Türk-Amerikan İlişkilerinde Yaşanan Sorunların Kökeni
Türkiye
ile ABD arasındaki ikili ilişkiler günümüzde olduğu gibi geçmişte de inişli
çıkışlı bir seyir izlemiştir. Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerin
bahar havasında ilerlediği dönem ise 1950’li yıllarda gerçekleşmiştir. 2.
Dünya savaşı sonrası dünya iki kutuplu bir döneme girerken Türkiye savaşa
katılmasa dahi savaşın verdiği ekonomik buhran ve Sovyet tehdidine karşı batı
ittifakı ile ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir. İlişkilerin geliştirilmesi
bağlamında Türkiye, ABD tarafından hem ekonomik hem de askeri teçhizat
konusunda hibe yolu ile desteklenmiştir. İlerleyen dönemde Kore Savaşına askeri
destek veren Türkiye, NATO’ya katılmış ve ABD ile ilişkilerin gelişmesi ile
birlikte müttefik olmuştur. 1950’li yılların ortalarına gelindiğinde Demokrat
Parti hükümetinin düştüğü ekonomik kriz ve bu ekonomik krizi atlatmak için ABD’den
istediği hibe veya kredinin karşılanmaması Türk-Amerikan ilişkilerindeki
sorunların kökünü oluşturan etkenlerden birisi olmuştur. Aynı dönemde bu ve
buna benzer çeşitli sorunların ortaya çıkışı her ne kadar hükümetler arası bir
sorun olarak görülse de zamanla Türk kamuoyuna da yansımaları olmuştur. Dolayısıyla
burada Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan sorunların kökeninin ne zaman ve
neden başladığına değinmek gerekiyor. Sorunların kökenine inmeden önce 2. Dünya
Savaşı sonrası ikili ilişkilerin gelişimine biraz değinip 1950’li yılların
ortalarından sonra ikili ilişkilerde yaşanan bozulmalara girmek daha doğru olacaktır.
İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu bir ortama doğru giden yeni Dünya düzeninde,
ABD geleneksel dış politikasını bir yana bırakarak daha aktif bir şekilde dünya
siyasetinde yer almaya başlamıştı. Bu politika değişimi kapsamında Amerika’nın
temel politikaları Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde
şekillenmeye başlamıştı. İngiltere’nin Mart 1947 tarihi itibariyle
komünist güçlere karşı iç savaş halinde bulunan Yunan hükümetine askeri ve ekonomik
yardım sağlayamayacağını açıklamasından sonra, Sovyetler Birliği’nin YaltaKonferansı sonrası alınan karar uyarınca Yunanistan iç savaşında hükümet
yanlılarına karşı savaşan komünist güçlere desteğini çekeceğine dair taahhüdünü
yerine getirmeyeceğini düşünen ABD hükümeti, Türkiye’yi de içine alan bir
yardım planını devreye sokmak için çalışmalara başladı. Bu karar sonrası
tarihsel kökenleri 18. Yüzyıl sonlarına kadar giden Türk-Amerikan ilişkilerinde
yeni bir döneme girilmiş oldu. Bölgenin jeopolitik olarak önemli yere sahip Yunanistan
ve Türkiye’nin istikrarlı bir yönetime sahip olmasının önemine inanan ABD
Başkanı Truman, Kongre’den 400 milyon dolarlık bir yardım talep etmiş ve
belirlenen bu yardım miktarından Türkiye’ye 100 milyon dolar gönderilmesi
kararlaştırılmıştır. Amerika’nın desteği bununla kalmamış; kısa bir süre sonra
gündeme gelen ve Marshall Planı olarak bilinen yardımlardan Türkiye’de istifade
etmiştir.
1953
yılına kadar Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkiler tam bir ittifak
çerçevesinde yürütülmüş ve Türkiye’nin NATO’ya katılımı ile bu ittifak
müttefiklik safhasına geçmiştir. 1953 yılına gelindiğinde ABD’de yönetim el
değiştirmiş ve Dwight D. Eisenhower ABD’nin yeni Başkanı olarak
seçilmiştir. Bu yıllarda merak edilen konu, ABD’nin uyguladığı bu yardım
politikasını sürdürüp sürdürmeyeceği olmuştur. 5 Ocak 1955 yılındaki
Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Hazine Bakanı George Humphrey’in Dünya
çapındaki Amerikan ekonomik yardımlarının kademeli olarak kısılması yönündeki
talebine, Eisenhower’ın Türkiye üzerinden açıklama yaparak karşı çıkması, ABD
yönetiminin hem yardımlarına devam edeceğini hem de Türkiye’yi bölgede önemli
bir müttefik olarak gördüğünü bir kez daha göstermiştir. Eisenhower
açıklamasında, ABD’nin ekonomik yardım yapmasındaki temel amacın güvenlik konusunda
kazanımlar elde etmek olduğunu söylemiş ve Türkiye’ye yardım etmenin ABD’nin
bölge güvenliğini sağlaması açısından önemli rol oynadığına değinmiştir. Ayrıca
Eisenhower’ın, ABD’nin Türkiye’ye yardım ederek Türklerin kendi ordusunu
güçlendirmesini sağlamasının, ABD’nin ayrı bir kuvvet oluşturmasından daha iyi
ve ucuz olacağını belirtmesi, Eisenhower döneminde de Türkiye ve ABD’nin sıkı
bir ilişki içinde olacağının bir göstergesi olmuştur. Fakat Türk-Amerikan
ilişkilerinde önemli bir yer tutan ve iki devlet arasında tam bir işbirliği
olduğu kabul edilen 1950’lilerin ilk yarısında, Eisenhower’ın iktidara geldiği
yıl olan 1953 yılı başlangıcından itibaren, Türk-Amerikan ilişkilerinde bazı
pürüzler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Hazine Bakanı George Humphrey |
Türk-Amerikan
ilişkilerinde krizin derinleşmesi ise 1960 ile 1967 yılları arasında meydana
gelen U-2 Olayı, Küba Füze Krizi ve en sonunda Türkiye’nin Kıbrıs
adasındaki gelişmeler üzerine müdahale hazırlığı yapması sonrası dönemin ABD
başkanı tarafından başbakan İsmet İnönü’ye gönderilmiş olan ünlü ‘’Johnson
Mektubu’’ ile gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, Türk Amerikan
ilişkilerinde meydana gelen güven bunalımının izlerine çok yoğun bir seviyede
olmasa da, 1950’li yılların ikinci yarısında da rastlanmaktadır.
1950’li
yıllarda iki tarafta Türkiye’de kurulacak olan üsler gibi konularda sıkı
ilişkileri yürütme gayretinde olmasına rağmen, bazen ekonomik yardımlar gibi
diğer hususlarda izlenecek metotlar üzerinde anlaşmazlığa düşüyorlardı. Hatta
bazı zamanlar Türk hükümeti, kendisinin Amerikan hükümetine karşı müttefiklik
çerçevesinde göstermiş olduğu ilgi ve alakayı, aynı şekilde Amerikan
hükümetinden bulamadığı konusunda yakınmalarda bulunduğu da oluyordu. Bu durum,
Türk yetkililere ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda politikalarını gözden
geçirip değişiklik yapabileceği konusunda yavaş yavaş bir fikir edinme imkanı verdi.
TÜRKİYE’DE KURULACAK ASKERİ ÜSLER
Kore
savaşı sonrası Türkiye’nin talebi üzerine 1952 yılında NATO’ya kabul edilerek üye
olması Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. ABD
hükümeti'nin Truman doktrini çerçevesinde Türk silahlı kuvvetlerine hibe ettiği
askeri teçhizat ile birlikte ABD’nin Türkiye’de üs kurma talebi de bulunuyordu.
Türkiye’nin NATO bünyesine katılması ile birlikte, ABD’nin Türkiye’de askeri
üsler kurulması konusundaki istekleri ve baskısı daha da artmıştır. ABD
Büyükelçileri Türkiye ile ABD arasında üsler konusunda yapılan görüşmelerde
önemli rol oynamışlardır. Bu bağlamda, aynı dönemde Washington yönetimi,
gönderdiği telgraflarla Büyükelçilerini yönlendirmiş ve Türk yetkililerle yakın
temas kurmaları konusunda direktifler vermiştir.
1953
yılı içerisinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ile
görüşen dönemin ABD Büyükelçisi George McGhee, eskiden beri süre gelen
ve iki devletin ilişkilerinde önemli yer tutan, ABD’nin askeri yardımlarının, Türkiye’nin
NATO üyesi olması hasebiyle karşılıklı sorumluluk çerçevesinde bir değişim geçirmesi
gerekliliğinden bahsetmiştir. NATO anlaşmasının üçüncü maddesine değinen Büyükelçi,
bu madde çerçevesinde ABD’nin Türkiye ile gizli anlaşma yapmaya istekli olduğunu
söylemiştir. NATO anlaşmasının 3. maddesinin, ittifak üyesi ülkelerin ortak
savunmanın daha etkili bir biçimde yapılabilmesi için birbirleriyle karşılıklı
anlaşmalar yapmasına olanak sağlaması nedeniyle ABD, Türkiye gibi stratejik
yönden önemli bir noktada bulunan bir ülkede askeri üsler elde etmeyi amaçlıyordu.
ABD Büyükelçisi George McGhee |
Görüşme
sonrası Amerikalı Büyükelçi, Dışişleri Bakanı Köprülü’nün gizli anlaşma yapma
önerisine gayet sıcak yaklaştığını Washington’a iletmiştir. Buna göre Köprülü,
iki devlet arasında böyle bir anlaşma yapılmasını Türkiye’nin NATO üyesi
olmasının doğal bir sonucu olarak gördüğü anlaşılıyor. Ayrıca Köprülü, ABD
tarafından kurulacak askeri üslerin, Türkiye’nin Rusya’ya karşı savunmasında avantaj
sağlayacağını da düşündüğü anlaşılmaktadır. Burada bir parantez açarak Türk
hükümetinin neden böyle bir yaklaşımda olduğunu kısaca izah etmek gerekiyor.
Türkiye ile Sovyet Rusya arasında 2. Dünya Savaşı öncesinde ilişkiler Boğazlar
meselesi (Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki nota savaşları) yüzünden
gerilmeye başlamış ve 1936 Montreux Anlaşması ile bu sorun Türkiye
lehine çözülmüştü. 2. Dünya savaşı sırasında Türkiye’nin hem tarafsız kalması
hem de Almanya ile ticari ilişkilerini (krom satışı) devam ettirmesi (bkz. 2.Dünya Savaşında Türk-Alman ilişkileri) iki devlet arasında gerilimi yeniden
tırmandırmış ve savaş sonrası Stalin’in yayılmacı politikası kapsamında Sovyet
Rusya Türkiye’den boğazlarda askeri üs ve Doğu Anadolu’dan toprak taleplerinde
bulunarak Türkiye’nin toprak bütünlüğü üzerinde tehdit oluşturmaya başlamıştı.
Türkiye, Rusya’nın bu talepleri üzerine Batı ittifakı ile ilişkileri
geliştirerek ittifak şemsiyesinin koruması altına girerek kendini koruma altına
almayı seçmişti. Çünkü dönemin Türk ordusu ve ekonomisinin ‘’Rus ayısı’’ ile
başa çıkması mümkün değildi.
Türk
hükümetinin yukarıda izah ettiğimiz yaklaşımdan dolayı Dışişleri Bakanı Köprülü,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayını almadan hükümetin çok büyük bir
ihtimalle böyle bir anlaşmaya gizli bir şekilde onay verebileceğini McGhee’ye bildirdi.
Fakat kesin bir cevap için, Başbakan ve diğer çalışma arkadaşlarıyla görüşmesi
gerektiğini söyleyen Köprülü, yakın bir zamanda ABD Büyükelçisini bu konu
hakkında bilgilendireceğini belirtmiştir. Bir süre Türk hükümetinden cevap bekleyen
Büyükelçi McGhee, 4 Mart 1953 tarihinde Köprülü’yü arayarak görüşme
isteğinde bulunmuş ve bu görüşmede, daha önceden askeri üsler konusunda dile
getirmiş olduğu talepler hakkında Başbakan Menderes’le Paris’e yapacağı
yolculuğu öncesi görüşmek isteğini bildirmiştir. Köprülü cevaben, Başbakanın yoğunluğu
nedeniyle çok istemesine rağmen ABD’nin üs talebiyle yeteri kadar ilgilenemediğini
dile getirmiştir. Görüşme esnasında Menderes’i arayan Köprülü; Başbakanın üs
konusunu hemen Büyükelçiyle görüşüp görüşemeyeceğini sormuş, Başbakan Menderes cevap
olarak, Paris seyahatinden döndükten sonra bu konuyu ayrıntılı bir şekilde
masaya yatıracağını söylemiştir. Bu görüşme sonrası Büyükelçi, ABD makamlarına
ilettiği bilgilendirmede, konunun önemine binaen Türk hükümeti üzerinde fazla
baskı kurmadığını ve hükümetin askeri üs anlaşmasını dikkatli şekilde
incelemesinin normal olduğu değerlendirmesinde bulunmuştur.
Büyükelçiyle
görüşmesi esnasında Köprülü’nün değinmiş olduğu bir başka husus ise, Türk ordusundaki
subay sayısında artışa gitme kararı olmuştur. Büyükelçi ise bu karardan duymuş
olduğu memnuniyeti ifade etmiştir. Bu manada Türkiye'ye yardım için oluşturulan
Ortak Amerikan Askeri Misyonun komutanı General William Arnold’un, Türk
ordusunda subay sayısının artışına ihtiyaç olduğu yönünde fikre sahip olduğu da
Büyükelçi tarafından Köprülü’ye iletilmişti. Bu durumun ABD’nin o sıralarda Sovyet
tehdidine karşı takip ettiği “sınırlı savaş” (Limited War)
stratejisinin bir parçası olduğu söyleyebiliriz. Bu stratejiye göre Sovyet
tehdidini “nötralize” etmek için ittifak üyelerinin geniş ordulara sahip
olmaları gerekli görülüyordu. Çünkü Sovyet Rusya’nın saldırısına en ön safta
göğüs gerecek ülkelerden birisi de Türkiye olarak görülmekteydi. Türk ordusunun
modernize edilerek asker sayısının yükseltilmesi Rusların olası saldırısı
karşısında NATO’nun doğu cephesini güvence altına alması anlamına geliyordu. Bununla
birlikte Boğazların güvenliği de hem NATO hem de ABD’nin en önemli gündem
maddelerinden birisini oluşturuyordu.
General William Arnold |
ABD
açısından Türk ordusundaki subay sayısının artışına karar verilmesi önemli bir
gelişme olarak görülüyordu. Fakat Türk topraklarında üs kurma konusunda hala
kesin bir cevap alınamamıştı. Bu nedenle, 2 Mayıs 1953 tarihinde kendi talebi
üzerine Başbakan Menderes’le yarım saatlik bir görüşme gerçekleştiren
Büyükelçi, ABD’nin askeri üs talepleri konusundaki gelişmeleri sordu. Büyükelçi,
iki ülke hükümetleri arasında yapılacak böyle bir anlaşmanın büyük bir gizlilik
içinde yapılmasını, anlaşma ile ilgili kamuoyunun genel manada bilgi sahibi
olabileceğini ama anlaşmanın içeriğinin meydana gelebilecek herhangi bir Rus
tepkisine karşı gizli olması gerektiğini vurguladı. Menderes, büyükelçinin
açıklamasına cevaben, anlaşma konusunu incelediklerini ve bir sonuca ulaşmak
için gereğinin yapılacağını dile getirmiştir. Ayrıca görüşme esnasında Menderes,
yapılacak askeri bir işbirliğinin iki ülke için de yarar sağlayacağının
farkında olduklarını belirtmiş, eğer ABD böyle bir talepte bulunmasaydı kendileri
bu şekilde bir anlaşma teklif edeceklerini dile getirmiştir. Menderes sadece
anlaşmanın imzalanması için bazı detaylar üzerinde çalışılması gerektiğine
değinmiştir. Anlaşma üzerindeki son detayları görüşmek üzere de Dışişleri
Bakanlığı Müsteşarı Muharrem Nuri Birgi’yi görevlendirmeyi düşündüğünü
söylemiştir.
Muharrem Nuri Birgi |
Türkiye’de
kurulması planlanan Amerikan üsleri meselesi 1953 yılı Ekim ayından sonra daha
önemli bir hal almıştır. Başkan Eisenhower tarafından kabul edilen ve daha
sonra genel NATO stratejisi haline gelen “esnek karşılık doktrini” (flexible
response), çerçevesinde ABD, Sovyet stratejik bölgelerine yakın yerlerde
hava üsleri kurma konusuna daha fazla ağırlık vermeye başladı. Bu doktrine
göre, nükleer başlıklı mühimmat taşıyan uçakların, herhangi bir Sovyet
saldırısında harekete geçmesi planlanmış ve bu durum ile karşı karşıya kalan düşmanın
saldırgan tutum almaktan caydırabilecek bir hamle olduğu düşünülmüştür. ABD’nin
bu doktrini hayata geçirmek için Türkiye‘nin önemi bir kat daha artmıştır.
Çünkü Türkiye hem Sovyet Rusya ile sınırdaş hem de konum olarak Sovyet üslerine
en yakın ülkeydi. Dolayısıyla ABD’nin, Türkiye’de kuracağı hava üsleriyle bu
planı hızlı bir şekilde gerçekleştirebileceği aşikardı. Sonuçta, ABD ile
varılan anlaşma sonrası, 14 Ekim 1953 tarihinde İzmir Çiğli’de
bir askeri üs tesis edilmiştir. ABD ile yapılan ikili anlaşmalar sonraki
yıllarda devam etmiş ve TBMM’nin onayından geçmeden yürürlüğe giren onlarca
anlaşma yapılmıştır. Yalnızca 1950-60 yılları arasında yapılan anlaşmaların
sayısı 31’i bulmuştur.
50’Lİ YILLARDA İKİ ÜLKE ARASINDAKİ İLİŞKİLERDE
FİLİZLENMEYE BAŞLAYAN OLUMSUZLUKLAR
Türkiye’nin
NATO’nun bir parçası hâline gelmesi, ardından ABD’nin Türk topraklarında askeri
üs tesis etme talebine olumlu yaklaşması, Türk-Amerikan ilişkilerindeki
işbirliğinin yolunda gittiğinin bir göstergesi olarak görülebilir. Bununla birlikte
bu işbirliğinin altında iki taraf arasında bazı memnuniyetsizlikler de mevcuttu
ve bunlar hep halının altına süpürülüp görmezden geliniyordu. 60’lı yıllarda hissedilmeye
başlanacak olan Türk-Amerikan ilişkilerindeki soğukluğun temelleri aslında 50’li
yılların başından itibaren atılmaya başlamıştı. Dıştan bakıldığında iki ülkenin
ilişkileri son derece iyi şekilde ilerliyor görülürken; aslında ABD’nin
Türkiye’ye karşı takınmaya başladığı tavır nedeniyle Türk cephesinde bazı hayal
kırıklıkları oluşturmaya başlamıştı. 2. Dünya Savaşı sonrası dünya
politikası ‘’iki kutuplu’’ olarak evrilirken Sovyet tehdidine
karşı tamamen ABD güdümüne giren ve Washington’un tüm isteklerine olumlu yanıt
veren Türkiye, belki de ABD gözünde artık özel bir politika uygulamadan da kendi
yanında olmaya mecbur olacak bir imaj oluşturmuştu. Çünkü iktidarıyla
muhalefetiyle 1950’lilerin başında Türkiye, dış politikasını tamamen ABD’ye
göre şekillendirmişti. Bu durum tabi ki ABD’nin Türkiye’ye yardım etmemesi
veya onu stratejik olarak önemsiz gördüğü anlamını taşımamıştı. Fakat ABD
yönetiminin dış politikadaki bazı uygulamaları, Türk yöneticilerin
beklentilerini yeterince karşılamaktan uzak kalıyordu.
ABD
tarafında o dönemde hazırlanan bir raporda Türk-Amerikan ilişkilerini
etkileyebilecek bazı noktalara dikkat çekilerek ilerleyen yıllarda
yaşanabilecek olumsuzluklar dile getirmişti. Bu raporda ilk olarak değinilen
husus, Amerikan askeri ve sivil idarecilerin komünizmle mücadele kapsamında
çelişkili açıklamalar yapmamaya özen göstermeleri gerekliliği olmuştu. Aksi halde
Türkler tarafından anti-komünist bloğun lideri olarak görülen ABD’nin, bu
mücadeleyi gevşettiğine dair şüpheler meydana gelebileceği ve bu durumun da
Türk kamuoyu nezdinden ABD’nin güvenilirliğini zedeleyebileceğine dikkat çekilmiştir.
Büyükelçinin böyle bir konuyu gündeme getirmesinin arkasındaki neden olarak, bütün
hızıyla devam eden Soğuk Savaş ortamında Mart 1953'te Stalin'in
ölmesinin ardından bir yumuşamanın meydana gelmesi gösterilebilir. (bkz.
Soğuk Savaşın Kökenleri) Türkiye’nin, Kore’ye asker göndermesi ve
ardından NATO’ya girmesiyle Batı ittifakı yönünde safını belli etmesinden
sonra, ABD’nin Sovyetlere karşı göstereceği zaaf, Türkiye’yi Sovyet Rusya ile
baş başa bırakabilirdi ki böyle bir durum Ankara tarafından hiç arzu edilmiyordu.
Raporda
değinilen ve Türk-Amerikan ilişkilerinde olumsuzluğa neden olan diğer bir husus
ise ABD’nin, Türkiye açısından önemli olan konulara gerekli ilgiyi göstermemesi
olmuştur. Raporda yapılan açıklamada, Türkiye’nin her zaman iki devleti ilgilendiren
konularda ABD ile ortak hareket etmeye özen gösterdiğine, önemli hususlarda ABD’nin
görüşünü almaya dikkat ettiğine değinilmiş, fakat ABD’nin Türkiye’ye gerekli
ilgiyi göstermediğini belirtilmiştir. Bu duruma örnek olarak Türkiye Cumhurbaşkanı
ve Başbakanı’nın ABD’ye ziyaret gerçekleştirme isteklerini açıkça belirtmelerine
rağmen davet edilmediklerini, bunun yanı sıra ileride davet edileceklerine dair
herhangi bir işaret de verilmediğine değinilmiştir. Buna karşın, Yunanistan
Kralı ve Kraliçesinin, ABD’ye ziyaret için davet almasının Türk tarafında hayal
kırıklığı yarattığı ve bu durumun ikili ilişkileri ile birlikte Türklerin
ABD’ye güvenini sarsarak ileride ilişkileri daha kırılgan ve kötü hale
getirebileceği dile getirilmiştir. Bunların yanı sıra, ABD Dışişleri Bakanı Dulles’in
1 Haziran 1953 tarihinde radyo ve televizyonlarda verilen Yakındoğu üzerine
konuşmasında, bölgedeki birçok ülkeye değinirken Türk liderlerin ismini bile zikretmemesinin,
Türk-Amerikan münasebetlerinde olumsuz etki bıraktığı Büyükelçi tarafından
ifade edilmiştir.
Raporun
sonuç bölümünde ise yapılması gerekenlere de değinilmiştir. Buna göre, ilk
olarak karşılıklı çıkarların bulunduğu konularda mutlaka Türkiye’nin görüşünün
alınması tavsiye edilmiştir. İkinci olarak, en kısa sürede Türkiye
Cumhurbaşkanı’nın veya Başbakanı’nın ABD’ye davet edilmesi önerilmiştir.
Aslında,
Türk devlet adamlarının ABD’yi ziyareti meselesi, ABD’nin Türkiye’deki Büyükelçiliği
tarafından diğer zamanlarda da ABD Dışişleri nezdinden gündeme getirilmişti. ABD
Dışişleri Bakanı’nın, NATO ülkelerinde bulunan ABD Büyükelçiliklerine
gönderdiği yazıda, bulundukları ülkelerde ABD’nin nasıl bir imaja sahip
olduğunu sorduğunda, ABD’nin Türkiye’deki Büyükelçiliği yine bu ziyaret
meselesine değinmiş ve bu durumun iki ülke ilişkilerinde olumsuz bir husus
olarak yer aldığını söylemişti.
John Foster Dulles |
Sonuçta,
ABD yönetimi Türkiye’nin isteğine daha fazla kayıtsız kalamadı. ABD Dışişleri
Bakanı John Foster Dulles, 13 Ağustos 1953 yılında ABD Başkanı’na gönderdiği
notta sadece bu hususa değinmiştir. Bu notta, Türk yetkililerin çeşitli
zamanlarda, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın ABD’ye ziyaret gerçekleştirmek istediğini
resmi bir şekilde olmasa da dillendirdiklerine değinmiştir. 1947 yılındaki
Amerikan yardımlarında, Yunanistan ve Türkiye’yi aynı kategoride değerlendirip
yardımda bulunduklarını, fakat Yunan Kral ve Kraliçesinin ABD’ye davet edilip
Türklerin böyle bir davet almamasının, ABD’nin Türkiye’ye yeteri kadar önem
vermediği gibi bir sonuç ortaya çıkardığı Dulles tarafından ifade edilmiştir. Bulunduğu
konum itibariyle Sovyet baskısına direnmek gibi önemli bir göreve sahip olan Türkiye’nin,
liderlerinin dostça bir jestle ABD’ye davet edilmesini Dulles, ABD Başkanı’na önermiştir.
Daha sonra, yeni görevlendirilen ABD’nin Ankara Büyükelçisi Avra Warren,
Cumhurbaşkanı Bayar’a sunduğu güven mektubu sırasında ABD Başkanı Eisenhower’ın
davetini iletmiş ve Celal Bayar 1954 yılının başında ABD ziyaretini
gerçekleştirmiştir. Bu sayede iki ülke arasındaki “davet meselesi”
son bulmuştur.
Avra Warren |
1950’li
yıllarda Türk-Amerikan ilişkilerine olumsuz etki eden diğer bir faktör de
ABD’nin üs talepleri ile alakalı olmuştur. 21 Ocak 1954 tarihinde ABD
Büyükelçisi Warren, Washington’a gönderdiği telgrafta, ABD olarak Türkiye’den
bazı yükümlülükler altına girmesi istenirken, Türklere bunun karşılığında bir
güvence sunmamalarının Ankara’yı endişeye sevk ettiğine değinmiştir. Bu anlamda
Büyükelçi, Türklerden kendi topraklarında 3000’in üzerinde Amerikan personeline
sahip olacak yeni askeri üsler, hava üsleri kurmak için izin istenirken,
ABD’nin kurulacak bu üsleri korumak için bir taahhüde girmeyi reddetmesinin, Türkler
üzerinde olumsuz etkisi olduğuna değinmiştir. Türklerin; kendilerinin ve
topraklarında bulunan Amerikan üslerinin, ABD tarafından gerektiğinde
vazgeçilebilir olduğuna dair düşünceye sahip olmaya başladıkları ifade
edilmiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin topraklarında kurulması planlanan yeni
Amerikan üsleri konusunda çekimser olduğu Büyükelçi tarafından ifade edilmiş ve
bu sorunun da ABD’nin Türkiye’nin savunmasına yönelik göstereceği kararlı tavırla
çözülebileceği belirtilmiştir. Sonuç olarak, Ekim 1953’te İzmir’de açılan
askeri üssün ardından, 5 Mart 1955’te Adana İncirlik’te ABD’nin
bir hava alanı inşa etmesi ve Amerikan Hava Kuvvetleri’nin bu üsse yerleşmesi
Türk-Amerikan ilişkilerindeki bu küçük çaptaki güven bunalımının da aşıldığının
bir göstergesi olmuştur.
TÜRKİYE'NİN BAŞINI ÇEKTİĞİ PAKTLAR VE ABD'NİN YAKLAŞIMI
Türk-Amerikan
ilişkilerinde zaman zaman bazı pürüzler meydana gelse de Türkiye için ABD
vazgeçilemez bir müttefik olmuştur. Bu çerçevede 8 Mayıs 1954 tarihinde
Adnan Menderes, ABD Büyükelçisi Warren’e Türkiye’nin 4 yıllık askeri ve
ekonomik planını görüşmek üzere ABD’ye ziyaret yapma isteğini bildirmiştir.
Washington ve Ankara arasında yapılan görüşmeler sonucunda 1 Haziran’da
Başbakan Adnan Menderes yanında Savunma Bakanı Ethem Menderes ve Genel
Kurmay Başkanı Nurettin Baransel ile birlikte ABD’ye bir ziyaret
gerçekleştirmiş ve ABD Başkanı Eisenhower dahil olmak üzere ABD’li yetkililerle
temasta bulunmuştur.
Menderes,
2 Haziran’da ABD Başkanı Eisenhower ile görüşmüştür. Eisenhower, görüşmeden
sonra ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’e Özellikle Menderes’in ittifakın
güney kanadının güçlendirilmesine yönelik düşüncelerinin kendisini etkilediğini
belirtmiştir. Menderes’in kendisine 2 Nisan 1954 tarihinde imzalanan
Türk-Pakistan ittifakının Afganistan’ı da içerecek şekilde başka katılımcı
ülkelerle güçlendirilmesi gerektiğini söylediğini yazmıştır. Ortadoğu’da
Sovyetlere karşı bir ittifak sistemi oluşturma fikri ABD Dışişleri Bakanı
Dulles’in daha önce planladığı bir düşünceydi. Hatta bu amaçla çıktığı Ortadoğu
turunda 25-27 Mayıs 1953 tarihinde Türkiye’ye de gelmiş ve bir takım
görüşmeler yapmıştı. Türkiye, Dulles tarafından ortaya atılan bu fikrin peşini
bırakmamıştı. Bu durum ABD’nin Ortadoğu politikasıyla uyum sağlamaktaydı.
Eisenhower’la
görüşmesinin ardından aynı gün Adnan Menderes, Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Feridun
Cemal Erkin’in de katıldığı bir toplantıda, ABD Dışişleri Bakanı ile bir görüşme
gerçekleştirmiştir. Bu toplantıda ilk olarak gündeme alınan konu Balkan
Paktı olmuştur. Menderes, Dulles’in bu pakt hakkında fikirlerini sormuştur.
Dulles cevaben güçlü bir şekilde böyle bir organizasyonun ortaya çıkmasından
memnun olduklarını söylemiştir. ABD’nin, Güney Avrupa’nın savunmasının
güçlenmesine çok büyük önem verdiğini ve Yugoslavya’nın da bu sistem içerisinde
olmasını önemsediklerini söylemiştir. Daha sonra İtalya konusuna değinen
Dulles, Yugoslavya ve İtalya arasında Trieste bölgesinin kontrolü için devam
eden mücadelenin İtalya’nın Yugoslavya’ya karşı istenmeyen bazı girişimlere
kalkışmasına neden olabileceğini, fakat ABD’nin bu sorunun çözümü için
çalıştığını ve yakın bir zamanda bir formül bulunacağını dile getirmiştir.
Menderes cevabında, Trieste sorununun çözümünün gerçek bir ‘’Balkan
ittifakının’’ önünü açabileceğini söylemiştir. İlaveten İtalyanların böyle
bir durumun kendi avantajlarına olacağını görmesi gerektiğinin de altını
çizmiştir.
Türkiye
ile Pakistan arasında imzalanan pakt konusunda görüşlerini ifade ederken
Dulles, bu durumu geçmiş birkaç yıl içinde meydana gelen en ümit verici gelişme
olarak nitelendiriyordu. Dulles bu paktın, kendisinin 1953 yılında
gerçekleştirdiği Ortadoğu gezisinde dile getirdiği fikirler çizgisinde olduğunu
ve İran ile Irak’ın da bu pakta katılacağını ümit ediyordu. 2 Haziran 1954
tarihindeki Menderes ile Dulles arasındaki görüşmeye, 4 Haziran’da tarafların
tekrar bir araya gelmesi ile devam edildi. Bu görüşmede Dulles tekrar Türk-Pakistan
anlaşmasının önemine değinmiş ve İran ile Irak’ın da böyle bir organizasyonda
yer alma olasılığı üzerinde durmuştur. Menderes ve Dulles, bu iki ülkenin de
mümkün olduğunca hızlı bir şekilde ittifaka katılmasının önemi üzerinde
hemfikir olduklarını ifade etmişlerdir. Bu ittifakın bir faydasının da, Irak’ı
Arap Ligi’nden uzak tutacağı olarak görülmesiydi. Menderes’de Dulles gibi, bir
an önce İran ile Irak’ın da Pakistan’la gerçekleştirmiş oldukları anlaşmaya
dahil olmasını istiyordu. Bu nedenle Menderes, ABD’nin bu iki ülkeye pakta
katılım konusunda baskı yapması gerektiğini ABD’li bakana iletmiş; Dulles, bu
isteğe cevaben böyle bir baskının sonuç vereceğinden emin oldukları anda bunu
gerçekleştirmekten geri kalmayacaklarını belirtmiştir.
Feridun Cemal Erkin |
Dolayısıyla
Bağdat Paktı’nın kurulmasına giden bu süreçte, ABD yönetimiyle uyum içinde olan
Türk hükümetinin, Balkan Paktı’nın işlevi noktasında ise Washington’la bazı
görüş ayrılıkları vardı. Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 28 Şubat
1953 tarihinde imzalanan Dostluk ve İşbirliği Anlaşmalarıyla ortaya çıkan
bu paktı Menderes, daha ileri taşıyıp tam bir ittifak şeklini alması için uğraşmaktaydı.
Fakat Dulles, Balkan Paktı’nda bulunan devletlerin daha ileri gitmesine sıcak
bakmıyordu. Çünkü yukarıda belirtilen İtalya’nın Trieste bölgesi nedeniyle
Yugoslavya ile yaşadığı sorunlar ABD için daha öncelikli çözülmesi gereken bir
meseleydi.
Bu
nedenle Dulles, Menderes’e yaptığı açıklamada Balkan Paktı’nın bir askeri
ittifaka dönmesinin, tam Trieste için çözümün arandığı esnada İtalya tarafından
hoş karşılanmayabileceği ve İtalya’nın masadan kalkmasına neden olabileceğini söylemişti.
Menderes, cevaben durumu anladığını ve sorunun çözümü için bir süre bekleyebileceğini
ama Balkan İttifak Anlaşmasının Trieste sorununun çözümüne bağlanmaması
gerektiğini dile getirmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Balkan Paktı’nı tam bir
ittifaka dönüştürecek hamleleri geciktirmesinin Yugoslavya için Türkiye ve Yunanistan’ın
anlaşmadan çekildiklerine dair bir kanı uyandırabileceğini söylemiştir. Bu
nedenle görüşme esnasında Menderes, iki kez 30 gün bekleme süresine değinmiş,
Dulles ise ısrarla tam bir Balkan ittifakının tesisi için Trieste sorununun çözümünü
işaret etmiştir. Sonuç olarak Menderes 9 Ağustos 1954’te Yugoslavya’nın
Bled şehrinde Yugoslav ve Yunan yetkililerle Balkan İttifak Anlaşmasını imzalamıştır.
Kısa süre sonra da İtalya ile Yugoslavya, Trieste konusunda uzlaşıya varmıştır.
Ancak
ilerleyen yıllarda Balkan Paktı ile Bağdat Paktı’nın bölgelerinde beklenen
etkiyi yaptığı söylenemez. Türkiye’nin Yunanistan’la ‘’Kıbrıs sorunu’’
üzerindeki fikir ayrılıkları (bkz. Kıbrıs Barış Harekatına Giden Yol) nedeniyle,
Balkan Paktı’nın daha başlangıçta fonksiyonunu kaybettiği söylenebilir. Bağdat
Paktı’na gelince Ortadoğu’yu Batı güvenlik şemsiyesi altına almayı planlayan bu
anlaşma, Irak dışında diğer Arap devletlerinden ilgi görmemiş ve beklenen
etkiyi sağlamamıştır. (bkz. Irak’ın Yakın Siyasi Tarihi) Yine de
Türkiye; bu iki anlaşmayla Batı ittifakı için ne kadar çaba sabrettiğini bir
kez daha ABD’ye gösterme fırsatı yakalamış, bu sayede ABD’nin o yıllarda Türk hükümetinin
çok ihtiyaç duyduğu ekonomik ve askeri yardımı arttırarak yapmaya devam
edeceğini hesap etmiştir.
ABD
VE TÜRKİYE ARASINDA EKONOMİK YARDIM KONUSUNDA ANLAŞMAZLIKLAR
Türk
heyetinin ABD ziyaretinden sonra, Dışişleri Bakanı Dulles, yetkililere genel olarak
görüşmelerin dostça bir ortamda geçtiğine değinmiş ve özellikle ABD’nin
Türkiye’ye uygulamaya devam edeceği yardımlardan bahsetmiştir. Dolayısıyla ABD
dışişleri bakanlığı yetkilileri ile Türk heyeti arasında ekonomik yardımlar
konusunda da görüşmeler yapıldığı anlaşılmaktadır. ABD’li yetkililer Türkiye’nin
konumu itibariyle savunması için göstereceği çabalarda yardıma devam edilmesi
gerekliliğine inanmaktaydı bu bağlamda, Türk yetkililerin yaptığı ekonomik
planlamalar ve programa ABD’li yetkililerde başarılı olacağına inanmaktaydı.
1950-1953
yılları arasında ABD yardımlarının yanı sıra tarım veriminin koşulların uygun
olmasından dolayı artması, Türk ekonomisinde genel bir büyümeye yol açmıştı. Demokrat
Parti iktidara geldiğinde ülkenin ekonomik durumu göze alındığında, bahsi geçen
yıllarda yakalanan bu büyümede ABD yardımlarının yanı sıra hükümetin takip
etmiş olduğu ekonomi politikasının da etkisi olmuştu. Özellikle 2. Dünya Savaşı
yıllarında çıkarılan varlık vergisinin ülkede var olan sermayeyi kaçırmasının
oluşturduğu güçlüğe rağmen Türkiye, ekonomik alanda bir sıçrama yakalayabilmişti.
Bu durum da kamuoyu tarafından Demokrat Parti hükümetinin bir başarısı olarak
görülmüştü. Fakat, özellikle 1950’lerin ortalarından itibaren Türk ekonomisi
iyi sinyaller vermemeye başlamıştı. Bu yıllarda özellikle tarımda verimin
düşmesi ile birlikte plansız tarım politikası ve makineleşme, Türk ekonomisini zora
sokmaya başlamış, bu yıllarda artan ithalat oranı ülkedeki dövizi eritmişti. Bunun
doğal sonucu olarak da Türk hükümeti, ABD’den ekonomik yardımlarını arttırması noktasında
daha ısrarcı bir tutum almaya başlamak zorunda kalmıştı. Özetle ekonominin
çıkmaza girmesi Türkiye’nin Amerikan sermayesine bağımlılığını arttırmıştı
Türk
ekonomisinin içinde bulunduğu bu zor durum 1954 yılı Ekim ayında, Türkiye’de üç
ay geçirdikten sonra Washington’a, görev yerine geri dönen Türkiye’nin ABD
Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin’in, ABD’li yetkililerle yaptığı görüşme esnasında
da masaya yatırılmıştı. Erkin bu görüşmede, ilk olarak ABD’li yetkililere
Menderes’in Haziran ayında gerçekleştirdiği ziyarette gündeme gelen ekonomik
yardımı ne zaman verebileceklerini sormuştur. Yakın Doğu’dan Sorumlu Dışişleri
Bakan Yardımcısı John Jernegan, verdiği cevapta, kararlaştırılan 70
Milyon dolar yardımın verilmesi üzerine çalışmaların devam ettiğini
söylemiştir. Erkin, yapılacak bu yardımın borç olarak değil hibe olarak uygulanmasını
istemiştir.
Türkiye’nin
ekonomik olarak içinde bulunduğu zor durumu anlatmak için Erkin, ABD’li yetkililere
kendisinin Türkiye’de Menderes’le arasında geçen konuşmayı da aktarmıştır. Buna
göre Menderes, uzun bir aradan sonra Türkiye’ye gelen Erkin’e Türkiye’de
herhangi bir değişiklik fark edip etmediğini sormuş, Erkin de cevaben
Menderes’e, insanların davranışlarında çok fazla değişiklik meydana geldiğini,
herkesin mutlu olduğunu, gülümsediğini, yüksek morale sahip olduğunu ve bir şeylerle
meşgul olduklarını söylemiştir. Bu cevap üzerine Menderes, Erkin’e burada
kendisine söylediği bu sözleri Washington’a döndüğünde Dulles’e de söylemesini
istediğini, çünkü kara bulutların Türkiye’nin bu parlak resmi üzerinde
dolaştığını, bunların da Türkiye’nin kredi ve döviz sıkıntısı olduğunu söylemesini
istemiştir. Bu anekdottan sonra Erkin, Menderes’in 4 Haziran’da istediği
fakat alamadığı 300 milyon dolarlık yardımın, Türkiye’nin içinde
bulunduğu ekonomik şartlar dolasıyla en azından borç olarak verilmesi
istediğini, ABD’li yetkililere iletmiştir. Jernegan, Türkiye’nin bu parayı kısa
dönem borçlarını kapatmak için mi isteyip istemediğini sormuş, Erkin bu paranın
borçlar için kullanılacağını düşünmediğini, Türkiye’nin kalkınma planı için kullanılacağını
söylemiştir. Bu cevap üzerine ABD’li yetkililer, herhangi bir yorumda bulunmamışlardır.
Aslında,
bu görüşmelerden önce de Washington yönetimi Türkiye’nin ekonomik durumunu
yakından takip ediyordu. Ankara’nın sürekli ABD yardımına bağlı olmasından çok,
kendi ayakları üzerinde durabilmesi, ABD yönetiminin arzu ettiği bir durumdu. Ancak
ABD’li yöneticiler Türkiye’nin kötüye giden ekonomisi hakkındaçeşitli
çalışmalar yürütüyor ve ABD’nin Türkiye ekonomisinin kötü gidişatını önlemek
için alabileceği bazı tedbirlerde gözden geçiriliyordu. Bu tedbirler kapsamında,
Türk hükümetini yapılması planlanan Amerikan yardımlarıyla uyumlu bir ekonomik
politika izlemesini teşvik etmek, Türkiye’deki ekonomik soruna çare olabilecek
yöntemlerden biri olarak görülüyordu. Başka bir alternatifse, açıkça ABD’nin
Türkiye’ye, mali durumunu düzeltmeye yönelik politikalar takip etmediği
takdirde yapacağı yardımları gözden geçireceğini bildirmesi gerekliliği ön
plana çıkmıştı.
Menderes
hükümeti tam bir müttefik anlayışıyla politikalarını tamamen ABD politikalarına
entegre ederken, hükümetin içine düşmüş olduğu bu ekonomik bunalımda Washington
yönetiminin Ankara’nın bir nevi “imdat” sesine karşı takındığı
tavır, Menderes üzerinde tam bir hayal kırıklığına yol açmıştı. ABD’li
yetkililerin Türk hükümetine yardım yerine ekonomiyi düzeltmek için öneriler
getirmesi Türk hükümetini sinirlendirmişti. Ayrıca, Nisan 1955 tarihinde
Menderes’in ABD Büyükelçisi ile görüşmesi sırasında Büyükelçinin, ABD olarak
dış yardımlarını yaparken dikkatli davrandıklarını söylemesi, Menderes’in tepkisine
neden olmuştu. Büyükelçinin daha sonra Washington’a gönderdiği notta, o günün hayatının
en sert görüşmelerinden birisi olduğunu dile getirdiği bu görüşmede Menderes,
iki ülke arasındaki dostluğun ebedi olduğundan bahsettikten sonra, “fakir”
olarak görülen Yugoslavya, Yunanistan ve Avusturya’nın bile Türkiye’ye kredi
vermeye istek gösterirken, ABD’nin Türkiye’nin bu yöndeki talebine karşı
isteksiz durmasını eleştirmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin ekonomik anlamda
önemli bir tehlikesi olmadığını iddia eden Menderes, eğer geçen yılın tarım
mahsulü iyi olsaydı, ABD’nin yardımına bile ihtiyaç duymamış olacaklarını Büyükelçiye
ifade etmişti. Türkiye’nin, ABD yönetiminin Türk ekonomisi hakkındaki olumsuz
tahminlerini boşa çıkaracağını söyleyen Menderes, ABD’nin, ihtiyacı olduğu bir dönemde
Türkiye’ye yardım etmemesini Türkiye’nin uzun süre unutmayacağını sözlerine eklemişti.
Daha
sonra Başbakan Yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu, ABD’ye giderek yardım
talebini tekrar gündeme getirmiştir. Türkiye’nin çok zor durumda olduğunu
söylemiş ve acil krediye ihtiyaç duyduklarını bir kez daha ABD’li yetkililere
iletmiştir. ABD Dışişlerinden George Allen, verdiği cevapta ABD’nin şu
an Türkiye’ye yardım yapamayacağını söylemiştir. Zorlu cevaben, kendi
hükümetine ABD’nin zor durumda oldukları bir sırada yardım yapmayı reddettiğini
bildireceğini söyleyerek, Allen’e gözdağı vermeye çalışmıştır. Bunun üzerine Allen;
bunun Zorlu’nun kendi kararı olacağı, nasıl istiyorsa o şekilde hükümetine iletebileceğini,
ama ABD’nin her zaman Türkiye’nin yanında olup çıkarlarını gözeteceğini söylemiştir.
Türk-Amerikan ilişkilerinde herhangi bir olumsuzluk istemeyen Zorlu da ABD yardım
etse de etmese de iki ülke arasındaki ittifakın devam edeceğini dile getirme mecburiyeti
hissetmiştir.
Allen,
Zorlu’ya Türk hükümetinin ekonomik olarak düştüğü bu zor durumun en büyük sebebinin
şanssızlık olup olmadığını sormuş ve Menderes’in daha önce dile getirdiği geçen
yılki hasadın iyi olamaması konusunu açmıştır. Zorlu da bu yönde açıklama yapınca
Allen, Türk ekonomisinin bu türlü doğal nedenlerle ortaya çıkacak sorunlar karşısında
güçlü olması gerektiğini söylemiştir. Ayrıca Allen, Türklerin kendi ekonomik
sistemlerini düzene sokmalarını istemiştir. Aynı yıl içinde ABD’nin Türkiye’den
devalüasyon yapması yönündeki talepleri de Türk hükümetince kabul edilmemiştir.
Görüldüğü gibi Eisenhower döneminin ilk yıllarında ortaya çıkan bu ekonomik
yardım anlaşmazlığı, Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeye
başlamış ve ilerleyen yıllarda bu anlaşmazlık giderek derinleşmeye başlamıştır.
1955’ten sonra ABD’nin ekonomik yardımlarını koşullara bağlaması, Türkiye’nin
kredi elde etmesini daha da zorlaştırmıştır. İki ülke arasında olumsuzluğa yol
açan bu durum, Ortadoğu bunalımlarının sonucu olarak 1957 yılında ilan edilen Eisenhower
Doktrini’ne kadar Türk-Amerikan ilişkilerini etkilemeye devam etmiştir. Hatta
daha sonraki süreçte de ABD’den isteği yardımları almakta zorlanan Menderes,
1960 yılında Sovyetlerle ilişkileri geliştirmek için bir Moskova’ya ziyaret
gerçekleştirmeyi planlamıştır. (bkz. Türk-Sovyet İlişkileri) Fakat 27
Mayıs askeri darbesi buna fırsat vermemiştir.
SONUÇ
1953-1955
yılları arası Türk-Amerikan ilişkileri için yapılabilecek ilk değerlendirmelerden
birisi, iki devletin de Soğuk Savaş’ın tüm hızıyla devam ettiği yıllarda işbirliğine
oldukça önem verdikleridir. Fakat 1947 yılında Truman Doktrini ile başlayan,
Marshall yardımları devam eden ve Türkiye’nin NATO’ya katılımına kadar olan
süreçten farklı olarak, ekonomik yardım konularında, 1953 yılı itibariyle ABD
daha temkinli politika izlemeye başlamış ve bu durum da Türk yöneticilerde
endişe ve hayal kırıklığına neden olmuştur.
Özellikle
1953-1955 yılları arası Menderes’in kişisel olarak devreye girmesinin yanı sıra,
zaman zaman yardımcısı Zorlu ve Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Erkin vasıtasıyla,
ABD’li yetkililerin gündemine getirdiği Türkiye’nin ekonomik yardım
taleplerinin olumsuz neticelenmesi, 1947-1952 yılları arasındaki “sarsılmaz”
dostluğa, ez azından Türk hükümeti açısından bir gölge düşürmüştür. Ekonomik
yardım, o dönemde Türkiye’nin en önemli önceliği olmuş ve ABD ile ortaya çıkan
pürüzlerin ana sebepleri arasında yer almıştı. Bu yüzden Türk yöneticilerinde,
kendilerine ABD tarafından yeterli önem verilmediğine dair kanı oluşmuştu. Askeri
üs ve tesislerin yanı sıra; büyük çabalar sarf ederek meydana getirdiği
paktlarla da Batı bloğunun çıkarlarını bölgesel olarak korumaya çalışan Türkiye’nin,
ABD tarafından ekonomik alanda bırakıldığı bu zor durum, Ankara nezdinde ve
Türk kamuoyu tarafından hoş karşılanmamıştır.
ABD
ile Türkiye arasında bir diğer anlaşmazlık ise üst düzey yönetimin ABD’yi
ziyaret etme taleplerinin karşılanmaması olmuştur. Bu durum büyükelçiler
nezdinde kısa sürede dışişlerine aktarılmış ve dışişlerinin, hızlı bir şekilde
oluşturduğu gezi programıyla Cumhurbaşkanı Bayar ABD’ye resmi ziyaret için
davet edilebilmiştir. Bu davet meselesi ikili ilişkileri direkt olarak
etkileyen bir husus olmakla birlikte, ABD’nin kendisiyle daha sıkı bir
müttefiklik ilişkisi içerisinde olmasını isteyen Türkiye için bir hayal
kırıklığına yol açmıştır.
Bununla
birlikte, Türk hükümetinin de ABD’nin Türk topraklarında askeri üs açma
talebine hemen cevap vermeyip, bu konuyu biraz ağırdan aldığı gerçeği göz ardı
edilemez. Aslında, NATO’ya girdikten sonra ABD tarafından ısrarla dile
getirilen Türk topraklarında askeri üs ve tesisler kurma talebi, Türk hükümeti tarafından
memnuniyetle karşılanmış ve bu durumun ikili ilişkileri daha da sıkılaştıracağı
düşünülmüştü. Fakat Türk hükümetinin bu konuyu ağırdan alması ABD tarafında pek
hoş karşılanmadı. Bununla birlikte Türk hükümetinin bu görüşmelerin başında
TBMM onayı olmadan gizli olarak anlaşma yapmak zorunda olması bir bakıma Türk
Hükümeti yetkililerini endişelendirmiş olabilir. Çünkü bu tür gizli
anlaşmaların kamuoyuna sızdırılma ihtimali iç siyasette mevcut hükümetin sonunu
getirecek sonuçlar doğuracaktı. Ayrıca Türk hükümetinin üs meselesini, ABD’nin
özellikle ekonomik alanda Türkiye’ye yardımlarını arttırması için taktiksel
olarak kullandığı görüşü dile getirilebilir.
Sonuç
olarak ABD, Türkiye’nin stratejik önemini göz önünde bulundurarak böyle bir ülkeyi
kaybetmek istemiyordu. Ancak karşılıklı ilişkiler 1950’li yıllarda yaşanan bu
sıkıntılar ileride daha da derinleşerek 1960’lı yılındaki ilişkilerde bir
kırılma meydana getirecekti. Aslında 1950’li yıllarda iki ülke arasında ortaya
çıkan bu olumsuzluklar, ileriki yıllarda Türk-Amerikan ilişkilerinde meydana
gelecek büyük krizler için bir nevi sinyal niteliğinde oluşturuyordu. Hükümetler
arası bu krizler 60’lı yıllarda evrilerek Türk kamuoyunda Amerikan karşıtlığını
körükleyecekti. İki ülke arasındaki kriz 1964 yılında ortaya çıkan ünlü ‘’johnson
mektubu’’ ile tırmanacak, 1967-1969 yılları arasında gerçekleştirilen ‘’6.
Filo protestoları’’ ile yeni bir boyut kazanacak ve 1974 ‘’Kıbrıs Barış
Harekatı’’ ile kopma noktasına gelecekti. Bu olayların sonucu olarak da aynı
dönemlerde Türk-Sovyet ilişkilerinde bir müttefiklik havası olmasa dahi
belli bir yumuşama ve ekonomik işbirliği gibi konularda ikili ilişkilerde
gelişmeler yaşanacaktı.
0 Yorumlar