir Fransız gibi dövüşmüştü; İspanyollar, nam almış olan yiğitliklerine leke
sürdürmemişlerdi: Napoli ile Endülüs’ten, içlerinde tatlı bir rüyanın
hasretinden başka bir şey kalmamıştı. Bonaparte’ın ancak bütün Avrupa’ya yenilmiş
olduğu söylenir, doğrudur da; ama Bonaparte’ın, gönüllü ya da gönülsüz
müttefiki olan Avrupa’nın yardımıyla yenmiş olduğu da unutulmamalı.
Rusya, Napoleon’un
rehberlik ettiği Avrupa’ya tek başına karşı koydu, tek başına kalan ve Napoleon
tarafından savunulan Fransa, geri dönen Avrupa’yla başa çıkamadı. Yalnız şunu
da söylemek gerekir ki; Rusya’yı iklimi bile savunuyor, Avrupa ise efendisinin
emri altında istemeyerek yürüyordu. Fransa’yı savunmak içinse, tam tersine ne
iklimi vardı, ne de kırılmış olan halkı buna yeterdi; cesaretiyle şanının
hatırasından başka bir şeyi yoktu.
Askerlerinin felaketlerine
karşı kayıtsız olan Bonaparte kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmüyordu:
bakanlarının İngilizlere satıldığından söz ediyor, bu savaşı çıkaranların onlar
olduğunu söylüyordu, bu savaşın sadece kendi eseri olduğunu itirafa
yanaşmıyordu. Bu felaketi asil bir hareketiyle örtmek istemekte ısrar eden Vicenza
Dükü, karargâhta, dalkavuklar arasında birdenbire parlayıverdi. "Ne korkunç
zulümler!" diye bağırdı, "Rusya’ya getirdiğimiz uygarlık demek
buymuş!" Bonaparte’ın inanılmayacak sözlerine bakılacak olursa, sözde
kızgın ve itimatsız bir tavır takınmış ve dışarı çıkmış. En küçük karşı gelmeye
tahammül edemeyerek çileden çıkan adam, evvelce kendisini Ettenheim’a götürmeye
memur ettiği mektubun kefaretini ödemek için dük Armand-Augustin-Louis de Caulaincourt'un
sert sözlerine tahammül ediyordu. İnsan kötü bir harekette bulundu mu, tanrı
ceza olarak o işi tanıksız bırakmaz, bir zamanın zorbaları bu tanıkların
vücudunu boşuna ortadan kaldırırlardı. Ahirete gittikten sonra onlar Erinyeler'in
(Yunan Mitolojisinde, günahkâr insanları cezalandıran zebanilerin Latincedeki adı.
Bunlar, ellerinde hançer, saçlarında yılanlar bulunan kadınlar şeklinde tasvir
edilirlerdi) vücuduna girip tekrar geri geliyorlardı.
Gagarin'i geçen
Napoleon, Vyazma’ya kadar sarktı. Burada, ıslanmaktan korkan düşmanı kendisini
bulamadığı için onu geride bıraktı. 3 Kasım'da Krivosheinsky'ye vardı. Ardında kalan
Vyazma’da bir muharebenin yapılmış olduğunu orada öğrendi. Mikhail Miloradoviç'in
ordusuna karşı yapılan savaş, Fransa için büyük bir kayıp oldu. Kolları ile
başları sarılı, yaralı Fransız askerleri ve subayları, bir yiğitlik mucizesi
halinde, düşman toplarının üstüne atılıyorlardı.
Aynı yerlerde
geçen bu olaylar silsilesi, ölü tabakalarına eklenen bu yeni ölü tabakaları,
savaşların ardından savaşlar, ölümleriyle birlikte unutulup gitmeye mahkûm
olmasalar, o uğursuz alanları on kere ölümsüz kılmaya yeterdi. Rusya’da bırakılmış
o köylüler kimin aklına gelir? Bu köylüler Moskova surları altındaki büyük
savaşta bulunmuş olduklarından memnun mudurlar? Sonbahar akşamları, kuzey
kuşlarının havada uçuşlarını seyrederken Fransızların mezarlarını görmüş
olduklarını hatırlayan pek olmamıştır. Sanayi şirketleri, ocaklarıyla,
kazanlarıyla ıssız ovalara taşındı, kemikler yakılıp Noir Animal'e (hayvan ve
insan kemiklerinin yakıldıktan sonra dövülmesinden meydana gelen bir toz. Şeker
fabrikalarında ve daha başka sanayide ağartıcı madde olarak kullanılır)
çevrildi. İster köpekten yapılmış olsun ister insandan, verniğin fiyatı aynıdır
ister meçhulden gelsin ister şeref ve şandan, parlaklığı değişmez. İşte bugün
ölülere gösterilen saygı! İşte yeni dinin ayinleri! Dis Manibus! . "XII. Karl’ın mutlu arkadaşları, kutsallığa el uzatan bu sırtlanlar sizi rahatsız
etmedi! Kakım, kışın el değmemiş karlarda dolaşır, yazın da Poltava’nın azgın
köpükleri arasında."
6 Kasım'da,
derece sıfırın altında on sekize düştü, dört bir yanı kaplayan karların altında
her şey kayboldu. Kundurasız askerler ayaklarının uyuştuğunu fark ediyorlar,
morumsu ve katılaşmış parmakları dokunulunca eli yakan tüfeği bırakıyor,
saçları kırağıdan, sakalları donan soluklarından kirpileşiyor, sırtlarındaki
partallar buzdan bir kaput haline geliyordu. Düşüyorlar, karlar onları örtüyor,
yerde mezarlardan çizgiler teşkil ediyorlardı. Irmakların ne yana aktığı artık
bilinmiyor, hangi yana gideceklerini öğrenmek için buzları kırmak zorunda
kalıyorlar. Uçsuz bucaksız kırlarda yolunu şaşıran kıtalar kendilerini
hatırlatmak ve tanıtmak için yaylım ateşi açıyorlar, tıpkı tehlikeye düşen
gemilerin imdat topu atması gibi. Bu cenaze alaylarının mumları gibi, şurada
burada hareketsiz billurlarla çevrilmiş çamlar yükseliyor. Kargalarla sahipsiz
beyaz kurt sürüleri, bu cesetler çekilişini uzaktan izliyordu.
Yürüyüşlerden sonra,
ıssız mola yerinde, sağlam ve bir eksiği olmayan ordular gibi korunma
tedbirleri almak, nöbetçiler dikmek, karakollarla uğraşmak, muhafız kıtaları
yerleştirmek zorunda kalmak ağır bir külfetti. Kuzey rüzgarlarıyla dövülen on
altı saatlik gecelerde insanlar nerede oturacaklarını, nerede yatacaklarını
şaşırıyorlardı. Bütün ak süsleriyle devirdikleri ağaçlar bir türlü yanmıyordu,
içinde bir kaşık çavdar unu karıştıracak bir avuç karı güçbela
eritebiliyorlardı. Kuru toprağa daha serilip uzanmadan kazakların ulumaları
koruları çınlatıyordu. Düşmanın hafif topçusu gürlüyordu, Fransız askerleri
sofraya oturdukları zaman perhizleri kralların ziyafetiymiş gibi
selamlanıyordu, gülleler demirden ekmeklerini aç insanlar arasında
yuvarlıyordu. Ardından güneş doğmayan bir şafak söktüğü zaman buzdan bir
kumaşla örtülmüş trampetlerin vuruşu veya bir borunun kısılmış sesi duyuluyordu:
uyandıramadığı savaşçıları silah başına çağıran bu kalk borusundan daha hazin
bir şey olamazdı. Gün ağardıkça, sönmüş ateşler etrafında kaskatı kesilip ölmüş
piyade halkalarını aydınlatıyordu.
Tek tük sağ
kalanlar yola koyuluyorlardı. Durmadan gerileyen, her adımda sisler içinde
silinip kaybolan meçhul ufuklara doğru ilerliyorlardı. Bir gün evvelki
fırtınalardan usanmışa benzeyen soluk soluğa bir gök altında, seyrekleşmiş yürüyüş
kolları, bozkırlar ardından bozkırlar, güllelerle yolunmuş dallarında
denizlerin bütün köpükleri kalmışa benzeyen ormanlar ardından ormanlar
geçiyorlardı. Bu ormanlarda, yapraksız çalılar arasında öten gamlı küçük kış
kuşuna bile rastlanmıyordu.
Büyük Rus
Orduları Fransız Ordusu’nun peşindeydi. Fransız ordusu birçok Tümene bölünmüş,
bunlar da kafilelere ayrılmıştı. Prens Eugène öncülere, Napoleon merkeze, Mareşal Michel Ney de artçılara komuta ediyordu. Türlü engellerin ve çarpışmaların
geciktirdiği bu kıtalar, aralarında gerekli mesafeleri sürdüremiyorlardı. Kimi birbirini
geçiyor, kimi bir hizada yürüyor, sık sık da süvarisizlik yüzünden birbirlerini
görmeden ve haberleşmeden ilerliyorlardı. Yeleleri yerleri süpüren bodur atlara
binmiş tatarlar, bu kar sineklerinden usanan Fransız askerlerine gece gündüz
rahat vermiyorlardı. Manzara değişmişti, evvelce bir dere görmüş oldukları
yerde şimdi yatağının dik yamaçlarına buzdan zincirlerle asılı duran bir
çağlayan buluyorlardı. Bonaparte der ki: (Sainte-Helene evrakı) "Bir gecede
otuz bin at kaybettik. O zaman beş yüz tane olan toplarımızı hemen hemen
tamamen bırakmak zorunda kaldık. Ne cephane götürebildik ne yiyecek. At bulamadığımız
için keşif yaptıramıyor, yolu keşfettirmeye bir öncü kıtası gönderemiyorduk. Askerler
cesaretlerini ve akıllarını kaybediyorlar, kargaşaya sebep oluyorlardı. En küçük
bir olaydan telaşa düşüyorlardı. Bütün bir tabura korku salmak için dört beş
kişiyi vurmak yetiyordu. Toplu bir halde bulunacak yerde yakacak şey bulmak
üzere dağınık bir halde dolaşıyorlardı. Gözcü diye gönderilenler görevlerini
bırakıp evlerde ısınacak bir şey aramaya gidiyorlardı. Her yana dağılıyor,
kıtalarından uzaklaşıyor, kolaylıkla düşmanın eline düşüyorlardı. Daha başkaları
yere yatıyor, uyuyorlardı, burunlarından biraz kan geliyor ve uyurken can
veriyorlardı. Binlerce asker öldü. Polonyalılar beş on atla birkaç toplarını
kurtardılar fakat Fransızlarla öteki milletlerin askerleri artık aynı insanlar
değildiler. Özellikle süvari çok kayıp verdi. 40.000 süvari erinden 3.000
fazlasının kurtulduğunu sanmam."
Başka bir
yarıkürenin güzel güneşi altında bunları anlatan Napoleon, bu felaketlerin
sadece tanığı mıydı?
Yine o
derecenin pek aşağı düştüğü gün, Fransa’dan, uzun zamandan beri ilk ulak geldi: Guillaume Mallet'nin çıkardığı fesat haberini getiriyordu. Bu fesat hareketinin
Napoleon’un talihi gibi eşi görülmedik bir tarafı vardı. General Gourgaud’nun anlattıklarına
göre imparatora en çok tesir eden şey şunu apaçık görmesi olmuş: "saltanat
esaslarının, kendi saltanatına tatbiki o kadar az kökleşmiş ki, devlet
büyükleri, imparatorun ölüm haberi gidince, hükümdar ölmüşse onun yerine
geçecek biri bulunduğunu unutmuşlardı."
Bonaparte, Sainte-Hélène’de
Mallet’nin fesadından söz ederken Tuileries sarayındaki maiyetine şöyle demiş
olduğunu anlatırmış: "Ya! Baylar, demek ihtilalinizi tamamlamış
olduğunuzu sanıyordunuz, beni ölmüş biliyordunuz ama ya roma kralı? Yeminleriniz,
ilkeleriniz, doktrinleriniz? Halinize bakıyorum da geleceği düşünürken
titriyorum!" Bonaparte’ın muhakemesi kendince mantıklıydı çünkü kendi
hanedanını düşünüyordu.
Bonaparte, Paris'te
dolaşan öldüğü haberin bir kar çölü ortasında, hemen hemen yok olmuş, kanını
karların emdiği bir ordunun döküntüleri arasında öğrendi. Napoleon’un kuvvet zoruyla
kurduğu haklar, Rusya’da onun kuvvetiyle birlikte eriyip gidiyordu, başkentte
ise bunları şüpheye düşürmek için bir adamın ortaya çıkması yetmişti: din,
adalet ve özgürlük dışında hak yoktu.
Bonaparte, tam
Paris’te olup bitenleri öğrendiği sırada, Mareşal Michel Ney’den bir mektup
aldı. Bu mektup ona haber veriyordu ki: "En iyi askerler kartalın neden
artık korumadığını ve sade öldürdüğünü; kaçmaktan başka yapacak iş kalmadığına
göre tabur tabur ölmenin anlamının ne olduğunu soruyorlardı."
Mareşal Ney’in
yaveri yürekler acısı ayrıntılara girmeye kalkışınca, Bonaparte sözünü kesti:
"Albay, size bunları sormuyorum." bu Rusya seferi,
imparatorluğun bütün sivil ve askeri makamlarının kötülemiş oldukları bir
zıvanasızlıktı. Çekiliş yolunun akla getirdiği zaferler veya felaketler
askerlerin keyfini kaçırıyor, cesaretini kırıyordu. Bu çıkılmış ve tekrar
inilmiş yolda Napoleon, hayatının iki safhasının bir timsalini görebilirdi.
9 Kasım'da,
nihayet Smolensk’e varmışlardı. Bonaparte’ın bir emri, muhafız kıtası
karakolları işgal etmedikçe şehre herhangi bir kimsenin girmesini yasak
etmişti. Dışarıdaki askerler surların dibinde toplanıyorlar, içerideki askerler
kapalı duruyorlar. İnsanlıktan çıkmış umutsuzların bağrışmalarından gökler
inliyor. Sırtlarında pis kazak cüppeleri, yamalı kaputlar, delik deşik paltolar
ve üniformalar, yorganlar ve battaniyeler, başlarında kalpaklar, sarılmış
mendiller, delik kasketler, eğri büğrü, kırık dökük Tulgalar var; üstleri
başları kan ya da kar içinde, kurşunlarla delik deşik veya kılıçlarla doğranmış
bir halde, solgun ve süzülmüş yüzleriyle, karanlık, kıvılcımlı gözleriyle,
dişlerini gıcırdatarak surların yukarısına bakıyor, şişman VI. Louis zamanında kesilmiş sol ellerini sağ ellerinde tutan o malul esirleri
andırıyorlardı, görenler azgın maskeliler veya hastane kaçkını, aklını oynatmış
hastalar sanırdı. Eski ve yeni muhafız kıtaları yetişti, ilk geçişte yakılan
kaleye girdiler. İmtiyazlı kıtalara karşı şikâyet sesleri yükseldi: "Ordu
hep onların artıklarını mı toplayacak?" bu aç insan sürüleri, bir
hortlaklar ayaklanması gibi, çığrışarak ambarlara saldırdı. Onları püskürttüler,
çarpışmalar oldu. Vurulanların cesetleri sokakta, kadınlar, çocuklar, ağır
hastalar arabalarda kaldı. Bu eskiden kalmış yığınlarla cesedin çürümesinden
hava bozulmuştu, alıklaşmış ya da çıldırmış askerler görülüyordu. Tepelerinde saçları
dikilmiş ve bükülmüş olan birtakımları küfürler savurarak ya da bir garip
gülüşle gülerek cansız yere yıkılıyorlardı. Bonaparte bütün öfkesini, verdiği
emirlerin hiçbirini yerine getirememiş aciz ve zavallı bir levazımcıdan
çıkarıyordu.
100.000 kişilik ordunun mevcudu 30.000'e
inmişti, etrafında 50.000 kişilik döküntüler dolaşıyordu, atlı süvarinin
mevcudu topu topu 1.800 kişiden ibaret kalmıştı. Napoleon bunların kumandasını Victor de Fay de la Tour-Maubourg'a verdi. Borodino tabyasına karşı zırhlı
süvarileri hücuma geçirmiş olan bu subayın kılıç darbeleriyle başı yarıldı,
sonradan Dresden’de bir bacağını kaybetti. Uşağının ağladığını görünce ona dedi
ki: "Ne ağlıyorsun? Artık iki yerine bir çizme boyayacaksın."
kara günlere sadık kalan bu general, taht iddiası olan Chambord kontu V. Henri’nin
sürgünde geçen ilk yıllarında genç prensin akıl hocası olacaktı.
14 Kasım'a kadar Smolensk’ten ayrılamadılar. Napoleon, Mareşal Ney’e, Mareşal Davout’yla görüşmesini ve lağımlar yerleştirerek kaleyi havaya uçurmasını emretti. Kendisi de Krasnoy’un Ruslar tarafından yağma edilmesinden sonra, 15 Kasım'da oraya gidip yerleşti. Rus orduları, çemberlerini daraltıyorlardı. Moldova ordusu denilen büyük ordu yakınlardaydı, Fransızları büsbütün çevirip Berezina bataklıklarına sürmeye çalışıyordu. Fransız taburlarından arta kalan askerler günden güne azalıyordu. Fransızların feci durumunu öğrenen Kutuzov pek yavaş kımıldıyordu. İngiliz general Wilson: "Karargahınızdan yalnız bir an ayrılın, yüksek bir tepeye çıkın, Napoleon’un son saatinin çalmış olduğunu görürsünüz. Rusya bu kurbanı istiyor, artık lazım gelen tek şey darbeyi indirmektir. Bir hücum yeter, iki saat sonra Avrupa’nın çehresi değişmiş olur."
Doğruydu ama o
vakit asıl darbeyi Bonaparte yemiş olacaktı, oysa tanrı Fransa’yı cezalandırmak
istiyordu.
Kutuzov cevap
veriyordu: "Üç günde bir askerlerime mola verdiriyorum, bir an ekmeksiz
kalsalar utancımdan yerin dibine geçer ve hemen dururum. Esirim olan Fransız
Ordusu’nun muhafızlığını yapıyorum; ne zaman duracak veya büyük yoldan
ayrılacak olsa hemen cezasını kesiyorum. Napoleon’un sonucu artık kesinlikle
belli olmuştur: bu yıldız bütün Rus Orduları’nın önünde Berezina bataklığında
sönecek. Onlara Napoleon’u zayıflamış, silahlarını kaybetmiş, can çekişir bir
halde teslim edeceğim: bu benim için yeterli bir şereftir."
Bonaparte, pek
bol kullandığı o hakaretli küçümsemesi ile ihtiyar Kutuzov’tan bahsetmişti:
ihtiyar Kutuzov da onun hakkında aynı hor görücü dili kullanıyordu.
Kutuzov’un ordusu
komutanından daha sabırsızdı, kazaklar bile söyleniyorlardı: "Bu iskeletlerin
mezarlarından dışarı uğramasına ses çıkarmayacak mıyız?"
Smolensk’ten ayın
15’inde hareket etmiş olması gereken ve 16’sında Krasnoy’da Napoleon’a katılacak
olan dördüncü ordu hala görünürlerde yoktu. Bağlantı kalmamıştı, en önden gelen
Prens Eugène, bağlantıyı tekrar kurmaya boş yere çalıştı ama bütün yapabildiği
şey Rusları çevirip Krasnoy’da muhafız kıtasıyla birleşmek oldu lakin Mareşal
Davout’la mareşal ney hala görünmüyorlardı.
O zaman Napoleon
ansızın o yüksek askeri dehasını yeniden buldu. Ayın 17’sinde elinde bir
bastonla Krasnoy’dan çıktı. Mevcudu 13.000'e inen muhafızlarının
başında, sayısız düşmanlara meydan okuyarak Smolensk yolunu temizlemek ve iki
mareşaline yol açmak istiyordu: "İmparatorluk ettiğim yeter,
generalliği ele almanın zamanı geldi." İV. Henri, Amiens’i kuşatmaya
giderken, "Fransa kralı olduğum yeter, biraz da Navarra Kralı olmanın
zamanı geldi," demişti. Napoleon’un yürüdüğü yerin civarındaki sırtlar
topçu kuvvetleriyle dolmaktaydı ve her an onu darmadağın edebilirdi. Bu sırtlara
bir göz attı ve "Avcılarımdan bir süvari bölüğü orayı zapt etsin!"
dedi. Rusların sadece aşağı sarkmaları yeterdi, yalnız sayılarının üstünlüğüyle
onu ezerlerdi ama bu büyük adamı ve muhafızların döküntülerini savaş düzenini
almış bir halde görünce, büyülenmiş gibi hareketsiz kaldılar: Napoleon’un bir
bakışı sırtlarda 100.000 Rus'u durdurdu.
Kutuzov, bu Krasnoy
olayı dolayısıyla Petersburg’da Smolenski unvanıyla mükafatlandırıldı: herhalde
Bonaparte’ın bastonu altında, cumhuriyetin sonucundan umudunu kesmediği için bu
mükafata layık görülmüş olacaktı.
Bu boş
gayretten sonra 19 Kasım'da Dinyeper’in öbür yanına geçti ve Orşa’da ordugâh
kurdu. Moskova yanmamış ve oturmasına imkân vermiş olsaydı, kışın can
sıkıntısını gidermek için hayatını yazmak amacıyla getirmiş olduğu kağıtları
orada yaktı. Sveti Ivan Kilisesi'nin kocaman haçını Semlevo Gölüne atmak
zorunda kalmıştı. Haçı kazaklar orada bulmuş, büyük İvan Kulesine tekrar
takmışlardı.
Fransızlar Orşa’da
kaygı içindeydiler. Mareşal Ney’i bulmak için Napoleon’un giriştiği harekete
rağmen kendisi hala ortalarda yoktu. Sonunda Baranni’de ondan haber aldılar. Prens
Eugene ona katılmayı başarmıştı. İmparatorun dostları yazılarında onunla doğrudan
doğruya ilgili olmayan bütün olaylar hakkında titiz bir ihtiyatla ifade
kullanırlarsa de, General Gourgaud, Napoleon’un bu habere ne kadar sevindiğini
anlatır. Ordunun sevinci çabuk söndü, tehlikeler birbirini kovalıyordu. Bonaparte,
Kohanov’dan Tolojim’e giderken bir yaver kendisine Borisov köprü başının
kaybedildiğini haber verdi. Burayı Moldava Ordusu General Jan Henryk Dabrowski'den
almıştı. Borisov’da Reggis Dükü’nün baskınına uğrayan Moldava Ordusu da köprüyü
attıktan sonra Berezina’nın arkasına çekilmişti. Böylece derenin öte yanında, Pavel
Vasiliyeviç Çiçagov Fransızların karşısında bulunuyordu.
Hafif süvarilerden
bir tugaya kumanda eden General Jean Corbineau, bir köylüden bilgi edinerek, Borisov’un
yukarısında Veselovo Geçidini bulmuştu. Bu haber üzerine Napoleon, 24 Kasım akşamı, Jean Baptiste Eblé ve François Chasseloup’yu köprücüler ve istihkamcılarla
birlikte gönderdi, bildirilen geçit yeri olan Berezina üzerinde Studiyanka’ya vardılar.
İki köprü
kuruldu, kırk bin Rus’tan oluşan bir ordu, karşı kıyıda ordugâh kurmuştu. Gün ağarırken
karşı kıyıda ıssız bir halde ve Rus Tümeni’nin artçılarını çekilmekte görünce Fransızlar
ne kadar da şaşırmışlardı! Gözlerine inanamıyorlardı. Eblé’nin çürük çarık
köprülerini havaya uçurmak veya yakmak için tek bir gülle, bir Kazak'ın ateşi
yeterdi. Koşup Bonaparte’a haber verdiler, acele kalktı, dışarı çıktı, gördü
ve: "Amirali aldattım!" diye haykırdı. Şaşması doğaldı, Ruslar
yüze yüze kuyruğuna getirmişken fırsatı kaçırmışlardı ve savaşı üç yıl daha uzatacak
bir hatada bulunmuşlardı ama komutanları aldanmış değildi. Amiral Çiçagov her
şeyi görmüştü, sadece tabiatının gereğine uymuştu. Zeki ve ateşli olmakla
beraber rahatına düşkün bir adamdı. Soğuktan korkuyor, soba başından ayrılmıyor
ve iyice ısındıktan sonra Fransızları temizlemeye vakit bulacağını düşünüyordu:
mizacına boyun eğmişti. Servetini bırakarak ve Rusya’yla ilgisini keserek
sonradan Londra’ya çekilmiş olan Çiçagov, Quarterly Review'e 1812 savaşı
hakkında yazılar verdi, kendini mazur göstermeye çalışıyordu. Vatandaşları ona:
"Bu, Ruslar arasında bir tartışmadır, sen sus!" cevabını
veriyorlardı. Bu iki köprünün kurulması ve Rus Tümeni’nin akıl ermez
çekilişiyle Bonaparte kurtulmuş olsa bile Fransızlar kurtulmuş değillerdi:
başka iki Rus Ordusu nehrin Napoleon’un ayrılmaya hazırlandığı kıyısında
toplanıyordu.
Chambray der
ki: "Eble’nin emrindeki köprücülerin sadıklığı ve gayreti, Berezina’yı geçişin
hatırası yaşadığı sürece yaşayacaktır. Bunca zamandan beri çektikleri acılar
yüzünden takatten düşmüş olmalarına, besleyici yiyecek ve içeceklerden yoksun
bulunmalarına rağmen, çok sertleşen soğuğa aldırmadan, bazen göğüslerine kadar
suya girdikleri görüldü. Bu, hemen hemen kesin bir ölüme koşmak demekti ama
ordu onlara bakıyordu ve orduyu kurtarmak için kendilerini feda ettiler."
Mösyö Segúr de
der ki: "Fransızların arasında kargaşa hüküm sürüyordu ve iki köprüyü
tamamlamak için malzeme kıtlığı vardı. 26-27 Kasım gecesi arabalardan kurulan
köprü iki defa yıkıldı, bu yüzden geçiş yedi saat gecikti. 27 Kasım günü
akşamın saat dördüne doğru üçüncü bir defa yıkıldı, öte yandan korulara ve
civar köylere dağılmış olan döküntüler ilk geceden faydalanmamışlardı ve 27’nci
günü, şafak sökünce köprüyü geçmek için hep birlikte yığılmışlardı.
Bu yığılma,
bilhassa hareketlerini ona göre ayarladıkları imparatorluk muhafızları yürüyüşe
geçince oldu. Muhafız kıtasının hareketi adeta bir işaret yerine geçti:
döküntüler her yandan koşup geldiler, kıyıda biriktiler. Bir anda dar köprü
başını insanlar, hayvanlar ve arabalardan kurulu büyük ve karmakarışık bir
kalabalığın sardığı görüldü. En öncekiler, arkalarından gelenler tarafından
itildikleri, bunlar da muhafızlar ve köprücüler tarafından itildikleri veya
önlerine nehir çıktığı için eziliyor, ayaklar altında çiğneniyor veya Berezina’nın
sürüklediği buzlar arasına yuvarlanıyorlardı. Bu heybetli ve korkunç
kargaşadan, kimi bozuk bir uğultu, kimi iniltiler ve korkunç seslere karışık
büyük bir gürültü yükseliyordu. Karışıklık o dereceyi bulmuştu ki, saat ikiye
doğru imparator köprü başına gelince, kendisine yol açmak için kuvvet kullanmak
gerekmişti. Muhafızlardan bir kumbaracı kıtasıyla general la Tour-Maubourg,
merhamete gelerek bu biçareler kalabalığı arasında geçit aramaktan
vazgeçmişlerdi. Sahile toplanmış olan uçsuz bucaksız kalabalık, atlar ve
arabalarla karmakarışık bir durumda, orada ürkünç bir yığıntı halinde yolu
tıkamıştı. İlk düşman gülleleri öğleye doğru bu kargaşanın ortasına düşmeye
başladı: bu gülleler genel bir telaş ve heyecanın işareti oldu.
Bu umutsuz
insan kalabalığından ilk önce ileri atılanlardan bir haylisi, köprüye
erişemeyince kenarlarına tutunarak geçmeye kalkmıştı ama bunlardan çoğu
itilerek suya düşürüldüler. Kollarında çocuklarıyla buzlar arasında düşmüş
kadınların kendileri battıkça çocuklarını yukarı kaldırdıkları görüldü; suyun
altında kayboldukları halde, katılaşmış kolları hala çocuklarını başları
üstünde tutmaya devam ediyordu.
Bu korkunç
kargaşa arasında topçuların köprüsü çöküp yıkıldı. Bu dar geçide girmiş olanlar
boşu boşuna gerilemeye çalıştılar. Geriden gelen insan seli, bu felaketten
habersiz, öndekilerin haykırışlarına aldırmadan, ite ite ilerlemeye devam etti
ve onları aşağı attı, ötekiler de biraz sonra aynı şekilde suya döküldüler.
O zaman
herkes öbür köprüye koştu. Bir sürü ağır arabalar ve toplar her yandan gelip
burada birikti. Sürücülerinin yönetimi altında, dik ve arızalı bir inişin
hızına kapılarak, bu insan kalabalığı içinde, aralarına sıkışan biçareleri
paramparça ettiler, sonra birbirine çarparak, çoğu şiddetle devrildiler ve
düşerken etraflarını çevirenleri de çiğneyip yok ettiler. O zaman bu engellere
doğru itilen şaşkına dönmüş insan safları, bunlara takılarak düşüyor ve ardı
arkası kesilmeyen başka biçarelerin yığınları altında ezilip gidiyordu.
Bu perişan
insan dalgaları böylece birbiri üstünden geçip ilerliyordu. Acı ve öfke
haykırmalarından başka bir şey duyulmuyordu. Ezilen ve boğulan insanlar
arkadaşlarının ayakları altında çırpınıyor, dişleriyle, tırnaklarıyla bunlara
sarılıyorlardı. Ötekiler de onları düşmanlarıymış gibi insafsızca itip
geçiyorlardı. Top sesleri, fırtınanın ve güllelerin çıkardığı ıslıklar,
obüslerin patlayışı, iniltiler, savrulan korkunç lanetler ve küfürlerden
meydana gelen bu müthiş kasırga gürültüsü içinde bu başıboş kalabalık boğduğu
kurbanların feryatlarını işitmiyordu." -Segúr
Başka şahitlikler
de Mösyö Segúr'ün anlattıklarına uygun düşmektedir. Mesela Vaudoncourt: "Vesevolo’nun
önünde bulunan hayli geniş ova, akşam saatlerinde, korkunçluğunun tasviri güç
bir görünüştedir. Ova çoğu üst üste devrilmiş ve parçalanmış arabalarla kaplı,
her yana sivillerin cesetleri serilmiş, bunların arasında, ordunun peşinden Moskova’ya
kadar sürüklenmiş ya da yurttaşlarına katılarak bu şehirden kaçmış bir sürü
kadın ve çocuk da görülür. Türlü türlü şekillerde ölmüşler. Birbirine karışan
iki ordu arasında bu zavallıların kaderi arabaların tekerlekleri ve atların
ayakları altında ezilmek, iki yandan gelen gülleler ve kurşunlarla vurulmak, askerlerle
birlikte köprülerden geçmeye çalışırken suda boğulmak ya da düşman askerleri
tarafından soyularak ve çırçıplak bir halde karların üstüne atılarak soğuktan
donup acılarından kurtulmak oldu."
Böyle bir
afet, tarihin kaydettiği en acı sahnelerden biri olan bu yürek parçalayıcı
olay; Keykavus'un ordusunun başına gelenleri de aşmış olan bu felaketler
karşısında Bonaparte nasıl acınıp dövündü, ruhundan nasıl bir çığlık koptu? Dudaklarından
yalnızca şu kelimeler döküldü: "Ayın 26 ve 27’nci günleri zorlu geçti."
nasıl geçtiğini gördünüz! Yavrularını başları üstünde kaldırıp su yüzüne
çıkaran kadınların manzarası bile Napoleon’u duygulandırmadı. Fransa vasıtasıyla
dünyaya hükmetmiş olan başka bir büyük adam, Şarlman, görünüşte kaba bir
barbar olan bu adam, buzlar üstünde oynarken Maritsa Nehri'nde (Meriç Nehri) boğulan çocuğa ağıt yakıp ağlamıştı (Şarlman bir şairdi de): "Trux Puer
Adstricto Glacie Dum Ludit İn Hebro" (yaramaz bir çocuk meriç'te buzlarla
oynarken şiiri)
Belluno Dükü Claude
Victor-Perrin, geçidi korumaya memur edilmişti. Kendisinin geride bıraktığı General Louis Partouneaux, Ruslara teslim olmak zorunda kaldı. Yeniden yaralanan Reggio
Dükü’nün yerini Mareşal Michel Ney almıştı. Gaina Bataklıkları geçildi, Ruslar en
ufak bir tedbir almış olsalardı, o yolları geçilmez hale getirebilirlerdi. Üç haftadan
beri gelip de ileri geçmemiş olan ulakları 3 Aralık'ta Malodejno'da buldular. NAPOLEON
sancağı bırakıp gitmeyi işte orada düşündü. "Bir bozgunun başında
kalabilir miyim?" diyordu. Smorgon’da, Napoli Kralıyla Prens Eugène
Fransa’ya dönmesi için onu sıkıştırdılar. Bunu kendisine bildiren İstriya Dükü oldu,
daha o ağzını açar açmaz Napoleon fena halde köpürdü: "Orduyu bu halde
bırakıp gitmeyi bana ancak can düşmanlarım teklif edebilir" diye haykırdı.
Kılıcını çekip mareşalin üstüne yürüyecek oldu. O akşam İstriya Dükünü çağırdı
ve ona: "Mademki hepiniz istiyorsunuz, ne yapayım, ister istemez
giderim" dedi. Sahne güzel düzenlenmişti; bu sahne oynanırken kendisi
zaten gitmeye karar vermiş bulunuyordu. Gerçekten, imparatorun ordunun başından
ayrılma kararını ayın 4'ünde Malodejno’dan Biklitzc'e giderken vermiş olduğunu
mösyö Fain temin eder. O koca aktör acıklı dramını işte böyle bir komedyayla
sona erdirmişti.
Napoleon, Smorgon'da
yirmi dokuzuncu emrini yazdı. 5 Aralık'ta Vicenza Dükü Mösyö Caulaincourt ile
beraber bir kızağa bindi, saat akşamın onuydu. Birlikte kaçtığı arkadaşının
kimliği altında gizlenerek Almanya’yı geçti. O ortadan kaybolunca her şey
mahvoldu. Bir fırtınada koca sfenks heykeli, Teb Şehri’nin kumları altına
gömüldüğü zaman çölde hiçbir gölge kalmaz. Başlarından başka canlı tarafları
kalmamış beş on asker çam dallarından yapılmış sayvanlar altında en sonunda
birbirlerini yediler. Artık artması imkânsız sanılan felaketlerin ardı arkası
kesilmiyor, o zamana kadar bu iklimin sadece sonbaharı olan havalar kışa
çevriliyordu. Ruslar ise peşlerinde, buzlar ülkesinde Bonaparte’ın ardında
avare bıraktığı donmuş gölgelere ateş açmaya kıyamıyorlardı.
RUSYA
SEFERİ'NİN SONUÇLARI,
Müttefikleri
Napoleon'u terk ediyor, imparator Fransa'ya dönüyor, Papa'nın ve Kardinal Pacca'nın
inadı, Avrupa kaynıyor; Napoleon'a karşı yeniden ancak bu kez daha emin bir
şekilde birleşiyor…
Vilnius'te birtakım
Yahudiler evvelce mülk hırsıyla evlerine almış oldukları Fransız hastaları Rusların
ayakları altına atıyorlardı. Paneriai hizalarında son bir bozgun Fransızların geri
kalanlarını da kırıp geçirdi. Nihayet Neman’a varılmıştı, Fransız ordusunun
vaktiyle üstünden geçmiş olduğu üç köprüden eser yoktu, düşmanın kurduğu bir
köprü buz tutmuş suların üstünde yükseliyordu. Ağustos ayında nehri geçmiş olan
500.000 kişiden ve sayısız toplardan, Kaunas'ta ters yönde köprüyü topu
topu 1.000 düzenli piyade ile birkaç top ve yara bere içinde 30.000
perişan insanın geçtiği görüldü. Artık ne mızıka vardı ne zafer türküleri;
donmuş kirpikleri gözlerini açık durmak zorunda bırakan mosmor yüzlü insan
sürüsü köprüde sessizce yürüyor ya da buz parçalarının birinden ötekine
atlayarak Polonya yakasına doğru sürünüyordu. Sobalarla ısıtılmış evlere
varınca biçareler can verdiler: üstlerini kaplayan karla birlikte canları da
eriyip gitti. General Gourgaud, Neman'ı geçenlerin 127.000 kişi olduğunu
söyler. Bu hesap doğru kabul edilse bile dört aylık bir seferde en az 373.000
kişi kaybedilmiş demektir.
Gusev'e varınca,
Napoli Kralı Joachim Murat subaylarını topladı ve onlara: "Bu zıvanasıza
hizmet etmeye bundan böyle imkân kalmamıştır, onun davası artık çıkar yol
değildir; Avrupa’nın hiçbir hükümdarı onun sözlerine ve antlaşmalarına
inanmıyor" dedi. Oradan Poznan’a gitti ve 16 Ocak 1813'de
ortadan kayboldu. Yirmi üç gün sonra Schwartzenberg Prensi Karl Philipp ordudan ayrıldı, Prens Eugène’in emri altına girdi. Önce Friedrich Wilhelm tarafından
apaçık ayıplanmış ve sonradan onunla barışmış olan General Ludwig Yorck von Wartenburg,
Prusyalıları alıp çekildi: Avrupa Napoleon’u yüzüstü bırakmaya başlamıştı.
Bütün bu sefer
sırasında Napoleon, Generalleri kadar ve özellikle Mareşal Michel Ney derecesinde
kabiliyet göstermemiştir. Bonaparte’ın kaçmasını mazur göstermek için ileri
sürülen sebepler kabul edilir şeyler değildir: kanıtı meydanda çünkü
hareketiyle her şeyi kurtarması gerekirken hiçbir şeyi kurtaramadı. Ordusunu bırakması,
felaketleri tamir etmek şöyle dursun, büsbütün artırdı ve Ren Federasyonu'nun dağılmasını
hızlandırdı.
Grande
Armee'nin Molodetşino'da 3 Aralık 1812'de çıkarılan yirmi dokuzuncu ve
son bildirisi ayın 18’inde, Napoleon’dan iki gün önce Paris’e erişti: Öyle övdükleri
gibi açık sözlü olmaktan çok uzak bulunmasına rağmen bu emir Fransa’yı şaşkınlığa
uğrattı; bildiride göze çarpan apaçık çelişmeler kendini belli eden gerçeği
gizlemeye yetmemektedir. Bonaparte, Sainte-Helene’de daha açık bir dil
kullanıyordu çünkü açığa vurduğu gerçekler başından düşmüş olan bir tacı
tehlikeye sokamazdı. Ama zorbayı bir kere daha dinleyelim. 3 Aralık 1812
tarihli bildiri der ki:
"Ayın 6’sında
mükemmel bir halde olan bu ordu, ayın 14’ünde pek farklıydı. Süvari, topçu ve
nakliyeden hemen tamamıyla mahrum bir halde, bir çeyrek saatlik yerleri keşiften
aciz bir duruma düşmüştük.
Kaderin ve
talihin bütün cilvelerine karşı kayıtsız davranacak kadar güçlü bir yaradılışta
olmayanlar sarsılmış göründüler, neşeleri ve keyifleri kaçtı, gözleri sefalet
ve felaketlerden başka bir şey görmez oldu; üstün bir yaradılışı olanların
keyifleri yerinde kaldı, eski tabiatları değişmedi ve aşılması için çeşitli
gayretler isteyen güçlükler onlara yeni yeni bir şeref ve şan konusu gibi
göründü.
Bütün bu
günlerde imparator daima, süvarisine İstriya Dükü Mareşal Jean-Baptiste
Bessières'nin ve piyadesine Danzig Dükü Mareşal François Joseph Lefebvre'nin
komuta ettikleri muhafızlarının ortasında yürüdü. Haşmetli imparator muhafız
kıtasının gösterdiği gayretten hoşnut kaldı; bu kıta olay ve şartların vücuduna
ihtiyaç hissettireceği her yere koşmaya daima hazır bulundu ama olaylar öyle
bir seyir takip etti ki, onun yalnız vücudu yetti ve savaşmak zorunda kalmadı.
Neufchâtel Prensi
büyük Mareşal Louis-Alexandre Berthier, saray Mareşali Geraud Duroc, başyaver
ve imparatorun sarayına mensup bütün yaverlerle subaylar haşmetlinin daima
yanında kaldılar.
Süvarimiz o
kadar atsız kalmıştı ki, bir atı bulunan subayları bir araya getirip 150'şer
mevcutlu dört bölük teşkil etmek icap etti. Bu bölüklerde generaller yüzbaşılık,
albaylar erbaşlık ediyorlardı. Napoli Kralı'nın emri altında general Grouchy’nin
komuta ettiği bu kutsal tabur bir hareketini bile gözden kaçırmadan daima
imparatoru gözetti. Haşmetlinin sağlığı hiçbir zaman bu kadar yerinde olmamıştı."
Bunca zaferler nasıl da özetleni vermiş! Bonaparte, Direktuvar'lara: "Hepsi de şan ve şeref yoldaşım olan 100.000 Fransızı ne yaptınız? Hepsi öldü!" diye haykırmıştı. Fransa da Bonaparte’a diyebilirdi ki, "Hepsi de evlatlarım veya müttefiklerim olan Neman'daki 500.000 askeri bir seferde ne yaptınız? Hepsi öldü!"
Napoleon’un acındığı
o 100.000 cumhuriyet askerinin kaybından sonra hiç değilse dava
kaybedilmemişti; Rusya Seferi'nin sonuçları ise Fransa’nın istilasına ve yirmi
yıldan beri zaferlerinin ve fedakarlıklarının biriktirmiş olduğu ne varsa
hepsinin kaybedilmesine yol açtı.
Bonaparte bir
hareketini bile gözden kaçırmayan kutsal bir tabur tarafından daima korunmuş,
bu feda edilmiş olan 300.000 cana bedeldir ama ne diye kuvvetli bir yaradılışta
değildiler? Eski tabiatları değişmeyecekti. Bu sefil mezbahalık sürü, imparator
gibi, hareketleri yakından incelenmeye değer miydi?
Bildiri, öteki
bildirilerden birçoğu gibi şu sözlerle bitiyor: "Haşmetlinin sağlığı
hiçbir zaman bu kadar yerinde olmamıştı."
Analar, babalar! Gözyaşlarınız dinsin, Napoleon’un keyfi yerindedir.
Gazetelerde, bu
raporun altında şu resmi not okunuyordu: "Bu birinci sınıf bir tarihi
belgedir; Ksenofon'la Caesar, biri on binlerin dönüşü eserini, öteki commentarii
de bello gallico eserini böyle bir ifadeyle yazmışlardı." ne ahmakça bir
bilgiç kıyaslaması! Ama lütufkar edebi övgü bir yana bırakılsa da Napoleon’un sebep
olduğu korkunç felaketler yazıcılık kabiliyetlerini meydana çıkarmasına imkân
verdiği için herkes sevinmeliydi! Neron Roma’yı ateşe vermişti ama Troia yangını
üzerine de şiirler yazmıştı. Fransızlar, dalkavukluğu o derece ileri
vardırmıştı ki, Fransa’nın ebedi yasına sövmek için Ksenofon’la Caesar’ı mezarlarından
çıkaracak kadar vahşice bir alaydan çekinmiyorlardı.
Muhafazakâr
senato imparatoru karşılamaya koştu: Bernard Germain de Lacépède demişti ki:
"Haşmetli imparator ve kralımızın, tebaaları arasına mutlu dönüşleri
vesilesiyle senato, tebrik ve saygılarını imparatorun önünde diz çökerek sunar.
İmparatorun baş meclisi olan, nüfuz ve itibarı hükümdarın arzu ve emirleriyle var
olan senato bu krallığın ve dördüncü sülalemizi teşkil edecek hanedanınızın
tahta verasetinin muhafazası için tesis olunmuştur. Fransa ve gelecek nesiller,
her halükârda, onu bu mukaddes vazifeye sadık bulacaklar ve bütün azası milli
emniyet ve refahın bu tahtın müdafaası uğrunda nefislerini fedaya daima amade
olacaklardır." senato azası, Napoleon’u tahttan indiren kararnameyi
çıkararak bunu nasıl da ispat edecekti!
İmparator cevap
verdi: "senatörler, söyledikleriniz çok hoşuma gitti. Fransa’nın şeref ve
kudret’i en büyük emelimdir ama ilk işimiz iç düzeni devam ettirecek şeyleri
sağlamak. Bundan böyle vatanın selameti, onunla vücut bulan bu tahtı düşünmek
olmalıdır. Tanrıdan bir miktar daha ömür diledim. Çeşitli devirlerde yapılmış
olan şeyleri düşündüm, daha da düşüneceğim."
Senato azası, Napoleon’u
halkın refahı ve mutluluğu için kutlamaya cüret ederken bir yandan da
gösterdiği cesaretten ürkmüştür, mevcut olmaktan korkmaktadır; senatonun nüfuz
ve itibarı ancak Napoleon’un arzu ve emriyle var olduğunu söylemeyi ihmal etmiyor.
Senatonun bağımsızlığı ne korkulacak şeydir!
Bonaparte, Sainte-Hélène’de
kendini mazur göstermek içindir ki: "Beni mahveden Ruslar mı oldu? Hayır!
Beni mahveden; yanlış raporlar, budalaca entrikalar, ihanet, saçmalıklar ve
daha birçok şeyler ki, bir gün belki meydana çıkacak ve siyasetle savaş
alanında beni suçlayabilecekleri iki büyük hatayı hafifletecek veya mazur
gösterecektir."
Ancak bu
savaşın ya da bir vilayetin kaybıyla sonuçlanan hatalar açıklaması geleceğe
havale edilen esrarlı sözlerden ibaret mazeretleri belki götürür ama topluluğu
altüst eden, bir ulusun bağımsızlığını boyunduruk altına koyan hatalar gururun
baş eğmesiyle silinemez.
Bunca felaketlerden
ve kahramanca hareketlerden sonra senatonun sözlerinden duyulan hissin ancak ya
dehşet ya da küçümseme olması ne acı şeydir.
Bildirinin ardından
Bonaparte çıkagelince herkesi bir şaşkınlık aldı. Mösyö Segur der ki: "Artık
imparatorlukta yalnız zamanın ve savaşların ihtiyarlatmış olduğu kimselerle
çocuklar vardı; olgunluk çağında erkek kalmamış gibiydi! Ne olmuştu bunlar? Kadınların
gözyaşları ve anaların çığlıkları, cevabı son derece açıklayıcı kılar! Kendileri
çalışmasa ekilmemiş kalacak olan toprağın üstünde iki büklüm olmuş didinen bu
kadınlar, imparatorun şahsında savaşa lanet ediyorlardı."
Berezina dönüşü,
her şeye rağmen, verilen emirle halk yine de hoplayıp zıplamak zorunda kaldı, Louis
Bonaparte'ın eşi Hollanda Kraliçesi Hortense de Beauharnais'nin tarihe hizmet
için yazdığı anılarından bunu öğreniyoruz. İnsanlar yürekleri parçalanırken,
akraba veya dostlarının kaybına içleri kan ağlarken baloya gitmek zorunda
kaldılar. Zorbalığın Fransa’yı mahkûm ettiği şerefsizlik işte bu raddeye
varmıştı: salonlarda görülen bu hal her zaman sokaklarda rastlanan manzaraydı;
birtakım biçareler gelip geçenleri eğlendirmek için dertlerini türkü halinde
söyleyerek hayatlarının acısını avutuyorlardı.
2 Yorumlar
Ellerinize saglik, cok faydali bir makale hazirlamissiniz. Faydalandiginiz kaynaklari da eklerseniz sevinirim.
YanıtlaSilMerhaba, evet yazmayı unuttum, asıl yazıyı sözlük'te yazmıştım orada bütün hali ile mevcut yaklaşık 23 bölümlük bir Korsikalı serisi. Rusya seferi ise yaklaşık 4-5 bölümünü kapsıyor. Chateaubriand ile Walter Scott'ın biyografileri kaynağın büyük kısmı, birçok siteden de ekleme ve düzenleme yaptım.
Sil